KİMEK
IX ve X. Yüzyıllarda İrtiş boylarında yaşayan bir Türk kavmi.
Kimekler'in adı Orhun Kitâbeleri'nöe geçmediği gibi Çin yıllıklarında da görülmez. Onların. On Oklar'ın Tulu kolundan veya başka bir topluluğundan olduklarını düşündürecek bir işaret de yoktur. Gerdizî'nin naklettiği bir rivayette Kimekler Tatar asıllı olarak gösterilirler. Buna göre Tatar hükümdarının Şed (Şad ?) ismindeki küçük oğlu tahtı ele geçirmek için ağabeyi ile mücadeleye girişmiş, ancak başarı gösteremeyince en sevdiği cariyesini yanına alıp İrtiş boylarına kaçmış, otu ve avı bol olan bu yeri yurt edinmiş, bir müddet sonra Tatarlar'ın çocuklarından yedi kişi gelerek hizmetine girmiş ve bu yedi Tatar çocuğundan zamanla Kimekler'in yedi boyu çıkmıştır. Ancak bu rivayet kaynaklarca desteklenmez. Aksine. Kimekler'in X. yüzyılın birinci yarısında Türk âlemini temsil eden ve birbirlerinin dillerini kolayca anlayan beş büyük Türk kavminden (Oğuz, Karluk, Tokuz Guz-Uygurlar, Kırgızlar) biri olduğu belirtilir. Gerdİzî, Ki-mek boylarını İmi İmek (Yimek = Yemek). Tatar, Balânder, Hıfçâk (Kıfçak = Kıpçak), Lînkâz, Eclâd şeklinde isimlendirmiştir. Konuyla ilgili diğer önemli bir kaynak olan Hudûdü'l-'âlem'de ise hakan unvanını taşıdığı söylenen Kimek hükümdarının on bir "âmirinin (bey) bulunduğu belirtilmektedir. Bu da Hudûdü'l âlem'e göre Kimekler'in on bir boydan oluştuğunu gösterir. Bununla beraber kaynakta bu boylardan sadece Hıfçâk. Yagsûn Yâsû, K.r k.r hân ve Yemekiyye (Yemek) gibi bazılarının adları verilmiştir. Bunlardan Hıfçâklar'ın geleneklerinin çoğunlukla Oğuzlar'a uyduğu söylenmektedir.
Kimek kavminin asıl yurdu Yukarı İrtiş boylanyla onu çeviren topraklardı. X. yüzyılın ilk çeyreğinde yurtlan batıda Tobol'a kadar uzanan Kimekler kışın Aşağı Sey-hun boylarında, yazın kuzeydeki bozkırlarda yaşayan Oğuzlarla komşu oldular. Kimekler IX ve X. yüzyıllarda tam göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Hudûdü' câlem'e göre Kimekler'in hükümdarı yaz aylarında Yemekiye adlı kasabada otururdu. Kimek ülkesinde ayrıca İrtiş'in kıyısında Dihi Çöb adlı bir de köy mevcut olup yazın buranın nüfusu oldukça artardı. Bu köyde Mâverâünnehir'den gelmiş müslüman tacirler de bulunurdu.
Diğer Türk kavimleri gibi Kimekler de başlıca koyun, at ve sığır beslerlerdi. Ülkeye gelen İslâm tacirlerine koyun, sincap (teyin). samur, kakum ve kunduz derileri satılmaktaydı. Ayrıca köle ve câriye ticareti de yapılırdı. Buna karşılık Kimekler başta tuz olmak üzere dokuma mamulleri, kılıç, hançer gibi silâhlarla özengi, ağızlık)- suluk gem demiri) gibi biniş takımına ait şeylerle kuru üzüm ve ceviz gibi pek çok ihtiyaç maddesini bu tüccarlardan sağlarlardı.
Hudûdü'l-'âlem'de Kimek hükümdarlarının "hakan" unvanını taşıdığı yazılmakla beraber Gerdizî'de Kimek melikinin "yabgu" ve Mücmelü't-tevârîh'te "tutug" unvanıyla anıldığı görülmektedir. İkinci ifadenin daha doğru olduğu kabul edilmekle birlikte tutuglardan hiçbirinin adı ve yaptığı işler hakkında bilgi verilmemektedir.
XI. yüzyılda Kimek adı ortadan kalkmış ve kabile İrtiş boylarında Yemekler. Tobol ve Yayık (Ural) ırmakları kıyılarında da Kıfçaklar tarafından temsil edilmiştir. Fakat her ikisi de savaşçı olan bu topluluklardan Kıfçaklar. Yemekler'in kendileriyle akraba olduklarını kabul etmemektedir. Yemekler'in önemli bir kısmı XII. yüzyılın ikinci yarısında Hârizmşahlar Devleti'nin hizmetine girmiştir. Hârizmşah Sultan Muhammed'in annesi Terken Hatun'un Yemekler'in Bayavut oymağından bir beyin kızı olduğu bilinmektedir. Sultan Ce-lâleddin Mengübirtî ile Yakındoğu'ya gelen Hârizmliler arasında onlara mensup birlikler de bulunmaktaydı. Kimekler'den Kıfçaklar ise XI ve XII. yüzyıllarda Oğuz-lar'ın yurtlarından önemli bir kısmını ellerine geçirmişlerdi. XII. yüzyılda, Kıfçak ve Yemekler'le akraba olan Kanglılar ortaya çıktılar ve zamanla önem kazandılar. XIII. yüzyılın başlarında İrtiş İle Yayık arasındaki toprakların çoğu onların hâkimiyetine girdi. Günümüzdeki Özbekler, Kazaklar, Karaçay-Balkarlar, Kumuk, Kırım ve Kazan Türkleri Kıfçak, Yemek ve Kang-lılar'ın, dolayısıyla Kimekler'in torunlarıdır.
Bibliyografya :
Dîvânü lugâü't-Türk,bk. Dizin; Dlüânü lugâ-ti't-Türk Tercümesi, IV, 838, 842, 844, 859; İb-nü'l-Fakih, Muhtaşaru kitâbİ'l-Büldan, Leiden 1885, s. 328; İbn Hurdâzbih. et-Mesâlik ve't-me-mâlik, s. 28, 31; Kudâme b. Ca'fer. el-Harâc(de Goeje), s. 205, 209,262; İstahrî, el-Mesâük, s. 9; Mes'ûdî, Münjcü'z-zeheb(Meynard), 1,212, 262; a.mlf., et-Tenbîh, s. 62, 180; İbn Havkal. Şûre-tül-ari, II, 14; Hudûdü'i-'âlem (Sütûde). s. 32, 46, 78, 81,85, 87; a.e. (Minorsky). s. 304-310; Makdisî, Ahsenü't-tekâsîm (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1906, s. 272; Gerdizî, Zeynü(-a (ıMr(nşr. Abdülhay Habîbî). Tahran 1347, s. 257-259; Bîrûnî, el-Âşâru'l-bakıye 'ani'l-kurûni'l-hâliye (nşr. E. Sachau), London 1878, s. 264; Şerefüz-zamân Tâhir el-Mervezî, Füşûl haale'ş-Şîn oe't-Türk ue'l-Hind müntehabe miri kitabi Ta-bâiiti'l-hayevân[nşT. vetrc. V. Minorsky), London 1942, metin: s. 19-20; tercüme: s. 30, 32, 58, 107, 159;Mücmelü't-teuârîh ue'l-kışaş(nşr. Muhammed Ramazânı), Tahran 1318 hş., s. 421;Yâküt, Mu'cemü'l-bütdân (nşr. E Wüsten-feld), Leipzig 1866-69, I, 33, 113, 839-840; MI, 448; IV, 334, 823; Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî, Âsarül-bilâd, Beyrut 1960, s. 575, 588; W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927, s. 53, 101, 102; Faruk Sümer. "Kimek", lA, VI, 809-810; C. E. Bosvvorth, "Kimâk", El2 (İng), V, 107-108. Faruk Sümer
KİMYA
Cisimlerin temel yapılarını, birbirleriyle olan etkileşimlerini ve yeni bileşimler meydana getirmeleriniinceleyen bilim dalı.
Kimya kelimesinin etimolojisi hakkında iki görüş bulunmaktadır. Bunlardan ilkine göre kökeni eski Mısır dilinde "siyah" anlamına gelen kemidir ve bu kelime Grekçe'ye kemia olarak geçmiştir; nitekim Plutarkhos gibi Grek yazarlarının "siyah toprak" dedikleri Mısır bu ilmin ana yurdu sayılmaktadır. İkinci görüşe göre Grekçe "eritmek" anlamına gelen khymeiadan türemiştir ve altın, gümüş eritme sanatını ifade etmektedir. Arapça'ya harf-i ta'rif alarak el-kîmyâ' \e el-kîmiyâ' şeklinde yerleşen kelime bu dilden Latince'ye yapılan çevirilerde eski kimya geleneğini karşılamak üzere alchimia, alchamia, alqulmia, alkimie gibi çeşitli imlâlarla verilmiş ve daha sonra bütün Batı dillerince benimsenmiştir. İslâm kültür muhitinde ise kökeni hakkında çeşitli spekülasyonlar yapılmıştır. Meselâ Hârizmî, terimin "örtmek, gizlemek" anlamındaki Arapça kemâ fiilinden geldiğini ileri sürer. 141Müslüman müellifler, içinde yer aldıkları kimya geleneği için il-mü's-san'a. ilmü't-tedbîr, ilmü'l-hacer, ilmü'l-mîzân ve el-hikme gibi terimler de kullanmışlar, böylece kimyanın teorik bir ilim olduğu kadar bir teknik olduğunu, belirli işlemler gerektirdiğini ve belli bir ölçü yahut denge fikrini öngördüğünü belirtmek istemişlerdir. İbnü'n-Ne-dîm bu ilim için "sınâatü'l-kîmiyâ", ilmü's-san'a, ilmü sınâati'l-kîmiyâ'" terimlerini kullanmıştır.142 İlkçağ ve Ortaçağ kimyası günümüz Türkçe'sinde genellikle simya kelimesiyle karşılanıyorsa da bu kullanım yanlıştır ve doğrusu "eski kimya" veya Batı dillerindeki imlâyı hatırlatacak şekilde "elkim-ya" olmalıdır.143 Çünkü simya illüzyon sanatının adıdır ve bu sanat büyücülük teknikleriyle de ilişkilidir.144
İslâm ilimler tarihinin klasik çağında yapılan ilim tasniflerinde elkimyanın genellikle tabii ilimler içinde anıldığı görülmektedir. Fârâbî, Risale ü vücûbi şı-nâ'ati'l-kîmyû adlı bir risale yazmasına rağmen hşdIü'i-uiûm'unda bu ilimden söz etmez. Hârizmî, eski kimyayı (sınâ-atü'l-kîmyâ) madenler alemiyle olan irtibatından dolayı tabii ilimlerden saymakta, ayrıca bu ilmin terminolojisi hakkında ayrıntılı bilgi vermektedir.145 İbn Sînâ'nın ilimler tasnifinde ise ilmü'l-kimyâ tıp. astroloji, firâset, rüya tabirciliği, tılesmât ve nîrenciyât ile birlikte tabii ilimlerin alt dalları arasında zikredilmektedir. İbn Sî-nâ'ya göre bu ilmin amacı, maden cevherlerinin özelliklerini giderip ona başka madenlerinkini kazandırmak ve farklı cisimlerden altın ve gümüş elde etmek üzere bazı madenlerin özelliklerini diğerlerine katmaktır.146 Aslında madenlerin tabii Özelliklerinin birbirine dönüşümü fikrini reddeden filozofun 147 bu tasnifteki tanımını bir geleneği aktarmak biçiminde yorumlamak gerekir. Buna rağmen kendisi madenlerin oluşumunu açıklayan geleneksel kükürt-civa teorisini kabul etmiş ve kimya alanında Risale fi'1-iksîr adlı önemli