Sözgelimi, Ebul Fida’nın kayıtlarında As ve Alanlardan Türk kavmi şeklinde söz edilmektedir: “Ancaz’ın doğusunda deniz kıyısında bir Alan şehri vardır. Türk olan Alanlardan bir topluluğun iskan ettiği bir şehirdir. Bunlar Hıristiyanlaşmışlardır. Alanlar bu bölgede kalabalık bir kavimdir. Alan’ın arkasında Babül Ebvab vardır. Al-As denilen bir Türk kavmine komşudurlar.”[90] Said el-Magribî de “Kitab El-Coğrafya” adlı eserinde As ve Alanlardan bir Türk kavmi olarak bahseder: “Gürcistan’ın doğusunda Alan ülkesi bulunur. Bunlar Hıristiyan Türklerdir. Alanlardan sonra Türklerden As denen bir kavim vardır.”[91] Yahudi tarihçi ve ilahiyatçısı Josephus Flavius’un [M.S. 37 - 100] “Yahudi Savaşı” adlı eserinde Asların konuştuğu dilin Peçeneklerin konuştuğu dile benzediğinden bahsedilmektedir.[92] Aynı ifadeler El-Birunî’nin kayıtlarında da geçmektedir: “Bu mecrada [Ceyhun ırmağı ile Hazar denizi arasında] oturanlar Hazar denizi sahiline göçtüler. Bunlar El-Lan [Alan] ve As kavimleridir. Bu kavimlerin dilleri Harezmce ile Peçenekçenin bir karışımıdır.”[93] Öte yandan Z.V. Togan, El-Birunî’nin bu ifadelerinden, İranî Harezmliler ile Peçenek Türkleri arasındaki bir sahada yaşayan As-Alanların dil bakımından Peçenek Türkçesinin tesirinde kalmış olmakla birlikte İranî Harezmlilerle akraba bir kavim olduğu konusunda ısrarlıdır. Z.V. Togan, XII-XIII. yüzyıllarda İtil havzasında yaşayan Asların çoktan Türkleşmiş olmalarına ve Altın Orda Hanlığında siyasi nüfuz elde etmelerine rağmen yerli Türkler [Kıpçaklar] ve Moğollar tarafından daima yabancı sayıldıklarını söyler. Hatta bu yüzden Altın Orda Hanlarının As kızlarıyla evlenmeleri hiç hoş görülmemiştir. Sözgelimi, Altın Orda Hanlığının son büyük hükümdarlarından Canibek Han [1340-1357] hakkında Nogay ve Başkurt rivayetlerinde şöyle bir kayıt bulunmaktadır: “Canibek Han’ın iki karısı vardı. Birincisinin adı Taydulu Hatun idi. Bu Kıpçak olanı idi. İkincisinin adı ise Karaçaç idi. Bu da Aslardan idi. Canibek Han’ın Kıpçak kökenli olan karısı Taydulu bir gün Canibek Han’a şöyle der: As’dıñ kızını aldıñ, bizni közden saldıñ~As kızını aldın, bizi gözden düşürdün.”[94]
IV. yüzyıl sonlarında Alanların hayat tarzıyla ilgili en geniş bilgiler Ammianus Marcellinus’un kayıtlarında bulunmaktadır. A. Marcellinus’un anlattıklarına göre Alanların hayat tarzının eski Türklerin göçebe hayat tarzından pek bir farkı yoktur: “Alanların evleri yoktur. Sürekli göç ettikleri, başı ağaç kabuklarıyla örtülü araba-evlerde yaşarlar. Tarla sürmeyi bilmezler. Temel yiyecekleri et ve süttür. Bunları da vahşi hayvanlar gibi yerler. Bir otlağa gelip yerleştiklerinde ev-arabalarını daire şeklinde konuşlandırırlar. Otlaklar tükenince araba-evleriyle başka yerlere göç ederler. Kadın, erkek, çocuk hepsi bu araba-evlerde yaşarlar. Çocuklar bu araba-evlerin içerisinde büyürler. Bu araba onların sürekli evidir. Küçük ve büyük baş hayvanları [s. 24] vardır. At sürüleri vardır. Buna özel önem verirler. Oralarda otlaklar geniş ve yeşildir. Her yer meyve ağaçlarıyla doludur. Verimli toprakların ve ırmakların bol olması nedeniyle göçebeler hiçbir zaman yiyecek ve otlak sıkıntısı çekmezler. Yaşlılar, çocuklar ve kadınlar savaşamayacak durumda oldukları için kolay işlerle uğraşırlar. Erkekler çocukluktan itibaren ata binmeyi öğrenir. Çünkü onlar yürümeyi onur kırıcı olarak görürler. Hepsi birer mükemmel savaşçı olarak yetiştirilir. Alanların büyük çoğunluğu iri yapılı, sarışın ve güzel insanlardır. Bakışları korkutucudur. Silahlarını hızlı ve ustalıkla kullanırlar. Hunlara benzerler. Fakat yemek ve giyim-kuşam kültürü Hunlardan daha gelişmiştir. Avcılık ve yağmacılıkla geçinirler. Hatta Meot bataklığından Ermenistan’a ve Medya boylarına kadar geniş alanlarda yağmacılık yaparlar. Rahat ve huzurlu bir hayat yerine tehlike ve savaştan hoşlanırlar. Savaşta ölmek onlar için mutluluk ve onurdur. Yaşlılıktan veya herhangi bir kaza sonucu ölenler aşağılanır ve onların cesetleriyle alay edilir. Alan savaşçıları düşmanlarının kafa derilerini yüzerek bunlardan atlarına süsler yaparlar. Alanların tapınakları yoktur. Hatta bunlarda çatısı samanla örtülü tek bir kulübe dahi yoktur. Savaş Tanrısı Mars gibi, toprağa saplanmış bir kılıca taparlar. Kamışları dikine birleştirirler ve büyülü sözlerle bir anda bırakırlar. Böylece geleceği gördüklerini düşünürler. Soylu bir kan taşırlar. Kölelik nedir bilmezler. Reislerini en çok savaş deneyimi olan kişiler arasından seçerler.”[95]
Kaziy T. Laypan ve İsmail M. Mızı başta olmak üzere genel olarak Karaçay-Malkarlı tarihçilerinin büyük çoğunluğu As-Alanların bugünkü devamının Karaçay-Malkar Türkleri olduğunu savunmaktadırlar. Buna en güçlü dayanak olarak da Karaçay-Malkar Türkçesinde “kardeş, dost, arkadaş” anlamında ve bir hitap şeklinde kullanılan “alan” sözü gösterilmektedir. Bunun dışında Karaçay-Malkar Türklerinin yakın zamana kadar başta Osetler olmak üzere bazı komşu Kafkas kavimleri tarafından “Alan” ve “As” şeklinde adlandırılması da bu görüşün diğer önemli dayanağıdır. Gerçekten de bugün kendilerini As-Alanların devamı sayan Osetler halbuki eskiden Karaçay-Malkar Türklerini “Asi” ve “Asson” şeklinde, Malkar ülkesini “Asiyag” ve Karaçay ülkesine de “Tstur-Asiyag” şeklinde adlandırmışlardır. Yine Gürcü-Megreller Karaçaylıları “Alani” şeklinde adlandırırlarken, Abhazlar da “Azuho” ve “As” şeklinde adlandırmışlardır. [96] V.F. Miller ise eskiden komşu Kafkas halkları tarafından Karaçay-Malkarlıların “Alan” ve “As” şeklinde adlandırılmalarını kabul etmekle birlikte bunu farklı bir şekilde yorumlamaktadır. Ona göre Karaçay-Malkarlıların yaşadığı topraklarda eskiden Osetler veya onların ataları olan As ve Alanlar yaşamışlardır. As-Alanlar güneye doğru bugünkü Osetlerin yaşadığı yerlere göç ettikten sonra onlardan boşalan yerlere Karaçay-Malkar Türkleri gelip yerleşmişlerdir. Fakat tarih boyunca buraları As ve Alan adıyla anıldığından dolayı komşu Kafkas halkları da Karaçay-Malkar Türklerini “As” veya “Alan” şeklinde adlandırmışlardır. V.F. Miller’in bu ifadeleri hem mantıksız ve hem de çelişkilidir. Diyelim ki, Gürcü-Megreller ile Abhazlar, eskiden As ve Alanların yaşadığı topraklara gelip yerleşen Karaçay-Malkar Türklerini, V.F. Miller’in söylediği gibi yanlışlıkla “As” ve “Alan” şeklinde adlandırmışlardır. Fakat madem Osetler gerçekten As ve Alanların devamı iseler neden kendileri için “İron” ve “Digoron” adlarını kullanmışlar ve neden Karaçay-Malkar Türklerine “As” ve “Alan” adlarını vermişlerdir? V.F. Miller’in çelişkiye düştüğü husus budur. Herhalde hiçbir halk kendi kavim adını unutarak “yanlışlıkla” bir başka kavim için kullanmaz.[97]
Osetlerin As-Alanların devamı olduğuna dair ileri sürülen görüşlerin en güçlü dayanağı yine V.F. Miller’in meşhur “Osetinskie Etüdı” adlı eseridir. Halbuki bu eserin hiçbir yerinde “Aslar veya Alanlar İranî bir kavimdir ve bugünkü İronların [Osetlerin] atalarıdır” şeklinde bir ifade geçmemektedir. V.F. Miller kitabında aynen şöyle söylemektedir: “Osetlerin ataları Alanya’da [Terek ve Laba ırmakları arasındaki sahada] yaşamışlardır. Bundan dolayı da Osetlerin atalarının Alanlar olması mümkündür.” V.F. Miller’in bu ifadelerinden Osetlerin kesinlikle Alanların devamı olduğu sonucu çıkarılamaz. Öte yandan XVIII. yüzyıl sonlarında Kafkasya’ya seyahat yapan J. Pototski’nin Alanlarla ilgili kayıtları oldukça enteresandır: “19 Kasım 1797 tarihinde Mozdok ve Macar şehri Piskoposu Gürcü asıllı Gay adında birini ziyaret ettim. Piskopos bana tarihte sıkça geçen Alanların bir kısmının halen mevcut olduğunu ve bunların sayısının 1000 kişi civarında olduğunu söyledi. Bunlar gerçek Alanlarmış ve Svanların yurduna yakın dağlık bir vadide yaşıyorlarmış. Fakat kendisi bu gerçek Alanları çetin coğrafi şartlardan dolayı görme imkanını elde edememiş. Piskoposun bahsettiği bu gerçek Alanları görmeyi ve onların hangi dili konuştuğunu öğrenmeyi çok istememe rağmen ben de bu imkanı elde edemedim. Halbuki büyük bir tarihi problem aydınlığa kavuşmuş olacaktı.” Digor ve İronların [Osetlerin] 1744 yılında kendi istekleriyle Rus Çarlığının [s. 25] hakimiyet geçmeleri tarihi belgelerle sabittir. Gürcülerin “Ovset” şeklinde adlandırdıkları bu iki halk Rus Çarlığına bağlandıktan sonra Ruslar tarafından “Osetin” şeklinde adlandırılmışlardır. Aradan 53 yıl sonra 1797 yılında Kafkasya’ya giden J. Pototski ve hele Osetleri çok yakından bilen Gürcü asıllı Piskopos Gay’ın “gerçek Alanlar”dan bahsetmesi oldukça enteresandır. Özellikle de Gürcü Piskopos gerçek Alanlar dediği meçhul kabile ile Osetler arasında bir ilişki olsaydı bundan mutlaka bahsederdi. Öte yandan Svanların ülkesine yakın dağlık bir vadide yaşadıklarını söylediği gerçek Alanların yurdu bugünkü Karaçay Türklerinin yaşadığı yerdir.[98] Bir başka önemli husus ise bazı eski ve tarihi Kafkasya haritalarında Karaçaylıların ve Alanların yaşadığı topraklar daima birlikte gösterilmektedir. Sözgelimi Rus Çarlığının Kafkasya Ordusu Komutanlığında Harita Subayı olarak görev yapan İvan V. Sahovskoy’un 1833 yılında çizdiği Kafkasya haritasında Karaçay Türklerinin yaşadığı yerler “Alanetı-Karaçavtsı” [Alanlar-Karaçaylar] adıyla gösterilmektedir.[99]
Karaçay-Malkarlı tarihçiler Alanların bir Türk kavmi ve Karaçay-Malkar Türklerinin ataları olduğu konusunda da ısrarlıdırlar. Bunun dışında bazı bilim adamları Alanların Türk ve İranî kabilelerden oluşmuş bir kavim olduğunu ileri sürmektedirler. Sözgelimi V.B. Kovalevskiy “Kafkasya ve Alanlar” adlı kitabında Alanların hem Karaçay-Malkar Türklerinin hem de Osetlerin ataları olduğu sonucuna varmaktadır.[100] M.A. Habiç de Alanların Türk ve İranî olmak üzere iki kısımdan oluştuğunu ve Türkçe konuşan Alanların Karaçay-Malkar Türklerinin ataları, İran dilini konuşan Alanların ise Osetlerin ataları olduğunu söylemektedir.[101] As-Alanların Türk veya İranî bir kavim oldukları konusundaki tereddütler ve tartışmalar devam edecek gibi görünmektedir. Fakat As-Alanların etnik kökeni ne olursa olsun, Karaçay-Malkar Türklerinin etnik oluşumunda As-Alanların önemli bir pay sahibi olduğu inkar edilemez bir gerçektir.
4. Kafkasya’da Kıpçak~Kumanlar
Bizans-Latin kaynaklarında “Koman~Kuman”, İslam kaynaklarında “Kıpçak~Kıfçak” ve Rus kaynaklarında “Polovest” adıyla anılan Kıpçak Türkleri, Moğol istilasına kadar, Karadeniz kuzeyi bozkırları ile Kafkasya coğrafyasını 200 yıl boyunca hakimiyet altında tutarak bölgenin etnik ve kültür yapısının şekillenmesinde çok büyük rol oynamışlardır. Kıpçak Türkleri önceleri İrtiş-Talas sahasında yaşıyorlarken 1060 yılından itibaren vaktiyle Peçeneklerin işgal ettiği Karadeniz kuzeyi bozkırlarına gelmişler, kısa bir süre sonra da Don-Dnester havzası merkez olmak üzere doğuda Balkaş-Talas havzası ve batıda Tuna havzasına kadar geniş bir sahaya yayılmışlardır. Kafkasya’da Koban ırmağı havzasından Dağıstan’a kadar uzanan bölgeleri de içine alan bu geniş saha kuzeyde İtil Bulgarları sınırına kadar uzanmaktadır. Doğu Avrupa ile Batı Sibirya bozkırlarının tamamını içine alan Kıpçak sahası daha o tarihten itibaren İslam kaynaklarında “Deşt-i Kıpçak” [Kıpçak Bozkırı] adını almış, Bizans-Latin kaynaklarında da “Komania” şeklinde anılmıştır.[102]
Kıpçak Türklerinin tarih sahnesine ne zaman çıktıkları konusunda kesin bir sonuca varılmamıştır. Bazı tarih araştırmalarına göre Kıpçaklar çok eski tarihlerden itibaren Kafkasya’da yaşamaktaydılar. Eski Gürcü kaynaklarında M.Ö. IV. yüzyılda Kür [Kura] nehri boylarında yaşayan “Bun-Turki” [Yerli Türk] ve “Kıpçak” adında iki Türk kavminden bahsedilmektedir. En eski Gürcü vakayinamesi olarak bilinen Kartlis Tshovreba’da [Gürcü Hayatı] bu iki Türk kavminden şöyle bahsedilmektedir: “M.Ö. 312 yılında Filip’in oğlu Makedonyalı İskender, Kartvel’e [Gürcistan’a] geldiği zaman Kür ırmağı boyunca ve onun kolları üzerine yerleşmiş olan Bun-Turki ve Kıpçak adlı kavimlerle karşılaştı. Bütün şehirler ve kaleler, yılmaz savaşçılar olarak bilinen Bun-Turki ve Kıpçaklar tarafından savunuldu. Makedonyalı İskender büyük hayretler içerisinde kaldı. Çünkü hiçbir millet onlar gibi düşmana karşı koyamazdı.” Bunun dışında, Plinius’un kayıtlarında M.S. 23-79 yıllarında Dağıstan’da “Kamak” ve “Oran” adlı iki Türk kavminden bahsedilmektedir. Bilindiği gibi Kamak ve Oranlar Maveraünnehir havzasında yaşayan eski Türk kavimleridir ve Kıpçak Türklerinin bir diğer adı da “Kimak~Kemak”tır. Plinius ayrıca Daryal geçidinin “Kumania Kapısı” şeklinde adlandırıldığını da söylemektedir.[103]
Kıpçak Türkleri, Dede Korkut destanlarında “azgun dinlü kafirler” şeklinde ve Oğuzların baş düşmanı olarak anlatılmaktadır. Dede Korkut Destanlarına göre Kıpçak Türkleri Kafkasya dağları kuzeyinde yaşamakta ve sık aralıklarla Daryal geçidini aşarak güneye akınlar yapmaktadırlar. Destanlarda anlatılanlara göre Kafkasya Kıpçaklarının hükümdarı “Alaca atlı Şavhal Melik” olup bugünkü Kumuk-Avar bölgesi hakimidir. Onun sağ [s. 26] kol beyi “Bogaçuk Melik” bugünkü Koban ırmağının kaynak havzası olan Karaçay topraklarının hakimidir. Sol kol beyi “Kara Tokan Melik” ise Dağıstan’da Koy ve Ilısu ırmakları boyu hakimidir. Yine, Oğuz komutanlarından Kara Konak’ın oğlu Kara Budak’ın sürekli akın edip kan kusturduğu “Demir Yaylı Kıpçak Melik” de Koban ırmağı boyları ile bugün Malkar ve Kabardey Çerkeslerinin yaşadığı toprakların hakimidir.[104]
Azak-Kafkasya hattındaki Kıpçakların en kuvvetli dönemi 1090-1110 yılları arasındadır. Bu dönemde Kıpçaklar eski Türklerin klasik yönetim biçimi olan 4’lü sistemine göre Böñek, Tugor, Şaru ve Altun-Aba adlı komutanların idaresinde teşkilatlanmışlardır. Koban ırmağı havzası merkez olmak üzere Batı Kafkasya bölgesi Şaru Han ve daha sonra da oğlu Etrek Han’ın yönetiminde olmuştur. Guran-Duhkt adlı kızını Gürcü kralı II. Davit’le evlendirmek suretiyle Gürcülerle ilişkileri sağlama alan Etrek Han 1118 yılında damadı II. Davit’in çağrısı üzerine kalabalık bir Kıpçak topluluğuyla Gürcistan’a yerleşmiştir. Bununla birlikte Etrek Han Gürcistan’da fazla duramamış ve tekrar Kafkasya’ya dönmüştür. Fakat daha önce beraberinde götürdüğü halkının büyük çoğunluğu Gürcistan’da kalmıştır.[105]
Moğol İstilası ve Kıpçak-Alan İttifakı
Moğollar önce 1219-1222 yıllarında Orta Asya’yı bir kasırga felaketi gibi tahrip etmişler ve binlerce insanın hayatına son vermişlerdir. 1222 yılı baharında Cengiz Han tarafından Orta Asya’dan kaçan Harzemşah Muhammed’i takiple görevlendirilen Sübedey Bagatur ve Cebe Noyan adlı komutanların idaresindeki Moğol orduları önce Kuzey İran’ı kılıçtan geçirdikten sonra Gürcistan üzerinden Şirvan boğazı yoluyla Kafkasya’ya gelmişler ve burada Kıpçak-Alan ittifakıyla karşılaşmışlardır. Bunun üzerine Moğollar gizlice Kıpçak komutanlarına çeşitli hediyeler göndererek “Moğollar ile Kıpçakların aynı soydan olduklarını, Alanlarla kurdukları ittifaktan ayrıldıkları takdirde Moğol ordularının Kıpçaklara dokunmayacaklarını” bildirmişlerdir. Kıpçak ordularının komutanı Könçek oğlu Yuri de Moğolların bu vaadine kanarak Kıpçak-Alan ittifakından ayrılmıştır. Fakat bunu müteakip Moğollar önce Alanlara saldırarak onları mağlup etmiş ve daha sonra Koban dolaylarında konuşlanmış bulunan Kıpçaklara hücum ederek birçoğunu kılıçtan geçirmişlerdir. Könçek oğlu Yuri ve Köbek oğlu Daniel adlı Kıpçak komutanlar da Moğol askerlerinin elinden kurtulamayıp öldürülmüşlerdir. Bunun üzerine Kafkasya dağları eteklerinde yaşayan Kıpçak kabileleri arasında büyük bir korku ve telaş baş göstermiş, Kıpçakların büyük bir kısmı kuzeye doğru Azak ve İtil dolaylarına kaçarken, bir kısmı da Moğolların katliamından sağ kalabilen Alan ve Bulgar kabileleriyle birlikte dağlık arazilere sığınmışlardır.[106] Kuzeye doğru kaçan Kıpçak kabileleri ise bu sefer 1637 yılında Cengiz Han oğlu Cuci Han tarafından sıkıştırılmışlar birçoğu kılıçtan geçirilmişlerdir. İtil ve Don havzasında kurtulmayı başarabilen Kıpçak kabilelerinin birçoğu Çerkes [Batı Kafkasya] ve Tümen [Dağıstan] yurtlarına kaçmışlar ve buradaki kavimlerle karışmışlardır.[107]
Emir Timur’un Kafkasya Seferi
Moğolların istilası sonunda Deşt-i Kıpçak ve uzantısı Kafkasya’da büyük bir Moğol devleti kurulmuştur. Doğu kaynaklarında “Cuci Ulusu” ve “Kök Orda” şeklinde anılan, Rus kroniklerinde ise “Altın Ordu” adıyla geçen bu devlet, XIII-XIV. yüzyıllarda siyasi, iktisadi ve kültür bakımından yalnız Doğu Avrupa’da değil, bütün Türk Dünyasının en önemli devletlerinden biri olmuştur. Bu devletin yönetimi ve üst tabakası Moğollardan oluşmakla birlikte ordunun kaynağı ve ahalinin büyük çoğunluğu Kıpçak Türkleri idi.[108]
Tohtamış Han vaktiyle 1377 yılında Emir Timur’un yardımıyla Altın Ordu hükümdarlığına oturmuştu. Bu yüzden Tohtamış ve Timur arasındaki ilişkiler gayet iyi bir şekilde devam ederken Harezm bölgesi yüzünden bu iki hükümdarın arası açılmıştır. Tohtamış bu bölgenin Altın Ordu Devletine ait olduğunu iddia etmekteydi. Bunun üzerine Emir Timur da özellikle Tohtamış Han’a bir ders vermek ve onu tahtından indirmek için Altın Ordu’ya iki büyük sefer düzenlemiştir. Bu seferlerin birincisi 1391 yılında, ikincisi de 1395 yılında gerçekleşmiştir. Bu seferlerin ikincisi, Kafkasya tarihi bakımından büyük önem arz etmektedir. Çünkü bu ikinci sefer Kafkasya’da cereyan etmiştir ve Timur’un karşısına çıkan Tohtamış Han’ın ordusunun büyük çoğunluğu Kıpçak, Bulgar, Alan ve Kafkas kavimlerine mensup askerlerden oluşmaktadır. Tohtamış Han ve Emir Timur’un orduları 15 Nisan 1395 tarihinde Terek nehri civarında karşılaşmış ve büyük bir meydan savaşından sonra Tohtamış Han’ın ordusu müthiş bir yenilgiye uğramıştır. Tohtamış [s. 27] Han’ın kendisi de Timur’un elinden güç bela kurtulabilmiştir.[109] Ali Yezidî’nin kayıtlarına göre mağlup olan Tohtamış Han’ın ordusu, bilhassa merkez karargahla bağlantılarını kaybetmiş olan Bulgar ve Kıpçak kökenli askeri birlikler, Timur’un ordusu tarafından tamamen yok edilme korkusuyla, Kafkasya dağlarına doğru kaçarak yüksek ve kuytu vadilere sığınmışlardır. Bunun için en elverişli yer ise bugünkü Malkar Türklerinin yaşadığı Çerek [Malkar] vadisidir.[110]
Yukarıda anlatılan Moğol istilası ve Timur’un Kafkasya seferi gibi tarihi olayların Karaçay-Malkar Türklerinin etnik yapısının oluşumunda büyük etkisi vardır. Moğol ve Timur ordularından kaçarak yüksek dağ vadilerine sığınan Hun, Bulgar, Sabir, Alan ve Kıpçak kabileleri Karaçay-Malkar Türklerinin etnik yapısının temelini oluşturmuştur. Özellikle de XI-XIII. yüzyıllar arasında, kalabalık Kıpçak~Kuman kabileleri, eskiden beri Kafkasya’da yaşayan diğer eski Türk kabileleriyle karışmış, Karaçay-Malkar Türklerinin etnik yapısının en önemli unsurunu oluşturmuştur. Kıpçak kabilelerinin kalabalık ve baskın unsur olması nedeniyle zamanla diğer kabilelerin hepsi Kıpçaklaşmıştır.[111]
Kıpçak~Kuman Türkleri tarihi süreç içerisinde Kafkasya’ya gelen eski Türk kavimlerinin sonuncusu olup aynı zamanda da Karaçay-Malkar Türklerinin etnik oluşumuna son noktayı koyan kavimdir. Günümüz itibariyle milletlerin kimliğini belirleyen en önemli unsur “dil” olduğuna göre bu yüzden Karaçay-Malkar Türklerini de Kıpçak~Kuman Türklerinin devamı olarak saymak gerekir. Çünkü Karaçay-Malkar Türklerinin konuştuğu dil, ana çizgileriyle tipik bir Kıpçak Türkçesi olup, Türk dilinin Kıpçak lehçesi grubuna girmektedir. Karaçay-Malkar Türkçesinde Hun-Bulgar dilinden kalma çok sayıda kelime bulunmakla birlikte Karaçay-Malkar Türkçesinin kelime hazinesinin tamamına yakını Kıpçak Türkçesine aittir. XIV. yüzyıl başlarında Avrupalı misyonerlerin Kıpçak Türkleri arasında Hıristiyanlığı yaymak ve Kıpçak Türkçesini Avrupalılara öğretmek amacıyla hazırlanan “Codex Cumanicus” adlı eserde kullanılan Kıpçak~Kuman Türkçesi ile bugünkü Karaçay-Malkar Türkçesi hemen hemen aynıdır. Eserdeki kelime hazinesinin dörtte üçünden fazlası şekil ve anlam bakımından Karaçay-Malkar Türkçesinin kelime hazinesinde mevcuttur.
Bunun dışında, Kıpçak~Kuman Türkleri ile Karaçay-Malkar Türkleri arasındaki etnik ilişkiyi bazı arkeolojik bulgularla da desteklemek mümkündür. Karaçay-Malkar Türklerinin yaşadıkları topraklarda; Pregradna, Kobu-Başı, Storojevoy, İspravna, Kubina, Baytal-Çabhan, Arhız, Çegem ve Beştav çevresinde Kıpçaklara ait çok sayıda mezar ve heykel ortaya çıkarılmıştır. Tabiatıyla bu durum bugünkü Karaçay-Malkar topraklarında eskiden Kıpçak Türklerinin yaşadığını belgelemekte ve Karaçay-Malkar Türklerinin etnik ve kültür yapısının oluşumunda etkili olduklarını ortaya koymaktadır. Karaçay’da Koban ırmağının sol tarafındaki Kubina köyüne 5 km yakın bir yerde Kıpçak mezarları bulunmuştur. Bu mezarların tabanı taşlarla döşenmiştir. Mezarda insan kemikleri dışında bir de at iskeleti bulunmuştur. Baytal-Çabhan bölgesinde bulunan mezarların XIV-XVI. yüzyıla ait olduğu ve bunların Kıpçak Türklerinden kaldığı tespit edilmiştir.[112]
G. Rubruck XI-XIII. yüzyıllara ait Kıpçak mezarlarını şöyle tasvir etmektedir: “Kumanlar [Kıpçaklar] ölünün üzerine büyük bir tümsek yaparlar ve bunun üzerine yüzü doğuya dönük, elinde göbeğinin hizasında bir kadeh bulunan bir heykel dikerler. Kumanlar asil ve zenginleri için mezarların üzerine ehramlar yani sivri binalar yaparlar. Bazı yerlerde tuğladan büyük kuleler, bazı yerlerde de taştan evler yapıldığını da gördüm.”[113] G.Rubruck’un kayıtlarında bahsettiği eli göbeğinin hizasında bir kadeh bulunan Kıpçak heykellerinden birisi Karaçay’da Zelençuk ırmağı kıyısında bulunmuştur. G. Rubruck’un tarif ettiği Kuman [Kıpçak] asil ve zenginlerine ait mezarların aynısı Malkar Türklerinin yaşadığı Yukarı Çegem bölgesinde bulunmuştur. Yukarı Çegem’deki Kıpçak Türklerinden kalma sivri tepeli yani piramit şeklindeki anıt mezarlar bugün hala ayaktadırlar. Ayrıca eski Karaçay-Malkar beyleri için yapılan anıt mezarların da Kıpçak mezar tipinde olduğu görülmektedir. Sözgelimi Malkar beylerinden Alimurza Abay için Künlüm köyünde yapılan anıt mezar tipik bir Kıpçak mezarıdır.[114]
III. Destan ve Efsanelere Göre Karaçay-Malkar Türkleri
Karaçay-Malkar Türklerinin tarih sahnesine ne zaman ve ne şekilde çıktıkları konusunda tarihî ve eski yazılı kaynaklarda şimdiye kadar herhangi bir bilgiye tesadüf edilmemiştir. Bunun dışında bir de Karaçay-Malkar Türklerinin etnik oluşumuyla ilgili birtakım destan ve halk hikayeleri vardır. Elbette bir [s. 28] milletin veyahut bir devletin tarihini incelerken destan ve halk hikayelerini bir belge gibi görmek bazı yanlış sonuçları da beraberinde getirecektir. Çünkü bunlar çoğunlukla gerçek ile abartının ayırt edilemediği anakronik olayların hikayesidir. Bunların en büyük eksikliği anlatılan olayların kronolojik olarak yerine oturmayışından kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte her ne kadar bir tarih belgesi değilse de bazı tarihî gerçekler bu destan ve halk hikayelerini örtüsü altında gizlidir. Bu tür halk edebiyatı ürünlerinin iyi bir şekilde tahlil edilmesiyle milletlerin eski tarihini aydınlatmak ve onların kültürü hakkında bir fikir ortaya koymak mümkündür.
Karaçay Türklerinin etnik oluşumunu ve Kafkasya’ya gelip yerleşmesini anlatan bir sürü hikaye vardır. Birkaç ayrıntı dışında bunların çoğunluğu birbirine benzemektedir. Bu hikayelerin birine göre Karaçay Türkleri Kafkasya’da bugünkü yurtlarına gelip yerleşmeden önce Hazar Hakanı Obadiy [Obedia] Han zamanında “Karaçay” adlı bir beyin idaresinde Kuma ırmağı civarında “Macar” adlı bir şehirde yaşıyorlarmış. Obadiy Han’ın sürekli olarak vergi almak suretiyle Macar şehrini baskı altında tutmasından dolayı, Karaçay adlı bey ve kabilesi Macar şehrini terk ederek Kafkasya’nın dağlık vadilerine göç etmişler ve burada kendilerine yeni bir yurt kurmuşlar. Daha sonra Karaçay adlı bey ölünce onun kabilesi beylerinin hatırasını yaşatmak için kendilerine kavim adı olarak “Karaçay” adını vermişler.[115]
Başka bir hikayeye göre ise Karaçay Türkleri Kafkasya’ya gelmeden önce Kırım civarında yaşarlarken, Kırım’da çıkan siyasi karışıklıklar üzerine “Karça” adlı bir beyin idaresinde Kırım’dan Kafkasya’ya gelip yerleşmişler. Karça ve kabilesi önce Arhız ve Bashan vadileri gibi Kafkasya’nın muhtelif yerlerinde bir müddet kaldıktan sonra nihayet bugünkü yurtları olan Koban ırmağının doğduğu yere gelmişler ve burada kalıcı olarak yerleşmişler. Karça öldükten sonra da onun adı zamanla Karaçay şekline dönüşmüş ve kabilesinin adı Karaçay olmuş.
Manzum şekli de mevcut olan bu ikinci hikaye tarih araştırmaları bakımından birinci hikayeye göre daha çok itibar görmektedir. Fakat Karaçaylıların tarihi hakkında birtakım ipuçları vermekle birlikte bu ikinci hikayenin de birçok zayıf yanları vardır. Karça’nın hikayesinin hem manzume şeklinde ve hem de nesir şeklindeki örneklerinde anlatılan farklı zamanlarda yaşamış kişilerin ve farklı zamanlarda cereyan eden olayların birbirine karıştığı görülmektedir. Sözgelimi hikayede Karça’nın mücadele ettiği Kabardey Çerkes beyinin adı hem Kaziy Bey olarak ve hem de Kaytuk oğlu Sarı Aslanbek olarak geçmektedir. Halbuki bu iki şahıs farklı zamanlarda yaşamışlardır. Yine Karça ile Kabardey Çerkes beyinin arasında geçen olayların konusu hikayenin bir varyantında başka şekilde anlatılırken, bir başka varyantta ise daha başka türlü anlatılmaktadır. Yani kısacası Karaçay Türkleri ile Kabardey Çerkesleri arasında farklı zamanlarda ve farklı kişiler arasında cereyan eden farklı olaylar bu hikayede birbirine karışmıştır.
Dostları ilə paylaş: |