Ankara’da Opera binasının girişindeki antik konulu duvar freski kadar “Okuyan Köylü Kadınlar”ı, Muğla pazarındaki köylülerin yaşamlarını konu alan bir dizi çalışması, Hatay’da “Portakal Bahçesi” ve özellikle 1940 yıllarında yaptığı başka resimleri, Ankara Arkeoloji Müzesi’ndeki görevi bilinçaltına işlenmiş olan arkaik dönemden kalan çizgileri düşündürmektedir.197 Tollu’nun 1940’ta, II. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nde ikincilik ödülünü kazanan “Kompozisyon” adlı eseri, konu seçimi ve kompozisyon düzeni ile Manet’nin “Kırda Öğle Yemeği”ni (1863) çağrıştırmıştır. Bu benzerlik Batılı ustaların eserlerini tekrarlamanın o dönem sanatçıları arasında ne kadar yaygın olduğunu gösteren örneklerden sadece birsidir.198 Tollu’nun Ana ve Toprak, Ankara Keçileri, Kurban, Köylüler gibi tablolan bu dönemin ortak zevkini yansıtır. Bu eserlerinde görülen ve tuval yüzeylerini sert geometrik çizgilere ve renk lekelerine ayıran bir tür kübist yorum, Tollu’nun sanat hayatının sonuna kadar sürecektir. Bu yaklaşım, derinlik ve boşluk etkisini vurgulayan planlar, kesik, kırık, kalın çizgiler ve geometrik renk lekeleriyle belirlenmiştir.199 Hitit kabartmaları, Tollu’nun 1955’ten sonraki resimlerinin başlıca esin kaynağıdır. Bu kabartmalardaki gibi başları ve bacakları profilden, gövdeleri cepheden görünen figürler, geometrik biçimleri ve neredeyse bütün yüzü kaplayan gözleriyle yan yana sıralanır; kutsal hayvanları ve simgeleriyle Hitit tanrıları Tollu’nun resimlerine gelip yerleşir. 1962’den sonra yaptığı bir dizi resmin konusuysa, kübik biçimlerle tuvale aktarılan Mevleviler’dir.200 Cemal Tollu, Leger, Lhote ve Grommaire resminin biçimci tasalarıyla, bu çizgiler arasında doğal bir benzerlik yakalanmış ve Paris’te görmüş olduğu sanat eğitiminin ilkeleriyle yöresel Anadolu kültürü arasında zorlamasız bir özdeşlik kurmuştur. Cemal Tollu’daki heykelsi formların temelinde, biçimciliği yatay ve dikey uyumunda, hacimsel tasarımda gören bir anlayış, bütün yaşamı boyunca egemen olmuştur. Cemal Tollu, bu anlayışı sanatın geçirdiği evrimle bağlantılı olarak, herhangi bir kesilmeye meydan vermeden, inançla uygulamıştır. Ayrıca Tollu; sanatı yanında sanat eğitimciliği ve sanat eleştiri yazılarıyla da Türk resim sanatının gelişmesinde katkıda bulunmuştur.201
ABİDİN DİNO (d. 23 Mart 1913-1993)
İstanbul’da doğan (Celâl) Abidin Dino’nun dedesi Abidin Paşa, birçok kentte Valilik Beylerbeyi görevlerinde bulunmuş, babası Rasih Dino ise “Divanı Muhasebat Reisi” olarak görev yapmıştır. Annesi Saffet Hanım da müzik, resim ve edebiyatla ilgileniyordu.202 Ailesi, çok küçük yaştayken İsviçre’nin Cenevre kentine yerleşen, Birinci Dünya Savaşı yıllarından sonra Paris’e geçen, ardından da Korfu adası yoluyla İstanbul’a dönen (1925) Abidin Dino, önce babası sonra da annesi ölünce, küçük yaşta beliren resim sevgisinin ve yeteneğinin de ağır asmasıyla Robert College’deki öğrenimini yarıda bırakarak karikatür ve resimle uğraşmaya başlamıştır.203 İlk karikatür ve desenleri, 1930’da Yarın Gazetesi’nde, ilk yazıları 1931’de Fikret Adil’in çıkardığı Artist Dergisi’nde yayımlanmıştır. Dino, bu arada Nazım Hikmet’in Sesini Kaybeden Şehir (1931) ve Bir Ölü Evi (1932) adlı kitaplarının kapak ve iç resimlerini gerçekleştirmiştir. Bu dönem yapıtlarında geleneksel halk sanatlarından ve hat sanatından yola çıkarak çağdaş bir yorum getiriyordu.204