bir eser kaleme almıştır.148 İbn Haldun'a göre. "belirli bir teknikle altın ve gümüşü meydana getiren maddenin teorik olarak araştırılması ve bu amaca ulaşmak için gereken işlemin uygulanması" şeklinde tanımlanan ilmü'l-kimyâ tabii ilimlerden sayılamaz. Çünkü geleneksel kimya öğretisi esas itibariyle ruhanî güçleri kullanarak tabiat âleminde istenilen yönde bazı tasarruflarda bulunmaya dayanır. Dolayısıyla İlmü'l-kimyâ, tabii ilimlerin kendine özgü yöntemlerinden uzak bir sihir uygulamasından ibarettir ve ne dinî ne de ilmî bir geçerliliği vardır.149 Osmanlı müellifi Taşköprizâde de kimya ilmini İbn Sina'nın tasnifine yaptığı baytarlık, doğancılık, simya ve tarım ilaveleriyle birlikte tabii ilimlerin alt grubunda saymaktadır. Kâtib Çelebi'nin daha sonra Safedfye nisbet edeceği 150 kimya kelimesinin "Allah'tan bir âyet" anlamındaki Ibrânîce "kîm-yeh" kelimesinden Arapçalaştığı şeklindeki iddiayı aktaran müellif klasik İslâm çağında bu ilmin imkânı etrafındaki tartışmaları özetlemiş ve onun daha önce İbnü'n-Nedîm'in değindiği, Hz. Mûsâ tarafından Karun'a öğretilmiş olduğu şeklindeki bir görüşü tekrarlayarak bu ilmin geleneğini nebevi bir kökene bağlamak istemiştir.151
İlmü'l-kimyânın İslâm dünyasındaki tarihî gelişimi müslüman bilginlerin İskenderiye eski kimyasının mirasçıları olmasıyla başlamıştır. Bu mirasçılardan önde gelenlerin eserleri incelendiğinde İslâm dünyasına giren birikimin çok çeşitli filozof ve ilim adamlarının isimleri etrafında aktarıldığı görülür. Bunların baş-lıcaları, bu ilmi Hermetik metinlerden aldığı düşünülen ilk üstat Pisagor, müs-lümanlarca Muşhafü'l-cemâh denilen Turba Philosophorum adlı klasiğin yazarı olduğu sanılan Archelaos. Câbir b. Hayyân gibi eski kimyacılar tarafından filozofluğunun yanı sıra gerçek bir kimyacı modeli sayılan Sokrat. "Tabiat tabiata hâkim olur" ilkesinin kendisine nisbet edildiği Eflâtun, kuşatıcı bilgin imajı sebebiyle eski kimya dışında düşünülmeyen Aristo, bazı müslüman âlimlerin atıfları yanında özellikle Câbir'in yapay dönüşüm fikrini mal ettiği Porphyrius. Mısır eski kimya tekniğine felsefî düşünce boyutu kazandıran Bolos Demokritos, bu konuda yazdığı ansiklopedik külliyatla tanınan Panopolisli Zosimus {müslüman kaynaklarında Rîsimus, Rûsem), Grek müelliflerinin sık sık adını andığı Kleopatra, adı geçtiğinde madenlerin oluşumu ve birbirine dönüşümüyle ilgili sembolizmin dile getirildiği Maria ve dönüştürücü güç filozof taşı (hacerü'l-felâsife}, soylu taş el-iksîr hakkında bir risale yazdığı kabul edilen İskenderiyeli Ostanestir.
Mısır-Grek-Bizans üçgeninde eski kimyanın algılanış biçimi dönem dönem farklılık göstermiş, Grekler arasında ba-zan bir sanat, bazan bir felsefe, bazan da bir din gibi kavranmıştır. Nil vadisindeki Mendes şehrinde dünyaya gelen Bolos Demokritos eski kimyaya felsefe elbisesi giydirirken Zosimus kimya teknikleriyle mistik bir dini birleştirmiştir. Bizans eski kimyasında ise yine mistisizmle buluşulan temel öğretide evreni ve parçalarını canlı bir bütün olarak görmek, gezegenlerin madenlere etki ettiklerini var saymak, bir tabiata ötekiyle egemen olunabileceği ilkesini benimsemek, arazların, özellikle rengin değiştirilmesiyle maden cevherinin de değiştirilebileceğine inanmak gibi ana fikirler yönlendirici konumdadır. Eski kimya anlayışı bu aşamalardan sonra Hermesçi telakkiler eşliğinde İslâm dünyasına girmiş ve Arapça'da önemli bir tercüme literatürünün doğmasına yol açmıştır. Bu literatür içinde Hermetik külliyat 152 Kitâbü Sırri'l-halîka ile Levhu'z-zümürrüd 153 bir babanın oğluna tavsiyelerini ve bir kadın-erkek 154 diyalogunu içeren Kitâbü'l-Habîb ve Agathodaimon'a nisbet edilen filozof taşının ilâhî kökenine ve nasıl elde edileceğine dair eski telakkileri aktaran Kitûbü'l-Hazer gibi eserler sayılabilir.155
