Türkiye’nin Demokrasi Sorunu Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir sorun



Yüklə 124,39 Kb.
səhifə2/3
tarix17.08.2018
ölçüsü124,39 Kb.
#71818
1   2   3

Özellikle 20 yaşında olanları düşünün. Eğer büyüklerimizin pek sık söylediği gibi, bir demokrasinin yaşayabilirliği aynı zamanda demokratik terbiyeye bağlıysa, insanların demokratik davranma alışkanlıkları kültürü edinmesine bağlıysa, en azından bir nesil için, yani 20 yaşında olan o insanlar için bu demokratik terbiyeyi edinmenin hiç bir olanağı olmamıştır. Hiç bir olanağı gerçekleşmemiştir. Diyebilirsiniz ki, istisnai yönetim biçimi Türkiye'nin her yerinde uygulanmıyor ki. Ona gelmeden önce birşey daha söyleyeyim. Uygulanıyor, diyeceğim. Bir hukukçu olarak bunu nasıl dediğime şaşırabilirsiniz, gerekçelendireceğim. Olağanüstü hal uygulanan bölgede çok ilginç bir gelişme oldu. Bazı iller olağanüstü hal uygulamasından çıkartılarak, Türk hukukunun daha önce hiç tanımadığı, Türk hukukunda olmayan, yeni yaratılan ve resmen ilan edilmemiş bir istisna yönetim usulunun uygulanması anlamına gelen mücavir iller kategorisi çerçevesinde olağanüstü halin bütün kuralları geçerli olacak şekilde istisna rejim uygulanması da sürdürülmektedir. Daha vahimi, mücavir iller kategorisine giren illerde dıştan bakınca vatandaş olarak düşünebilirmisiniz ki orada olağan rejim var. Hayır. Olağanüstü halin ilan edilmesine ilişkin yürürlükteki anayasamızda ve yasalarımızda öngörülen usuli güvencelerin bile dışında bir yöntemle mücavir iller belirlenmektedir. Aslında vatandaş olarak hangi ilin mücavir il olduğunu çoğu kez bilemezsiniz. Hiç kimse bilemez, biz de bilemeyiz, hukukçu olarak. Çünkü bu, Resmi Gazete'de çoğu kez ilan bile edilmez. Ve oralar mücavir iller kategorisinde. Benim son tespitime göre 3 il vardı, daha önce nasıl olmuşsa ilan edilmiş mücavirlik kategorisine giren. Şu anda doğrusu ben bilmiyorum. Hoşgörülü, düşünceli hareket eden bir milletvekili daha çıkmadı. Belki Başbakan'a, sayın İçişleri Bakanı'na sorması gerekir. Çünkü mücavir illeri ilan etmede karar Bakanlar Kurulu'nda bile değil, Bölge Valisi'nin teklifi, İçişleri Bakanı'nın oluru ve nihayet Başbakan'ın kararıyla yürürlüğe konuyor. Mücavir iller de bu usulle tespit ediliyor. Dedim ki daha vahim bir tablo var, o da şudur. Ülkenin bütününde olağanüstü rejim uygulanmıyor sanabiliriz. Gerçekten de sözcüğümü dikkatli seçtim sanabiliriz. Ama doğru değil, bu sanı yanlış bir sanıdır. Çünkü Türkiye'nin çok ciddi bir patolojisi de, olağan rejim mevzuatının içerisinde tipik bir biçimde olağanüstü rejimin kurumlarını, kavramlarını, usullerini şırınga eden, dolayısıyla da olağanüstü rejimi, aslında ilan edilmemiş bir olağanüstü hali, ilan edilmemiş bir sıkıyönetimi ülkenin bütününde uygulamasıdır. Son ve çok çarpıcı bir başka olay vardır. Başbakanlık Kriz Yönetmeliği çıkartılmıştır. Bu kriz yönetmeliği Eylül 1996 tarihlidir. Resmi Gazete'de ise çıkartılmasından yaklaşık 4 ay sonra, Ocak 1997'de ancak yayınlanmıştır. Bu yönetmeliğe bakarsanız ki referansları raporda var, aslında ülkenin bütününde yürürlüğe konmuş bir istisnai rejimin bulunduğunu anlarsınız. Her akşam televizyonda izliyoruz, Hükümetler var, parlamento var zannediyoruz. Aslında yönetimin büyük ölçüde Milli Güvenlik Kurulu'na havale edildiğini, teknik anlamda sözediyorum siyasi değerlendirme yapmıyorum, çok çarpıcı bir biçimde görürsünüz. O halde Türkiye'nin demokratikleşmesinden sözedeceksek, Türkiye'nin yetersiz demokrasisi dolayısıyla demokratikleşme gereksiniminden sözedeceksek, bugüne kadar yapıldığından farklı biçimde galiba bizim raporumuzun önemli bir yönü odur. Yapıldığından farklı biçimde Türkiye'nin istisnai rejim patolojisini, bu hastalığını mutlaka görmeniz ve namusluca, "bir ülkede istisnai rejimi demokratikleştirmeden olağan rejimi de demokratikleştiremezsiniz" demeniz gerekir. Bunu yapmaz isek Türkiye'nin demokratikleşmesinin bana göre önünü açmak mümkün değildir. Deyim yanlış olmayacaksa belki yüzde 50 birşeyler becere biliriz. Ama yüzde 50 ile bir sonuca varamayız. Üstelik istisnai rejim yöntemlerinin uygulamalarının yaygınlığı ve onun arkasında tarihsel, toplumsal birikimle gelen güçleri de hesaba katarsanız Türkiye'nin demokratikleşmesinin, neden istisnai rejimin demokratikleşmesinden koparılamayacağını daha iyi kavrayabilirsiniz.