Babıali çevresinde tanıdığı yazar ve çizerler arasında, kendi kendini yetiştirmiştir. Basın dünyasına kısa sürede uyum sağlamıştır. Çeşitli gazetelerde karikatürleri ve röportajları yayımlandı. (Halkın Dostu Gazetesi’nde Atatürk’ü konu alan, çizgilerle süslü röportajı, Atatürk’ün de beğenisini kazanmıştır.205
1933’te kuruluşuna ön ayak olduğu D Grubu ressamların ilk sergilerinde, desenlerini sergisinde, desenlerini sergilemiştir. Cumhuriyet’in onuncu yılı nedeniyle Türkiye’ye gelen, aralarında Sovyet sinemacısı Yutkeviç’in de bulunduğu bir Sovyet sinemacı topluluğunun bu desenleri ilgi çekici bulması üstüne, Leningrad’daki Len-Film Stüdyoları’ndan çağrı alan Dino, 1934-1937 yılları arasında S.S.C.B.’nde belgesel film yönetmenliği konusunda araştırmalar yapmıştır. 1937’ye değin Leningrad, Moskova, Kiev ve Ordessa’da Madenciler adlı bir filmin çekimini gerçekleştirmiştir. Sinemayla ilgisini daha sonra da sürdürecek ve 1966 Dünya Kupası’nı anlatan Goal (Altın Goller) adlı filmi çekecekti.206 Yıllardan beri ilgi duyduğu sinemacılıkla ilgili bilgilerini geliştirmişti; Ayzenştayn, Pudovkin, Ytkeviç, Meyerhold gibi ünlü sinemacılarla tanışmıştır. 1937’de Paris ve Londra’ya gitmiştir. Paris’te Tristan Tzara, Jean Cocteau, Gertrude Stein ve Picasso gibi, dönemin ünlüleriyle ilişki kurmuştur.207 1938’de Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul’da liman işçilerinin resimlerini çizdi ve 1939’da Avni Arbaş, Selim Turan, Nuri İyem gibi sonradan Yeniler adıyla anılacak bir grup ressamla birlikte Liman Sergisi’ni düzenlemiştir. Ses, Yeni Ses, Yeni Edebiyat, Servetifünun-Uyanış ve Yeni Adam dergilerinde çıkan yazı ve çizimleri ile yeni bir gerçekçilik kavramı üstünde durmuştur. Yine aynı yıl New York Dünya Fuarı’ndaki Türk Pavyonu’nun dekorasyonunu yapmıştır.208
1940-41’de kardeşi Arif Dino’yla birlikte estetikle siyasetin, soyutla somutun çelişki ve bağlarını araştırarak II. Dünya Savaşı’ndan esinlenen büyük boyutlu desenler gerçekleştirdiler. Dino 1941’de İstanbul Sıkı Yönetim Komutanlığı’nca önce Mecitözü’ne sonra da Adana’ya sürgüne gönderilmiştir. 1945’e kadar bir yandan Adana’daki Türk Sözü Gazetesi’nde çalışırken, bir yandan da yöre insanlarının yaşamını, acı ve sevinçlerini yalın ve şiirsel bir anlatım ve toplumsal gerçekçi bir eğilimle yansıtmıştır. İlk heykel çalışmalarına da orada başlamıştır (1942). Bu arada yazdığı Kel (1944) adlı oyunu yayımlandıktan sonra toplatılmıştır. Yalın gerçek ile şiirsel yorumu birleştiren toplumsal gerçekçi türde resimler yaptığı bu dönemde, resimlerinde özellikle Güney Anadolu’daki köy yaşamını, köy insanlarını incelemiştir.209
1951 yılında Türkiye’den ayrılarak Roma’ya gitmiştir. 1951’de kökü eski Anadolu uygarlıklarına dayanan geleneksel anlayıştan esinlenerek seramik çalışmaları yapmıştır. 1952’de Paris’e yerleşmiştir. 1954’ten başlayarak sekiz yıl boyunca Paris’teki Salon de Mai (Mayıs Salonu) sergilerine katılmıştır. Daha sonraki yıllarda da Paris’te ve Avrupa’nın çeşitli kentlerinde sergiler düzenlemiştir.210 Dino’nun çok geniş bir sanat kültürü vardır. Bu kültür ve bir ömür boyu devam eden çabalarına rağmen onun sanat gücü üzerinde tam bir fikre ulaşılamamıştır. Paris’de yaşayan diğer Türk sanatçılarla birlikte son yıllarda İstanbul ve Ankara’da açtıkları karma sergilerde, sanat çevrelerimizin tanınmış eleştiricilerden umduklarını göremeyenler bulunduğu gibi, onu çok başarılı görenler de olmuştur.211
