TASAVVUF DÜŞÜNCESİ VE ŞİİRİMİZ
Mustafa ÖZÇELİK
Türk şiirini İslamiyet’ten önce, İslamiyet’ten sonra ve
Batı edebiyatı etkisinde Türk şiiri olarak incelemek neredeyse
bir geleneğe dönüşmüştür. Bu tasnif, şiirimizin tarihçesini
öğrenmede bir kolaylık gibi görülse bile pek çok sakıncayı da
beraberinde taşımaktadır. Zira, şiirimiz; şairleri, kullanıldıkları
dil, hitap ettikleri kesimler itibariyle kimi farklılıklar gösterse bile
aynı dünya görüşünden beslenmektedir. Durum böyle olunca,
şiirimizi böyle yapay tasniflerle incelemek yerine, bir bütünlük
içinde ele almak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Bilindiği üzere Türklerin Müslüman olmalarından sonra
ortaya koyduktan ilk şiir türü, tekke şiiridir. Hoca Ahmet Yesevî
ile Türkistan’da başlayan bu gelenek, Yesevî dervişlerinin
Anadolu’ya gelmeleriyle bu coğrafyada da kendisini ortaya
koymuş ve tekkeler, başta Yunus Emre olmak üzere; Eşrefoğlu
Rûmî, Niyaz-i Mısrî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Ümmî Sinan, Sezai
Gülşenî gibi çok büyük isimler yetiştirmiştir.
Fakat tekke şiiri, kendinden ibaret kalmamış, hem divan hem
de halk şiiri üzerinde çok etkili olmuştur. Tasavvuf, özellikle divan
şiirinde, şairlerin beslendiği ana kaynak durumundadır. Yine pek
çok halk şairi olarak bilinen isim, aynı zamanda tekke şiiri için
de ele alınmaktadır. Kullanılan biçimsel özelliklerde ortaklık söz
konusudur. Durumun böyle olması da doğaldır. Zira, şairlerin
dil ve üslûp olarak şiir tutumları nasıl olursa olsun, hepsi aynı
toplumun, aynı kültür ve medeniyetin insanlarıdır. Aynı inanç
değerlerine mensupturlar. Bu yüzden, onları çok farklı dünyaların
şâirleri olarak ele almak tarihi ve ilmî gerçeklere ters düşer. Tekke,
divan ve halk şiirini çok keskin çizgilerle ayırmak isteyen anlayış
bizce çok da masum bir anlayış değildir.
Geriye doğru bakıldığında edebiyatımızda da sanki dinî
olmayan bir geçmiş aranmaktadır. Bundan dolayıdır ki, yine
bu tasniflere göre mesela halk şiirimiz; tekke şiiri, âşık tarzı şiir
31
olarak ayrılırken tekke şiiri, dînî muhtevalı, âşık tarzı şiirler ise
lâ-dînî muhtevalı bir şiir olarak gösterilmek istenmektedir. Böyle
düşünenler ve lâ-dînî şiirin en büyük temsilcisi olarak gördükleri
Karacaoğlan’ın,
“Bana güzel sever diye tan ederler
Benim Hak’tan özge sevdiğim mi var?”
mısralarını nedense görmek istemezler. Böyleleri meselâ bir
Erzurumlu Emrah’ı, Everekli Seyranî’yi nereye koyacaklardır,
doğrusu bu durum bir merak konusudur.
Mesele, bir şiirin dînî olması için, içinde, mutlaka; Allah,
peygamber, günah, sevap gibi dînî kavramların olması gerekmez.
Bu kavramları dindar olmayan bir şair de kullanabilir. Önemli
olan, duyuş, hissediş ve bakış meselesidir. İçinde hiç dinî kavram
olmayan bir şiir bile pekâlâ dînî bir duyarlık taşıyabilir. Hayata,
ölüme, aşka, gurbete, hasrete, dünyaya Müslümanca bakışın
bir ifadesi olarak edebiyatımızda bu anlamda nice şiir örnekleri
gösterilebilir.
Yine bu bağlamda Tanzimat şiirine bakalım. Meselâ
Şinasi’ye... Şiirinde o da dinî kavramları kullanmıştır. Ama
dünya görüşü olarak artık tercihler değişmeye başladığı için
onun şiirlerinin okuyucuyu götürdüğü dünya çok farklıdır.
Benzer örneklemeleri Cumhuriyet ve sonrası şiir için de yapmak
mümkündür. Ama durum değişmeyecektir. Din ve tasavvuf
düşüncesi Türk şiirinin her zaman için beslendiği bir değerler
manzumesidir. Türk şiirinin geçmişine eğilenler, öncelikle
bu gerçeği kabul ederek işe başlamalıdırlar. Şiir, hayattan ve
insandan kopuk bir tür değildir. Bu yüzden insan düşüncesindeki
ve hayattaki değişiklikler, elbette şiiri de ektiler ve biçimlendirir.
Fakat, sosyal ve kültürel hayatımızdaki tercihlerimiz zaman
içerisinde nasıl değişirse değişsin din, dolayısıyla tasavvuf
düşüncesi kültürümüzün, hayatımızın vazgeçilemez dinamiğidir.
O değerler, sadece geçmişimizi oluşturmazlar. Bugünümüze ve
geleceğimize de tesir ederler, onları şekillendirirler.
32
Nitekim öyle olmuyor mu? Ne yapsak mazimizden ve
onun değerlerinden kaçamıyoruz. Bu değerlerin muhalifleri
olacak elbet... Neticede inanmak bir nasip meselesidir. Ama
bu değerlerin mensupları her zaman için hem sayısal hem de
niteliksel bir çoğunluğa ve üstünlüğe sahiptirler. O yüzden ne
divan şiiri ölmüştür ne de tekke ve halk şiiri... Farklı biçim ve
üsluplarda devam etmektedir.
Gelenek, yenilenerek kendini sürdürmektedir. Hangi şairin
şiirine bakarsanız bakın ondan, ezel ve ebed düşüncesinden
izler görürsünüz. Başka türlüsü de zaten olamaz. Zira, inanmak,
insanlığın en temel meselesidir. Hele, dinin, derûnî ve estetik
boyutunu ifade eden tasavvufun, şiirimizin temel değerler
manzumesi olduğu asla göz ardı edilemez. Üstelik bu anlayış
kendisini sadece şiirde ifade etmiyor, bütün güzel sanatları hatta
hayatı şekillendiriyor. Durum böyle olunca ister aşktan bahsedin
ister ölümden... Yolunuz, önünde sonunda hakikate çıkacaktır.
Kabul edersiniz yahut etmezsiniz ama bu gerçek değişmez.
Şiirimiz, hâlâ Yunus kokusu ve sesi taşıyor. Hemen bütün
tasavvuf şairleri yeni incelemelerin, bilimsel toplantıların konusu
oluyor. Felsefeyle bulanmış zihinler, hakikatin bu derûnî sesiyle
şifa buluyor. Yeni denemeler yapılıyor. Arayışlara giriliyor. Bütün
bunlar, iyi birer gelişme... Zira, büyük millet olmanın önemli
bir yolu, büyük bir edebiyata, kültüre sahip olmaktan, büyük
şairler yetiştirmekten geçiyor. Gelecek, bu çağın, bu değerlere
sahip insanlarından ve toplumundan, yeni Yunuslar, yeni Niyaz-i
Mısrî’ler yetiştirmesini bekliyor. Kaybettiğimizi sandığımız
değerler, elimizin altında... Bütün mesele onlarla yeniden bağ
kurabilmekte... Bu her konuda olduğu gibi şiir için de böyledir.
Şiirimiz, bütün olumsuzluklara rağmen bir umut vaat ediyor.
Şairlerimiz, geleneğin büyük isimleriyle var olan ruh akrabalığını
yeniden tesis ediyor. Ama biçim farklı, dil farklı diyebilirsiniz.
Edebiyatta bunun bir önemi yoktur. Önemli olan ruh akrabalığı,
aynı duyarlık; hayatı, aşkı, ölümü bu şekilde kavramak meselesidir.
Bu gelişme bugün şiirde olur yarın hikâye ve romanda...
33
O zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bugün sanata,
edebiyata giren değerler, biliniz ki hayatın ve insanın değerleri
olacaktır. İşte tasavvuf şiiri de bütün bu beklentilerin ve
gelişmelerin önünde çok bakir bir alan olarak durmaktadır. Çünkü
tasavvuf, bir yaşama projesidir. Dinamik bir hayat görüşüdür. Bu,
böyle bilindiği ve görüldüğü takdirde şiirimiz de bundan kendine
düşen payı elbette alacaktır.
(Mustafa Özçelik, Berceste Dergisi, sayı: 115, Ocak 2012)
|