Peki efendim kim yapacak? Önemli bir mesele budur. Bizim, özellikle ikinci raporumuzda üzerinde durduğumuz mesele budur. Bir ülkede hukuksal reformları gerçekleştirmenin birinci adresi yasama organlarıdır. Yine çok geriye gitmeyelim. 1983-1997 arasındaki evreye baktığınızda, parlamento içindeki iktidar kanadıyla muhalefet kanadının, hiç bir siyasal partiyi dışarda bırakmadan söylüyorum, demokratikleşmeye el veren bir yasama siyasası üretemediğini görüyoruz. Hatta yanlış olmayacaksa izninizle şunu söylemek isterim, gayet sakil bir çelişki de var. Artık sakillik boyutuna geldi bu da. Parlamentoda muhalefet kanadındayken söylenenlerle iktidara gelince yapılanlar arasında hoşgörü sınırlarınızı aşındıran bir çelişki ortaya çıkıyor. En çarpıcısı, biliyorsunuz işte, olağanüstü hal her defasında son defa uzatılıyor. Sonra yine uzatılıyor. Hiç farketmiyor. Bütün siyasi partiler böyle.



Başka bir saklı çelişki daha var, sayın beyler bayanlar. Genellikle biz okumayı ihmal ederiz, partilerin programlarını okumayız. Seçimlerde de okumadan oy veririz. Aslında biz önderlere, figürlere oy veririz. Onun için de artistleri aday gösterirler bizim önderlerimiz, böyle bir gelişme vardır. Partilerin programlarına bakarsanız, istisnasız sağda yada solda partilerimizin demokratikleşme gereksinimini tespit ettikleri ve demokratikleşme içinde bir takım adımları atacaklarını siyasal söz verdiklerini görürsünüz. Ama o siyasal söz verim siyasal pratiğe bugüne kadar yansımamıştır. Birinci problemimiz demek ki bu. Parlamento, demokratikleşme siyasal istencine sahip değil. Peki haklarınız ihlal edilirse ne yaparsınız demokratik bir ülkede? Haklarınız ihlal edilirse demokratik bir ülkede yargıya başvurursunuz. Yargı sadece sizin olası hak ihlallerinizi önlemek, olası mağduriyetlerinizi gidermek misyonuyla donatık bir güç değildir. Yargının çok daha başka bir gücü, bir başka işlevi vardır. O da özellikle, yüksek yargı eliyle üretilen içtihad, ülkede yetkili tüm makamların, ama öncelikle yetkili tüm bakanların izlemesi gereken yolu aydınlatır. Ürettikleri içtihadi siyasa kararlar hangi yolda gidilmesi gerektiğini gösterir. Örneğin Anayasa Mahkemesi bir yasayı iptal ettiği zaman aynı zamanda der ki yasama organına, "şu yolda ilerlersen anayasaya uygun davranırsın". Dolayısıyla yargının ürettiği içtihadi siyasa bizim için son derece önemlidir.
Teşekkürler Sayın Başkan, şimdi söz Sayın Nail Güreli'nin buyrun.
Nail Güreli