1955’te “İşkenceler” ve “Atom Korkusu” konulu destansı resimlerini sergilemiştir. Bu dönemde "acı çeken insan” teması dışında “eller”e yönelmiştir. Daha sonraları gerçekleştirdiği “arkaik” anlayıştaki iri gözlü, cepheden betimlenmiş, ayrıntılardan arınmış figür heykelcikleri, el desenlerinin soyutlanmış kütlelere dönüştürülmesi gibiydi. Dino Paris’teki yaşamı boyunca Türk kültürüyle bağlantısını hiçbir zaman koparmadan ve Avrupa’daki güncel sanat gelişmelerini, yeni eğilimleri izleyerek özgün bir çizgi oluşturmuştur. 1940’larda Ses Dergisi için gerçekleştirdiği çini mürekkepli çizimlerindeki anlatımcı çizgi ustalığı, sonraları Pertev Naili Boratav’ın Türk Masalları (1953), Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanı (1968) ve Yaşar Kemal’in Deniz Küstü (1979) adlı kitaplarının resimlerinde ilüstratif bir niteliğe bölünmüştür.212
Türkiye’deki ilk kişisel sergisini 1969 yılında açmıştır. Sonraki yıllarda kişisel sergi açmayı sürdürdüğü gibi karma sergilere de katılmıştır. 1969’da İstanbul’da kişisel bir sergi açarak Paris çalışmalarının bir bölümünü göstermiştir. Daha sonraları Paris’te çeşitli karma sergilere katılmış ve kişisel sergiler düzenlemiştir. 1977’de, biri Ankara’da öbürü İstanbul’da, Doksan Çiçek Dokunsan Çiçek” adıyla iki sergi açmıştır. Sonraki yıllarda gene Ankara ve İstanbul’da desen ve suluboya resimlerinden oluşan “Kayalar.... Adalar....” dizisi ile Yaşar Kemal’in Deniz Küstü romanından esinlenerek çizdiği lavi resimlerini sergilemiştir.213
1989’da Fransız Kültür Bakanlığı’nın Sanat ve Edebiyat Altın Şövalye Nişanı verilip 1991’de Eller (ilk basılışı 1989’da Paris’te Les Mains [Eller] adıyla) adlı kitabını yayınlamıştır. Daha çok çizgisel etkinlikler üstünde gelişen Dino’nun resmi, Türk kültürünün tarihsel kökenleri ile bağlantısını her zaman korumuş, sanatçı Türkiye’den uzakta yaşamasına karşın, bu kökenlerle ilgisini her zaman canlı tutmayı başarmıştır. Fransa’daki güncel sanat gelişmelerinin ve yeni eğilimlerin sürekli olarak bir bireşim arayışına yönelttiği sanatçının resmini belirleyen başlıca etmen, bu noktada özgün olma içgüdüsüdür.214
Bu arada Fikret Mualla (1980, Ara Güler ile birlikte), kendi desenlerini içeren El (1984), kardeşi Arif Dino’nun resim ve desenlerini içeren Yüz (1985, Rasih Nuri İleri ile birlikte) ve şiirlerini içeren Çok Yaşasın Ölüler (1985, Rasih Nuri ile birlikte), gene kendi desenlerini içeren Bu Dünya (1986, Ferit Engü ile birlikte), Antibes Resimleri ve Pencereler, Açılar (1989, Ferit Engü ile birlikte) ve Çiçekleme (1990, Yaşar Kemal ile birlikte) adlı yapıtları yayıma hazırladı.215
Resimleri ABD’den SSCB’ye kadar çeşitli ülkelerdeki resmi ve özel koleksiyonlarda ve müzelerde bulunan Dino 1979’da Fransa’daki Görsel Sanatlar Ulusal Birliği’nin (UNAP) onur başkanlığına seçilmiştir.
Sanatı hep bir süreklilikle, kökenlerinden esinlenen bir duyarlılıkla gelişmiş, yapay ve aktarma değerlere karşı duyduğu kuşku ve tedirginlik, onu, hep kendi gerçekliliğinden kaynaklanma çabasına yöneltmiştir.216
EŞREF ÜREN (1897-1984)
İsmail Eşref Üren, 1897’de İstanbul Nişantaşı’nda varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası Fehmi Paşa, Abdulhamit’in yakın dostu ve Galatasaray bölgesi muhafızıydı. Rumlar ve Ermenilerin kargaşalık çıkararak, Osmanlı Devleti’ni yıkma çabalarına karşı, bu bölgede düzenliği korumakla görevliydi. İsmail Eşref’in büyükbabası İsmet, Abdulhamit’in süt kardeşiydi. Ailesinin en büyük oğlu olan İsmail Eşref, önce doğduğu yerde mahalle mektebine devam etmiştir. Bir ara Galatasaray’da öğrenimini sürdürdü, sonra “Frere”lere yazıldı. Çıkarılan dedikodular üzerine babası Bursa’ya sürgüne gönderilince, Eşref İsmail de öğrenimine Bursa Tarım Okulu’nda eski adı (Ziraat Ameliyat Mektebi) devam etmiştir. İkinci Meşrutiyet’le birlikte aile dağılmış, babası Fehmi Paşa öldürtülmüştü. Bu yoksulluk günlerinde İsmail Eşref, kardeşiyle rençperlik ve duvarcılık yaparak geçimini sağlıyordu.217
Bursa Tarım Okulu’nda öğrenci iken 1916’da teğmen rütbesiyle orduya katılmıştır. Mütareke’den kısa bir süre önce Çanakkale’ye gönderilmiş ve iki yıl sonra terhis olunca, Halkalı Ziraat Mektebi’nde sütçülük – “sanayi-i lebenniye” – kursunu tamamlamıştır. Genç İsmail Eşref’i bir türlü ısınamadığı bu meslekten çekip sanat ilişkisine sokacak olay bir rastlantı sonucu gerçekleşmiştir. Bursa Tarım Okulu’nda öğrenci iken Çallı İbrahim’i açık havada Yeşil Türbe’nin resmini çalışırken görmüş ve o günden beri resme karşı ilgisi başlamıştır. Çallı ile karşılaşması ise onun bu yolda kesin bir karar vermesine yardımcı olmuştur.218
Hoca Ali Rıza’nın taşbaskı resimleri, Rafet Tevfik’in suluboyaları ise, konuyu kavramaya çalışan İsmail Eşref’in karşı karşıya geldiği ilk yapıtlardır. Bilinen ilk resmi, okulda öğrenci iken, 1919’da Boğaz’da çalıştığı bir yağlıboya tablodur. Sanayi-i Nefise dışında, Muazzez Bey adlı bir öğretmenden özel ders almış ve Feyhaman Duran’ın stüdyosuna devam etmiştir.219
1925 yılında Galatasaray’da Güzel Sanatlar Birliği’nin geleneksel karma sergisine ilk kez katılmıştır. Birliğin yedinci sergisidir. Sergiye verdiği resimleri ile olumlu eleştiriler almıştır. Eşref Üren’in asıl amacı bir an önce bilgisini geliştirmek için yurt dışına gitmektir. Ancak Sanayi-i Nefise’ye özel öğrenci kimliği altında devam ettiğinden, burs alamamaktadır. Fakat iki resminden biri satılmış ve Türkiye’yi ziyaret etmekte olan Afgan Kralı Amanullah Han tarafından alınınca, Paris’e imkanı doğmuştur.
3 Mart 1928’de kendi olanaklarıyla Paris’e gitmiştir. Tollu, Görele, Dikmen ve Köseoğlu gibi arkadaşları da o sırada devlet hesabına Paris’e gitmişlerdir.220 Kişiliğini buluncaya kadar etkisinde kaldığı André Lhote’un yanında bir süre çalışmıştır. Dönüşünde Erzurum ve Sivas Öğretmen Okullarında resim öğretmeni olarak görev yapmıştır. D Grubu’na, 1943 yılında düzenlenen dokuzuncu sergi nedeniyle katılmıştır. Sürekli olarak yaşayacağı Ankara’ya gelmiştir. On dört tablosu ile katıldığı 1942’deki 4. Devlet Sergisi’nde üçüncülük, 1945’te ikincilik, 1964’teki 25. sergideyse Paris’ten Pont Marie adı tablosuyla birincilik ödülünü kazanmıştır.221
1939’da yurt gezileri programı çerçevesinde Yozgat ve Kayseri’ye gönderilmiştir. 10 Mayıs 1947 yılında ilk kişisel sergisini Ankara’da Halkevi’ne bağlı küçük bir galeride açmıştır. Bir yıl sonra Ahmet Çanakçılı sanat ödülünü almıştır. Ankara’da sürdürdüğü öğretmenlik mesleğinde 1955’te emekliğe ayrılmıştır. 1962’de iki yıl kalacağı Paris’e üçüncü kez gitmiştir. Döndükten sonra gene Ankara’da Doğuş Galerisi’nde 1967’de bütün dönemlerini kapsayan geniş bir sergisi düzenlenir. Bu sergiyi, 1970’lerden sonra Ankara ve İstanbul’daki başka sergiler izlemiştir.222
1981’de Atatürk Sanat Armağanı’nı kazanmıştır. Ayrıca Devlet Sanatçılığı Onur Belgesi almıştır. İlk dönem çalışmalarını da kapsayan 50’nin üstünde tablolarını Türkiye İş Bankası’na armağan etmiştir. (Aynı koleksiyonda, eşi Melahat Üren’in [1918-1969] resimleri bulunmaktadır) Geri kalan tablolarının önemli bir bölümünü resmi ve özel koleksiyonlardadır.223
SANATI: Eşref Üren, sanat anlayışını şöyle dile getirmekte idi: Resim anlayım kısaca Lhate’nin öğrettiği hareketle, doğayı sanatçıya özgü duyarlı değişikliklerle yansıtmaya dayanır.” Lhote tekniğini anımsatan kübist dönemi daha çok 1928-1940 yılları arasındadır. Eşref Üren 1940’lardan sonra bu tekniği büyük ölçüde yumuşatmış, birçok kaynakta yanlış olarak izlenimci diye adlandırılan kendine özgü sanat anlayışına ulaşmış ve yaşamının sonuna kadar bu anlayışa içtenlikle bağlı kalmıştır. Onun alışmış disiplinlere uymayan akademik eğitimi, kısa süre sonra kendi yolunu saptamakta etkili olmuş ve daha çok kendi kendini yetiştiren sanatçılarda görülebilecek içten yapmacıksız, özverili ve duyarlı bir peyzajcılıkta karar kılmıştır. Genellikle peyzaj ve natürmort türlerine yakınlık duymuştur. Doğada gördüğü ve algıladığı gerçeklikleri tablolarına rahat bir uyumla yansıtmıştır. Zaman zaman portre türüne yönelmiştir.224
Renkçilik, doku tadını ön planda tutar. Yeşilin değişik tonları, grileri, sarılar ve mavileri genellikle ağır basmaktadır. Toprak vazolar içinde yerleştirilmiş, gelişigüzel görünüşlü kır çiçekleri, gösterişsiz oda işçileri, sokak araları, parkları, bulvarlar, kar altındaki evler, güneş altında oynayan çocuklar, yıllarda gezinin insanlar, sayfiye yerleri, ıssız kıyılar, Eşref Üren’i ilgilendiren başlıca konular arasındadır. Resimlerinde bütünüyle, Ankara peyzajına yönelmiş birçok ressama ilginç görünmeyecek konuları, büyük bir sanatçı tutkusunu ve sevecenliği içinde ele almıştır. İzlenimciliğin formüllerine bağlı kalmak yerine, gönlünün ve beğenisinin sesine kulak vermiş, özgür ve bağımsız bir sanatçı eğilimiyle çalışmayı tercih etmiştir. Onun bu tutumu, izlenimcilerden çok, Batı’da Bonnard ve arkadaşlarının öncülüğünü yaptığı içtenci eğilimleri akla getirir. Bu yönüyle, Türkiye’de geç dönem izlenimci akımının temsilciliğini yapmış olan 1910 kuşağından ve onları izleyenlerden ayrılmaktadır.225
Gruplara girmiş olmakla birlikte, çağdaş resmimizdeki kadrocu hareketlerden ayrı bir tutum izlenmiş olduğu için, özgün kökenli anlayışların öncüleri arasında, ayrıcalıklı bir yere sahip sanatçılarımızdandır.226
BEDRİ RAHMİ EYÜPOĞLU (1911-1975)
Bedri Rahmi (Ali Bedrettin) Eyüpoğlu Görele’de 1911 yılında doğmuştur. Maçkalı Eyüpoğlu ailesinden gelen babası Rahmi Bey, Ali Bedrettin doğduğunda bu ilçenin kaymakamıydı. Annesi Lütfiye Hanım ise Pulathaneli Serdaroğulları’ndandır. Ali Bedrettin, ailenin üçü erkek, ikisi kız, beş çocuğundan ikincisiydi. Babasının görevi nedeniyle ilköğretim çağ değişik yerlerde geçmiştir. Rahmi Bey, Trabzon milletvekili olarak Ankara’ya gidince, aile Trabzon’da kalmıştır ve Trabzon Sultanisi’nde orta öğretim gören Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun 1927’de Zeki Kocamemi’nin resim öğretmeni olarak atanmasıyla başlamıştır. Aslında Bedri Rahmi’nin resimle doğrudan bir ilgisi ve yakınlığı yoktur. Daha çok matematik dersini sever ve başarılı olmuştur. Hem Zeki Kocamemi’nin, hem de okul müdürü Şerif Bey’in etkisiyle, İstanbul’a gelerek Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydını yaptıran Bedri Rahmi Eyüpoğlu, ilk resim derslerini Nazmi Ziya’dan almıştır ve daha sonra İbrahim Çallı’nın yanında bir süre çalışmıştır.227
Bedri Rahmi iki yıl süren öğreniminden sonra, okulu bitirmeden 1931’de Fransa’ya giderek müzeleri gezmiş ve Gauguin’den bir kopya yapmıştır. O sıralarda Fransa’da öğrenim gören ağabeyi Sabahattin Eyüpoğlu’nun bursundan yararlanarak gittiği bu ilk geziyi, 1932’de öğrenim amacıyla gittiği ikinci gezi izlemiştir. Paris’te Andre Lhote’un atölyesinde bir yıl kadar çalışmalarını ilerleten sanatçı, İstanbul’a 1933 yılında dönmüştür. Bedri Rahmi, “D” Grubu’nun 1934 Aralık ayında Galatasaraylılar Kulübü’nde açtığı dördüncü sergiye 30 resimle katılmıştır. Bir yıl sonra ilk kişisel sergisini, Eren’in de çabası ile Bükreş’te açmıştır. 1936 yılında yaşamını birleştireceği Romen asıllı Ernestine’le (Eren Eyüpoğlu) tanışmıştır. 1933 yılında İstanbul’a dönüşünde yarım kalmış olan Akademi öğrenimini bıraktığı yerden sürdürmüştür. 1934 yılında yol inşaatı konulu diploma yarışmasında üçüncü olmuş, 1936’da yeniden akademinin diploma yarışmasına katılarak “Hamam” adlı kompozisyonu ile birincilik ödülünü almıştır.228
Doğu sanatının yüzey süslemesine dayanan geleneğine ilgi duymuştur. Matisse, Dufy gibi ressamların yapıtları ile bu köklü gelenek arasında, kişiliğine katkıda bulunacak geçişler aranmıştır. D Grubu’nun sergilerine katılan, eşinin yardımı ile Bükreş’te bir sergi düzenleyen, 1936 yılında Moskova’da düzenlenen Çağdaş Türk Sanatı sergisine resim veren Bedri Rahmi Eyüpoğlu, 1937’de akademide bu kurumdaki sanat eğitimini yeniden düzenlemek göreviyle gelmiş olan Fransız Leopold Levy’nin yanında görev almıştır.229
İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin çekirdeğini oluşturan 4936’daki 50 yıllık Türk Sanatı Sergisi’ne, 1939’da da ilk Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne katılmıştır. (Bu sergide üçüncülük ödülü almıştır.) Sonradan düzenli olarak katıldığı bu sergilerin 4.sünde ikincilik, 33. Sergisinde birincilik ödülünü kazanmıştır. Yurt gezileri programı çerçevesinde içinde 1938 yılında Edirne’ye, 1942’de CHP’si tarafından Çorum’a gönderilmiştir. Buradaki yaşantı sanatçıyı çok etkilenmiştir.230
1940 yıllarında resmin yanı sıra, duvar uygulamalarına, 1950 yıllarında ise mozaik çalışmaların yönelmiştir. Ankara ve İstanbul’da kişisel sergiler açmaya başlamıştır. 1943’te Ortaköy’de Lido yüzme havuzu için ilk duvar resmi çalışmasını yapmıştır. 1947’de Asmalımescit Balyoz Sokakta, adını taşıyan özel bir atölye ve galeri oluşturmuştur. 1950’de Ankara’da geniş bir sergisi düzenlenmiş ve aynı yıl üçüncü kez Paris’e gitmiştir. 1955’te yeni Meclis için gerekli resimleri seçecek kurulda, İbrahim Çallı’ya görev yapmıştır. 100 ressam 208 eseriyle 5 Mayıs 1956’da Ankara Sergievi’nde açılan sergi, aynı gün olaylı bir biçimde kapatılmıştır.231
Bedri Rahmi Eyüpoğlu mozaik tekniğinde de özellikle nakış ve kilim motiflerini kullanarak başarılı çalışmalar oluşturmuştur. 1953-1960 yılları arasında yaptığı Uluslararası Brüksel Fuarı için 272 m2’lik bir mozaik pano yaparak büyük ödülü kazanmıştır. Bir yıl sonra Paris’teki Nato binası için günümüzde Brüksel’de bulanan 50 m2 büyüklüğündeki bir pano daha gerçekleştirmiştir.232
1960-1961’de iki kez eşiyle ABD’ne gitmiştir. 1969’da Sao Paulo’da onur madalyası kazanmıştır. Ölümünü izleyen yıl, 1976 yılında Ankara’da bütün dönemlerini içeren “Yaşayan Bedri Rahmi” adlı büyük bir sergi düzenlemiştir.233
SANATI: Bedri Rahmi 1930’lardan başlayarak ölümüne kadar, aralıksız ve yoğun biçimde sürdürdüğü çalışmaları, hem çağdaş yaratma olayının coşkulu zenginliğini, hem de halk sanatının bir yapıta temel taşı olabilecek yöresel değerlerini içermektedir. Kilimden heybeye, çoraptan yazmaya varıncaya kadar, halk el işlemeciliğinin tükenmez bir kaynak oluşturan çok yönlü birikimden hareket etmek, Bedri Rahmi’nin sanatı için, sonraki kuşakları derinden etkileyen bir tür ilke anlamı kazanmıştır.234
Halk sanatı, ona göre çok sözlü bir anlatma sanatıdır. (Bedri Rahmi’nin kendine usta olarak seçtiği Matisse, Dufy, Van Gogh gibi ressamlar da Doğu geleneğinin Bedri Rahmi’yi derinden etkileyen bir çekicilik kazanmıştır.)
Daha sonraki yıllarda da halk sanatının, Bedri Rahmi’ye özgün bir resim dünyasının yaratıcı odaklarına çekmiş ve ona yaratma gücü kazandırmış olmasına karşın, sanatçı, halk kaynağına ve folklor ürünlerine, olduğu gibi veya değiştirilecek bir model gözüyle bakmamıştır. Bu nedenle de hazır reçetelerden kaçarak, yaratıcı etkinliğe her şeyin önünde yer vermiştir.235
Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun sanatı üç dönem içinde değerlendirilebilinir. 1950’ye kadar süren birinci dönem çalışmaları, Matisse, özellikle de Dufy etkilerinin yoğunlaştığı arayışları içerir. Yurt doğası bu resimlerde önemli bir yer tutmaktadır. 1950-1960 yılları arasını kapsayan resimlerinde, halk motiflerinin çağdaş bir resim dili ile yorumladığı, soyutlayıcı öğelere öncelik tanındığı görülmüştür. Başlıca özelliği geometrik bir üsluplaştırma olan bu dönemde, sanatçının başlıca kaygılarını, figürlerri biçim bozma yöntemi ile değiştirmek ve süsleyici öğeleri özgün bir eğilimle bütünleştirmek oluşturmuştur. 1960’tan ölümüne kadar süren son dönem çalışmalarda ise, resim araç ve gereçlerin sınırını zorladığı bir dizi çalışma ortaya koymuştur.236 Belli bir konu çerçevesinde çalışmalarını genişlettiği, bir alanı tüketmeden bir yenisine yöneldiği, coşkulu bir anlatımı sanatına merkez yaptığı dönemde, sınırsız duyarlılığın seçkin örneklerini içermiştir.237
Tabiattaki eşyayı kalınca kenar çizgileri ile ayıran, geometri düzenine indirgeyen, yüzeyde kalmaya dikkat eden, perspektifi minyatürlerde olduğu gibi sadece küçüklük ve büyüklük arayan bir resim görüşü vardır. Son Amerika gezisinden döndüğü zamanki eserlerinde soyut resme de atlayan sanatçı daha renkçi görünmekle beraber duvar resmi zevkine bağlı kalmış ve her çeşit malzemeyi kullanmıştır.238
Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun özel ve resmi pek çok koleksiyona dağılmış yağlıboya, guvaş, suluboya, tarama, desen, baskı, taslak ürünlerdeki değişik teknikleri kapsayan eserleri vardır.239
SALİH URALLI (1908-1984)
1908 yılında İstanbul’da doğmuştur. İlk ve orta tahsilinin bir kısmını Galatasaray lisesinde yaptıktan sonra, Nişantaşı İngiliz Mektebinde devam etmiştir. 1928 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydolmuştur. Bir buçuk sene E.Weber’in yanında tenzilat şubesinde çalışmıştır. Tezyini Sanatlar kendisini pek tatmin etmediği için ressam Namık İsmail’in atölyesinde çalışmıştır. Orada bir buçuk sene çalıştıktan sonra akademinin sınavlarını kazanmıştır.240
Salih Urallı 1931’de Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olduktan sonra, Avrupa sınavı için Paris’e gitmiştir. Orada A.Lhote ve F.Leger atölyesinde çalışmıştır. 1934 yılında Türkiye’ ye dönüşünde Kübizm ve Imprestyonist esprisinde realizm yolunu izlemiştir ve çalışmalar yapmıştır. “Bisikletli Adam”, “Kadın Partisi” vb. yapıtlarında sentetik Kübizm ve Empresyonizme yer vermiştir. Sonraki çalışmalarında ise soyutlamalara yönelen Urallı, giderek gerçekçi anlayışta çalışmalar yapmıştır.241
Salih Urallı, Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümünde, Teknoloji öğretmeni olarak 1961 – 1973 yılları arasında görev yapmıştır. Buradan da emekli olmuştur.242
C.H.P tarafından Manisa’ya gönderilmiştir. Başarılı peyzajlar çıkarmıştır. D Grubunun üyeleri arasında yer almıştır. Resmi ve özel koleksiyonlarında yapıtları bulunmaktadır.243
Dostları ilə paylaş: |