Mevcut şahıs ve eser adları, müslüman bilginlerin devraldığı eski kimya birikiminin kendilerine temel bir kozmolojik öğretiyle birlikte intikal ettiğini göstermektedir. Nitekim müslümanların elinde geliştiği şekliyle eikimya bütün metafizik ve fizik varlık alanlarının birbirine bağlı olduğu, gök cisimlerinin yeryüzündeki olaylara ve dolayısıyla madenlerin oluşumuna etkide bulunduğu, madenlerin dönüşümüne paralel biçimde kimyacının mistik tecrübeler yaşadığı bir manevî dönüşümü esas alan, çoğunluk itibariyle kimyacıların sembolik bir dile başvurduğu bir tabiat felsefesine dayanır. Varlık alanlarının hiyerarşik bir bütünlük içinde birbiriyle ilişkili sayılması ve daha üst varlık ilkelerinin daha aşağıya egemen oluşu nesnelerin tabiatının değiştirilebilmesi fikrinin dayanağıdır. Madenler âleminin yeryüzü katmanında gezegenlerin etkisiyle oluştuğu şeklindeki eski teori astroloji ile eski kimyayı kendisinde birleştirmiştir. Bu yüzden madenler gezegenlerin yeryüzündeki işaretleri sayılmış ve yedi gezegenin sembolik olarak yedi temel madene tekabül ettiği belirtilmiştir. Bu yaklaşımda güneş altın, ay İse gümüşle aynı sembollere sahiptir. Madenlerin gezegenlerin etkisiyle yüzyıllar alan oluşum ve birbirine dönüşümünün kimyacının birtakım mistik tecrübeleriyle hızlandınlabileceği şeklindeki telakki de bu fikirle bağlantılıdır. Ancak bu mistik yaklaşımda asıl amaç, madenlerin dönüşümü sırasında kimyacının da manevî açıdan yetkinleşmesini ve ruhunun yetkinliğin simgesi olan altına dönüşmesini sağlamaktır. Bunun sağlanması, mikrokozmos (küçük âlem) olan insanın makrokozmos {büyük âlem) yani kâinatın yatay ve dikey bütünlüğüne iştiraki anlamına gelir. İslâm eski kimyasında Öne çıkan en özgün mineralojik teori bütün madenlerin kükürt ve ci-vadan oluştuğu fikridir. Ancak eski kü-kürt-civa teorisini doğru anlayabilmek için bu iki cevheri dört unsur kavramında olduğu gibi bugünkü anlamıyla değil birer kozmolojik ilke şeklinde telakki etmek gerekmektedir. Altında tam bir denge hali ortaya koyan bu iki cevher her madende belli oranlarda bulunur. Eski kimyacı, teknik işlem ve mistik tecrübeler eşliğinde bir madenin tabiatını normal bağlarından çözerek ilk maddesine indirgediği ve yeni bir denge (mizan) uyarınca altına veya gümüşe dönüştürdüğü iddiasındadır. Bu dönüşümde filozof taşı kapsamına giren ve elde edilmeleri farklı kimya işlemlerini gerektiren maddeler katalizör rolünü oynar. Ancak katalizöre bu dönüştürücü işlevi kazandıran kimyacının işleme manevî iştirakidir. Bu genel öğreti çerçevesinde müslüman kimyacılar üç türlü tavır geliştirmişlerdir. Bunlardan Ebü'l-Kâsım el-lrâki gibi bazıları manevî dönüşümü bu ilmin esası sayarken Ebû Bekir er-Râzî gibi bir kısım âlimler madenlerin kimyevî dönüşümünü esas saymışlar, bazıları da madenlerin dönüşümünü manevî dönüşüm için bir tür destek kabul etmişlerdir; üçüncü gruba Câbir b. Hayyân ve ekolü girmektedir. Bu tavır farklılıkları açısından bakıldığında Câbir'den Râzfye geçiş eski kimya teorisinden tam bir kopma olduğunu göstermemekle birlikte Râzîyi, Câbir'den daha çok modern kimyanın öncüsü saymamızı gerektiren bir konuma yerleştirmektedir. Ancak geleneksel kimya teorisinin etkisi o kadar kuvvetle hissedilmiştir ki madenlerin dönüşüm imkânını ilmî bulmayan İbn Sînâ dahi madenlerin oluşumunu kükürt-civa teorisiyle açıklamak zorunda kalmıştır.156 Genel bilim tarihi açısından bakıldığında İslâm eski kimya geleneğinin modern bilim anlayışına ters, kabul edilemez amaç ve öğretilere dayandığı görülmektedir. Ancak eski müslüman kimyacıların günümüz insanına anlamsız gelen bir amaca ulaşmak için başvurdukları laboratuvar tekniklerinin ve oluşturdukları deneysel birikimin modern kimya aşamasına geçişte önemli rol oynadığı, hatta öğreti düzeyindeki eski kimya spekülasyonlarının entelektüel bir verimliliğe yol açtığı aşikârdır. Dolayısıyla kimya tarihi hakkındaki herhangi bir araştırma eski kimya geleneğini ve müslüman kimyacılarını incelemek durumundadır. Nitekim kimya tarihi yazımı etrafında oluşan modern literatür, eski müslüman kimyasını antik dünya ile modern zamanlar arasına kurulmuş anlamlı ve önemli bir bilim köprüsü olarak ele almaktadır.157
İskenderiye kökenli eski kimyaya müs-lümanlar arasında ilk ilgi duyan kişi Emevî Emîri Hâlid b.Yezîd'dir. Hâlid. Grekçe ve Ktptîce'den bazı eski kimya kitaplarını tercüme ettirmiş ve İskenderiyeli kimyacı Stephanos'un öğrencisi olan Marianos'un (Morienos) gözetimi altında bu ilme çalışmıştır; İbnü'n-Ne-dîm kendisine ait dört eserin adını vermektedir.158 Ancak genel kabule göre eski kimya geleneğini İslâm dünyasında sistemli şekilde başlatan âlim, Hâlid b. Yezîd'in ölümünden yaklaşık on beş yıl sonra doğan Câbir b. Hayyân, ondan sonra gelen ikinci kurucu isim de Ebû Bekir er-Râzî'dir. Eleştirel yaklaşımı ve bu alana getirdiği yeni açılımlarla İbn Sina'yı da Ortaçağ İslâm kimyasının önemli bir siması olarak zikretmek gerekir.
Eski kimyayı Ca'fer es-Sâdık'tan öğrendiği ileri sürülen Câbir b. Hayyân, Küfe şehrinde kendi imkânlarıyla çalışmalarını sürdürmüş, mineralleri ve asitleri keşfetmiş, böylece çok sayıda yeni bileşiklerin üretilmesini ve kimyasal yöntemlerin geliştirilmesini sağlamıştır. Câbir maddenin üç farklı halde bulunduğunu söyler,
a) Isıtıldığı zaman uçan ruhlar: Kâfur, arsenik, cıva ve amonyum klorid (nışadır);
b) Altın, gümüş, kurşun, bakır, kalay, demir ve Çin demiri (hârsînî). Bu sonuncusu parlatılarak ayna yapımında kullanılan bakır, çinko ve nikel alaşımıdır ve buna Çin'de "beyaz bakır" anlamında "pai-t'ung" denilmektedir;
c) Dövüldüğünde toz haline dönüşebilen bileşikler. Ruhlar ve metaller dışındaki mineraller de taşsı veya taşsı olmayan toz edilebilen yahut edilemeyen, eriyen veya erimeyen özelliklerine göre gruplara ayrılmaktadır. Nitrik asit (kezzap) üretilmesine ilişkin bilinen en eski reçete Câbir'e aittir. Câbir ayrıca çelik elde edilmesi ve diğer metallerin saflaştırılması, deri veya kumaşların boyanması, kumaşların su geçirmez hale getirilmesi, demirin pastan korunması ve kumaş boyanmasında şapla mordanlama konularında çeşitli formüller açıklar. Mangan dioksidin cam yapımında kullanımı, sirkeden damıtma yoluyla derişik asetik asit (sirke asidi) çıkarılması, kalsinasyon. kristalizasyon. çözme, süblimleştirme ve indirgeme gibi temel kimyasal işlemler konusunda da ayrıntılı bilgiler vermiştir. Câbir, kimyacı sıfatıyla tanınmasına rağmen değersiz maddelerden altın yapılması işiyle ciddi bir şekilde ilgilenmemiş, çalışmalarını daha çok temel kimya yöntemlerinin geliştirilmesine ve kimyasal reaksiyonların incelenmesine hasrederek kimyanın bir ilim halinde ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur.
Ortaçağ İslâm kimyasını zirveye çıkaran Ebû Bekir er-Râzî'dir. Tıpta gösterdiği üstün başarıları yanında organik ve inorganik kimya alanlarındaki çalışmalarıyla kimya tarihinde yeni bir dönem başlatan Râzî, Câbir'den intikal eden simya terminolojisini kullanmakla birlikte bulduğu deneysel metotlarla bu alanda Câbir'i aşmış, modern kimyanın gerçek öncüsü olmuştur. Onun araştırmalarının sonuçlarını yazdığı Kitâbü'l-Esrâr, Kitâ-bü Sırri'l-esrâr, Kitâbü'I-Medhali't-ta'lîmî ve Kitâbü'ş-Şevâhid adlı eserlerinden özellikle Kitâbü Sırri'l-esrâr'da kimyasal maddelerin taksimini yaptığı ve laboratuvannda kullandığı yirmi kadar aleti çizimlerle tanıttığı görülür. Daha.çok çeşitli kaplar, balonlar, kandiller, mangal, maltız ve fırınlar, kepçe, maşa, süzgeç, imbik, huni ve havanlardan oluşan bu aletler XIX. yüzyılın sonuna kadar kimya, eczacılık ve metalürji alanlarında kullanılmıştır ve bir kısmı bugün de kullanılmaktadır. Râzî, Kitâbü'l-Esrâr'da da bazılarını ilk defa kendisinin gerçekleştirdiği damıtma, süblimleştirme, saflaştırma, amalgamlaştırma, çözünürleştir-me, yıkama, kalsinasyon ve çöktürme gibi çeşitli kimyasal işlemleri ayrıntılı biçimde tanımlamıştır. Antimonun siyah bir katı madde olduğunu ve yeni kesilmiş yüzeylerinin metalik parlaklık gösterdiğini, havada kalan bakırın malahit (bakır karbonat minerali, bakır taşı) benzeri yeşilimsi bir kütleye, buna karşılık havada kuvvetle ısıtıldığında siyah renkli bakır II okside dönüştüğünü ortaya koymuş ve bakır II oksitten saçların koyulaş-tırılmasında faydalanmıştır. Sodyum karbonatla (soda) potasyum karbonatın (potas) arasındaki farkı açıklamış, hid-roklorik asit (tuz ruhu) ve nitrik asidin elde edilmesi için reçeteler vermiş, sül-firik asidi (zaç yağı), kostiksodayı (sud-kostik) ve gliserini bulmuş, karıncaları damıtarak ilk defa formik asidi (karınca asidi) üretmiştir. Râzî kimyayı tıp alanına uygulamasıyla da tanınır. Cıvayı bir ilâç olarak maymunlar üzerinde denemiş, alkolü ayrıştırıp ilâç yapmış ve jips mineralinden ısıtarak elde ettiği alçıyı yumurta akıyla karıştırıp kırık kemiklerin tedavisinde kullanmıştır.
İbn Sînâ Risâletü'I-iksîr adlı eserinde 159 bakır, kurşun ve kalay gibi metallerin eritildikten sonra çeşitli işlemler sonucu sarı ya da beyaz renk kazanmalarının altın veya gümüşe dönüştükleri anlamına gelmeyeceğini, çünkü yalnızca renk değişiminin maddenin özünü etkilemediğini, dolayısıyla elde edilecek maddelerin gerçek altın veya gümüşle ilgisi bulunmayan birer taklit olacağını belirtmiş ve transmütasyonun (tahavvüt, cismin değişmesi) imkânsızlığını ortaya koymuştur. Metalin rengini altın ve gümüş rengine çevirmede kullanılacak maddeleri "iksir" adıyla karşılayan İbn Sînâ beyaza çevirmede cıvanın kullanılabileceğini, çünkü sıvı halde olan bu metalin maddenin iç kısımlarına girebilme yetisinin fazla olduğunu, ayrıca miktarı arttırıldığında beyazlatma etkisinin artmadığını deneylerle saptamıştır. Ayrıca cıva, kükürt ve kirecin birlikte ısıtılmasıyla elde edilen kırmızı renkli maddenin metalleri sarılaştırmada kullanılabileceğini yine deneylerle belirlemiş, bu amaçla saç ve yumurta, kan gibi organik maddelerden de yararlanılabileceğini söylemiştir.160
Adı geçen isimlerin dışında müslüman elkimya geleneğini sürdüren başka bilginler de olmuştur. İlk İslâm filozofu Kİn-dîKitâbü't-Tenbîh *alâ hudeH'l-kîmyâ-'iyyîn adlı çalışmasıyla halkı şarlatanlara karşı uyarmış ve elkimyaya dair ilginç eserler kaleme almıştır. Bunlardan günümüze ulaşan Kitâb fî kîmyâi'1ıtr ve'Maşcîddf bitki ve çiçeklerden esans elde etmekle ilgilidir. Ünlü sûfî Zünnûn el-Mısrî (ö. 245/859) henüz erken dönemde bu alanda adı geçen şahsiyetlerdendir; İbnü'n-Nedîm onun Kitâbü'r-Rükni'l-ekber ve Kitâbü'ş-Sika fi'ş-şı-na adlı iki kitabının adını verir.161 Endülüs kültür havzasından Ebü'l-Kasım el-Mecrîtî (ö. 398/1008) özellikle Rütbetü'l-hakîm ve medhalü't-ta'lîm adlı elkimyaya dair eseriyle ün yapmıştır. Anılan kitabında Mecrîtî bu ilmin kimyevî maddeler hakkında derin teorik bilgi, el becerisi ve keskin bir gözlemcilik gerektirdiğini belirterek kimyacının matematik ve tabii ilimleri okumasını şart koşmakta ve araştırmalarında tabiat yasalarını izlemesi gerektiğini vurgulamaktadır. Mecritî'nin çağdaşlarından kimyacı İbn Ümeyl sembolik-m istik geleneğin ünlü isimlerindendir. Günümüze ulaşmış yegâne eseri olan Kitâbü'l-Mâ'i'l-varaki ve'1-arzi'n-necmiyye eski kimyaya dair Risâletü'ş-şems ile'İ-hi-lâl adlı kendi şiirinin şerhidir. Bu şerhin önemi, içerdiği alıntılar sayesinde Her-metik fikirlerin İslâm eski kimyasına ne Ölçüde nüfuz ettiği hakkında fikir vermesinden kaynaklanmaktadır. Eserde filozof taşını elde etmek için yapılması gereken işlemler sembolik tasvirlerle anlatılmaktadır. XII. yüzyılın ilk yarısında Selçuklu yönetiminde bir memur olan Mü-eyyidüddin et-Tuğrâî ise uygulamadan çok teoriye yönelik çalışmalar yapmış. yine sembolik-mistik gelenekten bir bilgindir. Çildeki gibi bazı meslektaşlarının Câbir'den sonraki en önemli kimyacı saydıkları TuğrâiKitâbü'l-Mesâbîh ve'l-me-lâtîh adlı eserinde eski kimyacıların öğretilerini aktarmaktadır. Ancak onun. meslektaşlarını asıl Mefâtîhü'r-rafıme ve meşâbîhu'l-hikme adlı eseriyle etkilediği anlaşılmaktadır. İbn Erfa're's adıyla bilinen eski kimya bilgini de bu alana dair yazdığı ve selefleri İbn Ümeyl ve Tuğ-râî gibi sembolik-mistik geleneği izlediği Şüzûrü 'z-zeheb başlıklı 1460 dizelik şiiriyle tanınır. XIII. yüzyılda yaşayan Ebü'l-Kâsım el-lrâki, Kitâbü'l-'İImi'I-mükte-seb fî zirâhti't-taleb adlı eseriyle döneminin eski kimya öğretileri hakkında aydınlatıcı bilgiler vermiştir. Daha önceki ünlü elkimya eserlerine yazdığı şerhlerle tanınan Cildekî ise geç dönem klasik kimya geleneğinin en önemli temsilcisidir. Kendisi Câbir'in yaklaşımlarını benimsemiş, fakat sembolik dil ve Hermetik unsurlardan da bütünüyle vazgeçmemiştir. Onun bu tavrı. İbn Ümeyl'in Kitâbü'1-Möi'I-varaki ve '1-arzı'n-necmiyye 'sine yazdığı şerhte açıkça görülmektedir.162 XVI. yüzyılda yaşayan Osmanlı âlimi İznikli Ali Bey de Cildekî'den etkilenmiş ve bu alanda çok sayıda eser kaleme almıştır.163
Ortaçağ İslâm kimya geleneğinin aynı çağın Latin dünyasına önemli etkileri olmuştur. Konunun uzmanı Julius Ferdi-nand Ruska. İslâm eski kimyasının Latin Ortaçağfna yaptığı etkiyi değerlendirirken Latin elkimyasımn neredeyse her şeyi müslümanlara borçlu olduğunu, Batı'da bu alanda gelişimin yolunu açan faktörün özgün Arapça eserlerin tercümesinden ibaret bulunduğunu belirtmiştir.164 Bu yalnızca modern bilim tarihçilerinin kanaati değildir. Bizzat Batı Ortaçağı ilim adamları da müslümanlara olan borçlarının farkına varmışlar ve sık sık "Araplar'ın kralı" dedikleri Câbir'in (Geber) yanı sıra Ebû Bekir er-Râzî ile (Rhases Abu bateri İbn Ümeyl'i de (SeniorZadith Filius Hamuelis) bu sanatın prensleri kabul etmişlerdir. Arapça'dan Latince'ye yapılan çeviriler büyük bir hayranlıkla okunmuştur. Bunlar arasında İskenderiye'den İslâm dünyasına intikal eden birikimin Arapça versiyonlarının tercümeleri yer aldığı gibi özgün Arapça teliflerin tercümeleri de bulunmaktadır. İlk gruba Eflâtun'a yanlışlıkla nisbet edilen Kitâbü'r-Revâbi(Liber quartorum), Artephius'a ait olduğu sanılan Miftâhu'l-hikme (Clauis Sapienüae), Tyanalı Apollonios'un Sırrü'l-halika adlı eserinin son bölümü [Tabula Smaragdina) ve Mushaf ü'1-cemû'a başlığıyla bilinen metnin Turba philosophorum çevirileriyle Arapça orijinali kayıp Morienos'a nisbet edilen önemli bir eserin Chesterli Robert tarafından yapılan ve yine Morienus adıyla anılan tercümesi sayılabilir. İkinci grubu oluşturan başlıca tercümeler şunlardır: Câbir'in Kitâ-bü's-Seb'în'İnm Cremonalı Gerard tarafından Liber divinitatis de LXX adıyla yapılan çevirisi, yine aynı mütercimin Arapça orijinali kayıp olan sülfatlar ve tuzlara dair Endülüs kaynaklı bir eserin De aluminibus et saiibus adıyla tercümesi, Ebû Bekir er-Râzî'nİn Sırrü'l-esrâr'mın Secretum Secretorum İbn Ümeyl'in Kitâbü'l-Mâ'i'l-varaki'sin'm (Hamuel'in oğlu SeniorZadith adına nisbet edilerek Tabula Chemica adıyla) ve yine İbn Ümeyl'in Risâletü'ş-Şems ile'l-hiiâi'inin {Epistola soiis ad Lunam cres-centem) çevirileri, adı ve müellifi bilinmeyen Endülüs kaynaklı, deneysel yönü güçlü Önemli bir elkimya eserinin Jo-hannes Garlundus'a nisbet edilerek De mineralibus liber adıyla yapılan tercümesi. Bunların yanı sıra İbn Sînâ'ya nisbet edilen, aslında Ortaçağ Batı kimyasında etkili olmuş Endülüs kaynaklı bir eserin Liber Aboali Abincine de Ani-ma in arte Aichemiae adıyla yapılan tercümesi gibi nisbeti uydurma eserler de söz konusudur.
Latince tercümeler aracılığıyla modern Batı dillerine giren "alchemia" teri-mindeki "al" Arapça'daki "el-" harf- ta'rifınin bir yansımasından ibarettir ve İslâm eski kimyasının Batı'yı nasıl etkilediğini yeterince açıklamaktadır. Ayrıca soap (es-sâbûn), arsenic (ez-zirnîh), borax (bûrak). alkali (el-kaiî, el-kılevî), saffron (za'-ferân), syrop (şurub), alembic (el-inbîk). al-cohol (el-kühûl), arnalgam (el-mulgam), elixir (el-iksîr) ve athanor (et-tennûr) gibi terimlerin de Arapça kökenli olması bu etkinin büyüklüğü hakkında fikir vermektedir.
Türkiye'de tıp alanında XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Doğu kaynaklı "tıbb-ı kadîm" ile Batı'ya dayanan "tıbb-ı cedîd" ayırımı ortaya çıkmaya ve tıbb-ı cedîd ile birlikte kimya da önem kazanmaya başlamıştır. Bu dönemin kimyası 150 yıllık bir gecikmeyle Paracelsus'tan esinlenir. Hekimler genellikle kimya ile ilgilenmişler ve bazıları da doğrudan onunla uğraşmışlardır. Meselâ Bursalı Ömer Şifâî 1702-1703'te el-Cevherü'1-ferîd fî tıbbi'1-cedîd adıyla bir kimya kitabı yazmış ve kitabın sonuna döneminde özellikle damıtma işlemlerinde kullanılan kimya aletlerine ilişkin resimler eklemiştir. Ömer Şifâfnin Minhâcü'ş-şifâ fî tıbbi'l-kim-ydî adlı başka bir kitabı daha vardır. Bursalı Ali Efendi de Paracelsus'un bir kimya kitabını Türkçe'ye çevirmiştir. Yine bu dönemde Belgradli mütercim Osman b. Abdurrahman'm tercüme ettiği İlm-i Ma'rifetü't-taktirgibi kitaplara da rastlanmaktadır. 1806Tda Paris'e fevkalâde büyükelçi olarak gönderilen Seyyid Ab-dürrahim Muhib Efendi burada fizik ve kimya laboratuvarlarını gezmiş ve gözlemlerini sefâretnâ meşinde "Der Ta"rîf-i İlm-i Fizika" başlığı altında anlatmıştır. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi tarafından İtalyanca'dan Usûl-i Nazariyye adı altında çevrilen bir fizyoloji kitabında kimyaya ilişkin çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Osmanlı döneminde doğrudan doğruya modern kimyadan söz eden ilk kitap, Mühendishâne-i Berrî-İ Hümâ-yun'un hocalarından Başhoca İshak Efen-di'nin Mecmûa-i Ulûm-i Riyâzİyye adlı çalışmasıdır. Dört cilt olan ve 1831-1834 yılları arasında basımı tamamlanan eserin yalnız son yirmi beş sayfası kimyaya ayrılmışsa da bu yirmi beş sayfa Türkiye'de modern kimyaya İlişkin İlk basılı metin olması sebebiyle Önemlidir. Türkiye'de basılan ilk kimya kitabı ise Derviş Paşa'nın Usûl-i Kİmyâ adını taşıyan inorganik kimya kitabıdır. Türkiye'de modern kimyanın çağının kimya düzeyini çok iyi bir biçimde yansıtan bu kitapla başlamış olduğu söylenebilir. Derviş Paşa Usûİ-i Kimyâ'yt iki cilt halinde tasarlamıştır. Bunun ametallerle metalleri ve bunların bileşiklerini içeren I. cildi yayımlanmış (İstanbul 1264), çeşitli tuzlarla bitkisel ve hayvansal maddeleri içereceği anlaşılan II. cildi basılmamıştır. Sivil tıbbiyenin ilk müdürü hekim Kırımlı Aziz İdris Bey'in Kimyâ-yı Tıbbî adlı eseri ikinci Türkçe kimya kitabıdır ve I. cildi 1868'de, II. cildi 1871 'de yayımlanmıştır.
Kimyanın XIX. yüzyıla doğru bir bilim dalı niteliği kazanmasından sonra öncelikle gündeme gelen konulardan biri kimyasal sembollerdir. Üzerinde bütün kimyacıların anlaştığı element sembollerinin tesbiti ve bu sembollerle kimyasal bileşik formüllerinin yazılması XIX. yüzyılın başlarında kimyanın önemli sorunlarından birini teşkil etmiştir. Günümüzde de kullanılan geometrik şekillerden arınmış, yalnız harflerden oluşan sembol sisteminin temelleri 1814'te İsveçli kimyacı J. J. Berzelius tarafından atılmıştır. Latin harflerinden faydalanılarak geliştirilen bu sistemi Osmanlılar (günümüzde de kısmen Libya) hariç bütün dünya benimsemiştir. Tıbbiyedeki Öğretim dilinin Türkçe'ye çevrilmesi konusunda verilen mücadelenin en Önde gelen adlarından olan Kırımlı Aziz İdris Bey elementler için Arap harfleriyle bir sembol sistemi ortaya koymuş ve bu sistem Vasil Naum tarafından çevrilen ve yazılan kitaplar yoluyla pekiştirilerek yerleştirilmiştir. Böylece Arap harfli kimyasal sembolleri kullanan bir tıb-biyeekolü doğmuştur. Ancak Mühen-dishâne-i Berrî-i Hümâyun'da ders kitabı olarak okutulmak üzere 1883-1884 yıllarında iki cilt halinde yayımlanan Muhtasar Kimya adlı bir çeviri eserle Latin harfli sembollere dönülmüştür. Özellikle tıbbiye dışındaki yayınlarda Latin harfli sembollerin kullanımı zamanla yaygınlaşmaya başlamış ve bu arada her iki sistemi birlikte kullanan bir üçüncü yol ortaya çıkmıştır. Gerek Latin gerekse Arap harfli sembollerle yazılan formül ve denklemlerde atom sayılarını gösteren indisler ise Fransız geleneğine uyularak daima üstte yazılmıştır. XIX. yüzyılın sonlarından itibaren artan Alman kimyasının etkisi altında modern anlamda formül ve denklemlerin yazımına geçilmiş, 1920'li yılların başından itibaren Arap harfli semboller artık kullanılmaz olmuştur.
Bibliyografya :
Câbir b. Hayyân. Muhtâru resâ'il (nşr. P. Kraus). Kahire 1354/1935; İbnü'n-Nedîm. el-Fihrist (Teceddüd), s. 417-419, 423; Muhammed b. Ahmed el-Hârİzmî. Mefâtîhu't-'ulûm (nşr. İbrahim el-Ebyârî), Beyrut 1409/1989, s. 277-284; İbn Sina. R AksâmiVulOmiVaktiy-ye (Tis'u resâ'İI içinde], İstanbul 1298, s. 75; a.mlf.. eş-Şifâ' et-Tabtiyyât (5), s. 22-23; İbn Haldun. Mukaddime, III, 1196-1209; Taşköpri-zâde. Miftâhu's-sa'âde, I, 340-347; Keşfü'z-zunün, 11, 1526-1533; J. Ruska, Arabische Al-chemlsten, Heidelberg 1924; E. J. Holmyard. Alchemy, Harmandswarth 1957; S. Hunke, Avrupa'nın üzerine Doğan İslâm Güneşi (trc. Servet Sezgin), İstanbul 1972, s. 242; E Kluge. Etymologisches Wörterbuch der deutschen Sprac/ıe.Berlin-NewYork 1975, s. 117; Sezgin. GAS, IV, 3-6, 186-188, 189-190, 197-395, 409-414; Ekmeleddİn İnsanoğlu. "İbn Sînâ ve el-Kimya Hakkındaki Görüşleri İle İlgili Yeni Bir Değerlendirme", Uluslararası Ibni Sînâ Sempozyumu: Bildiriler (haz. Müjgân Cunbur-Orhan Doğan), Ankara 1984, s. 105-116; Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ue İlim [trc. İlhan Kutluer), İstanbul 1989, s. 200-201; a.mlf.. İslâm'da Bi-İİm ue Medeniyet (trc. Nabi Avcı v.dğr.}, İstanbul 1991, s. 237-292; R. Halleux. "The Reception of Arabic Alchemy İn the West", Encyclopedia of the History of Arabic Science (ed Roshdi Rashed), London 1996, III, 886-902; G. C. Ana-wati. "Arabic Alchemy", a.e., İli, 853-885; Emre Dölen, Osmanlilar'da Kimyasal Semboller ue Formüller (1834-1928), İstanbul 1996; Ce-vat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, İstanbul 1997, II, 145-174; Hakim M. Said. İslâm Bilim ve Felsefesine Giriş (trc. Remzi Demir), Ankara 1999, s. 9-10; Ahmed Ateş, "İbn Sina ve Elkim-ya", AÜİFD, İV/4 (1952), s. 47-62; E. VViede-mann. "Eski Kimya". İA. IV, 374-384; Manfred Ullmann. "al-Kimiyâ", El2 (İng). V, 110-115; Fâzıl Ahmed et-Tâî, "el-Kimyâ' ve'ş-şaydele 'in-de'l-'Arab". Mevsû'atü'l-hadâreti't-'Arabiyye-Ü'l-İslâmiyye, Beyrut 1987, 1, 7-96; Mahmut Kaya, "Câbir b. Hayyân", DİA, VI, 533-537. Emre Dölen
Dostları ilə paylaş: |