Sayın Başkan ve değerli dinleyenler. Panelimize konu olan ve elimizde bulunan kitap, Istanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası'nın 17. yayınını oluşturuyor. İç sayfadaki daha önceki 16 yayına bakıyoruz. Örneğin; Türk Vergi Sisteminde Kaynakta Vergi (Stopaj), Ticari Şirketler Uygulama Rehberi, Tek Düzen Muhasebe Sisteminin Uygulaması, İmalat Defteri Uygulaması gibi tamamen mesleki 16 kitap, 16 yayın.17. yayın Türkiye'nin Demokrasi Sorunu. Türkiye'nin demokrasi sorununa bugüne kadar hep olumsuz karamsar bir yaklaşımla bakılmış, alınan yol daima yetersiz olmuştur. Adına demokrasi dahi denilemeyecek bir rejimin her zaman önemli etkinlikleri süregelmiştir. Ama ben şimdi son söyleyeceğimi baştan söylemek istiyorum. İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası'nın bu 17. yayınındaki konu kapsamındaki değişimi, sıçrayışı dikkate alarak demokrasi sorununa iyimser bakıyorum. Önemli eksikliklerden birinin giderildiğini düşünüyorum. Önemli eksikliklerden biri neydi, sivil toplum örgütlerinin olmayışı. Tabii sayın hocama katılıyorum. Bugünkü sivil toplum örgütlerinin yapılarıyla değil, gerçek anlamda sivil toplum örgütlerinin, bugün dünyada gerçekten etkin ve yaygın olan siyasal iktidarları, hükümetleri etkileyen, hatta ülkeler arasındaki iletişimde ve anlaşmalarda hükümetlerden çok dikkate alınan gerçek sivil toplum örgütlerini kastederek söylüyorum. Aslında sayın hocamızın raporda 5 bölümde topladığı, sivil toplum örgütlerinin bir bölümünü oluşturan meslek kuruluşlarının sivil toplum örgütleri olmalarının bilincine varmaksızın yanlızca kendi mesleki sorunlarıyla ilgilenmeleri, ülke sorunları karşısında elleri bağlı durmaları önemli bir eksiklikti demokrasimiz açısından. Gerçi yasal çerçeve buna zorluyordu. Bu zorlamanın ötesinde toplumda ve bu kuruluşlarda böyle algılanıyordu. Ona bakarsanız bugün de demokrasiyle bağdaşmayacak onca sınırlama yasaklama ve garabet var. Gemalmaz bu çalışmasında bunları çok belirgin bir biçimde sıralıyor. Bir bakıma denilebilir ki bugün yaşamakta olduğumuz anayasasıyla, yasalarıyla, kurumları ve kurallarıyla, geleneği ve kültürüyle bir normal demokrasi değil, fiili defakto bir demokrasidir. Olabildiğince fiili bir demokrasidir. Bir hilkat garibesi rejimidir. Tepeden inme bir demokrasi olmaz. Demokrasi sorununun çözülmesinde ya da demokrasinin yerleşmesinde, bizde yeni yeni ortaya çıkan ama henüz tam oluşamayan güçlenemeyen sivil toplum örgütlerinin mücadelesinin, bir başka deyişle halkın örgütlü çabalarının ya da toplumsal muhalefetin, hocamın deyişiyle önemli yeri vardır ya da olmalıdır. Bu olmadıkça hiçbirşeyin olmadığı da herhalde görülmüş olmalıdır. Bu nedenle Istanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası'nın 17. yayınını önemsediğimi ve bunun bana umut verdiğini baştan söylemeliyim. Ayrıca onun takdiri benim haddim değil, ama sayın Gemalmaz hocanın hazırladığı raporun çok ciddi bilimsel bir emek ürünü olduğunu belirtmek isterim. Bu tür çalışmalarda pek rastlanmayan güncel dellilleri, olayları içermesi bakımından. Örneğin Şubat 97 sonuna kadar olan olayları ve gelişmeleri içermesi de rapora ayrıca değer katıyor. Sayın Gemalmaz'ın raporu demokrasinin neresinde olduğumuzu, bir başka deyişle demokrasinin neresinde olmadığımızı, olamadığımızı yetkin bir biçimde örnekleriyle saptıyor. Üstelik çözüm önerileri getiriyor. Öncelikle ben genel olarak kanımı söylemek isterim.

Öteden beri savunduğum görüştür bu. Demokrasi için elbette önce demokratik ve yeni bir anayasa, baştan başa yeni bir anayasa gerekli. Ama ondan önce bir hukuk devleti gerekli. Bütün kurum ve kurallarıyla bir hukuk devletinin gerçekleştirilmesi hayata geçirilmesi şart. Bunun için önce bir hukuk devletinin üstünlüğü anlayışının benimsenmesi, özümsenmesi gerekiyor. Türk milleti demokrasiyi hayat tarzı olarak benimsemiştir. Hayır efendim, önce hukuk devletinin bir yaşam biçimi olarak benimsenmesi, içimize sindirilmesi gerekir. Hukuk devletinin üstünlüğünü benimsemeden bu anlayış yerleşmeden anayasa kalıyor mu, demokrasi kalıyor mu?. Kalsa 35 yılda 3 darbe olur mu? Gelin iki gün öncesine, hukukun "h"esi olsa Emniyet Genel Müdürlüğü, örgütlü siyasal güçler, çete demiyorum, örgütlü siyasal güçler tarafından basılır mıydı? Işte beğenmediğiniz 1982 anayasası orada duruyor. Demokrasimiz de burada. O anayasanın hukukunu bile tanımayan iktidar sahipleri, hukuk devletinin canına okuyor. 1961 anayasası 1980'e göre daha demokratik idi. Ne oldu? Bilmiyorum, hukukçular bilim adamları ne diyecek. Ben 45 yıllık meslek yaşamımda bir vatandaş olarak gözlemlediklerime bakarak, hukuk devleti üstünlüğü olmadıkça anayasanın da demokrasinin de yasalarında kağıt üzerinde kalmaya mahkum olduğunu gözlemlemiş bulunuyorum. Öyle düşünüyorum. Benim insanlık haklarımı, özgürlüklerimi, yaşama hakkımı demokrasiden önce hukuk devleti koruyacaktır.

Raporların 41. sayfasına bakıyorum. Görünürde 1984 ekiminden bu yana ölüm cezalarının yasal, Gemalmaz'ın deyişiyle resmi infazları yapılmıyorsa da yasadışı infazda belirgin bir artış görünüyor. Rapordan aktarıyorum, İnsan Hakları Vakfı tarafından yapılan araştırmaya göre kuşkulu biçimden ortadan kaybolduğu saptananların sayıları yıllar içinde şöyle bir artış gösteriyor. 12 Eylül 1980'den Ocak 1991'e kadar 10 kişi. 1991'de 3, 1992'de 8 ve 1993'te 25 kişi, 1994'te ise 50'yi geçiyor. 1995 Eylül'üne kadar toplam 108 kişi. 1996 sonbaharı itibariyle kayıp kişi kategorisine girenlerin sayısında da artma görülüyor. Hukuk devletinin ne durumda olduğunu görmek için şu sayıları da anımsamalıyız. Doğru Yol Partisi - CHP Koalisyonu'nun İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanlığı tarafından hazırlanan ve tam metni bizim gazetede yayınlanan hocamızın raporundan alıyorum. Rapordaki rakamlar şöyle. 1 Ocak 1994'ten 9 Haziran 1995'e kadar 18 ay süreyle Adli Tıp'a toplam 290 kimliksiz ceset intikal ediyor. Bunlardan 273'üne hiç teşhis konulamıyor. Bunlardan 88'inin ölüm nedeni de hiç tespit edilemiyor.

Bir başka saptama. TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'nun 1993-94 arasında çalıştığı yaklaşık 1.5 yıllık sürede komisyona ulaşan faili meçhul cinayet sayısı 1000'e yaklaşıyor. Ve ben bir ekleme yapıyorum. Geçen hafta gazetelerde çıkan bir habere göre Susurluk kazasından bu yana faili meçhul cinayetlerde bir azalma görülmüş. Ne diyelim, yaşasın demokrasi ve yaşasın hukuk devleti. Önce demokratik anayasa mı, hukuk devleti mi sorusunu belki her ikisi birden diye yanıtlayarak anlamını anlamsız kılabiliriz. Ben hukuk devletinin zaafiyetini, eksikliğini, anayasanın zaafiyetinden fiili, defakto demokrasinin zaafiyetinden de daha ağır buluyorum. Eksikliğini daha çok buluyorum sadece bir yurttaş olarak. Tabii önce demokrasi, bir şemsiye, bu şemsiyenin altında hukuk devleti geliyor. Ama ben şemsiyenin altında olmasına rağmen hukuk devletinin var olmasını çok önemsiyorum. Yine bu şemsiyenin altında, gerçi raporda yer almamış ama ben eğitim sistemimizin de demokrasimiz açısından önemli bir sorun olduğunu düşünüyorum. Demokratikleşmemizin önemli nedenlerinden birinin de eğitim sisteminden kaynaklandığını düşünüyorum. Ve tabii hukuk devletinin ve demokrasinin başlıca sorunu bizce bağımsız yargının ve yargıç güvencesinin olmayışıdır. Gemalmaz'ın belirttiği gibi sayfa 21'de, 1982 Anayasası'nda hukuk devletinin olmazsa olmaz koşulu, yargı bağımsızlığını ortadan kalkmıştır. Dayanağını anayasa metninde bulan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurumu, özellikle kompozisyon itibariyle yargıç güvencesini zedeleyecek öğeler açmaktadır. Düşünün siyasal iktidarın Adalet Bakanı, Savcılar ve Hakimler Yüksek Kurulu'nun başkanı ve onun müsteşarı da yine Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun bir üyesi.

Hukuk devletinin ve demokrasinin bir çok eksiğinin yanısıra hukuk devletinin işlerliğinin önemli bir engel olarak adli polisin olmayışını da eklemek gerekir diye düşünüyorum. Sorunun teknik, yasal yanlarına daha fazla girmeden, sivil toplum ve bireylerin sorumluluğu açısından yaklaşmak istiyorum konuya. Demokrasi ve özellikle hukuk devletinin üstünlüğü için örneğin yargıçlara sorumluluk ve görev düştüğü kanısını öteden beri taşımaktayım. Yargıçların yalnızca yasaların kurallarına bağlı kalmayıp, yorum olanaklarını, çağdaş insan hakları, özgürlükler ve demokrasi yönünde kullanmaları görüşünü savunmaktayım. Belki hukuksal normdan yoksun bu söylemi Bizim Gazete'de dile getirdiğimde, sayın Gemalmaz yine aynı gazetede, raporunda iki alıntı yapmış, Bizim Gazete, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin pazar dışında her gün yayınladığı bir günlük sivil toplum gazetesidir. Bir araştırma inceleme gazetesidir. Raporlara geniş yer verir. Nitekim "Türkiye'nin Demokrasi Sorunu" raporunu da bu günlerde yayınlayacaktır. Evet belki benim hukuksal normdan yoksun olarak söylediğim bu görüşe, sayın Gemalmaz yazdığı yazıyı hukusal zemine oturtarak bir bakıma destek vermişti. Yine bu görüşe koşut olarak yorumladığım raporun 31. sayfasındaki şu satırların altını birlikte çizmeme müsadenizi rica ederim. Raporda sayın Gemalmaz şöyle diyor: "Türkiye'de özellikle yüksek yargı organlarında ve genel olarak tüm hukuk çevrelerinde hukuksal pozitivist yorum, hukuka uygun yorum olmaktan çok ulusal mevzuattaki standartlara sadakat ve yorum etkiye yöneliktir. Bunun ötesinde özellikle yüksek yargı yerleri ürettikleri iştiraklar izlendiğinde saptanabildiği üzere ilişkide bulundukları yerlerin siyasal konjonktür dayatmalarına fazlasıyla açık kalabilmektedir. Üretilen iştiraklerde insan haklarının evrensel hukuksal standartlarının içselleştirilmediğini sergileyen özellikler göze çarpmaktadır. Yüksek yargı yerleri, kendi paylarına düşebilecek demokratik hukuku yaratmadaki sorumluluk paylarında bile daha çok harekete geçme işlevini yasama iktidarına atma eğilimini yansıtmışlardır. Yansıtmaktadırlar..."

Sunuş konuşmasında da aynı noktaya değindi Sayın Gemalmaz, ben belirtmekte yarar görüyorum. Çünkü çok önemli. Toplumsal muhalefetin önde gelen bir sorumluluğu, bence hukuk adamlarına düşüyor. Demokratikleşme sürecinde sivil toplum örgütlerine gerçek anlamda sivil toplum örgütlerine önemli görevler düştüğü açık. Bu görevlerin ya da bu mücadelenin, koşulların olumsuzluğuna ve hemen sonuç verip vermeyeceğine bakılmaksızın uzun soluklu bir mücadele anlayışı ile yapılması gerekiyor. Bu mücadeleler zamanla bir birikim oluşturur ve giderek toplumun tirajı haline dönüştürür ve o zaman halkta çözüm görülür. Sayın Gemalmaz, raporunun sivil toplum ve demokratikleşme istemleri bölümlerinde, 12 Eylül rejiminin kurulması evresinde sivil toplum kuruluşlarına değinerek şöyle diyor: "...Bunlar, başta bazı üniversiteler olmak üzere bir bölümü dönemin anlayışı ve uygulaması ile ciddi uzlaşma anlamına gelen bir tavır almışlardır. 1982 anayasasının hazırlanmasında rol üstlenmişlerdir. Milli Güvenlik Konseyi Başkanı'na fahri doktora ünvanları dağıtmışlardı..."



25. sayfada da 1982 Anayasası'nın tek yanlı propagandayla dayatılıp muhalefetin susturularak temsil mahiyetindeki bir oylama ile halka onaylatıldığı saptaması yapılıyor. Bunlar elbet ve malesef doğru. Bir yandan bu doğru saptamaya istisnai bir kanıt olmak, hem de biraz önce savunduğum sivil toplum örgütlerinin uzun vadeli girişime ya da toplumda ihtiyaç oluşmasına katkıda bulunacak olumsuz koşullarda dahi sürdürdükleri demokratikleşme çabalarına mücadeleye örnek olmak üzere şimdi pek anımsanmayan hatta bilinmeyen bir olayı anımsatmak istiyorum. 1982 anayasası hazırlandığında ben Türkiye Gazeteciler Sendikası'nda görevliydim. Bir panel düzenledik, oya sunulacak anayasa taslağı üzerinde. Hukukçuların görüşünü aldık ve tabi yukardan aşağıya anayasanın eleştirildiği bir paneldi bu. Deşifre ettik, yazılı metnini sendika olarak Milli Güvenlik Konseyi'ne gönderdik. O zaman ki hatırlayacaksınız anayasa hakında propaganda yapmak, hayır demek yasaktır. Bizim bu görüşümüzü endişe ile karşılayanlar oldu. Ama Türkiye Gazeteciler Sendikası'na birşey olmadı. Anayasa temsilde sunuldu. Dayatmacı bir şekilde yüzde 92 oyla kabul edildi. Aradan zaman geçti. Sendikal bir iş için genel sekreter arkadaşımla birlikte, ki şimdi Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın Genel Başkanı olan Ziya Sonay'la birlikte Çalışma Bakanlığı'na gittik. Müsteşar ya da müsteşar yardımcısıyla görüşüyordum. Askerden gelme, Milli Güvenlik Konseyi'nde yeralan bir kişi. Bizim Anayasa Paneli'nden, raporumuzdan söz etti. Sizin raporu kurmay olacak subaylarım okusunlar diye ders olarak kendilerine gösterdik, dedi. Ve bir demokratik mücadele öyle yapılır dedi, sizi kutlarım dedi. Ama bu sizin söyledikleriniz 2000 yılının Türkiye'si için geçerlidir. Ve şimdi 2000'e 3 yıl kaldı. Şimdi tabi sormak lazım, 3 yıl kaldı ne yapmak lazım diye. Evet aslında, toplumun demokratik bir anayasaya hazır olmamaktan çok, anti demokratik bir anayasal tepkiye, o anayasayı redde hazır olup olmadığını söylemek daha doğruydu. Bugün 2000'e işte 998 gün kala dahi aynı sorunların tartışılıyor olması acı. Ama arada yol alındığı söylemek de olası. Hiç değilse toplumun böyle bir mücadeleye hazır olduğunu, hatta böyle bir mücadelenin içinde oluğunu söylemek pek yanlış sayılmaz. Bu salonun tenhalığına bakmayın. Henüz çabaları ve güçleri yetersiz olmakla birlikte, sivil toplum örgütleriyle, "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" gibi yurttaş girişimleri ile İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası'nın 17. yayını ile irili ufaklı nicesiyle, Türkiye'nin demokrasi sorununu çözmenin oluşumu içindeyiz. Tabii bunun hemen sonuca ulaşacağını söylemek güç. Susurluk kazası diye anılan olaydan sonra beklenen sonuç alınmasa bile, ileriye bir yol katedildiği, toplumda bir ihtiyacın oluşmasına katkıda bulunduğu da bir gerçek. Gazeteci Metin Göktepe'nin öldürülüşü olayında sivil toplumun etkinliği bakımında da bir dönüşüm yaşandı. 1500 faili meçhul cinayetin bulunduğu raflara havale edilmek üzere olan Metin Göktepe cinayetinin, bir sivil toplum örgütü olan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin ısrarlı ve takipçilik etkisi ve kamuoyunun desteğiyle yargıya gitmesi sağlandı. Biz zaten yargıya gitsin diye ısrar ediyorduk. Ama bunun ötesinde siyasal iktidarın tasarrufu ve bağımsızlıktan yoksun yargının yukarda belirttiğimiz durumu yüzünden sanık polisler bir yılı aşkın süredir mahkeme önüne çıkarılmadı. Ve duruşma ilden ile dolaştırıldı. İlk duruşma Aydın'da, Ikincisi Afyon'da oldu. Üçüncüsü yine 11 Nisan'da Afyon'da olacak. Ve bu defa Adalet Bakanı'nın yine dayatmasıyla spor salonunda değil, ufacık ağır ceza salonunda yapılacak duruşma. Pek çok şeyin bir tanesi, toplumu çok önemsiyorum. Gerçek anlamda sivil toplumu oluşturmamız lazım, toplumsal muhalefet için diye düşünüyorum. Pek çok şeyi sivil toplumun baskısı ile yapmaktan, başarmaktan başka çözüm yolu görülmüyor. Parça parça değiştirilen bir anayasa değil, yeni baştan yepyeni bir anayasa gerekiyor. Ama nasıl kendi haline bırakırsanız bu anti demokratik seçim sistemiyle bu meclisin, Türkiye'nin demokrasi sorununun çözmesine olanak görülmüyor. Parlamento dışı partilerde de çözüm yok. İş büyük ölçüde gerçek anlamdaki sivil toplum örgütlerinin baskısına ve toplumsal muhalefetin ortaya koyacağı ihtiyaca kalıyor. Ben sivil toplum örgütlerini çok önemsiyorum. Sivil toplum somut çözüm önerileriyle öne çıkmalıdır. Bu bağlamda İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası'nın bu girişimini, Gemalmaz'ın raporunu ve sonuç bölümünü önemsiyoruz, önemsenmelidir diye düşünüyorum. Bir somut öneri de biz ekleyelim. İletişim özgürlüğünün sınırlayıcı yasa çıkarılamayacağı hükmü anayasada yeralmalıdır. Herkesin bilgi edinme hakkı anayasal güvenceye alınmalıdır. Bugüne kadar başlangıçta özellikle bazı siyasetçilerin saptırmasıyla basın özgürlüğü denilen şey gazetecilerin ve basının bireysel özgürlüğüymüş gibi öne sürüldü. Oysa biz yakın zamanlara kadar bunun halkın gerçekleri öğrenme bilgi edinme hakkı olduğunu söyledik. Şimdi son bir tanımlamayla bazı hukukçulardan kaynaklanan bir tanımlamayla, iletişim özgürlüğünün aslında halkın bilgi edinme görevi olduğunu söylüyoruz. Görev olarak bir hak, hakkın da ötesinde bir görev olduğunu söylüyoruz. Çünkü toplumun bireyleri tıpkı askerlik görevi gibi, vergi ödeme görevi gibi bilgi edinme görevini de yerine getirmelidir. Doğru bilgi edinmelidir, ki zamanı geldiğinde bu doğru bilgiye dayanarak siyasal tercihlerini doğru yapabilsin. Demokrasi doğru işleyebilsin. Bu bakımdan iletişim özgürlüğü herkesin bilgi edinme görevidir. Ve basın bu görevi yerine getiren bir araçtır. Bir dipnotuyla bitiriyorum sayın başkan. Yine sayın Gemalmaz hocamız raporunun bir yerinde basın özgürlüğüyle bağdaşmayacak, basın özgürlüğünü boğazlayacak, basın özgürlüğü için büyük tehlike olan tekelleşmeye karşı sivil toplum örgütlerinin suskunluk içinde olduğunu söylüyor. Tabi mesleğimizde çeşitli kuruluşlar var. Gönüllü kuruluşlarda var. Ama ben Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin bir temsilcisi olarak bir dipnotu düşmek istiyorum. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti başından beri, taa Asil Nadir'in Türkiye'ye geldiği günlerden başlayarak tekelleşmenin tehlikesini her platformda vurgulamıştır, suskun kalmamıştır. Bunu da bir not olarak belirtmek ihtiyacını hissediyorum. Ve bugün Türkiye Gazeteciler Cemiyeti olarak ilk defa bir Şehit Gazeteciler Günü ilan ettik. 1909'da 6 Nisan'da Galata Köprüsü'nde şehit edilen ilk Türk gazetecisi Hasan Fehmi'nin ölüm gününü bundan böyle her yıl şehit gazeteciler günü olarak anacağız. Ben izninizle toplantının sonunu beklemeden ayrılmak zorunda olacağım için sizlerden özür diliyorum. Teşekkür ederim.
Yahya Arıkan

Çok teşekkürler sayın Güreli. Şimdi programdaki sıraya göre devam edeceğiz. Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi ve İstanbul Barosu Başkanı Sayın Yücel Sayman. Buyrun.


Yücel Sayman

Teşekkür ederim sayın bşkan. Şimdi konuşmaların başında hep bir hafif yakınma oldu, burada kalabalık olmaması nedeniyle. Ben o kadar hayal kırıklığına uğramış değilim. Biliyoruz günümüzde böyle paneller, çok özel bir konuyu kapsamıyorsa eğer, çok fazla ilgi görmüyor. Ama atmosferde herşey en küçük toplantı bile bir birikimdir. En azından üç kişinin beş kişinin kararlığını gösterir. Ama galiba önemli olan bizim yeni şeyler bulmamız. Eğer demokrasi diyorsak, demokrasi insanların kapılarının dışına adım attıkları anda başlar. Yani biz halkı, insanları her gün sokağa çıkartabileceğimiz biçimde etkinlik biçimleri bulmak zorundayız, eğer sivil toplum örgütleri diyorsak kendimize. Bunun yollarını bulmak zorundayız. Şimdi Türkiye'de demokrasi var mı, hep demokratikleşmeden konuşuluyor. Anayasada şöyle bir ibare var. Çok kolaylıkla anlaşılıyor. Eğer demokrasi bir devlet biçimiyse, Türk devleti demokratik falan değildir. Ve bu devlet biçimi olan demokrasi yoktur. Onun için ben sizden biraz farklı olarak görüyorum. Demokratikleşme lafını da çok sevmiyorum. Yani demokrasi yoktur, devlet demokratik değildir. böyle bir yapı yoktur, anayasadan başlayarak... Demokratik bir devlet olmadığı için de hukuk devleti hiç değildir. Zaten hukuk devleti diyebilmeniz için, önce devlet biçiminin demokrasi üzerine oturmuş olması gerekir. Yani en ilkel şeyleri kaldırın demokrasi yoktur. Şimdi biz mücadele ediyoruz. Adına demokratikleşme diyelim, başka birşey diyelim. Şimdi birdenbire kendimizi, yani en azından ben kendimi, şöyle bir cendere içinde üç canavara karşı mücadele etmek durumunda olan bir kişi olarak görüyorum. Ve çoğunluğumuz da galiba öyleyiz. Ve sıkışmışız arada. Bir çıkış noktası bir mücadele noktası arıyoruz. Ortada tehlike olarak gördüğümüz islami akımlar var. Onlar devletin yapısını kendi istedikleri şekle dönüştürmek çalışıyorlar. Bunda da çok başarılılar. Ve giderek de tıpkı marksist partilerin uyguladığı yöntemleri uygularak büyük kitleleri kazanıyorlar. Ve Türkiye'nin geri kalan kısmının çıkarları umurunda değil. Kendi kitlelerine uygun davranarak onların sempatisini kazanarak ve genişleyerek iktidarı bütünüyle alabilecekleri bir yöntem izliyorlar. Ama bunu çok başarılı yapıyorlar ve bunu çok militanca yapıyorlar ve bizim yapmadığımız birşeyi yapıyorlar. Kadrolaşmalarının yanısıra iktisadi alanda ekonomik alanda büyük bir pazar ele geçiriyorlar. Şimdi bu TÜSİAD Raporu boşuna çıkmıyor. Pazarını kaybettiği için, büyük sermaye bunu gördüğü için pazarını kaybediyor, kaptırıyor. Onun için böyle bir ilk defa demokratikleşme talebi dile getiriyor. Arkası gelmese dahi pazarını kaptırıyor. Kime kaptırıyor, İslamcı akımlara kaptırıyor. Ya kendi sonu olacaktır, ya da bu pazar gidecektir. Şimdi ona karşı böyle bir rapor hazırlamış. Şimdi bakın ama pazarı ele geçiriyorlar, yani kamu kuruluşlarının verdiği ihaleler olarak, özellikle belediyelerde bunlar oluyor. Buna hiç kimsenin sesi çıkmadı. Ama o parayı alanlar, burada da ekonomik pazarlarda büyük kar yapanlar, kazançlarının büyük bir kısmını da tırnak içinde kendi davaları için harcamaya hazırlar ve harcıyorlar. Şimdi bizde böyle birşey yok. Biz iktisadi imkansızlıklar arasında yani birşey yapacağımız zaman parasızlıktan dolayı yapamıyoruz. Ama, tırnak içinde, "laik kesime islamcı kesime karşı mücadele için ayaklanan" bizler yasaklar koymamızı isteyenler hiç bu konuda en ufak bir çaba göstermiyorlar. Böyle bir dayanışma yok, böyle birşey yok. Onlar Kuran kursları kurmuşlar, okullar açıyorlar, oralara büyük yatırımlar yapıyorlar. Peki mücadele eden kesim nerede, nasıl mücadele edecek? Devletten bekliyorlar. Geliyor ikinci tehlike, devletten bekliyor. Devlet dediğiniz böyle havada bir kurumlaşma gibi, orda insanlar var yürütenler var. Şimdi devlet mafyalaşmış kurumlaşmış. Hep söyleniyor devletin içine çöreklenmiş çeteler, devlette yeni bir yapılanma var ortada. Yani biz Mehmet Ağar'ı cezalandırırsak, Sedat Bucak'ı cezalandırırsak, 25 tane özel timden polisi cezalandırırsak, sorunu çözmüş mü olacağız, rahatlayacak mıyız?

Ortadoğu sorunu çözülmediği zaman, Kürt sorunu çözülmediği zaman, siz eğer oradaki uyuşturucu kaçakçılığını ortadan kaldırmadığınız zaman, özelleştirmeden para aktarılması yolunu kapattığınız zaman, aynı adamlar isim değiştirecek, belki başkaları da olacak. Ama bu çeteler olacaktır. Bunlar çete falan değil, devlet içinde yapılanmış devlet içinde kadrolaşma olarak var. Izlenen siyaset bu yapılaşmayı ve bu kadrolaşmayı getirmiş bulunuyor. Bizim onlardan bunu beklememiz de abesle iştigaldir ve aymazlıktır, açmazlıktır. İkili ilişki orada oluyor. Çeteler diyoruz. O çeteleri aşmak için devletten yardım bekliyoruz. Yani devletin kendisi böyle kurumlaşmış. Yani emniyet ne yapacak? Emniyete bakıyorsunuz bütün isimler oradaki isimler. Belki tek tük olmayan isimler var. Onlar da zaten gece yarısı operasyonu ile ortadan kaldırılıyor. Kimsenin de kılı kıpırdamıyor. Şimdi siyasi İslam kadrolaşıyor. Devlet içinde kadrolaşıyor. Bir sürü kurumlarla kadrolaşıyor. Pazarları ele geçiriyor ve aynı zamanda da demokratik görünüyor. Şimdi hiçbir siyasi partinin, biz iktidara geldiğimiz zaman bu kadroları dağıtacağız dediğini duymadım ben. Bu açıklanmıyor. Ve daha baştan beri bunlar meşhur olmadan bu kadrolaşmaların iktidara geldiği zaman dağıtılacağı sözü verilmiyor. Şimdi ne yapacağız iktidara gelse bir sosyal demokrat parti? Iktidara gelse bu kadrolarla neyi nereye kadar yürütecektir? Ne yapacaktır? Şimdi bakın gizli yönetmelikler var. Milli Güvenlik Kurulu'nun yapısını alacak kararları vs. gizli yönetmelikler var. Türk halkı bunu iyi biliyor. Alınmış gizli kararlar var. Hukuki delili ne olursa olsun. Şimdi iddialar var, yapılan bir sürü uygulama var. Orada alınmış gizli kararlarla bunu hayata geçiriyorlar. Biz bunu belirleyemiyoruz, ortaya çıkartamıyoruz.


Yüklə 124,39 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin