TüRK’Ün serveti servet somuncuoğlu yazar :Çiğdem aydin anlatıcı



Yüklə 99,04 Kb.
tarix15.01.2018
ölçüsü99,04 Kb.
#38438

Eserin Adı : TÜRK’ÜN SERVETİ SERVET SOMUNCUOĞLU


Yazar :Çiğdem AYDIN
Anlatıcı:
Damgaların peşinde adım adım iz sürdü…Sınır tanımadan,bıkmadan ,yorulmadan;umutla,heyecanla,aşkla…Bilinmeyeni bulup ortaya çıkarma,keşif onun için nefes almaktan farksızdı.Bu yüzden her yeni bilgi yeni bir soru işaretini doğurdu ve düşürdü onu yollara..Yer zaman mekan önemsizdi onun için eğer keşfedilecek bir şeyler varsa işin sonunda.Bu yüzden oradan oraya sürükledi bilgiler onu,çok gezdi çok gördü birçok insanla tanıştı.Ve çok yoruldu…Ama her şeye değerdi,hem de her şeye…Coğrafyalara sığmayan bir geçmiş,bilinmeyenlerle dolu bir tarih…Her bilgi bir soru işaretini doğuruyor,çantasını kapmasıyla yollarla düşüyordu soruların peşinden.Bazen bir taş,bazen bir motif,bazen yaşlı bir amca bu sorularla dolu karanlık yola bir ışık tutuyordu.Bir sonraki adımı kendisi bile tahmin edemiyordu aslında,öğrenme aşkının sularına düşmüş akıyordu adeta.O gitmiyor sorular götürüyordu onu oradan oraya.Çeşitli nedenlerle bulundukları yerlerden göç etmek zorunda kalan insanlar,yaşadıkları,duyguları,gelenek-görenekleri,dinleri,göçün etkileri ve daha birçok konu üzerine yapılan araştırmalar.Servet Somuncuoğlu nu tanıdıkça ona kulak verdikçe aslında tarihimizi çok az bildiğimizi anlıyoruz…Bize sunulan kitap bilgilerinden ötesine hiç geçmemişiz,merak etmemişiz,araştırmamışız.Halbuki Türk Milleti dünyanın var oluşu kadar köklü ve eski bir millet(miş).Atalarımızı unutmuş hatta hiç bilmemişiz.İşte Servet Somuncuoğlu araştırmalarıyla bizi atalarımıza kavuşturuyor bir anlamda,binlerce yıl öncesiyle kucaklaşıyoruz sayesinde,kendisine duyduğumuz sonsuz minnetle…

Servet Somuncuoğlu kısacık yaşamını bilime adayan bir yürek...Ve Türkler;asil kan asil yürekler.Varlığı varoluş kadar eski olan dünyanın dört bir tarafında yaşamış yüce millet…Servet Somuncuoğlu yollarda ,taşlarda bu milletlin bilinmeyenlerini gün yüzüne çıkardı,bilinmeyen bulunmayan çok şey buldu.Söylecek çok sözü,yazılacak çok kitabı,çekilecek çok fotoğrafı,belgelenecek birçok belgeseli varken aramızdan ayrıldı.49 senelik ömrüne çok şey sığdırdı bilime büyük katkıları oldu,yaşasaydı öğrenecek çok şeyin olduğunu bize göstermeye devam edecekti…Zira daha öğreneceklerimiz vardı O’ndan.





  1. PERDE



Anlatıcı :Aslen Giresunlu olan Servet Somuncuoğlu Bursa’da yaşamaktadır.Ama Giresun ile bağlarını hiçbir zaman koparmamıştır.Servet Somuncuoğlu 11 yaşındadır.Her yaz tatilinde olduğu gibi bu tatilde de köyü olan Giresun’a anneannesini ziyarete gidecektir.Hazırlıklar tamamlandıktan sonra yola çıkılır,köye varılır.

Servet uzun otobüs yolculuğundan sonra köylerine giden dolmuşa biner.Ağır ağır ilerleyen dolmuşun camından hasretle köyünü izlemektedir.Yazın gelmesiyle her yer yemyeşil olmuş doğa canlanmıştır.Anneannesi onu yolda beklemektedir..


Anneanne : (hüzünlü ve mutlu) Hoş geldin Servet’im,oğlum..
Servet : Hoş bulduk anneanne,nasılsın? Seni çok özledim..
Anneanne : İyiyim oğlum,seni gördüm daha iyi oldum.Gözlerim yollarda kaldı yavrum.(hasretle kucaklaşırlar)

Beraberce kol kola girerek eve doğru yürürler. Eve geldiklerinde onları dayısı karşılar, Servet dayısının burada olduğunu bilmemektedir…



Servet :Dayıcığım! Anneannem burada olduğundan bahsetmemişti,çok güzel bir sürpriz oldu seni gördüğüme çok sevindim.
Dayı : Sana sürpriz yapmak istedik,beğendin mi (gülümser)
Servet : Elbette,çok mutlu oldum gerçekten…

Servet ile Dayısı koyu bir muhabbete dalmışken,anneannesi de lezzetli yemekler pişiriyordu.Servet anneannesinin yemeklerini çok özlemişti..


Anneanne :Haydi bakalım yemeğe,buyurun..

İştahla yemekler yendikten sonra Servet yol yorgunluğu ile akşam erkenden uyudu.Ertesi gün eski evde gezip incelerken evi,dayısının odasındaki kitaplık dikkatini çekti.Hüseyin Nihal Atsız ‘Bozkurtların Ölümü’ ve ‘Bozkurtlar Diriliyor’.Ayrıca dosyalara yazılmış birkaç şiir.Şiirleri okumaya başlar..


Servet :

Mutlak Seveceksin

Sevda gibi bir gizli emel ruhuna sinmiş;


Bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş.
Gökten gelerek gönlüne rüzgar gibi inmiş,
Bir sır ki bu,ölsen bile açamazsın...

Anlatması imkansız olan öyle bir an ki,


Hülyadaki ses varlığının gayesi sanki...
Bak emrediyor:Daldığın alemden uyan ki,
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...

Kalbin benim olsun diyorum,çünkü mukadder...


Cismin sana yetmez mi? Çabuk kalbini sök,ver!
Yoktur öte alemde de kurtulmaya bir yer!
Mutlak seveceksin beni,bundan kaçamazsın...

Ram ol bana,ruhun yeni bir aleme girsin...


Yazmış kaderin:Aşkıma ömrünce esirsin!
Aklınla,şuurunla,hayalinle bilirsin.
Mutlak seveceksin beni,bundan kaçamazsın...

 

Hüseyin Nihal Atsız

Okuduğu şiirler ilgisini çekmiştir okumaya devam eder..
Servet : Koşmalar

Yalnızım,ne kadar aranıp dursam,


Baş ucumda seni bulamıyorum.
Güneşten vazgeçip susuz olsam da
Seninle olmadan olamıyorum.
Şu yollar bilmem ki dağ mı, ova mı?
Gitsem bulur muyum kendi yuvamı?
Kuş! Yolun nereye? Bizim eve mi?
Sen götür,ben haber salamıyorum.
Her gece orda bir yaslanan mı var?
Sessizce kirpiği ıslanan mı var?
Uzaktan bana bir seslenen mi var?
Ne diyor? Sesini alamıyorum.
Acaba yaşlı mı kara gözlerin?
İçimde bir derin yara gözlerin...
Daldı mı uzak bir yere gözlerin?
Görmüyor,bilmiyor,bilemiyorum...
Günleri sayarım,geceler iner,
Beklerim geceyi,yıldızlar söner,
Gizli bir yaram var,durmayıp kanar;
Neresi? Bulup da silemiyorum.
Ulaşsa da sana yolların ucu,
Varmaya yetmiyor Atsız'ın gücü.
İçimde duruken bu kadar acı,
Hala yaşıyorum,ölemiyorum.
25 Ağustos 1944

 

Hüseyin Nihal Atsız

 

Servet : Dayıcığım bu kitapları okuyabilir miyim ?

Dayı : Elbette okuyabilirsin evlat.Sana bu kitapların yazarından bir şiir okuyayım…O nu daha iyi anlarsın.

Geri Gelen Mektup

Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?


Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.
Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
Herşey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...
Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!
Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...
Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
Vaslınla da dinmez yine bağrıdaki ağrı.
Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu!
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.

Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,


Tek bendeki volkanları söndürse denizler!
Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma 'Kaabil'
İmkanı bulunsaydı bütün ömre mukabil
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.

Mehtaplı yüzün Tanrı'yı kıskandırıyordur.


En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.
Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik...

 

Hüseyin Nihal Atsız



Anlatıcı :11 yaşında okuduğu bu kitaplar Servet Somuncuoğlu’nun içinde adeta bir kıvılcım yarattı.Düşünceleri,hayata bakışını derinden etkileyen bu kitaplar hayatını şekillendirecekti…
Hüseyin Nihal Atsız Servet Somuncuoğlu’nun fikir babası olmuş diyebiliriz.Atsız Hoca milli şuuru uyanık tutma,bozulmadan Türk milletini ileriye götürmeyi hedeflemiş birçok kitap kaleme almıştır.O’nun fikirleri bugün de gençlerimize örnek olmaya devam etmektedir.Atsız Hoca’dan yıllar sonra doğan nesil O’nun yaktığı meşaleyi söndürmeden götürmekte,Milli şuuru dinç tutmaktadır…
Servet Somucuoğlu eline aldığı Atsız’ın kitabından rastgele bir sayfa açar.Okumaya başlar.
Servet :Bir millet bağımsızlığını, hürriyetini ve sınırlarını kaybedebilir, hatta yıllar boyunca başka bir milletin esareti altında yaşamak zorunda kalabilir ama bütün bu unsurlar o milletin yok olmasına etken olamaz. Ancak kendi dilini kaybetmiş bir millet yok olmaya mahkumdur.
- Bize yalnız dans etmesini, iyi giyinmesini, kur yapmasını ve aşık olmasını bilen gencin lüzumu yoktur. Bize bugün mesleğinde usanmadan çalışacak, yarın hudutta göz kırpmadan ölebilecek genç lazımdır.
-Biz Türküz. Tarihimize ve en yakın mazimize dayanarak Türküz der ve bundan haklı bir iftihar duyarız.
-Eski topraklarımızı kurtarmak isteğimiz emperyalizm ise emperyalistiz. Türkistan’ı, İdil-Ural’ı, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı, Kırım’ı ve Türkleri’in yaşadığı başka yerleri istemek emperyalizm ise kutlu bir düşüncedir.
-Her iman ahlaka yürüyeceğine göre, Türkçülük’de de sağlam bir ahlakın bulunması birinci şarttır.

-Kendimize dönelim. Ahlak, edebiyat, musiki, giyim, zevk, yemek, eğlence, hukuk, aile, adet, anane ve her şeyde milli olalım.

-İlk düşüneceğimiz şey: Türkiye’de Türk Kültürü’nü hakim kılmak, yabancı tesirleri silkip atmaktır.

-Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde, yabancı unsurların borusu ötmez.

- Milli şuurun uyuşuk veya uyanık olması, milletlerin yaşama kabiliyetleriyle orantılıdır.

-Milli şuur uyanık olunca başıbozuktan kurmay, vatan haininden profesör, hekimden dilci, cahilden müverrih, yabancıdan vekil, serseriden ülkücü çıkmaz.


YILLAR SONRA……..



Anlatıcı : Servet Somuncuoğlu Türk tarihinin izlerinin peşinde yine yollara düşmüştür.Bu seferki durağı Denizli dir.Uzun ve zorlu bir araştırmanın sonucunda Saymalıtaş tan sonraki durak olarak burayı belirleyen Somuncuoğlu sonunda Denizli dedir.Burada da Ataların izlerini gün yüzüne çıkaracaktır.Denizli de köy kahvesine yolları düşer hem biraz dinlenmek hem de köylülerle sohbet etmeyi düşünmektedirler…
Kahveden içeri ekiple girerler içeride köyün yaşlıları ve birkaç genç oturmaktadır.
Servet somuncuoğlu :Selamun Aleyküm

Kahvedekiler :Aleyküm Selam

Kahve nin sahibi Ahmet amca gelen yabancılarla tanışmak ister


Ahmet amca : bu karda kışta hayırdır evlatlar nereye böyle ?
Servet somuncuoğlu : biz buraya belgesel çekmeye geldik gelmişken sizlerle sohbet etmek de istedik..
Ahmet amca : hoş geldiniz,elbette buyurun oturun dinlenin çayımızı kahvemizi için.
Anlatıcı:Samimiyetten mennun kalan somuncuoğlu ve ekibi otururlar,meraklı bakışlar üzerlerine kilitlenmiştir.daha önce belki hiç kamera görmemiş amcalar kafalarındaki sorularla gelen yabancıları inceliyorlardır.
Ahmet amca : ne belgeseli çekeceksiniz burada evlat
Servet somuncuoğlu : Ahmet amca biz türk tarihinin izlerini sürüyoruz,türk tarihinin sosyal DNA larının peşindeyiz.Aslında buradaki çalışmamız 2009 yılından bu yana devam ediyor.3 yıl boyunca ön çalışma yaptık ve buradayız (gülümseyerek)
Köyün gençlerinden İhsan kameraya olan merakıyla ekiple diğerlerine göre daha fazla ilgi göstermiş ve sorular yöneltmeye başlamıştı.onun merakı aslında servet somuncuoğlu nun da hoşuna gitmemiş sayılmazdı.

İhsan 18-19 yaşlarında kendi halinde,köy işleriyle yaşamını sürdüren bir gençtir.Meraklı ve araştırmayı sever,ilkokulu bitirmiş maddi nedenlerden dolayı eğitimini tamamlayamamıştır.


İhsan : servet abi belgesel çekmek için bu kadar kalabalık mı olmak gerek tek çekilmez mi?


Servet somucuoğlu: (gülümser) tek kişi çekilmez belgesel ihsancığım televizyonda izlediğin her şey bir ekip çalışmasıyla meydana gelir.5 yıldır görmüş olduğun ekiple çalışıyoruz ve artık birbirimizi çok iyi tanıyoruz bunun çalışmamıza büyük katkıları oluyor.Zorlu arazi şartlarında anlaşamadığınız bir insanla çalışamazsınız.Bu bakımdan şanslıyız .

İhsan : Servet abi eğer müsaade ederseniz ben de sizinle çekimlere gelmek istiyorum,belgesel nasıl çekilir çok merak ediyorum.

Servet Somuncuoğlu : Elbette gelebilirsin,ama göründüğü kadar kolay bir iş değildir haberin olsun (gülümser)

İhsan : Tamam ben yorulmaya hazırım o zaman… (gülümser)

Anlatıcı :Ekibe bir kişi daha eklenmiştir Servet Somuncuoğlu ve ekibi köylü ile vedalaştıktan sonra çekimin yapılacağı mekana gitmek üzere İhsan ı da alıp yola koyulurlar…

İhsan Servet ağabeyine adeta hayran kalmıştır,onun hayatını merak etmektedir,bir yandan set kurulurken diğer taraftan İhsan servet ağabeyine sorular sormaktadır.



İhsan : Servet abi sizi böyle zor koşullara rağmen yollara düşüren duygu nedir anlattığınıza göre buradan önce çok daha zor şartlarda çekimler yapmışsınız keşfetmeyi çok mu seviyorsunuz ?

Servet somuncuoğlu : bu keşif duygusuyla birlikte dağlarda bulunmak gezmekle birlikte benim formasyonum Türk Dili ve Edebiyatı okudum daha sonra üzerine Siyasal bilgiler okudum,Türk Tarihine olan sevgim tabiî ki…Ve Türk Tarihinin el değmemişliği Türk tarihinin anlatılmamışlığı.Bizi bu daha da hareketlendiriyor daha da fazla çalışlmamız gerektiğini söylüyor.4 belgesel daha yapacağız bu yıl evlat .

İhsan heyecanla atılır



İhsan : Ben de sizinle gelmek istiyorum.

Servet Somuncuoğlu : (meraklı bilmek isteyen bu genci sevmiştir)elbette..Ama bilmen gereken şeyler var evlat.Bu gördüğün ekip kültüreün peşinde,hayatı kültür yönlendirir kültür şekillendirir.Genetik,ırk,kan gibi unusurların hiçbir etkisi yoktur.Anadolu nun Türkiye nin gerçek genom haritası dağlardaki mezarlıklardadır.

Karların üzerine set kurulmuştur,çekim başlar İhsan hem merak hem de heyecanla olayları izlemektedir.


Set ara verir..
İhsan : Daha önceki çekiminizden biraz bahsedebilir misiniz Servet abi?

Servet Somuncuoğlu :Aslında buraya gelişimiz bir önceki çekimimize dayanıyor,Kırgızistan daki Saymalıtaş bize burayı işaret etti.

İhsan : (hayretle) Nasıl yani?

Servet Somuncuoğlu :4000 rakımdaki Saymalıtaş taki izleri sürerek.Orası Karlı Dağlardaki Sır’dı,artık sır yumağı çözüldü.Burası bir anıt mezarlığı Saymalıtaş bir ibadet alanı idi. Geçmişin izlerini 2 ipucu ile sürebiliyoruz:1-inanç ibadet alanları 2-anıt mezarlıkları.

İhsan : bunları hiç bilmiyordum,ben bu kadar köklü bir geçmiş olduğunu hiç düşünmemiştim.

Servet Somuncuoğlu :bilmedğimiz çok şey var ihsan .Mesela Türklerin Anadolu ya gelişi kesinlikle 1071 değildir.1071 den çok önceki tarihlere dayanır.Türkler Anadolu ya M.Ö 3000-4000 den önce geldiğini görüyoruz araştırmalarımızla.

İhsan : Peki servet abi Türkler göçebe olduğunu nerden anlıyorouz da öyle biliyoruz?


Servet Somuncuoğlu :Son yıllarda yapılan araştırmalarla Türkler in yerleşikliği çok açık ortaya çıkmıştır.Türk kültürü eski çağların büyük kültürlerinden biri bu büyük kültürler farklı şekilleriyle uzantılarıyla Anadolu’ya gelmiştir.
Soru cevap şeklinde İhsan Servet abisinden çok şey öğrenmiştir.Çekim bitmiştir…

2. PERDE

Anlatıcı :Servet Somuncuoğlu ‘’Fındık Kabuğu’’ adlı bir televizyon programına konuşmacı olarak konuk olmuştur.

Stüdyoda karşılıklı olarak Hulki Fındık ile söyleşi yapmaktadırlar.


Sunucu : İyi akşamlar sevgili izleyiciler.Bu akşam stüdyomuzda önemli bir konuğumuz var.Araştırmacı gazeteci Servet Somuncuoğlu karşımızda, hoşgeldiz.
Servet Somuncuoğlu : Merhaba Efendim.

Sunucu :Konuğumuzun çok kapsamlı çalışmaları var.Taştaki Türkler adıyla ana başlık altında toplayacağımız çalışmaları var.Kazakistan Kırgızistan Rusya Moğolistan ve Türkiye ‘nin birçok bölgesinde araştırmalar yapan bir kişi Sayın Somuncuoğlu.Tekrar hoş geldiniz,sizi bir de kendinizden dinleyelim…


Servet Somuncuoğlu :Giresun Eynesilliyim aslen,1964 Bursa Karacabey İsmetpaşa köyünde doğdum.Daha sonra Sakarya Arifiye Öğretmen Lisesi,Erzurum Atatürk Üniversitesi Kzım Karabekir Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü okudum.Sonra İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümlerini bitirdim.1988 yılından bu yana TRT de çalışıyorum.

Sunucu : Taştaki Türkler konusuna ilginiz nerden geldi ?


Servet Somuncuoğlu : Birçok şeyin temeli çocuklukta atılır,babam öğretmendi.Okumayı seven bir çocuktum.Ben bir yaz tatilinde anneannemin köyüne gittik,dayımın kütüphanesinde iki cilt bir kitap gördüm.Hüseyin Nihal Atsız’ın Türkiye Yayınları tarafından basılmış Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor…O çocuk yaşımda bu kitapları okudum.Orada Doğu Göktürk Kağanlığı nın yılıkışı ve tekrar kuruluşunu anlatıyor.Oradan itibaren bir romanın yol açtığı bir sevgi… Arkasından bilinçli bir şekilde Türk Dili Edebiyatı seçtim,Siyasal Bilgiler de geldi üzerine.Yani başlangıç oradan oldu.Atsız Hoca’dan bahsetmişken onun fikirlerinden biraz aktarmak isterim.
Der ki Atsız Hoca:

-Yalnız kazancımızı, midemizi, maddemizi düşünmeyelim. Bunu hayvanlar da yapar. Daha çok manaya, düşünceye, ülküye dönelim. İnsanlık budur.


- Milli ahlak; bizim için cephelerde kan döken, tarlalarda alınteri akıtan ve nihayet bütçemizi doldurmak için kesesini boşaltan halkımızın, malına ve canına göz dikmemektir. Onun için çalışmayı, kendimiz için çalışmaktan üstün tutmaktır.
-Maddileşmiş bir insan vatan için ölür mü? Bencil bir insan muhtaçlara yardım eder mi? Milletine inanmayan bir adam yabancı ile işbirliği yapmaz mı? Erdemi gülünç bulan birisi çalıp çırpmaz mı…?
Sunucu : Yani dayınızın kütüphanesinden iki kitap okudunuz hayatınız başlamış oldu.

Servet Somuncuoğlu : Başlamış oldu,öyle diyebiliriz.Ben fotoğrafçıyım,fakat etno fotoğraf.Dünyada etno fotoğraf çeken çekebilen çok az insan var.Fotoğrafı Arifiye Öğretmen Okulunda öğrendim.Etno fotoğraf çekebilmeniz için arkanızda çok ciddi bir kütüphane olmalı öncelikle.Benim evimdeki kütüphanem yaklaşık 10.000 kitaptan oluşan bir kütüphane.

Sunucu : Etnoloji üzerine mi yoksa her konuda mı ?


Servet Somuncuoğlu :Tarih Türkoloji ağırlıklı bir kütüphane ama,besleneceksiniz sürekli.Otaşı nereden nasıl çekeceğinizi taş size söylemiyor,ya da bana söylemiyor.Daha sonraki süreçte 2004 yılında bir gezimiz oldu.Bursa dan bir grup işadamı Turgay Tüfekçioğlu,Mete Tetik,Kazım Mirşan’ın katıldığı bir gezi.Ben o geziye fotoğrafçı olarak katıldım.Kazakistan ardından Bişkek te bir gezi.Son ayrılacağımız gece Zafer Bey geldi ve şunu söyledi: ‘Burada bir dağ varmış çıkılamıyormuş çıkması çok zormuş’.100.000 resim olduğundan bahsedildi.Biz Karadenizliyiz,ben 10yaşında Sis dağı na yürüyerek gitmiş bir insanım.
Sunucu : Bir Karadenizli olarak bu söz ağırınıza gitti.(gülümser)

Servet Somuncuoğlu :Evet,arkadaşlarımızın desteğiyle ben Saymalıtaş’a gittim.Kırgızistanda 4000 rakımda Saymalıtaş’a…Saymalıtaş’ta şunu müşahade ettim:Başka bir şey var burada…

Sunucu : 4000 rakım dağa yürüyerek mi gittiniz?

Servet Somuncuoğlu :Bişkek’ten yaklaşık 18-19 saatlik bir yolculuğumuz oldu Kazarman’a oradan sonra bir gün de atla çıktık oraya.Yani 10 saat civarındaat yolculuğuyla ulaştık Saymalıtaş’a.Saymalıtaş farklı bir ufuk açtı,farklı bir noktaya geldi,farklı bakmamız gerektiğini düşündük.Ve ben tekrar bir okuma uğraşı içine girdim.Ciddi tercüme çalışmaları oldu.Almanca İngilizce Fransızca’dan tercümeler yaptırdık.Bu araştırmadan sonra TRT 2 ekranlarında yayınlanan ‘Karlı Dağlardaki Sır’ belgeseli geldi.Bu belgesel birçok şeyin dönüm noktası oldu.Daha önce ifade edilen,söylenen,çeşitli şekillerde yazılan…Şunu da söylemek gerekiyor bizde Türkolojinin muazzam bir veritabanı var.Fakat bu veritabanı halka ulaştırılamamış.Televizyonlarda her şeye yer verilmiş ama Türk Tarihi son derece kısıtlı bir şekilde işlenmiş.

Sunucu : Biraz da ceza olarak görülmüş,ceza alan programların yerine belgesel yayınlanması..Ki o belgesellerin arasında da Türk Tarihine ilişkin belgesel bulmak da zor.Kedi kuş bulmak kolay da…


Servet Somuncuoğlu :O da ayrı bir dramdır tabii.Son zamanlarda belgesel denilince Serengeti’nin timsahlarını kodladılar insanların kafasına başka belgesel yok gibi.Cemal Gülas Van’da belgesel çekmek için çalışma yaparken bir delikanlı geliyor ve diyorki ‘Siz ne yapıyorsunuz burada?’ belgesel çekiyoruz deyince karşı taraftan şöyle bir cevap ‘Van’da zebra yoktur’(!).Belgesel denilince insanların kafasına gergedanlar,zebralar kodlandı.Oysa Türk tarihi o kadar zengin ki 50 yönetmen 10 yıl aralıksız çekse bitmez.

Sunucu : Eski Türk Tarihi olarak ?

Servet Somuncuoğlu :Eski Türk Tarihi,ilk baştan yakın zamanımıza kadar alabiliriz çünkü çok hareketli bir milletiz biz.Saymalıtaş’tan bizim yeni haberimiz oldu.


Sunucu : Yaklaşık 100.000 tane resimden söz ettik Saymalıtaş’ta. O zamanki nüfus ne kadarmış ve bu resimleri kaç bin kişi nasıl çizmiş?


Servet Somuncuoğlu :Çok teşekkür ediyorum bu soru için.Buralar yukarıya çıktık resimleri çizdik alanlar değil.M.Ö 3000’den M.S 4000 süre içinde yapıldı bu resimler.Benim kanaatim Saymalıtaş M.Ö 5000-7000’lere gidebilir.Şöyle söyleyeyim senenin bir günü çıkılan,toplu olarak törenlerin yapıldığı ama daha sonra kamların buralara gittiği(Göktanrı dininin din adamı) bir ibadet alanıdır.

Sunucu : Altın Adam Kazakistan Almata’da mı sergileniyor ?

Servet Somuncuoğlu :Esik kurganı,esik gölü var yani esik eşik demek kapı gölü yani.Göl yatağından taşıyor ve kurganı dümdüz ediyor orası unutuluyor zamanla oraya bir fabrika inşaatı başlıyor.Fabrika inşaatı yapılırken tesadüfen Altın Elbiseli Adam ortaya çıkıyor.Daha sonra 2. ve 3. sü çıktı son olarak şu anda 5 tane Altın Elbiseli Adam bulunuyor.Ve buradaki kültür kodları da tamamen Türk kültür kodları olarak görüyoruz .


Sunucu : Yaklaşık 5000 yıl önce Türklerde Göktanrı tek tanrı inancı var onlardan 2000 yıl sonra yaklaşık 3000 yıl önce Mısırlılarda çok tanrılı din var.Türklerin tek tanrıya inancından 2000 yıl sonra bazı bölgelerde çok tanrıya çıkmışlar.Biz dinler tarihine baktığımız zaman şunu görüyoruz çok tanrıdan tek tanrıya doğru bir süreç var,ama tam tersini görüyoruz burada.Türkler bazıları çok tanrıya inanırken onlardan 1000-2000 yıl önce tek tanrıya inanmış.

Servet Somuncuoğlu : Türkler taşı yontup karşısına geçip tapmayan tek millettir.Taştan put yapmamış bir millettir Türkler…Kesinlikle tapmamışlardır.Kendi duygu dünyasını düşünce dünyasını ve bilgi birikimini,entelektüel arayışlarını işlemiş taşa.

3. PERDE

Anlatıcı :Servet Somuncuoğlu 49 yaşında ani bir kalp krizi ile hayata gözlerini yummuştur,sevenleri teker teker sahneye çıkıp onunla ilgili duygularını belirtirler.

Ercan Çatal (arkadaşı) : Ben ona olan duygularımı bir şiirle aktarmak istiyorum…

Çok ummana daldım aştı boyumu


Bırakıp gitmek güzelin huyumu
Gene yalnız kaldım duymaz vayımı
Birakıp gitmek güzelin huyumu...
Nerde taş görürsem söyleşmiş senle
Nerde can görürsem sözleşmiş senle
Türküler sen olup sesleşmiş senle
Bırakıp gitmek güzelin huyumu...
Hayaller uzuyor ömür yetmiyor
Sevilen üzüyor sabır yetmiyor
Sevenler özlüyor hatır yetmiyor
Birakıp gitmek güzelin huyumu...
Elde kalan anı gönülde oku
Dilde kalan hani ''canım'' de oku
Göz görür eserin yarın de oku
Bırakıp gitmek güzelin huyumu...
Biraşığım Servet Servet çoğalır
Emanetin alır elbet çoğalır
Eylik eden beyim eylik çoğ alır
Birakıp gitmek güzelin huyumu...

Sahnenin bir köşesine geçer bir diğer arkadaşı sahneye girer.


Kemal Taşkıran (arkadaşı) :
Bugün bir mektup aldım. Servet kardeşimin 15 yıl önce bana yazdığı, ama nedense göndermediği mektubunu değerli eşi Nevin Hanım, evrakları arasında bulmuş ve bana ulaştırdı. Bu inceliğinden dolayı kendisine şükranlarımı sunuyorum.

Erken ölümü ile bizleri acılara boğan Servet kardeşimin mektubunu okuduğumda boğazım düğümlendi... Dakikalarca yutkunamadım. Bütün yaşadıklarımız film şeridi gibi geçti gözümün önünden...

Servet'le yolumuz Arifiye Öğretmen Lisesi' nde kesişmişti. Lise 6. sınıfta iken ben Arifiye'ye sürgün gitmiştim. Servet henüz 3. sınıfta, meşhur 3-C'de idi... Tanıştık, kaynaştık; abi-kardeş olduk...

Kader bizi üniversite yıllarında, Erzurum'da; daha sonra da Ankara'da bir araya getirdi. Servet Çorum'un Ortaköy ilçesinde Edebiyat öğretmeniydi. Yağmur çamur demez her hafta sonu Ankara'ya gelir, Ulucanlar'daki bekar evimizde sabahlara kadar memleketi kurtarırdık.

İşte o günlerde TRT'nin açtığı prodüktörlük sınavına O'nun adına başvurmuştuk... Bu başvuru, O'nun hayat çizgisini değiştirdi ve Türk dünyasına çok büyük hizmetler yapmasına vesile oldu...

Geçen ay mezarını ziyaret ettiğimde "Nur içinde yat Servet !" diyemedim... "Neden sağlığına dikkat etmedin? Beğendin mi şimdi yaptığını ?" cümlesi çıktı ağzımdan, istemeden...

İşte o mektup:

"SEVGİLİ KEMAL AĞABEY

Yıllar ne çabuk geçti. Ben hayatımın en mutlu günlerini Ankara- Ulucanlar’daki, cezaevinin karşısındaki o bekar evinde yaşamışım. Bunu bana geçen zaman söylüyor. Şimdi mutsuz değilim ama o günlerin heyecanı hiç yok hayatımda. Bunu bu gece Selda’nın türkülerini dinlerken farkettim. Selda ; “Yürüyorum Dikenlerin Üstünde Yaralıyam “ derken tüylerim diken diken oldu....
Biz hayatı güzel ve dolu yaşadık Kemal Ağabey. Sen vardı, Fazıl vardı ve düşüncelerimiz, ufuklarımız vardı. Bunları hiçbir zaman da kaybetmedik. Bugün itibariyle seni tanıyalı tam yirmi yıl oldu. Hiç de az bir zaman değil. Güzel bir insansın Kemal Ağabey.. Sana her zaman Ağabey dedim ve bu beni mutlu etti, hala da mutlu ediyor.
Selda devam ediyor Kemal Ağabey... Bir türkünün mısraları arasında kaybolup, yuvarlanmak meğerse ne kadar güzelmiş. Biz onbir yıl önce Selda dinlerdik Ulucanlar’daki evde ve mısralar arasında yuvarlanır, uçardık. Bunu bize sen öğrettin. Türküleri seviyorsam biraz da senin yüzünden... Hiç pişman değilim bu sevgiden, iyi ki öğrettin Kemal Ağabey...
Şimdi bir destana başladı Selda... Çaldığın saz hala kulaklarımda çınlıyor, ben sana eşlik etmeye çalışıyorum... “Yıllar sineye yaslanır... Hatıraların Paslanır... “ Bence paslanmaz Kemal Ağabey... Biz hatıralarımızı yaşatıyoruz ve onlara saygılıyız. “Ankara’da pavyonlarda çalıyorum” demiştin bana. Üzülmüştüm. O zaman bilmiyordum, orada çalmanın güzelliğini. Keşke devam etseydin Kemal Ağabey....
Ankara’ya bir geldiğimde sakallıydın. Neden dedim. “Arif Hoca sakal bıraktı ya “ dedin... Bütün bunlar hoştu, güzeldi ve herşeyden iyisi de insancaydı... Kadife kahverengi bir ceketin, gümüşten Bozkurt bir rozetin vardı, seni tanıdığımda ve seni çok sevdim Kemal Ağabey hem de her zaman... Hala duruyor mu bilmiyorum ama bizim Selda’dan daha çok anlatacak bir şeylerimiz var... Keşke bağlamaya devam etseydin Kemal Ağabey...
Bir boşluğa düşünce seni ve Fazıl’ı hatırlıyorum. Onlar olsa ne yapardı diyorun kendi kendime ve aşıyorum sorunlarımı. Biz sevgiyi dolu dolu ve pazarlıksız yaşadık, hala da öyle yaşamaya çalışıyoruz. Bu uyduruk işler bize göre değil pek. Türkülerden daha güzeli de yok. Bir seni bir de Fazıl’ı özlüyorum en çok. Randevumuza az kaldı ama ben vazgeçtim Kemal Ağabey. Tıbımım sizin olsun,türküler benim..."

Not: Mektubun son satırında geçen "Tıbımım" ve "randevu" ibareleri merak konusu oluyor. Biz TBMM'ye "Tıbımım" derdik... 2000'li yıllarda TBMM'de buluşmak üzere randevulaşmıştık. Servet bu hedefinden vazgeçtiğini haber veriyor.



Prof. Dr. Gönül Ayan:Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesinden öğrencimmiş.

Başkent Üniversitesinde bir arkadaşıyla "Taştaki Türkler" isimli bir bildiri sundu. Çok heyecanlı idi. Üniversite akademisyeni bir zat itiraz edip bu konuda başka çalışanın olduğunu söyleyip alanı, yavruya yasaklayıcı konuşmalar yaptı.Ben de buna müdahale edip itiraz kaynağını susturmaya çalıştım. Tanımadığım bu yavruyu sahiblendim. Toplantı sonucu yanıma gelip elime sarıldı.Benim Atatük Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim fakültesinden öğrencim olduğunu söyledi. Gurur duydum.Hemen Türkocağında, çalıştığım fakültede konferans vermek üzere davet edilmesinde önayak oldum. Akademisyenlerden gelen itirazlara " Ben fotoğraf çekiyorum" şeklindeki çırpınışlarını zamanla çok iyi anladım. Taştaki Türkler, Damgaların Göçü peşpeşe yayınlandı. Hazırladığı posterleri, muhteşem eserleri adıma gönderdi. Artık akademik toplantılarda sergiler açıp, Tv. programlarında çıkmaya başladı. Bunlardan da beni telefonla haberdar etmeyi ihmal etmiyordu.Yavru ismini duyurdu.Şöhret olmuştu.Bildiğim kadarıyla, Prof. Dr.


Ahmet Taşağıl Hoca onun sahada tek dayanağıydı. Şimdi kendilerine duyduğum şükran daha da artttı.Yavrunun, kutsal gecelerde görev edindiği kutlamayı yapmadığını
hatırlayıp ertesi gece telefonla aramayı düşünmüş ama saatin ilerlemesinden dolayı uyandırmaktan çekinmiştim. Ertesi sabah acı haberi, bana olan sevgisini paylaştığı bir akademisyenin vermesiyle yıkıldım. İnanamadım ama gerçekti." Her nefis ölümü tadacak. "Başka çare yok. İyi ki yavruyu tanıdım. Mekanı cennet olsun.

A.Yağmur Tunalı(arkadaşı) :

Servet’in gidişiyle Ağustos buz kesti.


Bayrama yüzü olmayanlardık ve bayramsız kaldık.
Hâsılı, Servet’siz kaldık.

6 Ağustos, sabahıydı. Bir mesaj sesiyle telefonum titredi. Yaman bir andı.


Geceden sabaha kadar çalan her telefon, gelen her mesaj, çalınan kapı.. öncelikle iyi bir haberin habercisi değildir. Kulakta top patlamasından beter bir hisle kanım hareketlenir, birden hızlanan bir koşucu aceleciliğiyle kalbim çarpmaya başlar. Nefesim zorlanır.
Yine öyle oldu. Baktım, yanılmamışım. Gelen haber o yaman gerçeği söylüyordu: Servet’i kaybetmiştik. Saat 4.43’ü gösteriyordu ve ezanlar okunmak üzereydi.
Zihnimden, bildiğim bir hayat hikâyesinin ana hatları bir bir geçerken, neye yanacağımı şaşırmış haldeydim.

Vaziyet ağırdı. Telâfisiz bir kayıptı. Görünen buydu.


Gepegenç yaşında giden, kendini Türklüğe adamıştı. Öyle söyleyip geçiverdiğime bakmayınız: Öyle böyle bir adanmışlık değil; Türklük onda bir onulmaz sevdâ idi, sarsılmaz bir imandı. Öyle inanan kaç adam gördüğümü say deseniz, sayarım; o kadar istisnâî bir inanışın ruhlaştırdığı bir adamdan söz ediyorum. Merhum Atsız doğru söylüyor: Ruh Adam’lar vardır ve enderdirler. Servet onlardandı.
Evet, kendini Türklüğe adamıştı. Duramazdı. Allahın seçtiği bu güzel milleti tarihin seyri içinde bilecekti. Her bulduğunda, bildiğinde ve anladığında bir kere daha hayran olacak, göğsü başka türlü kabaracaktı. Bu uçsuz bucaksız Türklük dünyasının keşfi, onu doyuran tek ideal halinde her yerde küfül küfül esecek, buram buram kokacaktı. Servet, bu iksîre yakalananlardandı. Nereye gitse onunla, ne yapsa onunlaydı.

Sorulsa yeridir: Servet’in yaptığı, karanlıkta bir iz aramaya benzemiyor muydu? Çünkü, ne dünya Türk’ü tam bilecek kadar bir gayrete girmiş, ne de Türk kendini bilmek ve bildirmek için bir heves göstermişti. Türk, yapan edendi; anlatmaya, bildirmeye ne eli varırdı, ne de gönlü. Yahya Kemal’in ifadesiyle “ gördüğü yüce dağlar gibi işleri” ne şiirine, ne nesrine, ne heykeline, ne resmine, aksettirmişti. Türk’ün işi yapmaktı, anlatmaya tenezzülü yoktu. Türk’ü kendi büyüklüğünde tanımak isteyenlerin önünde böyle devâsâ boyutlarda, tarih içinde ince ince işlenen, fakat kaydedilemeyen bir yaratıcılık vardı.


Meftun olunacak bu yaratıcılık, hayatın her yönünde kendini hissettiriyordu; Türk’ün dünyayı yönetmekte gösterdiği mahareti başka türlü anlamak doğru da, mümkün de değildi. Tarih bunu hayal-meyal söylüyordu. Arşivler, belgeler bulanık bir görünüş sunuyordu. Yapılan çalışmalar da el yordamıylaydı. Aranmış ve bulunmuş bazı şeyler, o büyük gerçeği tam yansıtmaktan uzaktı. Dünyaya hâkimiyetin sırlarını vermek bir kenara, Türk’ün tarihte yaptıklarının envanteri, sıralama ve sergilemesi bile yoktu.
Servet, işte bu bilinmezliğe dalmıştı. İşe en uzaktan, hiç bilinmeyenden başladı. Tarih devirlerinden bin yıllarca önceye gitmeyi seçti. Türk’ün tarihinin birkaç bin yıldan ibaret olamayacağı fikrini ilk duyduğunda çarpılmıştı. Böyle büyük bir milletin en eski milletlerden olduğu açıktı. O eskilik içinde de çok zaman hâkim ve idare edici-yönlendiriciydi. Buna dair işaretler içine ateş düşürmüştü.
İş Arkadaşı :

Moğolistan bozkırlarında, Tanrı Dağlarında ve Türkiye içlerinde aynı damgaları bulmak Servet’in muazzam keşfidir. Servet, buna Damgaların Göçü demiş ve Türklüğün Anadolu sahasına gelişinin tarihini de bin yıllarca geriye taşıyacak taştan belgeler üzerinden konuşmuştur. Ankara Güdül’den Denizli’ye, Karadeniz’in sarp kayalarından bütün bir Batı Anadolu havzasına yayılan bu damgaların işaret ettiği mânâ, Servet’i peşine düşüren çarpıcı gerçektir: Evet, biz Türkler, Anadoluya bin yıl önce gelmedik; artık, belki de on bin yıl önce geldiğimizden bahsedecek durumdayız. Servet, bu hükmü koydu ve ilim âleminden de henüz bir itiraz gelmedi. Pek çok ilim adamı, bu fikre katılarak Servet’in açtığı yoldan yürümeye başladı.

Bu büyük bir çığırdır ve işte Servet, tek başına bu dağ gibi işin üstesinden gelen adamdır. “Nasıl oldu da bir televizyon prodüktörü bu muazzam işi başarabildi?” denilirse, verilecek cevap bellidir: Servet’İ Servet yapan aşktı. Başka bir tarifi yoktur. Evet, bu bir aşk ve şevk işiydi. Sırasında evi barkı unutturan, bütün hayatını dolduran bir aşk. Ona yolları açan bu aşktı.


Eşi Nermin Hanım :

Servet, böyle bir aşkın verdiği güçle, adeta entegre projeler bütünü halinde çalışırdı. Birbirine bağlı onlarca işi birden planlayan bir kafası vardı. Her bir projenin de kendi içinde yazılı, görüntülü, sözlü pek çok ayağı vardı. Muazzam bir enerji isteyen bu işleri tek başına götürürdü. Bir ekip kurmaya çalışmak bile zaman kaybı olabilirdi. Çünkü, bu memlekette mevcut şartlarda beraber çalışmanın zorluğunu bilirdi. Elbette bir çekirdek kadrosu vardı. Birkaç yardımcı elemandan oluşan dar bir kadroydu. Zaman zaman devreye giren geniş bir ilim adamı heyetini başka türlü değerlendirmek lazımdır. Onlar, Servet’in bilgilendirdiği ve heyecanına ortak etmeye çalıştığı kimselerdi. İçlerinden, bazı isimlerin gelecekte, Servet’in devamcısı olmaları elbette beklenir. Şu durumda söyleyebileceğimiz gerçek, Servet’in, tek başına bir ordu gibi çalıştığıdır.


Servet Somuncuoğlu, sanki başka bir mayadan yaratılmıştır. Tek kişilik bir ordudur. Rüzgârı bile, peşine insanlar devşiren yüksek voltajlı bir inanış azminin adamıdır.
Arkadaşı : Servet Somuncuoğlu Neşet Ertaş’ı çok severdi.Ertaş’ın ölümünden sonraki hislerini aktarmak istiyorum…
Bugün içim kırgın, içim yorgun…. Büyük Usta diyor ki; “Ruhu Allah veriyor, Allah alıyor…”

Ben türkülere çok şey borçluyum. Uzun yolculuklarımın temelinde türküler var. Büyük usta Neşet Ertaş’ı tanıma şansına erişmiştim. O, Uzak Asya’nın Anadolu’da, en batı ucunda yükselen sesiydi. Bunu biliyordu ve bildiğinin de son derece farkındaydı. O, babası Muharrem Ertaş’tan, Türk’ün binlerce yıllık sesi, yüreği olan kopuzu almış Avrupa’nın içlerine kadar götürmüştü…

Bugün gün boyunca sustum, Usta’nın bir çok türküsü dilime dolandı. O bizim sesimizdi, iliğine, kemiğine kadar bizdendi, Türk’tü. Türk kültürünün sessiz çığlığıydı binyıllar ötesinden gelen ve bunun hep farkındaydı. Babası Muharrem Ertaş için yaktığı ağıta “Aydosttt…” diye başlıyordu. “Aydost…” Tanrı Dağları demek, Allahü Ekber dağları demek, Altay Dağlarında “Kayra Han Dağı” demek…

Büyük Usta neşet Ertaş’a Allah’tan rahmet diliyor, bize bıraktığı Türkçe’nin ve Türk’ün sesi önünde saygıyla eğiliyorum….


26 Eylül 2012
Arkadaşı :

Yapmaya kalkıştığı büyük iş, bugün için de yarınlar için de seçmece bir deliliktir: Üzerine ölü toprağı serpilmiş Türklerin, en eski ve belki de en diri damarını yakalamak için insanüstü bir gayretle yollardadır. Türk’ün hâkimiyet haklarını pay etmek isteyenlere, ağız dolusu etnik yâveler kusanlara ve bizim gibi susanlara, buradan taşarak bugüne ve yarına, kuvvetli bir meydan okuyuşun destanını yazmaktadır.


Evet, o bir destan yazıcıdır ve bir tarafıyla da masal kahramanlarına benzer. Hikâyesinin ana fikri üzerinde dururken, bu ışıklı duyuşun zorlu gücünü düşünmemek olmaz.
Servet, Moğolistan’dan daha güneye ve batıya doğru bütün Asya’ya yayılmış taşa yazılmış tarihin izini sürerken işe en doğru yerden başladı. 150 000 km tutan zor yolculuklarda zihin ve beden teri akıttı. Kaya resimleri ve damgaların şifrelerini çözmeye çalıştı.
İnsanlığın, özellikle doğulu millet, toplum ve toplulukların hayat prensipleri bu resim ve damgalardaydı. Batıdan çok önce, bin yıllar içinde târif edilmiş bir hayâtı yaşıyorlardı. Bambaşka bir ruhtaydılar. Düzenli ve disiplinliydiler. Bu düzen mistik karakterdeydi ve bütüne sinmiş din duygusunu andırırdı.

Bana öyle gelir ki, Servet, bu çok bilinmeyenli işe girme cesâretini göstermekle baştan masal kahramanlarına benzemişti. Masalların sonu mutlaka iyi biter. Masal demem bu yüzden boşuna değil: Bizim kahramanımız da o sert tabîat şartlarında granitleşen kayaları oyan ataları gibi, iyi biteceği çoktan belli bir uzun hikâyeye girdi.

150 000 km’lik ilk turun sonunda ortaya çıkan eserler muazzamdı: Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler ve Saymalıtaş. Servet, o granitlerin ne kadar têsîrinde kalmış olmalı ki, bu kitaplar da onlara benzedi. Hacmi ve ağırlığı bakımından bâzı kitaplara “tuğla gibi” denir ya, Servet’in kitaplarına “kaya gibi” demek ve yeni bir deyim kullanmak da yetmez. Önce, “Fizik gücünüz varsa bu kitaplara yaklaşın, çünkü zihninizin bu ağırlığa hazırlanması lâzım ki anlama gayretiniz de en üst derecede olabilsin!” demek ister gibidir.
Bu tarz yorum ve tahminler bir tarafa, Servet, erbâbına o kayalar kadar sağlam bir yol açıyor. “Taş gibi bir eser” verdiği meydandadır.

Üstelik, bu girilen yolun biteceği de yoktur. Kaya resimleri ve damgaların aşkı, Servet’i bırakmamış ve bırakmayacaktır. Yeni yeni seferler, yeni yeni bulgular demekti. Nitekim, Moğolistan ve çevresinden kısa bir zaman sonra, Türkiye içinde de onlara benzer resimlerin bulunması gecikmedi. Az da değildi, bir yere toplanmış da değildi. Anadoluda muhtelif yerlerde de çok miktardaydı.


Servet, bunların peşine düştü. Taştaki Türkler ve Saymalıtaş’da olduğu gibi, peşpeşe televizyon programları hâlinde halka sunarken, ilim âlemine çok yönlü faydalanılacak kitaplara kazımaya da devâm etti.
Bu plânlı programlı çalışmanın son safhası, Ankara’nın Güdül ilçesinde bulunan damga ve kaya resimleri ‘ydi. Televizyon yayınından kısa bir zaman sonra o da kitaplaştı.
Taştaki Türkler ve Saymalıtaş eb’âdında, fakat nisbeten daha hafif bir kitap bu. Adı, çok dikkat çekici: Damgaların Göçü. Servet, Ötüken yaylalarından batıya doğru akan Türk göçlerini hatırlatan bir isim koymuş. Demek istiyor ki, bu resimlerin ve damgaların hepsi, daha doğudakilerin aynısı. Bu topraklara gelişimizin târihi de bin yılla sınırlanamaz.
Servet’in, çok heyecan verici ve zihinleri alt üst edici bir tesbitte bulunduğu açıktır. Bir bakıma, ilim âleminin bildiklerini gözden geçirmesini taleb ediyor. Bulunanlar, runik alfabelerin menşei ve okunuşu gibi çok yönlü tartışmalara yol açsa da mutlaka değerlendirilmeyi bekliyor. Hem Türk Târihinin bilinen yüzyıllarını değiştirecek belgeler ve bilgiler olarak değer kazanıyor, hem de târihçilere, halkıyatçılara, sosyolog –etnolog ve antropologlara nesiller boyu sürecek bir iş çıkıyor.

Servet, maalesef milyon kilometrelere ulaşamadan gitti. Milyon kilometreyi zorlarken, kalbi onu zorladı. Ve bayrama iki gün kala, ecel, seyahat dışında en çok bulunduğu vaziyette ona geldi: Yoğun gece çalışmalarından birindeydi. Anlayın ki yine yoldaydı. Yeni yol hikâyeleri için yeni projeler peşindeydi. Evine nadir uğradığı günlerden bir gündü. Son gündü. Son göçünü evinde damgaladı.


O çalışma gecesi, Servet için başka bir plana nakledilmiştir: Bu kesin. Başlattığı işler bu dünya planında da yarım kalmayacaktır, ektiği tohumlar yeşermiştir: Bu da kesin. Bütün Türkiye’de, hatta dünyada takipçileri, sevenleri vardı. Onlar içinden Türk’ün uzak asırlarına merakı uyanan binlerce genç biliyorum. Bir kısmının, bu çalışmalara katılmak için Servet’le temasta olduklarını da biliyorum. Öncelikle ümidim yardımcılarında ve onlara koşulacak bu gençler arasından çıkacak kişilerdedir. İlim âleminden adı belli pek çok kimsenin de Servet’in açtığı yoldan gideceklerine eminim.

Arşivi mutlaka değerlendirilecektir. Öyle tahmin ediyorum ki, özellikle fotograf arşivi dünyada bu işlerle uğraşan her müessesenin ilgileneceği kadar zengin ve güzeldir. İlim adamları ve üniversiteler için de bulunmaz bir doküman arşivinin en önemli kısmı yine bu fotograflardan çıkacaktır. İçimden gelen, gönlümden geçen, onun îmanından serpintilerin bile bize büyük mesafeler aldıracağıdır.
Ne çâre Servet gitti.

Evet, Sevgili Servet, büyük bir ruhtu. Türklüğün bin yıllar ötesinden gelen izlerini aradığı sarp kayalar, yüce dağlar kadar büyük bir ruhtu. Taştaki Türkleri, yazıdan, resimden, damgadan keşfe çıkmıştı. Peşpeşe belgeseller çekti, kitaplar yayınladı. Henüz montajı bitmemiş filmleri, yazılması tamamlanmamış kitapları vardı. Neredeyse, bütün bir ilim âlemini inandırarak yürür hale gelmişti. Nefes almadan çalışırdı. Acelesi vardı. Gitti. Türklüğün başı sağolsun!


SON
Yüklə 99,04 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin