TüRKİYE’de yerel özerklik tartişmalarinin turnusol kâĞidi olarak gezi parki süreci



Yüklə 171,91 Kb.
səhifə1/3
tarix23.04.2018
ölçüsü171,91 Kb.
#48936
növüYazı
  1   2   3

YEREL ÖZERKLİK TARTIŞMALARININ PRİZMASI OLARAK GEZİ DİRENİŞİ SÜRECİ

Cemal SALMAN*

Ayten ALKAN**

Özet
Yerel özerklik, en temelde, bir yerel topluluğun kendisi ve yaşam çevresiyle ilgili kararları alıp uygulayabildiği bir alan yaratabilmesi ve söz konusu yaşam çevresine ve karar süreçlerine ilişkin haklara sahip olup bunları kullanabilmesidir. İlgili yazında bu kavram, başlıca iki boyutuyla değerlendirilir: Birincisi, merkezi ve yerel yönetimler arasındaki; ikincisi (merkezi ve/ ya da yerel) yönetimle yerel topluluk arasındaki ilişkidir. Bir başka deyişle yerel özerklik, hem yerel yönetim biriminin merkezi yönetim karşısındaki hem de yerel toplulukların yerel ve merkezi yönetimler karşısındaki hareket ve irade alanını karşılayan bir kavramdır.

Yerel özerkliğe ilişkin tartışmalar Türkiye’de bir süredir yerel yönetimlere ilişkin yasal düzenlemeler çerçevesinde ve / ya da Kürt Siyasal Hareketi’nin savunduğu “Demokratik Özerklik” bağlamında, AYYÖŞ başta olmak üzere birtakım uluslararası hukuki metinler ekseninde tartışılmaktadır. 27 Mayıs 2013’te başlayan ve Gezi Direnişi olarak kayıtlara geçen toplumsal hareketlilik, bu kavramın anılan boyutlarının hiçbirinin Türkiye’de özümsenip derinleştirilmediğinin yeni ve çarpıcı bir göstergesi olarak da anlam kazanmıştır. Gezi Parkı ve Taksim Meydanı civarında yapılacak düzenlemeler için alınan karar ve hayata geçirilen idari işlemlere, bu karar ve işlemlerden etkilenecek toplumsal kesimler hiçbir şekilde dâhil edilmemiştir. Bu, kentli haklarının temel bileşenlerinden olan katılım açısından sürecin demokratik değil, tepeden ve dayatmacı usulde yürütüldüğünü ve yerel toplulukla yerel yönetim arasındaki ilişkinin kopuk olduğunu gösterir. Nitekim Büyükşehir Belediye Başkanı’nın olaylara ilişkin açıklamaları da bu iddiayı destekler mahiyettedir. Gezi Direnişi süresince birinci derecede muhatap konumundaki ilçe belediyesi ve büyükşehir belediyesi yerine, merkezi yönetimin İstanbul’daki en üst temsilcisi olan Vali’nin yanı sıra ve bilhassa bizzat Başbakan’ın açıklamaları ve talimatları öne çıkmıştır. Böylelikle, yerel yönetimler üzerindeki –idari ve daha çok siyasi- vesayet de açıkça gözler önüne serilmiştir.

Bütün bu veriler ışığında çalışmamız, Gezi Parkı protestoları çerçevesinde yerel özerklik, yerel halkın kararlara katılımı, hizmetin ve yönetimin yerindenliği, idari ve siyasi vesayet, kentli hakları/ kent hakkı gibi kavramları yeniden tartışmaya açmak ve bu kavramları Gezi Direnişi tecrübesi ışığında ele almak amacındadır. Çalışma, Gezi Parkı protestolarıyla başlayıp ülke geneline yayılan hareketlerin medya okumaları ile İÜ SBF’de 2012–2013 Bahar Dönemi’nde okutulan Yerel Yönetimler lisans dersine kayıtlı öğrencilerin sürece ve süreç bağlamında yerel özerkliğin görünümlerine ilişkin görüş ve değerlendirmeleri ışığında temellendirilecektir.

Anahtar Kelimeler: Yerel Özerklik, Kentli Hakları / Kent Hakkı, Kararlara Katılım, Demokratikleşme, İdari ve Siyasi Vesayet, Gezi Parkı Süreci, Gezi Direnişi.

Gezi Resistance Process as a Prism of Debates on Local Autonomy

- Abstract -
Local autonomy can be defined as the capability of a local community to possess the will power and / or create a sphere where they can call their own shots. The term is evaluated in the related literature with regards to its two basic dimensions: Firstly, in the context of the relations between the local and central administrations and secondly, as a problematic of the relations between local and/or central authorities and the local community. In other words, this term refers both to the status of the local authority vis a vis the central authority, and also to the position of the local community in the face of the local and central authorities.

The actual political agenda and debate in Turkey has been gradually focusing more on local autonomy either on the prompting of new legal arrangements on local administrations or “Democratic Autonomy” for which the Kurdish Political Movement has been standing, and with reference to certain international juridical texts, mainly the European Charter of Local Self-Government. Recent mass demonstrations which have been immediately named as Gezi Resistance since the 27th of May 2013, recalls for both a deeper meaning, and also stands as an indicator of this term, local autonomy whereas local autonomy itself seems to be precarious with regards to its both aspects. Interested social and professional groups have never been included in the decision-making processes and administrative acts concerning Gezi Park and Taksim Square. The administrative, -the so-called- technical, and the political processes were not participatory and democratic; on the contrary, these were all patronizing. As a matter of fact, the statements of the Metropolitan Municipality’s Mayor stood up with this assertion too. In the course of the events, almost all explanations and directives concerning the Park and Taksim Square, as well as the democratic mass mobilization, have been either directed by the City Governor, who is the head agent of the central administration, or –and the most- by the Prime Minister, who is the head of the central administration. Local authorities to count as the representatives of the Beyoğlu district Municipality and the Metropolitan Municipality, who should be the primary respondents to the demonstrators –that is to say, citizens- were all in a deep silence. One could simply and shortly make out the degree and quality of local autonomy by merely following the declarations of political authorities and distinguishing their position. The public announcements were serving –amongst many other things- as an obvious indicator of administrative and moreover, a political tutelage.

In the light of all these initial ascertainments depending on the view both from above and within, and with a reevaluation necessitated by the Gezi Process, our study aims to discuss certain consequential conceptualizations of urban politics, i.e. local autonomy, the right to political participation and decision-making, subsidiarity, administrative and political tutelage and the right to the city. The study will depend on the analysis of the related media readings as well as of participant observations and experiences, besides students’ views who were attending the “Local Administrations” (BS) courses during the spring semester of 2012-2013 academic calendar at the Faculty of Political Science - İstanbul University.
Key Words: Local Autonomy, Urban Rights / Right to the City, Democratization, Participation to Decision-Making, Administrative and Political Tutelage, Gezi Park Process, Gezi Resistance.


Giriş
Türkiye’de yerel özerklik tartışmaları, bilhassa 1990’ların başlarından bu yana, ağırlıklı olarak Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı bağlamında ele alınmaktadır. Şart, yerel özerkliği, yerel yönetimin merkezi yönetim karşısındaki konumu ve yönetsel, yasal, mali yetkilerinin belirlenmesi esasında ele alır. Bir başka deyişle Şart’ta yerel özerklik, yönetimler arası ilişki düzleminde, daha çok araçsal-teknik bir uygulama biçimi olarak alınır ve yerel topluluğun özerkliği büyük ölçüde değerlendirme dışında tutulur. Türkiye’de yürütülen tartışmalar da bu normatif belgenin, çok büyük ölçüde özerk yerel yönetimin tanımlayıcı / kurucu niteliklerini belirleyip merkezi yönetimle yerel yönetimler arasındaki ilişkileri düzenleyen kurumsalcı sınırlarını aşmakta zorlanmaktadır. Yaklaşık elli yıldır yerel özerklik (ya da farklı kullanımlarıyla adem-i merkeziyet, idari muhtariyet vb.) akademik çalışmalarda büyük ölçüde yönetimler arası bir mesele olarak incelenmektedir.

Öte yandan Türkiye’nin, Şart’ın bu büyük ölçüde dar-kurumsalcı ve yerel toplulukla yerel yönetimi özdeşleştiren çerçevesinin de gerisinde olduğunu not etmek gerekir. Bir başka deyişle, Şart’ın yönetimler arası bir uygulama biçimi düzeyinde ele aldığı özerklik çıtası dahi Türkiye yerinden yönetim pratiğinin erişebildiği ve siyasi iktidarın erişme iradesi gösterdiği bir asgari ölçü değildir.1 Başta Anayasa’nın -yakın zamanlı “sivil anayasa” çalışmalarında dahi en azından henüz gündeme gelmemiş olan- 127. Maddesi olmak üzere2, bütün idari mevzuat, aslolarak merkezin güçlendirilmesi ve hâkim tutulması üzerine biçimlenmektedir. 2004-2005 yıllarında yürürlüğe giren yeni yerel yönetimler mevzuatının; belediyelerle il özel idarelerini gerek yeni katılım mekanizmaları tanımlaması itibariyle gerekse yetkice rahatlattığını söylemek olanaklı olmakla birlikte, hizmetlerin, yatırımların ve kentsel toprakların sermayeye aktarımının yasal zemini de yine aynı mevzuat tarafından sağlanmıştır. Öbür yandan, söz konusu göreli yetki genişlemesi, izleyen yıllarda yapılan ve sonuncusu Kasım 2012’de 6360 sayılı Kanun’la kotarılan bir dizi düzenleme; kentsel alanlara türlü müdahaleleri yeniden ve güçlü bir biçimde merkez’in alanına aktarmıştır.3 Yerel yönetimlerin güçlendirildiği iddiasındaki düzenlemeler dahi aksi yönde bir güçlenmeye hizmet etmekte ve en azından “yerel düzeyde merkezileşme” denebilecek bir yapının zeminini oluşturmaktadır.

Öte yandan, bilhassa 2000’li yılların sonlarından itibaren, -tam da yerel özgünlük ve özgüllüklerin ‘doğal’ sonucu olarak- farklı kanallardan ve farklı ihtiyaç ya da itkiler sebebiyle de olsa Türkiye’de yerel toplulukların, hem Şart’ın dar-kurumsalcı çerçevesinin hem de otoriterleşen merkeziyetçi yönetimin gölgesinde kalmaya başlayan yerinden yönetim pratiğinin sınırlarını zorlayan açık ya da örtülü bir özerklik talebini yükseltmekte olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Kürt siyasal hareketinin 2009 yılında ortaya attığı ve 2011 yılında Demokratik Toplum Kongresi üzerinden ilan ettiği “Demokratik Özerklik” talebinde billurlaşan idari-siyasi önerme, bu kanallardan ilkidir:

“Kimi eksiklik ve içsel çelişkilerine rağmen, yerel yönetimler veyahut belediyecilik belli bir içsel bütünlüğe sahip, bir alternatifin bugünden boy vereceği yerler olarak kurgulanıyordu.

Modele göre, BDP’li belediyeler, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojist bir anlayışla mahalle meclisleri ve kent konseyleriyle örgütlü toplumun geliştirilmesinde aktif rol üstlenmeli, tekelci kapitalizm karşısında sosyal alanların genişlemesini, öz yeterliliği ve dayanışmayı esas alan ‘katılımcı topluluk ekonomisi’ni geliştirmeyi hedeflemeli[ydi].” (Değirmen, 2013)

Bu program, esasen daha üst düzey bir gerilimin aşılamamasından mütevellit, Türkiye’de yerinden yönetim arayışları çerçevesinde yeterince ve kapsamlı bir biçimde tartışılamadı. Kürt siyasal hareketinin yoğunlaştığı bölge belediyelerinin, ülkenin geri kalanından farklı olarak “ulusal düzeydeki bir temsil açığı”nı telafi eden siyasi fonksiyonları bir yandan, programın temelde ulus-devlet ötesi “Demokratik Konfederalizm”in Türkiye ayağını oluşturması diğer yandan ve daha kadim bir faktör olarak da Türkiye Cumhuriyeti’nin yerleşik bölünme kaygıları, bu gerilimi canlı tuttu. İçinden geçtiğimiz süreçteyse bu yapıl(a)mamış tartışma, “çözüm süreci” olarak adlandırılan müzakerelerin şeffaf olmayan gel-gitleri, tıkanıklıkları ve belirsizlikleriyle beraber, en azından konjonktürel olarak gündemden kalkmış görünüyor. Söz konusu program ve önerinin daha derinlikli analizine burada girişmiyor olmamız, yalnızca bu metnin kendisine odak aldığı vak’ayla ilgili değil. Bunun da ötesinde, yer temelli sorun, ihtiyaç ve hareketlilikleri aşan, daha üst ölçekli bir siyasi tanınma sorununu bünyesinde taşıyan ve bu anlamda kenttaşlığın ötesinde yurttaşlık statüsünü ilgilendiren boyutlarının olmasından.

İlginçtir ki ülkenin “Demokratik Özerklik” önerisini çıkaran bölgesinde sokak hareketliliğin “barış görüşmeleri” çerçevesinde yürütülen müzakerelere bağlı olarak durakladığı bir konjonktürde, ülkenin batısı “3-5 ağaç yüzünden” hareketlendi. Esasen Mayıs sonunu takiben hızla yoğunlaşıp yaygınlaşan sokak protestoları ve eylemlere katılımın da sınırlayıcı bir biçimde kenttaşlık ekseninde ve yer-temelinde belirlenen sorun, ihtiyaç ve taleplerle gerçekleştiğini iddia etmek olanaklı değil. Zira İstanbul’un kalbinin attığı bir meydanın kıyısına konuşlanmış bir Park’ın da kıyısına yapılan hukuksuz müdahalenin kıvılcımını yaktığı karşı-duruşun çok kısa bir süre içinde hiç öngörülmedik biçimde kitleselleşmesi, insanların yaşam çevrelerinin ötesinde ve üstünde bir yurttaşlık sorunları olduğunu, aslolarak siyasi iktidarın yönetme anlayışına ve pratiklerine dair çok katmanlı bir memnuniyetsizlik ve öfke biriktirmiş olduklarını gösteriyordu.4 Birey-siyasi iktidar ilişkisini ilgilendiren daha üst düzey bağlamı, bir önceki örnekten farklı olarak homojen bir nitelik göstermeyip grup / etnisite temelli talepler biçiminde ifadesini bulmasa da düzeylerin, dolayısıyla sorunsalların geçirgenliği burada da açıktır. Yine de hem çıkış noktası (kamusal mekâna yapılan bir müdahale) itibariyle, hem de çeşitlenme (park ve kampüs forumları, kimi kentsel kamusal mekânların ve bileşenlerin yeniden sahiplenilip anlamlandırılması pratikleri) ve yinelenme (Eylül ayında vuku bulan ODTÜ ve Tuzluçayır-Ankara hareketleri) özellikleriyle, Gezi Parkı’ndan doğru başlayan eylemlilik, tereddütsüz bir biçimde kentsel toplumsal hareket olarak nitelenebilir. Dolayısıyla, yerel özerklik ve yerel özerklik nosyonuyla ilişkilendireceğimiz kentli hakları ve kent hakkı tartışmasının yapılabilmesi için çok daha elverişli bir vak’a oluşturmaktadır.

27 Mayıs 2013’ün de öncesine gidersek; HES, TES ve nükleer santraller için verilen ayrıcalıklar, kentsel dönüşüm adı altında Sulukule, Gülsuyu-Gülensu, Başıbüyük, Ayazma, Mamak, Dikmen vb. birçok yoksul mahallenin mutenalaştırılması girişimleri, Emek Sineması’nın da bulunduğu Cercle d’Orient ya da Atatürk Orman Çiftliği gibi hafıza-mekânları ve / ya da sembolik değeri olan farklı ölçeklerdeki mekânlara yapılan imar müdahaleleri ve sayabileceğimiz benzeri yüzlerce projeyi ve bunlar karşısında verilen mücadeleleri anımsatmak gerekir. Bu anımsatma, siyasi iktidarın ve ideolojik aygıtlarının kitle hareketleri başladıktan çok kısa bir süre sonra, sivil itaatsizlik süreciyle formlarını yalıtık olarak ‘dışarı’da köklendirme gayretlerinin tümden çok katmanlı bir yok sayma üzerine bina edildiğini görmek için de gerekli:

“Taksim’e adeta ithal edildiği farz edilen bu protesto yöntemlerine özellikle kırsal merkezli ekoloji hareketleri 2000’li yılların ortalarından beri sıklıkla başvuruyor. Bu yöntemlerin farklı veçhelerini Muğla-Yuvarlakçay nöbetinde, Kastamonu Loç Vadisi’nde iş makinalarının üstüne çıkan köylü kadınlarda, Trabzon-Solaklı Vadisi direnişinde, 31 Mayıs 2011 Hopa olaylarında, Sinop-Gerze Termik karşıtı harekette, Erzurum Aksu Vadisi HES karşıtı eylemlerinde, Artvin’in maden karşıtı mücadelesinde, kısacası hemen hemen tüm yerel çevre hareketlerinde bulmak mümkün. Tarihçesi OWS [Occupy Wall Street] ve Arap Baharı’ndan daha eskiye dayanan bu eylem ve yöntemler – anaakım medyada hak ettiği yeri bulamamış olsa da – Taksim meydanındaki görece tecrübeli ve politik aktivistlerce çok iyi biliniyor ve yakından takip ediliyor. Bu manasıyla Taksim direnişi yöntemleri açısından tamamen yeni değil; toplumsal mücadele belleğinde büsbütün bir kesintiye değil, göreceli devamlılığa denk düşüyor.

Yöntemsel benzerliğin ötesinde Gezi Parkı direnişi ile yerel ekolojik mücadeleler içerik olarak da birbirlerine benziyorlar. Kırsal mücadelelerin HES, termik ve nükleer santral, maden, taş ocağı, çimento fabrikası vb. proje karşıtlıklarının ve Gezi direnişinin arka planında aslında çok basit bir süreç yatıyor: Müşterek alanların o veya bu şekliyle – ve çoğunlukla köyde kalkınma kentte marka şehir yaratma adına – sermayenin kullanımına tahsis edilmesi. Aslında sürecin bu ortaklığı eylemlerin diline de yansıyor. Bu bağlamda yaşam alanı kelimesinin ve ‘yaşam alanlarımızı savunuyoruz’ sloganının hem yerel ekoloji mücadelelerince,  hem de Gezi Parkı sürecinde sıklıkla kullanılıyor olması bir tesadüf değil.” (Erensü, 2013)

Şüphesiz, bahsi geçen yerel müdahalelerde de yerel toplumsal hareketlerde de “ulus-aşırı” bir bağlam var: Bir yandan kapitalizmin evrenselleşmiş aşamasının massettiği yerellikler, öbür yandan da toplumsal mücadelelerin hem tarih hem coğrafya-aşırı kolektif ve birikimli karakteristiği üzerinden. Kapitalizmin mekân üzerinden spesifikleşmiş güncel aşaması / formu dikkate alındığında, küresel ya da ulusal sermaye güçlerinin yerel yönetimler üzerinde merkezi yönetimden daha az vesayet uyguladığını iddia etmek güç olur örneğin. Bu ortamda yerel yönetimler ve topluluklar için AYYÖŞ üzerinden yürütülen tartışmalarda bahsi geçen özerklik alanlarının ihlali, zaten fiilen tali ya da marjinal kalıyor. Veyahut bütün idari-mali özerklik kanalları açık tutulsa dahi demokratik kültürün oturmadığı ve / ya da demokratik teamüllerin ziyadesiyle ihlâl edildiği bir yerde siyasi vesayetin diğer bütün özerklik kanallarını tıkayabilecek güçte olabileceğini görmemek, meseleyi bütünüyle eksik okumak olacaktır (Salman, 2013).

Bu tarz bir eksik okumanın yansımalarını Gezi sürecinde bir kez daha ve çok açık şekilde gördük. Bu süreçte bir kez daha anladık ki herhangi bir yer’de yaşayan insanlar açısından oradaki yerel yönetimin tek sorunu, merkezden gelecek kaynakların kullanılmasında yerel yöneticilere danışılması, yerel düzeyde seçilmişlerin görevlerini serbestçe yerine getirebilmeleri ya da yerel yöneticilerin idari açıdan denetlenmesi değil. Aynı süreçte tanık olduk ki, yaklaşık on beş milyonluk bir kentin ve üç yüz bin nüfuslu bir ilçenin seçilmiş yerel yöneticileri, merkezi yönetimin plan ve talimatlarını uygulama memurlarından daha fazlası değil ve bir kentin küçük bir parkına yapılacak -görünürde sıradan- bir proje için merkezi yönetimin asli hükümet programıymış gibi sürecin içinde olması çok manidar. Bahsi geçen nüfus düzeylerinin, pek çok ülkenin nüfusundan daha fazla olduğunu hatırlatalım.

Mesafeli durmaya gayret ettiğimiz dar-kurumsalcı anlatının ötesinde sorduğumuz sorular şunlar: Yerel topluluk ya da o yerde yaşayan, çalışan, orada vakit geçiren insanlar, bütün bu çok katmanlı ve çok bileşenli ilişkisellikler ağının neresinde ve nasıl bir belirleyicilikte yer tutuyor? Kendi yaşam alanlarıyla ilgili olarak alınan kararlarda, hazırlanan planlarda, yürütülen projelerde o yer’in kullanıcıları sürece ne kadar dâhil? Göstermelik “katılım, bilgilendirme, hizmette halka yakınlık, yerel demokrasi” söylemleri bir yana, yerel topluluk kendisini birinci dereceden ilgilendiren, temel yaşam alanına ilişkin uygulamaların hiçbir aşamasında yer alamadığı sürece, yerel yönetimlerin merkezi yönetim karşısında özerk olup olmaması neyi ifade eder? Kendisi hukuki, idari ve mali açıdan özerk bir yerel yönetim karşısında, yerel topluluğun özerkliğinin garantisi nedir? Bütün yönleriyle özerkliğini elde edebilmiş bir yönetim biriminin, o yönetim altında yaşayan insanlar karşısında yeni tür bir merkez refleksiyle hareket edip etmeyeceğinin güvencesini yerel yönetimin özerkliği kavramı verebilir mi?

Bütün bu sorular, bizi aslında aynı cevaba götürür: Eğer bir özerklikten bahsedilecekse, bu, temelde hak sahibi bireyler ve topluluklar üzerinden düşünülen bir özerklik olduğunda anlam kazanacaktır. Kenttaş olmadan yurttaş da olamayacak bireyin ve bir topluluğun, bütününde de toplumun özerkliğini tanıyıp garanti altına almayan bir özerklik anlayışı ya da yöntemi, sadece erkin toplanacağı eli ve erkler arasında yapılandırılacak güç paylaşımı ilkelerini belirlemeden öteye geçemez.

Tam da bu noktada yerel özerklik nosyonuyla aslolarak içsel bir ilişkiye sahip başka nosyonları anımsatmak gerekli. Bir yer’de yaşayanların ve / ya da o yer’i kullananların o yer üzerindeki / bağlamındaki hakları ve hatta evrensel koruma prensipleri çerçevesinde düşünüldüğünde bir mekânın –bu kez bireyler ve topluluklar karşısında özerkliğini gündeme taşıyacak- “kendinde değer”i, yerel yönetimlerin özerk kılınmasıyla garanti altına alınabilecek hususlar değil. Dolayısıyla bu metinde üzerinden gideceğimiz bir kavramsal ilişki, yerel özerklik ile kent hakkı arasındaki olacak.

Bu çalışmada, bütün bu tartışmaların etrafında şekillendiği temel bazı kavramları, Gezi Hareketi pratiğini merkeze almak suretiyle yeniden gözden geçirmeye çalışacağız. Türkiye’de yerel yönetimler mevzuatına çok erken dönemlerde dâhil olmuş “Hemşehri Hukuku”na ilişkin düzenlemenin yansıttığı idare etme anlayışını, günümüz (yerel) siyasetinin ve kenttaş’a idari / siyasi yaklaşımın leitmotif’i olarak ele alacağız. Kenttaşların, bir yandan öznelik pozisyonuna öbür yandan kent hakkı’na kitlesel bir biçimde talip oluşlarını da ifade eden Gezi Hareketi’nin bu yaklaşımın toplumsal karşılığını büyük ölçüde geçersizleştirdiğini öne süreceğiz. Yerel özerklik ve (yerel) halkın yönetimde söz sahibi olması gibi nosyonlar ve siyasi pratiklerle ilgili tamamlanmamış, eksik yapılmış tartışmaların, Gezi Hareketi öncesinde, sırasında ve sonrasında kendini yeniden dayattığını ortaya koymaya çalışacağız. Bu süreci, iki somut çerçeveden okuyacağız: Birincisi, Gezi eylemleri boyunca yerel ve merkezi yöneticilerin medyada görünürlük düzeyleri, bu görünürlüğün biçimi ve söylemle pratiğin karşılaşma, uyuşma ya da çatışma eksenleri. İkinci olarak da, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde verdiğimiz, bir kısmı eylemlerin katılımcısı ve elbette tamamı kenttaş olan, Yerel Yönetimler dersinin dönem sonu sınavına katılan 88 öğrencinin sınav kâğıtlarındaki değerlendirmeleri.

Kent Hakkı’nın Yerli ve Temkinli Prototipi: Hemşehri Hukuku

Ağustos ortalarında, altına hangi metropolden olduğu not edilmemiş, ama belli ki bir direniş metropolü’nün bir yoksul semtinde üretilmiş o duvar yazısı düştü sosyal medyaya: “Semt Bizim Ev Kira!” Aradan bir ay geçmeden, bu kez 12 Eylül Kadıköyü’nde görecektik aynı duvar yazısını. Bir meslektaşımız, “Kentleşme çalışanların yıllarca anlatmaya çalıştıkları ‘hemşehri hukuku’ denilen şey bu mu?” diye soracaktı söz konusu duvar yazısını alıntılayarak.



“Hemşehri Hukuku” nosyonu, oldukça erken bir dönemde, 1930 tarihli Belediye Kanunu’yla beraber Türkiye şehir yönetimi mevzuatında yerini aldı. Henüz Lefebvre’in (1968) ve Harvey’in (2008) tarif ettiği anlamda “Kent Hakkı” ne ilgili akademik yazında ne uluslararası tavsiye niteliğindeki kararlarda ve normatif belgelerde mevcuttu. Dolayısıyla, mekânsal bağlamın ancak “sakin – meskûn olunan yer” kertesinde kurulmuş olması ve bu anlamda doğrudan doğruya mekâna dair -İngilizce literatürde claim to space dedikleri anlamda- bir hak iddiası taşımamasını eleştiri konusu yapmak anakronik olurdu.

Ne var ki, bu düzenlemenin 75 yıl sonra yürürlüğe giren yeni Belediye Kanunu’nda, herhangi bir yaptırımı ve kolaylaştırıcı / zorlayıcı mekanizması kurulmaksızın “katılım ve işbirliği” ekseninde (ve görünüşte) genişletilmiş olması dışında aynen yer alması, başka sorunsallar etrafında da, ama burada bu kez anakronik niteliği çerçevesinde ele alınmayı hak eder. Anakronizmi; kanun yapıcının yalnızca aradan geçen süre zarfında yaşam çevresine bağlı hakların genişlemesi ve derinleşmesinden değil, aynı zamanda genel olarak kamu yönetimi, özel olarak da yerinden yönetim anlayışlarındaki, “hemşehri / kenttaş / yurttaşın, demokrasi ve yönetimde söz sahibi olması”nı güçlendiren değişim ve pratiklerden5 bihaber olmasa da bunlarla kendini bağlama iradesini göstermekten, en azından niyetini bu yönde beyan etmekten kaçınmasındandır.

Hemşehri” Kanun Yapıcı ve İdare Nezdinde Kim?

“Hemşehri hukuku”nun her iki düzenlenişine bakıldığında, ilk olarak, (yerel)halkın ya da (yerel)halkın bir kısmının, genel olarak idareyle, özel olarak da yerel yönetimlerle ilişkilerinin nasıl algılanıp kurgulandığı meselesinin kritik önemine değinmek gerekir. Kenttaşları ya da kenttaşların bir kısmını yalnızca formel seçim hakkını kullanan ve / ya da yerel hizmet alıcısı - kullanıcısı olarak kuran bir söylem, onları yerel siyasal karar süreçlerinde özne konumunda görmez. Bu meselenin kendini en açık şekilde gösterdiği bağlamlardan biri, yerel yönetimlerle yoksullar kategorisi arasındaki ilişkinin yardım üzerine bina edilmiş olmasıdır. Bu yaklaşım, yalnızca politik açıdan sorunlu olmakla kalmaz, aynı zamanda patronaj (koruma-kollamacılık, himayecilik) ve klientalizm (müştericilik)6 gibi özelliklerin (yerel)kurumsal siyasete hâkim olduğu Türkiye gibi ülkelerde bu özellikleri, güçlendirmese bile yeniden üretir. Her şeyden önce, yardım ile hemşehrilik hukuku’nun bu biçimde yan yana getirilmesi bizzat hemşehrilik hukuku nosyonu için zedeleyicidir: Hak kavramı dikey dayanışmaya işaret ederken, yardım, aslolarak, bireysel ve toplu tercihlerle belirlenen, muhtaç-lütufta bulunan ilişkisi kuran -ya da daha nötr bir ifadeyle yatay dayanışmaya işaret eden- bir kavramdır.

Toplamda bakıldığındaysa, idare ile yurttaşlar arasındaki ilişkiyi salt oy kullanma – temsil, hizmet ve yardım sunma – bunlardan yararlanma ekseninde tarif eden bir çerçeve, gerek idareyi gerekse bireyleri ve sosyal grupları apolitik bir bağlamda tutar. Yerel yönetimler ve yerel siyaset söz konusu olduğunda bu, basitçe, yerel yönetimlerin –liberal paradigmada- yaslandığı söylenen değerlerden özgürlük, özerklik ve katılımın değil, hizmette etkenliğin ağırlık taşıması; kenttaş - yerel yönetim ilişkisi söz konusu olduğunda, yerel yönetimlerin politik niteliğinden soyundurulmasıdır. Hiç şüphesiz, bu bir tek yanlı apolitizm inşasıdır: Aynı zamanda merkez siyasetle yerel siyasetin, bir düzey üzerinde de sermaye ile siyasetin, gerek program ve gündem gerekse söylem düzeyinde ziyadesiyle iç içe geçtiği koşullarda, yerel yönetimler kendi içinde ve kenttaşlar karşısında ziyadesiyle politik –ve ideolojiktir! Dolayısıyla, kenttaşları özne olmaktan uzak tutan söz konusu algı ve kurgunun kendisi ziyadesiyle politiktir. Mevcut koşullarda apolitizm yanlış-iddiasına yaslanan bir politiklik.

Güncellenmiş hemşehri hukuku düzenlemesiyle, “herhangi bir yaptırımı ve kolaylaştırıcı / zorlayıcı mekanizması kurulmaksızın ‘katılım ve işbirliği’nin görünüşte güçlendirilmiş” olduğu iddiamız, doğrudan doğruya ikinci paragrafa gönderme yapmaktadır. Lâkin paragraf, bu genel değerlendirmeden daha fazlasını hak eder. İlk olarak, “hemşehriler arasında sosyal ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi ve kültürel değerlerin korunması konusunda gerekli çalışmalar”ı belediyenin (ya da bir diğer kamu kuruluşunun) yapmasını öngören kanun yapıcının paternalist ve düzenleyici devlet anlayışının etkisinden kurtulamamış olduğunu söylemek abartma olmayacaktır. Yerel yönetimlerin, kurumsal niteliğiyle, son kertede devlet örgütlenmesinin bir bileşeni olduğu anımsandığında, bu cümlede gömülü anlamlar derin bir “(sivil) toplum – devlet” tartışmasını hak eder. Burada, sivil ve sosyal olanın, kurumsal müdahalenin nesnesi haline getirildiğini ve bundan ibaret olarak tanımlandığını belirtmekle yetineceğiz. Buna bağlı olarak, hemşehriler, bireysel ya da grup olarak, veyahut topluluk düzleminde, sosyal ve kültürel hak ve taleplerini belediyeye yansıtması beklenen özneler olarak değil, belediyenin olası tasarruflarının edilgen muhatapları olarak konumlandırılmaktadır.

Genişletilmiş düzenlemenin ikinci paragrafına dair not düşülmesi gereken diğer mesele, katılımı özellikle önemsenen kesimlerin, yani “üniversiteler, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, sendikalar, sivil toplum kuruluşları ve uzman kişiler” olması. Bir başka deyişle gündelik hayat bilgisinin karşısına konan uzmanlık bilgisi ve Türkiye toplumunun çoğunluğunu oluşturan örgütsüz toplumun karşısına konan örgütlü toplum. 7

Ve son olarak elbet, yerel halkın, “belediyenin kanunlara dayanan kararlarına, emirlerine ve duyurularına uymak ve belediye vergi, resim, harç, katkı ve katılma paylarını ödemek” yükümlülüğü. Belediye kararlarına katılımın ancak neyi ve nasıl bir anlayışı yansıttığı belirsiz “hizmetlere katılım”la beraber tanımlandığı ve bağlayıcı mekanizmalara kavuşturulmadığı koşullarda Türkiye yurttaş-devlet felsefesi ve pratiğinin olağan yerel gölgesi olarak “yükümlülük ödevleriyle kenttaş” – belediye ilişkisi…



1580 sayılı Belediye Kanunu (1930)

Madde 13- “Hemşeri hukuku”

5393 sayılı Belediye Kanunu (2005)

Madde 13- “Hemşehri hukuku”

Her Türk, nüfus kütüğüne yerli olarak yazıldığı beldenin hemşerisidir.

Hemşerilerin belediye işlerinde reye, intihaba (oy kullanma ve seçim hakkına), belediye idaresine iştirake ve belde idaresinin devamlı yardımlarından istifadeye hakları vardır.



Herkes ikamet ettiği beldenin hemşehrisidir. Hemşehrilerin, belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye faaliyetleri hakkında bilgilenme ve belediye idaresinin yardımlarından yararlanma hakları vardır. Yardımların insan onurunu zedelemeyecek koşullarda sunulması zorunludur.

Belediye, hemşehriler arasında sosyal ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi ve kültürel değerlerin korunması konusunda gerekli çalışmaları yapar. Bu çalışmalarda üniversitelerin, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, sendikaların, sivil toplum kuruluşları ve uzman kişilerin katılımını sağlayacak önlemler alınır.

Belediye sınırları içinde oturan, bulunan veya ilişiği olan her şahıs, belediyenin kanunlara dayanan kararlarına, emirlerine ve duyurularına uymakla ve belediye vergi, resim, harç, katkı ve katılma paylarını ödemekle yükümlüdür.


Yüklə 171,91 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin