TÜRKİYE ÜZERİNDE OYNANAN EMPERYAL OYUNLAR
Celal Tüzün
Amerika Birleşik Devletleri (ABD), 2. Dünya savaşından sonra emperyalist bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Bilim ve teknolojide çok üstündür; gönenç ve zenginlikte dünyanın en iyileri arasındadır. 2008 Ekonomik krizi ABD’yi epey sarsmış olsa bile, yine her alanda üstünlüğünü korumaktadır. Gelmiş geçmiş bütün emperyalistlerin tek amacı çıkarlarına aşırı düşkün olmaları ve ne pahasına olursa olsun kendi çıkarlarını koruma peşinde olmalarıdır. ABD de böyledir: Bunun için ne etik, ne ahlak, ne din-iman, ne insan hakları ne uluslar arası kurallar tanır. Başka ülkelerde plânlarını uygulamak için iş birlikçiler bulur, bulamazsa hiçbir kural tanımadan savaşa girişir. İşbirlikçileri ile işi bittiğinde hemen defterden siler; arkadaşlık, dostluk, ahde vefa gibi değerlerin hiç kıymeti yoktur, hemen unutulur Örnek: İran şahı Rıza Pehlevi; ülkesinin petrollerini ABD ye peşkeş çektiğinden, Amerika’nın en iyi dostu ve müttefiki idi. Humeyni gelip yönetime el koyunca şah ülkesinden ayrılmak durumunda kaldı. Amerika, Şah’ı ülkesine almadı! Güney Amerika ülkelerinden birine sığınmağa çalıştı, onlar da kabul etmedi. Güçlükle ve kerhen Mısır kabul etti ise de, aşırı kederinden dolayı kısa zamanda hastalandı ve orada öldü. Daha sonraki işbirlikçiler böyle olaylardan ders almazlar.
ABD, kendisine rakip olabilecek ülkeleri sürekli izleyerek fırsat bulunca onları yok etme çabasındadır. Örnek: İkinci dünya savaşından sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri birliği (SSCB) de ABD’den sonra nükleer silaha sahip olunca iki nükleer güç arasında denge kuruldu ve “Soğuk savaş dönemi” başlamış oldu. 1970 li yıllarda Rusya Afganistan’ı işgal edince, ABD, SSCB’nin çevresini sarmak için “yeşil kuşak planı”nı geliştirdi. Planın özeti, SSCB’nin güneyinde bulunan Müslüman ülkelerde (Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan) Radikal İslamcılığı geliştirmektir. Bilindiği gibi Müslümanlar, Allahsız olduklarını savundukları komünistlere düşmandırlar. Hele bunlar radikal yani terör eylemcisi olursa daha güçlü düşman olurlar. Afganistan ve Pakistan bunları yetiştirmek için pek uygundu; özellikle Pakistan’da binlerce Medrese (İslami eğitim kurumu) kurularak, on binlerce terörist Müslüman yetiştirildi ve hâlâ yetiştirilmektedir. SSCB, Afganistan’ı işgal ettiğinde, bunlar henüz öğrenciyken (bunlara Taliban deniyor; talebeler yani öğrenciler anlamınadır) şiddet eylemlerinde kullanıldılar ve Sovyetler kısa sürede Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldı. Daha sonra Talibanlar Usame Bin Ladin’in kurduğu terörist bir örgüt olan ‘El Kaide”de toplandılar. Bunlar son Irak savaşında Amerikanın silahlı güçlerine önemli kayıplar verdirdi. 11 Eylül 2001 de New York’taki Dünya ticaret merkezinin ikiz kulelerine uçaklarla saldıran teröristler de bunlardandır.
ABD’nin ekonomik baskısı ve yalıtma siyasaları sonunda SSCB, 1991 yılında dağılmıştır. Burada, Sovyetler Birliği yöneticilerinin yeteneksiz ve başarısız olduklarını kabul etmek gerekir.
TEK KUTUPLU DÜNYA
Sovyetler birliği dağıldıktan sonra, çift kutuplu dünya ortadan kalktı ve sadece “ABD kutuplu” yeni bir dünya düzeni oluştu. SSCB dağıldıktan sonra, Putin Başkan seçildi; genç ve dinamik bir yönetici olarak ülkeyi dağınıklıklardan kurtardı, “Rusya Devletler Federasyonunu” (RDF) kuruldu; ülkenin zengin ekonomik potansiyelini harekete geçirdi ve gittikçe güçlendi. Rusya’nın güneyinde; İran, Orta Asya Türkî Cumhuriyetleri ve Orta Doğu petrol ve doğal gaz bakımından zengin ülkeler bulunmaktadır. ABD. bu zenginlikleri Rusya’ya bırakamazdı. Bunun için yeni bir sömürü projesi geliştirdi: Büyük Ortadoğu Projesi (BOP). Burada, petrolün stratejik önemini kısaca belirtelim.
Petrol 19. yy da bulundu; lakin sadece gaz yağı olarak aydınlatmada kullanıldı. 20 yy da ise kara ve hava taşıtlarında kullanılmağa başlandı. Petrol yoğun enerji içerikli, akışkan bir ürün olduğundan değerlidir. Akışkan olma özeliği, motor gücünün kolaylıkla denetlenebilmesi, kara ve hava taşıtlarında kullanılması hızla gelişmesine ve yaygınlaşmasına yol açtı. Politik ve stratejik önemi ise, savaşta tanklarda, uçaklarda ve her türlü askeri taşıtlarda kullanılmasına dayanır.
20. yy ın yarısından sonra, petrolün sadece enerji maddesi değil, üretimde ham madde olduğu anlaşıldı; “Petrokimya” endüstrisi kuruldu ve hızla gelişti. Günümüzde deterjanlar, kozmetikler, ilaçlar daha da önemlisi halkın “naylon” dediği plastik maddeler ambalaj, kap-kacak, boru ve hortum, yapı malzemesi, araç-gereç yapımında çok yaygınlaştı; neredeyse metallerin yerini aldı. Değerli bir ürün olan petrolün alternatifi, yani eşdeğeri ve benzeri yoktur. Ne yazık ki, gezegenimizdeki rezervleri hızla tükenmektedir.
Günümüzde gelişmiş endüstrisi ülkelerin üretimlerini, ulaşımını sürdürebilmesi için petrole şiddetle ihtiyaçları vardır. Birinci ve ikinci dünya savaşları petrol paylaşımı yüzünden çıkmıştır. Daha sonraki savaşların da baş nedeni yine petroldür.1970 yıllarda uzmanlar 200 yıldan önce petrolün tükeneceği tahmininde bulunmuşlardır. ABD dünyadaki petrolün rezerv araştırmalarına önem verdi. Karadan ve uzaydan yapılan araştırmalar sonunda, Ortadoğu petrol rezervinin en yüksek olduğu anlaşılmış böylece ABD, Güney Amerika petrolleriyle uğraşmaktan vazgeçip Ortadoğu petrollerine yönelmiştir.
ILIMLI İSLAM VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP)
Kısaca BOP, Orta Doğunun petrol kaynaklarını Rusya’ya kaptırmadan tek başına uzun süre sömürmesi için geliştirilmiş bir ABD projesidir. Bu projenin uygulanması için “eş” yani ortak olarak Türkiye seçilmiştir. Neden? ABD, 1946 dan beri Marshall yardımı ile ülkemize gelmiş, sonradan NATO’ya girmemizle onun müttefiki(!) olmuşuzdur. Geliş o geliş, bizi hiç yalnız bırakmamış, Mustafa Kemal Atatürk’ün her alanda başlattığı çağdaşlaşma projelerini engellemiştir. Bunun için başımıza, kendi münasip gördüklerini yönetici olarak getirmiştir (Demirel, Evren, Özal, Çiller, en sonra RTE). Arada başkaları seçilse bile, kendi özel CIA yöntemleriyle onların defterlerini dürmüştür.
BOP projesinde asıl amaç, Ortadoğu petrollerinin güvenli üretimi ve taşınmasını sağlamak ve İsrail’in varlığını korumaktır. Bunun için Türkiye’ye “Ilımlı İslam Cumhuriyeti” modeli biçilmiştir. Nedeni şudur: Orta doğuda birtakım İslam devletleri, Osmanlı imparatorluğunun sınırları içinde yıllarca yönetilmiştir. Bu nedenle, aralarında kültür ve yakınlık ilişkileri bulunduğu sanılmaktadır(!) Osmanlı imparatorluğu çöktükten sonra yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti olarak kurulmuşudur. Bu modeli Arap devletleri “kazara” uygulamağa kalkarlarsa işler karışmaz mı? Karışır. Ilımlı İslam olursa çok uygun olur; çünkü Araplar bunu hemen benimserler(?!). Böylece Türkiye Cumhuriyetinin yönetim biçiminin değiştirilmesi değil, dönüştürülmesi istenmektedir. Bu dönüştürmede, Türkiye Cumhuriyetinin laik, demokratik sosyal bir hukuk devleti olması büyük engeldir, her hangi bir şekilde bunun iyice aşındırılması gereklidir. Bu iş, Amerika’nın önde gelen düşünce kuruluşlarından olan “Rand Corporation Projesi”ne verilmiştir. Bu, iktisadi, siyasi, kültürel ve askeri bir projedir ve, özellikle Amerikanın küresel sömürüsünü düzenler. Bu kuruluşa etkin katkı sağlayan kişiler Dr. Morton Abromowitz, Graham Fuller, Richard Holbrook ve Paul Wolfowitz: bunlar aynı zamanda Amerikan yönetiminde etkin kişilerdir.. Bir Sosyoloji Profesörü olan Samuel P. Huntingon "Medeniyetler Çatışması" gibi kitapları ile post-modern dedikleri dönemde (1990 sonrası) Amerikanın yeni sömürü düzeninin temellerini açıklar. Bunlar ve diğerleri “Medya”da yayımlanan yazılarıyla, konuşmalarıyla ve kitaplarıyla Türkiye yöneticilerine sürekli olarak şunları telkin etmişlerdir: “Şimdi dünyamız yeni bir düzene girdi, bu “Post-modern” bir çağdır. Şimdiki düzeniniz olan Atatürk’ün size dayattığı ilkelerin modası geçmiştir, bunları terk edin, Bundan sonra dünyada liberalizm egemen olacak, her şey serbest olacak ‘bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” ilkesi geçerli olacak, dünya ekonomisi ve sanayi küreselleşecek, denetimler ortadan kalkacak” gibi bir takım safsatalar…. Ve en sonra da “siz Müslüman bir toplumsunuz, size ‘ılımlı Müslüman bir devlet olmak yakışır!” denecektir. Bunlar projenin psikolojik hazırlıklarıdır. Bir süre sonra uygulamaya geçilir:
Uygulamayı, ABD’nin Merkezi İstihbarat Örgütü olan CIA yapacaktır. Bunun için projeyi Türkiye’de uygulayacak olar yerel iş birlikçilerinin seçilmesi ve onları ülkenin en yüksek yönetim makamına getirmektir. Bu işler için CIA çok deneyimli bir örgüttür; başka ülkelerde ve özellikle güney Amerika ülkelerinde buna benzer birçok operasyon yapmıştır.
Araştırmalar sonunda yerel işbirlikçi olarak Recep Tayyib Erdoğan (RTE) en uygun kişi olarak saptanmıştır: RTE, İmam hatip okulunu bitirmiştir, dine bağlıdır, gençliğinden beri Necmettin Erbakan hocanın dinci partilerinde üst düzeylerde görevlerde bulunmuştur: Gençlik kolları başkanlığı, İlçe örgütü başkanlığı, İstanbul il örgütü başkanlığı, Refah partisinden İstanbul Büyük Şehir belediye başkanlığı görevlerinde bulunmuştur.. Enerjiktir, iyi bir hatiptir, karizmatiktir ve lider özelikleri vardır. Belediye başkanlığı zamanında evrakta sahtecilik, ihaleye fesat karıştırmak gibi yolsuzluklar belgelenmiştir ama CIA için sorun değildir, hatta işbirliğini güçlendirmesi açısından bunlar olumlu özeliklerdir. CIA yöntemleriyle böyle bir kişiyi “devşirmek” oldukça kolaydır.
AKP’NİN KURULUŞU, RTE NİN MİLLETVEKİLİ SEÇİLMESİ VE BAŞBAKAN OLMASI
Fazilet Partisi Anayasa mahkemesi tarafından 2001 yılında başlarında kapatıldıktan sonra, partisiz kalan milletvekilleri yeni bir parti kurmaya hazırlanırken, iki gruba ayrıldılar: Eskiler ve Yenilikçiler olarak (Bu ayrılmada CIA nın etkisi düşünülmeli). 2001 yılının yaz aylarında Eskiler Recai Kutan başkanlığında kurulan “Saadet Partisi”nde toplandı. Bir ay sonra yenilikçiler RTE nin başkanlığında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi”nde (AKP) toplandılar. Bir yıl sonra, 2002 deki genel seçimlerde AKP yüzde 37 lik oy oranıyla 370 milletvekili kazandı. Lakin, AKP başkanı RTE bu seçime milletvekili adayı olarak katılamadı: Çünkü, Siirt’te bir mitingde okuduğu içeriği değiştirilmiş bir şiir nedeniyle değil de yaptığı konuşmanın içeriği nedeniyle, Diyarbakır DGM de yargılanmış, hapis ve para cezasına çarptırılmıştır. Yargıtay cezayı onayladıktan sonra, 4 aylık cezasını çekmiş, sabıkalı duruma düşmüş olduğundan milletvekili seçilmesi mümkün değildi.
Milletvekili seçilebilmesi için, yasaları ve yerleşik kuralları hiçe sayan girişimler (katakulliler):
Öncelikle, RTE nin sabıka kaydının kaldırılması gerekiyordu. Önerge verildi ve Meclis onayladı (TBMM her şeye kadir değil mi?). Siirt’te yapılacak seçimin yenilenmesi gerekliydi bunun için bir neden bulunmalıydı. Bulundu: Bağımsız milletvekili seçilen bir üyenin (Jet Fadıl) üyeliği düşürüldü. RTE bağımsız olarak değil, AKP den seçileceğinden, bir AKP li üyesinin istifa etmesi gerekiyordu. O da oldu (Mervan Gül istifa etti(rildi). İşlemler tamamlanınca, YSK seçimi düzenledi ve RTE yüksek bir oyla Siirt milletvekili seçildi. Daha önce, RTE’nin en yakın ‘din siyaseti’ arkadaşı Abdullah Gül başbakan seçilmişti, hemen istifa etti ve yerine RTE başbakan seçildi. RTE, arkadaşının bu vefakârlığını hiç unutmadı, 2007 seçimlerinden sonra onu hemen Cumhurbaşkanlığına seçtirdi. Bu olay, Cumhuriyetimizin “Ilımlı Islama” dönüştürülmesi sürecinin en kritik noktasıdır. Milliyetçi hareket partisi genel başkanı Devlet Bahçeli’nin desteği ile Cumhurbaşkanı seçildi.. Bu zat acaba neden böyle davranmıştır? Referandumdan sonra neden “Cemaati daha az destekleyeceğiz” demiştir? CHP Genel başkanı Deniz Baykal, RTE nin Başbakanlığa getirilmesi sürecini sonuna kadar desteklemiştir. Bu olayda da soru işaretleri yok mudur?
ABD DIŞ İŞLERİ PROTOKOLÜNDE GÖRÜLMEMİŞ OLAY!
2002 Genel seçimlerinden hemen sonra,“katakulliler” daha başlamadan, yani RTE”nin milletvekili olup olmayacağı belli değilken, ABD başkanı W. Bush, RTE’yi Washington’a davet etti, ayaklarının altına kırmızı halılar serilerek karşılandı. Beyaz sarayda, kapalı kapılar arkasında yapılan konuşmalar dışarıya sızmadı, gizli kaldı. Olasılıkla: “Başbakan olacağı müjdelenmiş olmalı, ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesinin Eş başkanı olduğu ve projedeki öz görevi (misyon) kendisine bildirilmiş olmalı. Bu olaylar, BOP projesinin gizlisi saklısı olmadan gözler önünde uygulanacağını kanıtlamaktadır. Projenin başka önemli kişisi ve baş aktörü Fethullah Gülen’dir.
FETHULLAH GÜLEN VE CEMMATİ
Fethulah Gülen (FG), Erzurum’un bir köyündendir. Babası köy imamı olduğundan 4 yaşında kuranı hatmetmiş 15 yaşında hafız olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığına kadrolu bir görev için başvurduğunda İlkokul diplomasının gerekli olduğunu öğrenmiş ve dışardan sınav vererek ilkokul diplomasını almış, bununla kendisine vaizlik görevi verilmiştir. Türkiye’nin değişik yörelerinde vaizlik ve imamlık yapmıştır. İzmir’de vaizlik yaptığı yıllarda ve Türkiye’nin değişik yörelerinde verdiği vaazlarda yüce İslam dinini değil, fakat TCK’nın 163. maddesinin suç saydığı, laik Türkiye Cumhuriyetini yıkıcı, şeriat düzenini getirmeyi amaçlayan dinsel konuşmalar yapmış, ve dinci dergilerde yazılar yazmıştır. Dinci ve gerici kesim bunlardan pek etkilenmiş, hoşnut olmuş, sadece hoşnut olmakla kalmayıp, bu düşünceleri eğitim yoluyla yaygınlaştırmak için maddi ve manevi destekte bulunmuşlardır. Bu konuşmalar dolayısıyla 1970 yılından sonra hakkında birçok dava açılmışsa da, her nasılsa hepsinden beraat etmiştir. En son dava, 1999 da, televizyonda yayınlanan videokasetleri nedeniyle açılmıştır. Bu kasetlerde, cemaatine; polise, MIT’e, milli eğitime, yargıya, TSK ya gizli yollarla sızmaları, tam güçleninceye kadar her şeyin erken olduğu, kendilerini saklı tutmaları istenmektedir. Dava dolayısıyla projenin aksayacağını anlayan CIA, Gülen’i apar topar Amerika’ya uçurmuştur. 11 yıldan beri Amerika/Pensilvanya’da, 100 dönümlük çiftliği içinde bulunan 3 er katlı villalarında 100 yardımcı ile birlikte CIA’nın güvenliği ve denetimi altında, Türkiye’deki cemaatini BOP projesi doğrultusunda yönetmektedir. FG nin Türkiye ve diğer ülkelerde Asya’da, Afrika’da binlerce okulu, üniversitesi, hastaneleri, iş yerleri bulunmakta, bunların maddi değerinin 8-10 milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir. İlkokul mezunu emekli bir vaizin bu kadar serveti edinmesi ve denetim altında tutması, açıklanması çok güç bir gizemdir?
Hanefi Avcı, deneyimli, istihbaratçı bir polis şefidir; dindar bir aile mensubudur, öğrenciliği sırasında FG nin yurtlarında kalmıştır. Ağustos 2010 da Türkiye’nin gündemine bomba gibi düşen bir kitap yayımlamıştır: “Haliç’te Yaşayan Simonlar; Dün Devlet, Bugün Cemaat” (Angora yayın). Bu yapıtında Avcı, 30 yılı aşkın görevi sırasında tanık olduğu FG ve cemaatinin yıkıcı faaliyetlerini, Türkiye’nin önemli kurumlarına sızdığını belgelere dayanarak anlatmıştır. Bunları defalarca üst düzey yöneticilere iletmiş ise de, tepkisiz kalınmış ve önlem alınmamıştır. Bu önemli kitap dolayısıyla, kendisinin de tahmin ettiği gibi tutuklanmış, Ergenekon mahkemesince solcu bir terör örgütüne üye olmakla suçlamıştır! Oysa kendisi yıllarca sol terör örgülerini izlemiş ve birçoğunu yok etmiştir. Bu son örnekte de görüldüğü gibi, FG nin bu sanal mahkemelerinde sanal suçlar üretilerek, cemaatin yasa dışı faaliyetlerine zararı dokunan, ülkesini seven insanlara zulüm uygulanmaktadır. Türkiye’yi yönettiğini sanan AKP ise, FG nin suçuna ortak olmaktadır.
ERGENEKON, BALYOZ, KAFES NEDİR?
Yandaş savcı ve hâkimlerin atanmış olduğu özel yetkili mahkemelerde (ÖYM) ilerici, laik ve Atatürkçü aydınlar 2007 yılından beri DARBE SUÇLANMASIYLA yargılanmaktalar. Bu, CIA tarafından hazırlanmış olan bir Amerikan planıdır. FG ve cemaatinin polis teşkilatına ve yargıya sızdırdığı görevliler tarafından yürütülmekte, bunu AKP yönetimi desteklemektedir. Ergenekon (ve diğerleri), tamamen sanaldır ve CIA nın uydurduğu suç örgütlerleridir. Tutuklanacak, ilerici, laik ve Atatürkçü aydınların listesi FG’ nin Amerika’daki adamları tarafından hazırlanmakta ve tutuklamalar sabahın erken saatlerinde yandaş polis tarafından yapmaktadır. Ev didik didik aranmakta, tutanak tutulmadan özel eşyalar, kitaplar, dosyalar, CD ler, bilgisayar alıp götürülmekte ve sanığın üzerine atılacak suç, telefon dinleme kayıtları, gizli tanıklar, imzasız ihbar mektupları, yandaş gazete yayınlarına göre sonradan, iddianame olarak hazırlanmaktadır. İddianameler binlerce sayfadır, yüzlerce klasör sanal belge eklenmiştir. Tamamen yasa dışı, ahlak dışı, insanlık dışı yüz karası olan bu mahkemelerde; yazarlar, gazeteciler, parti başkanları, sendika başkanları, üniversite rektörleri ve öğretim üyeleri, her rütbeden emekli ve muvazzaf komutanlar tutuklu olarak yargılanmaktalar. YAŞ toplantısı bittikten sonra komutanlar serbest bırakılmıştır. Bu da mahkemenin ciddiyetten uzak, sadece Atatürkçü, laik ve ilerici aydınlarımıza eziyet vermek, zulüm yapmak için düzenlenmiş şeytanca bir plan olduğunu göstermektedir.
Referandum. Yargı: Adalet bakanının, müsteşarının Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) üyesi olması ve yargıya cemaatin adamlarının sızmış olmasından dolayı tam bağımsız değildi. Bununla birlikte yargı, resmi işlemlerde “Kamu yararı” araması, yolsuzluklar, ihaleye fesat karıştırmak, kadrolaşmak gibi etik dışı işlemleri zaman zaman önlüyordu, RTE bunlardan hoşnut değildi. Bu engelleri ortadan kaldırmak için, yargının tümünü ele geçirmek amacıyla, yandaş milletvekillerine anayasa değişikliği paketi hazırlattı. Oylamada nitelikli çoğunluk sağlayamayınca, halk oylaması gerekti. Referandumda yüzde 58 çoğunlukta başarılı oldu. Böylece bütün anayasal kuruluşlar RTE ye bağlanmış oluyor ve dinci-faşist bir diktatörlüğün yolu açılmış oluyordu.
AKP YÖNETİMİ SADECE BOP UYGULANMASINDA BAŞARILI OLDU
AKP Sekiz yıldır Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetmektedir (daha doğrusu yönetememektedir). RTE, Başbakanlığını unutmuş, BOP un eş başkanı ve de projedeki öz görevinin gereği olarak Türkiye Cumhuriyetinin kurumlarını yıpratmak için yasa dışı, gelenek dışı ve etik dışı girişimler yapılmıştır. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, YÖK (Üniversiteler), RTÜK (Radyo Televizyon Üst Kurulu) ele geçirilmiştir. Basın kuruluşlarının büyük bölümü kendilerine bağlanmış, “Yandaş basın” yaratılmıştır; diğer Basın kuruluşları etki altına alınmıştır. Özellikle TSK ve Yargının yıpratılması için büyük gayret gösterilmiştir. TSK nın Ağustos 2010 Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısında, üst düzey komutanların yasal ve geleneksel yükseltme ve atama işlemlerine, yargı da işin içine sokularak pek kaba bir şekilde müdahale edilmiş; böylece, Türk ulusunun göz bebeği olan ordusunun onuru ile oynanmıştır. Yargının ele geçirilmesi yakındır.
TEMEL GÖREVİ OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİ YÖNETMEDE BAŞARILI OLAMADI (ZATEN BÖYLE BİR NİYETİ DE YOKTU)
Tarım. 60 yıldan beri hükümetler tarıma gerekli önemi vermedi, geliştirmedi. 1980 den sonra, ihmal edildi, tarım ve hayvancılık ürünleri ülke ihtiyacına yetmez duruma geldi. AKP döneminde ise buğday dâhil tahıllar, baklagiller, et ve canlı hayvanlar ithal edilmeye başladı. Ülkemiz tarım ülkesi idi, “tarımsız ülke” oldu.
Ekonomi. Özelleştirme adı altında Kamu İktisadi Teşekkülleri olan Fabrikalar, Etibank, Sümerbank, Petkim, Tüpraş, Türk Telekom ve Devlet üreteme çiftlikleri, Et-balık kurumu, Süt kurumu gibi üretim birimleri yani Cumhuriyet kurulduğundan beri edinilen değerli varlıklarımız, “Özelleştirme” adı altında, birkaç yıllık kârları karşılığı AKP yandaşlarına ve yabancılara satıldı. Üretimde verim düştü, birçok işçi işten çıkartıldı, işsizlik arttı, devletin vergi geliri düştü. İthalat arttı, dış borçlar ve bütçe açıkları arttı. Borsanın yüzde 70 i yabancı yatırımcıların(!) eline geçmiş durumda. Bu ne biçim bir yatırımdır ki, banka kredi faizlerinin çok düşük olduğu ülkelerden (Amerika’da faiz 0,23) aldıkları milyonlarca doları “yatırım yapacağız” diye Türk parasına çevirip bizim bankalara (Türkiye’deki faiz 8,70) yatırıyorlar, milyonlarca TL faizi dolara çevirip ülkelerine götürüyorlar, ayrıca yabancılar mevduat faizi vergisi ödemiyorlar. Bu paralar bizim emekçilerin vergileridir. Bizim akıllı (aslında kurnaz budala) politikacılarımız ise yatırımcıların bankalarımızda tuttukları anaparalarını (bunlara “sıcak para” deniyor) kendi paramız sanarak dış borç faizlerini ödeme ve bütçe açıklarını kapatmada kullanıyorlar.
Eğitim. Bilim ve teknolojinin gelişmesine koşut olarak eğitimin de güncellenmesi gerekir. Kural budur. Bizde böyle olmuyor: 1960 yıllarında ders programlarında bazı değişiklikler yapıldı, o kadar. 1980 de YÖK ortaya çıktı; yüksek okullar, güzel sanat akademileri, ya üniversite oldu veya fakülte oldu. Buna paralel olarak orta dereceli meslek okulları da meslek liseleri oldu, öğrenciler meslekleriyle ilgili fakültelere devam olanağı olunca asıl mesleklerini iyi öğrenmediler. Yani genç insanın iş bulabilmesi için üniversite diploması alması gerekli oldu. Bunu karşılamak için, üniversite sayısı arttı, öğretim üyeleri aynı hızla artmadığı için eğitimin kalitesi düştü. Sonuçta yeterli bilgisi ve becerisi olmayan üniversite diplomalı insanlar çoğaldı. Doğal olarak, bilgi ve becerisi yeterli olmayanlar iş bulamıyor. Oysa lise değil de, eskiden olduğu gibi meslek okulları olsaydı mesleklerini çok iyi öğrenecekler ve kolaylıkla iş bulabileceklerdi. Ayrıca, bunların da Yüksek öğretim görmeleri engellenmiş değildi.
Sayın A. Gül Cumhurbaşkanı olunca, YÖK başkanlığına bir AKP yandaşını atadı. Bu zat türbanlı kız öğrencelerin üniversitede okumaları için yasaların arkasından dolanmayı veya imam liseleri mezunlarının ilahiyat fakültelerinden başka fakültelere devam edebilmeleri için katsayının değiştirilmesini kendine iş edinmiştir.
Dış politikada başarısızlıklar: AB ye giriş, Kıbrıs sorunu, Ermeni sınır sorunu, Kürt sorunu gibi “açılım” denilen girişimler sonuçsuz kalmıştır.
Yurttaşlar arasında dinsel ve etnik farklılıklar öne çıkartılarak, “bizden olanlar (yandaşlar) ve ötekiler” ayrımı yapılmıştır. Yandaşlara ihale, teşvik, iş temini gibi ayrıcalıklar tanınarak devlet parasıyla zenginleştiler; bu ülkenin vatandaşları olan, vergisini veren işçiler, emekçiler, Atatürkçüler, vatanseverler dışlandı yoksul ve yoksun bırakıldı. Sosyal gönenç farkı (fakirlik-zenginlik farkı) arttı. Sonuç olarak bu ülkede yaşayan insanların huzuru bozuldu.
“Adalet mülkün temelidir” özdeyişine göre bağımsız olması gereken yargıyı kendi mülkü sanarak, son kaleyi de fetih girişimleri sürüyor. Kale düştüğü zaman ne olacak? Onu da göreceğiz.
Kamu kurumlarındaki kadrolaşmada işinde pek başarılı olmuşlardır, (BOP gereği).
SONUÇ OLARAK: Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) aynen uygulanmaktadır, projenin yaratıcısı ve yönetmeni “Rand Corporation, ABD”yi ve uygulayıcısı CIA’yı kutlamak gerekir? Yerli oyuncular da rollerini hatasız oynadıkları için ‘aferin?’ demeliyiz.
İRDLELEME VE YORUM
AKP, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yönetimini 2002 yılında devralmıştır. Bundan önce de vatandaşlarımız olaylar karşısında ilgisiz ve tepkisizdi. RTE nin proje (BOP) gereği uyguladığı baskı, yıldırma, sindirme ve korkutma siyasalarının uygulanması gizli değil herkesin gözü önünde, medyada, gazete haberlerinde, televizyon haber ve yorumlarında alenen cereyan etmiştir ve etmektedir. Böylece toplumun psikolojisi iyice bozulmuş, kafa karışıklığı ve gizemli bir hipnoz sonunda; sadece bireyler değil, önemli kurum ve kuruluşlarımız da sessiz kalmışlardır. Bu böyle sürecek mi? Sonumuz ne olacak endişesine kapılmışlardır. Zaten istenen de tam budur.
A N C A K !
Biz Atatürkçüler ülkemizi devletimizi, yurdumuzu çok seviyoruz. Olaylara üzülmekle birlikte, tarihin akışı içinde ve diyalektik kurallara göre (devrim-karşı devrim olgusu) bunların geçici olduğunu, biliyoruz. Yüce Mustafa Kemal Atatürk Büyük nutkunun sonunda Gençliğe hitap ederken bu günleri açıkça bildirmiştir:
“…İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şartlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakrü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir…”
Cumhuriyetin onuncu yıldönümü nutkunun son kısmında, DEVLETİMİZİN EBEDİYETE KADAR DEVAM EDECEĞİNİ de bildirmiştir:
“Büyük Türk Milleti,
On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaat eden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde,
Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medenî âlem, az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türk Milleti!
her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
Ne mutlu Türk'üm diyene!”
Mustafa Kemal Atatürk, 29 Ekim 1933, Ankara
Kurtarıcımız ve Devletimizin kurucusu yüce Mustafa Kemal Atatürk’ün 80 yıl önce akıl ve bilime dayalı eğitim ve kadın hakları başta olmak üzere gerçekleştirdiği devrimlerin mayası tutmuştur; milyonlarca Atatürkçü yetişmiştir ve yetişmektedir. Onun kurduğu Devletimizi bölmeğe, yönetim biçimini değiştirmeğe, başkalaştırmağa kimsenin gücü yetmez ve yetmeyecektir. Atatürk ilkelerine dönüş kısa sürede olabileceği gibi belirli bir zaman da alabilir. Çünkü bu toplumsal bir olgudur. Böyle biline!
Ekim 2010, Ankara
Dostları ilə paylaş: |