Osmanlı İmparatorluğu'nda Fotoğrafın Başlangıcı / Prof. Dr. Simber Atay [s.518-523]
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi / Türkiye
Paris’te Ağustos 1839’da Daguerreotype’in dünyaya tanıtılması olayı, pek çok ülke gibi Osmanlı Devleti’nde de ilgi çekmiş ve hemen kamuoyuna bu icatla ilgili bilgiler verilmiştir. Bu konuda en eski belge, günümüzde, Süleymaniye Kütüphanesi, gazete koleksiyonları arasında bulunan 19 Şaban 1255 ya da 28 Ekim 1839 tarihli ve 186 sayılı Takvim-i Vekayi’dir. Gazetenin 5. Ve 6. sayfalarında Daguerreotype’in bulunuş evreleri özetlendikten sonra, teknik özelliklerinden söz edilmekte ve mucidi Daguerre tanıtılmaktadır:
“Avrupa canibinden tevarüt eden bazı gazete evrakından müstahreç havadisin tercümesidir.
Cümlenin malumu olduğu vecihi ile teksir-i ulumu marifet ve tevfir-i sanayi’ü hirfet kaziyelerine itina ve dikkat ve vesail-i ilmiye ve istikmali levazım-ı fünün-u hikemiyeye sarfı makderet olundukça anbean enva-ı sanayi-i acibe ve gunagum fünün-u garibe ihdas ve ihtira olunmakta ve tevsi-i daire-i menafi ve ticarete bezl-i mahasal vüs ü dirayet kılınmakta olup nice senelerden beru eshab-ı tecrübe ve malumattan bulunan mellahların teşkil-i esbab-ı seyr-i sefayin hususunda mincihetil-amel vaki olan mesai ve gayretlerinden bir semere-i nafia hasıl olmayarak nihayet kuvve-i ulum ü sanayi ve vasıta-i ulum u maarif ile icat ve ihtira olunan vapur sefayini ile istihsal-i teshilat-ı icabiyeye destres olunmuş ve bu keyfiyet cümlenin malumu meşhudu olan mevattan olduğu cihetle azade-i külfe-i isbat ü beyan bulunmuş olup işbu vapur alatının seyr-i sefayin hakkın istimali suretiyle memalik-i baidede bulunan milel ü tavaif i muhtelife beyninde iyab ü zihap ve münasebeti yevmen feyevmen kesb-i yüsrü sühulet etmekte olduğundan mada fenn-i mezkurun peyderpey tetkik ü istimali münasebetiyle küre-i arzın mehal ve mevaki-i müteferrika ve muhtelifesi bir iklim-i cesim-i vahit hükmüne gireceği asar-ı mahsusesi cihetiyle rehin-i istidlal olarak ancak alat-ı mezburenin menafi ve muhassenat-ı kesiresi yalnız bahren istimali suretine münhasır olmayıp eksr karhane ve fabrikalarda dahi istimal olunmakta idüğü ve hasıl olan menafiinin derece-i tasavvurdan efzun olduğu derkar ve biraz vakitten beru bazı mahallerde timur tarikler inşasiyle vapur arabaları vaz’ı ve mezkur arabaların sürat-i seyr ü hareketleriyle ne mertebelerde takrib-i merahil ü mesafat mümkün olduğu varestei kayd ü iş’ardır.
Bu esnalarda dahi sarf-ı efkarü dikkat ve bezl-i nakdine-i akl ü ferasetle bir dahi sarf-ı efkarü dikkat ve bezl-i nakdine-i akl ü ferasetle bir sanat-ı garibe dahi cilveker-i mirat i zühur olmuş ve sanat-ı mezkurenin mucidi fransalu Mösyö Dager nam bir ehl i hüner bulunmuş olup mumaileyh tahsil etmiş olduğu fünun-u mütenevvia-i bedianın asar-ı hikemiyesinden olarak inikas-ı şua-ı şems ile tersim-i eşya tarikinin ihtira ve istihraç eylemiş ve bu sanat-ı garibenin suretger-i ayine-i husul olmasına hafi ve celi yirmi sene miktarı çalışıp çabalıyaruk nihayet hezar gune tecarib-i kaviye ile fi’le getürmüş ve kuvye-i şura-ı şems-i münir ile münakkaş olan eşkal-i mahsuseyi cümleye irac ve ilan eyledikte keyfiyet beis-i tahsin-i fravan olmuş olarak ancak sanat-ı mezkurenin bervechi tafsil beyan ve tasrihi tatvili makali mucip olacağı mütaleasiyle yalnız sureti-imal ve icrasının bu mahalde zikr ü tarifi münasip görülmüştür.
Şöyle ki ezmine-i kesireden beri bir nevi sagir ve kebir kutu şeklinde olarak yukarusunda camdan ayine resminde bir penceresi ve hizasında vazolunan eşyay-ı hariciye pencere-i mezbura akseder (kamara opskura) tesmiye olunur bir nevi alet mevcut olmağla salifüzzikir mösyö Dager eşyay-ı mezkurenin alet-i mezbure ile bir levha üzerine tersimi mümkün olacağını evvel-i emirde cezmetmiş ise de eşyay-ı hariciyenin tersimine muktezi olan bilcümle keyfiyatın istihsali zımnında şemsin tesir-i ziya ve şuaı mümkin olacak bazı eczay-ı kimyeviye tedariki icabtan olduğunu yakinen tefehhüm etmekle ressam-ı mumaileh bu hususun istihsali çaresine çalışarak nihayet eşyay-ı mezburenin nuhasdan masnu olarak üzeri gayet ince gümüş kaplu bir levha üzerinde tersimi mümkün olduğunu mülahaza ederek olbapta vaki olan tecrübesi rehin-i hayyiz-i husul olmuş olup filhakika levha-i mezkure iyot tesmiye olunur bir nevi cezay-l kimyeviye buharına birkaç dakika karşu tutularak ba’dehu derhal salifuzzikir kamara opskura devaz olundukta beş dakika mürurunda lavhay-ı mezkurenin eşyay-ı mezbure ile mürtesem olarak çıkarıldığı meşhud-u sıgar ü kibar ve alelhusus bazı emakin-i cesime ve enbiye-i mürtefianın tersimi maddesine gelince sanat-ı mezkurenin kadr ü kıymetine baha olmadığı ve tahsil-i ulum-u rizaziyeye hacet kalmaksızın kaffe-i eşyay-ı zahiriyenin bilcümle keyfiyat-ı tabiiye ve sınaiyyesiyle tersim ve istihracı mümkün olduğu bedihi ve aşikardır. Ve eşyay-ı mezburenin ber minval-i muharrer eşkal-i mahsusesi tabiat-ı ecza iktizasınca karakalem ise de ba’dazin kuvve-i ulum u marifet ve vasıta-i tecarip ve dikkatle elvan-ı mütenevviaden mürekkep olarak tersim ve teşkili dahi mümkün olacağı muhtemelattan görülmekte ve elhalet ü hazihi Almanya taraflarında Lipman nam şahsın bu hususun ihtiraına destres olduğu dahi nakl i riayet kılınmaktadır. Ve garaipten olarak salifüzzikir Mösyö Dagerin icat ve ihtira kerdesi olan sanat-ı acibenin zaman-ı neşr ü ilanı eshab-ı ilmü kemalden Talbat nam bir İngilterelunun dahi aynı olarak sanat-ı mezkurenin ihtirai ile halka ilanı vaktine tesadüf etmiş ve şahs-ı merkum dahi filhakika şua-ı şemsi tersim-i zevahiri eşyada dilediği gibi aksettirmekte ise de mumaileyh Mösyö Dagerin sanat-ı muhteriası tamamiyet üzere bulunduğu tahakkuk eylemiştir.”
Yine Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan 26 Cemaziyel-ahir 1256 ya da 15 Ağustos 1841 tarihli ve 47 sayılı Ceride-i Havadis gazetesinde ise şöyle bir haber yer almıştır:
“Alat-ı hendesiyeye ihtiyaç messetmeksizin ve tatih ü taksim ile vakit geçirilmeksizin bir mahallin resm-i mücessemini almak için Avrupada Dager dedikleri bir zat bir alat icad edip Dagerin basması manasına Dageryotip tesmiye etmiş ve mukaddema kitabı dahi İstanbul’a gelmiş ve terceme edilmiş olmağla bilenlerin mağlumudur.” Bu parçadan, Daguerre’in fotoğrafçılık tekniği üzerine yazdığı bir kitapçığın 1841’de Osmanlıca’ya çevrilmiş olduğu anlaşılmaktadır.
1842’de ise Daguerreotype İstanbul’a gelir. 8 Cemaziyelahir 1258, ya da 17 Temmuz 1842 tarihli ve 95 sayılı Ceride-i Havadis’te şöyle bir ilan çıkar: “-İlanat- Alemin acayib-i icadatından olan eşyanın biri dahi (Dageryotip) dedikleri şeydir. İşbu alatı Fransa hünermendanından Mösyö Dager icat etmekle ana nisbetle Dageryotip tesmiye olunmuştur. Ressamlar bir adamı resmedecekleri vakit anı birkaç günler kemal-i sabr ü sükunla karşularına oturdup defa be defa nazar ederek haylı zahmetli resmederler lakin bu alatla resmolunacak olduğu vakitte güneşte altı saniyede ve güneşsiz vakitte yarım dakikada ol alat vasıtasıyla resmedip bitirirler şöyleki adamı bir ayine karşusuna oturdup dürbin vasıtasiyle matlubun resmi alat olan sandığın içindeki bakır levha üzerine mün’akıs olur. Şimdi Mösyö Dagerin şakirdanından Mösyö Kompa İstanbul’a gelmiştir. Ve Beyoğlunda Belvü dedikleri lostıryada eğleniyor. Bütün gün ol arada bulunup icray-ı sanat eyliyor. Hususiyle Pazar günleri saat dokuzda başlayup adam başına onar kuruş alarak seyr için gelenlerre izhar-ı marifet eyler. Bundan başka ister ise bir adam ister ise bir mahal ve ister ise birkaç adam olarak resmini çıkarır. Mahal dediğimiz faraza Üsküdardan İstanbulun görünmesi ve İstanbuldan Üsküdarın resmi seyrolunması gibidir. Bir adamın ve birkaç adamın tasvirinin yapılması yüz kuruştan yüz yetmiş beş kuruşa kadar olup bir mahal resmi yüzyirmi beş kuruştan bin kuruşa kadar cerametine göredir. Ve Mösyö Kompa işbu sanatı talip olana talim edecek ve iktiza eden alatını dahi satacaktır. İşbu keyfiyeti bu vechile olduğu malum olmak için ilan olundu.”
Fotoğrafçılığın Türkiye’deki İlk Temsilcileri Yabancı Gezgin Fotoğrafçılar
17 Temmuz 1842 tarih ve 95 sayılı Ceride-i Havadis gazetesinde çıkan “İlanat”tan da anlaşıldığı gibi, mösyö Kompa adında, Daguerre’in öğrencisi olduğu belirtilen bir zat İstanbul’a gelerek, Beyoğlu’nda Daguerreotype olayını uygulamaya, göstermeye ve isteyen olursa öğretmeye başlamıştır. Mösyö Kompa, fotoğrafın icadından hemen sonra dünyaya dağılarak, bu sanatı tanıtan ve dünyayı görsel açıdan belgeleyen pek çok fotoğrafçıdan sadece bir tanesidir. Daguerreotype’in ne olduğunu, bulunuşunu ve özelliklerini 1839’da gazeteden öğrenen İstanbul ahalisinin bu buluşla karşılaşması ise ilk kez Mösyö Kompa’nın gelişiyle gerçekleşmiştir.
Osmanlı ülkesi ve özellikle İstanbul, Batılıların daima ilgisini çekmiş ve pekçok diplomat, yazar, şair, ressam, fotoğrafçı, maceraperest ve gezgin buraya uğramıştır. İçlerinde sanatkar olanları gravür, seyahatname, fotoğraf gibi eserleriyle gezdikleri yerleri, gördükleri şeyleri, insanları, gündelik yaşamı belgelemişlerdir. Edmondo de Amicis, Gerard de Nerval, Gustave Flanbert,
Maxime du Camp bunlardan sadece birkaç tanesidir. Sonuncu isim yani Maxime du Camp özel bir öneme sahiptir. Du Camp, Antik Mısır’ın fotoğraflarını çeken ilk kişi olmak tutkusuyla yanıp tutuşan bir amatördü. Geniş maddi olanaklara sahipti. 1849’da Fransa Eğitim Bakanlığından, kendisine aynı zamanda resmi bir sıfat kazandırmak amacıyla burs temin ederek, Filistin, Mısır, Suriye, Lübnan, İzmir ve İstanbul’u gezmiş, geçtiği her yerin sistematik bir biçimde fotoğraflarını çekerek, seyahatini belgelemişti. Aynı zamanda Revue de Paris’in yazı işleri müdürü olan Maxime du Camp, gezi anılarını, çektiği fotoğraflarla yayınladı. Bu, “… basım tarihinde bir dönemeç noktasıdır. Çünkü ilk olarak bir gezi röportajı, fotoğraflarla da değerlendirilmiş olarak çıkıyordu.”1 Maxime du Camp ayrıca bir fotoğraf albümü meydana getirmiştir.
Gerek yazı anılarında gerekse albüm içinde yer alan fotoğraflardan Türkiye’ye ait olanlar, çok büyük bir olasılıkla, ülkenin ciddi, sistematik biçimde çekilen ilk fotoğrafik görüntüleridir.
XIX. yüzyılın en önemli olaylarından biri “Kırım Savaşı”dır. Bir yanda Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere, Fransa, Sardunya, öbür yanda Rusya arasında cereyan etmiştir. 1853-1856 yılları arasında ikibuçuk yıl devam etmiş, Rusya’nın yenilgisi ile sonuçlanmıştır.
Kırım Savaşı, askeri ve politik bakımdan olduğu kadar fotoğrafçılık açısından da önemli bir tarihi olaydır. Roger Fenton, “fotojurnalizm”in ilk örneklerini, savaşın dehşetini yakaladığı fotoğraflarıyla burada verir. Ayrıca tesadüflerin, başlangıçların nedeni olduğu gerçeği, bir kez daha ispatlanmış ve Kırım Savaşı dolayısıyla harekete geçen Mareşal Moltke birliklerine dahil ve asıl mesleği kimyagerlik olan “Rabach” adında bir fotoğrafçı, İstanbul’a gelerek profesyonel anlamda ilk fotoğrafhaneyi açmıştır. (1856)
Rabach, kısa sürede işlerini geliştirir. Bir yandan da yardımcılarına-ki bunlar geleceğin ünlü fotoğrafçıları Abdullah Biraderler’dir-sanatı öğretmektedir. İki yıl sonra Almanya’ya döner. Stüdyosunu ve laboratuarını Abdullah Biraderler’e bırakmıştır. (1858)
Abdullah Biraderler, Sébah-Joailler, Phébus, Apollon, D. Joseph, N. Andriomenos, Vafiadis, Michailides, Nicolaides, Papazyan Biraderler, Pascal-Sébah, Gülmez Biraderler gibi Osmanlı fotoğrafçılarının; Maxime du Camp, Gustave Flaubert, Gérard de Nerval, Joseph Girault de Prangey, Edmondo de Amicis gibi gezginlerin; Guillaume Berggren, J. Sandoz, E. Rommler, James Robertson gibi yabancı fotoğrafçıların; Stéphan Passet, Frédéric Gadmer gibi Albert Kahn’ın “Archives de la Planéte” tasarısı çerçevesinde,2 ülkemizde çalışmış fotoğrafçıların faaliyeti bilinmektedir; ama kapsamlı araştırmaların yapıldığını söylemek hayli güçtür. Hatta hâlâ “İstanbul Ansiklopedisi” esprisi3 aşılamamıştır.
Şimdi İstanbul Ansiklopedisi’nin 1946’da yayınlanmış ilk cildinin 36. sayfasını açalım ve Abdullah Biraderler maddesini okuyalım: “Abdullah Şükrü Efendi ve kardeşi, Abdülaziz Devri’nin ilk ve en namlı fotoğrafçıları; aslen Ermeni idiler, “Fotoğrafçı” kelimesinin henüz dilimizde yerleşmediği o devirde, Abdülaziz tarafından, Abdullah Efendiye iradei seniye ile “Ressaı Hazreti Şehriyarı” unvanı verilmişti. İkinci Abdülhamid’in cülusunda, 1876 Haziran’ında çıkan bir iradei seniye ile bu unvan Abdullah Efendi’nin üzerinde ibka edildi. Çıkardıkları resimlerin kartonlarında Ressam Hazreti Şehriyarı ibaresiyle padişahın tuğrasını bulundururlardı. Bütün devlet ricali vekibarlar aile portrelerini Abdullah Biraderlere çıkartırlardı. Önceleri sadece bir Müslüman adı taşıyan bu fotoğrafçı kardeşler, ikinci Abdülhamid’den gördükleri himaye, lütuf ve ihsanın karşılığı olarak Müslüman oldular, vaka’yı yevmi malumat şöyle kaydediyor: ‘Geçenlerde şerefi İslam ile müşerref olan Serfotoğrafii Hazreti Şehriyarı izzetlü Abdullah Şükrü Efendi ile üç nefer mahdumlarının hitan cemiyeti evvelki gün Hamidiye Etfal Hastanesinde icra edilmiştir.’ Fotoğrafhaneleri, Beyoğlu’nda, şimdiki Hachette Kütüphanesi’nin karşısında, medhali karanlık, merdivenleri çıkmak ile tükenmez binanın en üst katında idi; çıkardıkları portrelerin, abide ve halk tipleri resimlerinin bir koleksiyonunu yapmış olsalardı bugün elimizde İmparatorluğun son devrine ait eşsiz kıymette bir vesika hazinesi bulunurdu. Abdullah Biraderlerin karşısına çıkan ilk rakib Febüs Efendi, sonra da Apollon Fotoğrafhanesi oldu. Hünkar fotoğrafçılığı unvanı Febüs’e verildi. Abdullah Biraderler, Meşrutiyetten sonra ise büsbütün düştü, Beyoğlu’nun üçüncü sınıf bir atölyesi oldu.”
Oysa Abdullah Biraderler, tipik birer XIX. yüzyıl fotoğrafçısıdır. Dönemin ünlü ve önemli Avrupalı ve Amerikalı meslektaşları ile ortak özellikler taşımaktadır: Abdullah Biraderler öncüdür. Fotoğraf faaliyeti ve sanatı adına birçok ilk çalışma gerçekleştirmişlerdir. Suret yasağının olduğu bir toplumda fotoğrafı kurmuş ve kabul ettirmişlerdir. Böylece fotoğrafın kültürel sınır tanımayan pluralist yapısı sayesinde, Osmanlılar da varlıklarını maddi ve manevi boyutlarıyla birlikte, görüntülerde kalıcı kılabilmişlerdir. Hem saray nezdinde hem de halk arasında ilk fotoğraf kahramanlarıdır. 1858’de kimyager Rabach’dan devralarak ilk sürekli fotoğraf stüdyosunu kurmuşlardır. Günümüzde İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde muhafaza edilen Yıldız Sarayı Fotoğraf Koleksiyonu’nun oluşmasında önemli rolleri vardır.4 Mükemmel performansları ile yazılı arşivin yanında görsel arşivin de kurulmasını temin etmişlerdir. 1867 Paris Evrensel Fuarı’na katılmışlardır.5 Bu hem fotoğraf dil yetisinin kıvrak kullanımına ilişkin uluslararası nitelikli bir kanıt hem de bir sanat olarak fotoğrafın milli kültürün temsilinde kazandığı önemin göstergesidir.
Abdullah Biraderler zanaatkardır. XIX. yüzyılda fotoğraf prosesleri maharet gerektiren zahmetli uygulamalardı. Örneğin, yaygınlaşan ilk önemli fotoğraf prosesi, Louis-Jacgues Mandé Daguerre’in Dagherrotipi (1839) beş aşamada gerçekleştiriliyordu: 1) Kimyasal olarak saf, gümüş bir tabaka ile kaplanmış levha (bakır) alınır. İyice parlatılır ve bir çerçeve içine yerleştirilir. 2) Çerçeve bir kutuya konur. Gümüş ile kaplı bu yüzey, metali altın rengine boyayacak iyot buharına tabi tutulur. 3) Levha kasnaklanır. Bir saat içinde kullanılmalıdır. Pozlama süresi 15 ila 30 dakikadır. 4) Pozlamadan sonra, levha 60 derece ısıtılmış, civa ihtiva eden bir kutuya aktarılır. Burada resim ortaya çıkar. Gelişme, sarı camdan bir pencerecik aracılığıyla incelenebilir. 5) ardından levha saf suya ve deniz tuzu ya da sodyum hiposülfit eriyiğine batırılır, sonra da bol arı sıcak su ile yıkanır.6
Abdullah Biraderlerin kullandığı, Frederick Scott Archer’in buluşu Wett-Collodion Metodu (Islak Levha Yöntemi) ise aşağıdaki işlemlere dayanıyordu: “Cam levha iyice temizlenir. Üzerine bromür ya da iyodür karıştırılmış kollodyon eriyiği (pamuk barutu+eter alkol) yayılır. Levha, gümüş nitrat banyosuna yatırılarak (beş dakika) duyarlı hale getirilir. Pozlamadan sonra, levha henüz nemli iken görüntü pirogallik asitle geliştirilir ve hiposülfitle tespit edilir.”7 Üstelik bütün bu işlemlerin, levhalar nemini kaybetmeden yapılması gerekiyordu. Çünkü nem kayboldukça, ışığa karşı duyarlılık da azalmaktadır.
Calotype (1841, mucidi: William Henry Fox Talbot), Albümin kaplı levha yöntemi (1850, mucidi: Louis Désiré Blanquart-Evrard), Ambrotype (doğrudan pozitif görüntü veren Islak Levha yöntemi, 1853, mucidi: Frederick Scott Archer), Tintype (1856, mucidi: Hamilton L. Smith) vb. gibi yöntemler de benzeri karmaşık yapıya sahipti. 1871’de Richard Leach Maddox, Kuru Levha yöntemini geliştirdi. Maddox, jelatini suda eritiyor, kadmiyum bromür ve gümüş nitrat ekliyordu. Böylece, jelatin içinde kurutuluyor ve kuru duyarlı levhalar elde ediliyordu. Proses, Richard Kenneth (1873) ve Charles Harper Benneth (1878) tarafından geliştirldi. Bu aşamadan sonra, George Eastman’ın 1888’de satışa sunduğu “Kodak” olanağına -bu yöntemde demakinanın içinde yer alan duyarkat, ışığa karşı duyarlı jelatin tabaka ile kaplanmış kağıt tabanlıydı- ve 1891’de selüloid tabanlı şeffaf duyarkatların icadına dek8 zorluklar devam etti.
Dolayısıyla söz konusu devirde fotoğraf sanatçılarının aynı zamanda birer zanaatkar olması kuraldı. Hoş, günümüzde de gelişen teknolojiye rağmen, özellikle stüdyo teknikleri bağlamında bu kural halen geçerlidir.
Daguerre, bir diorama ustasıydı; Jean-Baptiste Sabatier Blot minyatürcü ve ressamdı; Matthew Brady mücevher ve minyatürler için deriden mahfaza imalatçısıydı; David Octavius Hill usta bir ressamdı; Etienne Carjat karikatüristti… onların bu özellikleri, fotoğraf çalışmaları için faydalı olmuştu.
Abdullah Biraderlerden Abdullah Şükrü Efendi’nin (Wichen,?-1902) uzmanlık alanı, fildişi üzerine minyatür işçiliğidir. Ağabeyi Kevork (1839-1918) Venedik’te yetişmiş bir ressamdır.
Abdullah Biraderler sanatçıdır. Ünlü meslektaşları Fotoğraf Devi9 Nadar tarafından, Claudet, Luckhard, Sarony Kardeşler, Silvy gibi önemli fotoğrafçıların yanı sıra; “… Bu klasiklerin bazılarını görmemiş ve yaptıkları işin bilincinde olmaları ile pozlarının orjinalliği, efektlerin sağlamlığı ile sağlanan, ortaya koydukları eksiksiz yeteneklerine hayranlık duymamış, hangi seviyede olursa olsun fotoğrafçı yoktur.”10 Şeklinde övülen Abdullah Biraderlerin kareleri, Klasik resim estetiğinin çerçeveleme, kompozisyon ve perspektif kurallarının disiplini ve esprisiyle örülmüştür. Sadece insanların ya da insan figürüyle bezeli görüntülerle yetinmemişler, insan izlerini de saptamışlardır. Çeşitli kültür ve meslek gruplarından, farklı sınıflardan gelen insanların stüdyoda ya da kendi ortamlarında gerçekleştirilmiş fotoğraflarının yanı sıra boş iç ve dış mekanları da çekmişlerdir. Bilhassa İstanbul şehrinin mitik yapısı, canlı-cansız bütün ayrıntılarıyla belgelenmiştir.
Örneğin sarayların interior görüntüleri, çok sonraki bir fotoğraf çalışmasının (1898-1927), Eugéne Atget’nin anlayış ve mekan duyarlılığını çağrıştıran metafizik sessizliklerle donanmış fotoğraflardır. Ünlü kişilere ya da sıradan insanlara ait binlerce portre ise, bir açıdan André-Adolphe-Eugéne Disderi’nin aynı dönemde Fransa’da yarattığı ‘Cardomania’ya benzeyen bir fenomenin eseri iken, diğer bir açıdan da -eğer farkına varılsaydı- Sandervari bir koleksiyon niteliğine sahiptir. August Sander, 1910’dan 1933’e, ticari çalışmalarını, Alman halkının görsel haritasını çıkarmaya kanalize ederek gruplandırmış ve 1929’da “Zamanımızın Çehresi” başlığı ile yayınlamıştı.
Abdullah Biraderler, ister fotoğrafçılara özgü, içgüdüsel gözlem ustalığı, ister Baudelairevari bir flaneurluk (düşünür-gezerlik), isterse ticari ve resmi fotoğraf faaliyeti rutini çerçevesinde olsun, 1858 ve 1899 yılları arasında yaklaşık kırk yıl boyunca, İstanbul’da ve Kahire’de kurdukları stüdyolar aracılığıyla İmparatorluk’un mükemmelen görsel topoğrafyasını çıkarmışlardır.
Belirtmek gerekir ki kariyerleri boyunca, izlenimleri, özel bir üslup araştırması, yeni tekniklerin ve teknik olanakların denenmesini içermez ama eserlerinde, yalnızca fotoğraf olanaklarından yararlanarak özgün estetik boyutu elde etme iddiasına dayalı modern fotoğraf anlayışına ilişkin saklı evrimin başlangıç ışıltılarına rastlamak mümkündür.
Yanı sıra, fotoğrafları boyunca fotoğraf tarihi ve estetiği açısından saptamalar yapacak entelektüel değerlendirmelerden de yoksun kalmışlardır. Bu, onların yeteneklerinin ötesinde kültürel bir şanssızlıktır.
Padişah Abdülaziz, onları, saray fotoğrafçılığı unvanını vererek taltif eder. Sultan II. Abdülhamit Yıldız Sarayı fotoğraf koleksiyonunu meydana getirirken görevlendirir. Mustafa Kemal Atatürk, bu koleksiyonu İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ne devrederek (1925) güvence altına alır ve akademik değerlendirme olanaklarının yolunu açar.
Abdullah Biraderler’in gözde fotoğrafçı pozisyonunu kaybetmelerinden sonra yerlerine geçen sanatçıların en önemlilerinden bir tanesi de Phébus Efendi’dir. Ermeni asıllı ve asıl adı Boğos Tarkulyan olan Phébus Efendi, Abdullah Biraderlerin ardından sarayın resmi fotoğrafçılığına getirilmiş ve bu makamın doğal uzantısı olan sarayda fotoğrafçılık dersi verme görevine de devam etmiştir.
Fotoğrafın, gazete ve dergi gibi yayın araçlarında kullanılmasının başlaması, Osmanlı dergi ve gazetelerine de yansıdı. Padişahın seyahatleri, bayramlar, resmi törenler, toplantılar gibi önemli olayların, İstanbul, Bursa, Edirne’den ilginç köşelerin, çeşitli cephelerin, İstanbul’u ziyaret eden heyetlerin fotoğrafları, saray mensupları, yüksek rütbeli subaylar, devlet erkanı, Şeyh-ül İslam, sanatçılar vb. gibi önemli kişilerin portreleri, bunlarla ilgili haberleri tamamlar nitelikte gazeteleri, dergileri süslüyorlardı. XX. yüzyıl başlarında, devrin önemli fotoğrafçılarından biri olan Phébus’un fotoğrafları sık sık yayınlanırdı.
1841’de İstanbul’da doğan, Nikola Andriomenos, diğer ünlü bir fotoğrafçıdır. O da Abdullah Biraderlerin atölyesinden yetişmiştir. Andriomenos, stüdyo çalışmalarından başka, saray için fotoğraf albümleri düzenlemiştir. İstanbul’un kibar ve zengin çevrelerinde, sarayda taktir kazanarak, bu ailelerin gençlerine, şehzadelerine fotoğrafçılık konusunda bilgi vermiş, son Osmanlı Padişahı, VI. Mehmet Vahidettin Efendi’ye şehzadeliği zamanında yıllarca fotoğrafçılık hocalığı yapmıştır. Beyazıt Meydanı’nda olan fotoğrafhanesi, 1923’te Saray Fotoğrafhanesi adını almış, 1829’da ölümünden sonra oğluna kalarak, Beyoğlu’na taşınmıştır.
Apollon Fotoğrafhanesi, XIX. yüzyılın sonlarında, 1870-İstanbul doğumlu Aşil Samancı tarafından kurulmuş, XX. yüzyılın başlarında büyük ün ve önem kazanmıştır. Aşil Samancı, babası ressam, dekoratör Yakop Samancı’nın yanında, önce bu meslekte yetişmiş, daha sonra da Abdullah Biraderlerin atölyesinde fotoğrafçılığı öğrenmişti. Daha sonra Abdullah Biraderlerin tavsiyesi ile saraya girmiş ve işe şehzadelere fotoğrafçılık dersi vermekle başlamış, ardından sarayın resmi fotoğrafçısı ünvanını kazanarak, padişahın tuğrasını eserlerinde kullanmıştır. Stüdyosu, şimdiki Beyoğlu, İstiklal caddesinde olup, o zaman ki adresi, “Grand Rue de Péra, 397, Vis-a-vis le Bazar Allemand, Constantinople” idi. Apollon Fotoğrafhanesi, foto muhabirliği dalında ilk önemli örnekleri veren müessesedir. 1908-1909 olaylarını, ayrıntılarıyla belgelemiş, devrin flaş isimlerinin, -Niyazi Bey, Enver Bey gibi- V. Mehmet Reşad’ın çeşitli portrelerini çekmiştir. Önemli çalışmaları arasında, II. Abdülhamid’in, Osmanlı üniforması içinde Alman İmparatoru Kayzer II. Wilhelm’in ve Zübeyde Hanım’ın portreleri ünlüdür. Apollon Fotoğrafhanesi, başlangıç dönemi Türk fotoğrafçılığı açısından iki önemli özelliğe sahiptir. Birincisi, kamerayı ıssız saray bahçelerinden, insansız ihtişamlı salonlardan, tarihi binaların nötr görüntülerinden, şehrin içine, padişahın gezilerine, siyasi hadiselere, hareketli bir günlük yaşama çevirmiş olmasıdır. İkincisi, başarılı fotoğraf örneklerinin yanısıra bilinçli fotojurnalizm çalışmaları yapmış bulunmasıdır. Apollon müessesesinin kurucusu, Aşil Efendi olmakla birlikte fotoğraf kartonlarında zaman zaman Gülmez Fréres ismi, Apollon ibaresinin altında geçmektedir.
Kuruluşu 1857’ye dayanan, Sébah-Joaillier müessesesi, şimdiki Beyoğlu, İstiklal Caddesinde, o zaman ki adresi ile, “439, Grand-Rue de Pera”da faaliyet gösteriyordu. Hem resmi olarak saray fotoğrafçılığı unvanını kullanabiliyordu, hem de basının görsel malzeme ihtiyacına büyük ölçüde cevap veriyordu. Örneğin devrin revaçta mecmualarından Şehbal’de sık sık Sébah-Joaillier tarafından çekilmiş, padişahın seyahat röportajlarına, devrin önemli şahsiyetlerine, çeşitli resmi törenlere vb. gibi önemli olaylara ait, pek çok fotoğraf yer almaktadır. Ayrıca, saray için hazırlanan, fotoğraf albümlerinin çok büyük bir kısmı onun tarafından düzenlenmiştir.
Sonraları Jac Ques İskender tarafından devralınarak “Foto Sabah” adıyla -eskiyle hiç benzerliği bulunmamakla birlikte- günümüze dek gelmiştir. Phébus, Apollon ve Sébah Joaillier, çok özgün bir üslup sahibi olmamakla birlikte, fotojurnalizm dalında gösterdikleri samimi ve yoğun çaba, onlara Türk fotoğrafçılığı tarihi içinde tarihi bir yer kazanmaktadır.
Bu fotoğrafçıların dışında, Kargapulos özellikle İstanbul gündelik yaşamının vazgeçilmez unsurları olan, İstanbul esnafının fotoğraflarıyla, Nicolaides, Michailidis, Vafiadis, stüdyo çalışmalarının yanında saray için, Bursa, İstanbul, Edirne başta olmak üzere yurdun çeşitli köşelerinden güzellikleri, önemli yapıları, sürmekte olan inşaatları çekerek meydana getirdikleri fotoğraf albümleriyle dikkati çekerler.
Müslüman-Türk Fotoğrafçılar
Osmanlı uyruğundaki azınlıklar, yabancı dil bilmeleri, Avrupa’ya gitme olanaklarının bulunması ve Avrupa kültürüyle aralarındaki bağlantı nedeniyle, ortaya çıkan yeniliklerden yerli halka nazaran daha çabuk haberdar olmaktadırlar. Bu durum, ilk fotoğrafçıların çoğunluğunu, azınlıklara mensup kişilerin teşkil etmesinin nedenlerinden biridir. Ama zamanla Türk fotoğrafçıları da bu sanatı icra etmeye başlamışlardır. Rahmizade Bahattin Bey, 1905’te Girit’te küçük bir atelyede başladığı fotoğrafçılık mesleğini İstanbul’da sürdürmeye karar verir ve böylece burada fotoğrafhane açan ilk Müslüman-Türk unvanını kazanır. (1909) Sonradan “Resne” adıyla anılan müessesesi, 1920’lerde Babıali’deki merkezin yanısıra Bahçekapı ve Üsküdar’da da şube açacaktır. Rahmizade Bahattin Bey (Baha Bediz), Türklere bu konuda öncü olur ve ondan sonra da fotoğrafçılık alanında pek çok sanatçı faaaliyet gösterir.
Türkiye’de “Batılılaşma” hareketinin ilk uygulaması okullarda özellikle de askeri eğitim kurumlarında başlamıştır. Batılı ölçülerde öğretim yapan bu yerlerden yetişen subaylar özellikle de ressam ve haritacı olanlar arasında doğrudan fotoğrafla uğraşanlar bulunmaktadır. Bu kişiler, askerlik alanında vazgeçilmez bir işlevi olan fotoğrafçılığın, ordunun içinde bir daire haline gelerek çalışmasını sağlamışlardır.
1 Yazarı belirsiz, “100 Yıl Önce Yabancı Gözüyle Türkiye”, Milliyet gazetesi, 30 Mart 1972, s. 5.
2 Bu tasarı, 1910-1930 yılları arasında Albert Kahn tarafından finanse edilmiş ve bilimsel bir anlayışla, dünyanın birçok ülkesinde film ve fotoğrafla belgeleme çalışmaları yapılmıştır. Tasarı dahilinde, 1912-1923 yılları arasında Türkiye’de 1557 autochrome çekilmiştir.
3 Reşat Ekrem Koçu’nun (1905-1975) hazırladığı İstanbul Ansiklopedisi, kültür hayatımızın ilginç girişimlerinden biridir. Ayrıntılı bir şekilde İstanbul’u konu almıştır. Padişahlar, şairler, kabadayılar, fotoğrafçılar, tabipler vb. gibi çok değişik gruplara mensup kişiler, saraylar, sokaklar, kahveler, bahçeler, çeşmeler boyunca kent tarihiyle coğrafyası dahilinde, hakikat, tevatür, rivayet ve tecessüs ile örülü bir atmosferde anlatılmaktadır. Dolayısıyla yapıt, adeta Borgesvari espriyle kaleme alınmış ironik boyutta seyreden ansiklopedik bir fiction/kurgu esere benzemektedir. Nitekim esrarengiz bir şekilde, yalnızca H harfine kadar yayınlanmıştır (!) Yine de fotoğraf tarihimiz açısından yararlı olabilmektedir.
4 Simber Rana Karadadaş (Atay), Fotoğrafçılığın Başlangıç Dönemi ve Türkiye’de İlk Yılları, Yüksek Lisans Tezi, İzmir 1983, s. 59.
5 Engin Çizgen, Türkiye’de Fotoğraf, İletişim Yayınları, İstanbul 1992, s. 51.
6 Jean A. Keim, Breve Storia della Fotografia, Giluilo Einaudi Editore, Torino 1976, s. 10.
7 Wiladimiro Settimelli, I Padri della Fotografia, Cesco Ciapanna Editore, Roma 1979, s. 89.
8 Beaumont Newhall, Storia della Fotografia, Giulio Einaudi Editore, Torino 1984, s. 178.
9 Nadar (Gaspard-Félix Tournachon asıl adıdır. 1820-1910), 1850’lerde, sade ama seçkin üslubuyla ünlü kişilerin fotoğraflarını çekmeye başlamış ve bir sanat olarak portre fotoğrafçılığının tesisinde önemli rol oynamıştır. İlk yeraltı ve hava fotoğraflarını da O gerçekleştirmiştir (1858). Sanatı, stüdyosu, yaşam tarzı ve fotoğraf anlayışı ile önemli bir semboldür. Havadan fotoğraf çekerken kullandığı balonun adı Le Géant (Dev) idi.
10 Nadar, Quando Ero Fotografo, Editori Riuniti, Roma 1982, s. 153; Aktaran: R. E. Martinez, Mimarlık Dergisi, İstanbul, Nisan 1968, s. 39
Dostları ilə paylaş: |