İngiliz Derin Devleti ve Sömürü Stratejisi
Avustralya'da Aborijinler, Afrika'da yerliler, ABD'de Kızılderililer, Asya'da Hintliler, Ortadoğu'da Araplar, İngiliz derin devletinin geliştirdiği ve insanlık üzerine empoze ettiği Darwinist mantık yüzünden dehşetli katliamlara maruz kaldılar.
Katliamlar ve savaşlar, "Anglosakson ırkının üstünlüğü" gibi bir sahtekarlığı ortaya atan İngiliz derin devleti tarafından sürekli olarak teşvik ediliyor ve güya meşrulaştırılıyordu. Öyle ki, 1911'de London University College'da Galton Öjenik Kürsüsü'nün başına geçen Profesör Karl Pearson, diğer pek çok sosyal Darwinist gibi hayatın bir kavga olduğunu bu nedenle de savaşın doğal seçilimin bir biçimi olduğunu savunmaktaydı. Pearson "devlet eliyle" yapılacak bir savaşın makul olduğunu, çünkü böylelikle sözde üstün ırkın galip gelip yaygınlaşacağını iddia etmişti:
Ulusal ilerleme ırksal zindeliğe bağlıdır ve bu zindeliğin en yüksek ölçüsü savaştır. Savaşlar bittiğinde insanoğlu artık ilerleyemez; çünkü düşük soydan gelenlerin doğurganlığını önleyecek hiçbir şey kalmaz.104
Pearson, 1912 yılında yaptığı "Darwinism, Medical Progress and Parentage" (Darwinizm, Tıbbi İlerleme ve Ebeveynlik) başlıklı konuşmasındaki, "Yaşama hakkı her insanın kendi soyunu sürdürme hakkı anlamına gelmez" şeklindeki savı ile zayıf, sözde "aşağı ırktan" olan bir kişinin hayatta kalmasını sağlamanın kabul edilemeyeceğini savunmaktaydı.105
Darwinist sahtekarlığı baz alarak üretilen bu düşünce şekli, İngiliz derin devletinin başlatmak istediği savaşlara ve yapmak istediği insanlık dışı katliamlara gerekli olan bahaneyi fazlasıyla sağlamıştır. İngiliz derin devletinin yaydığı tüm sapkınlıklar ve getirdiği tüm belalar için, daima önceden bir ideolojik altyapı hazırlama arayışında olduğu bilinmelidir. İngiliz derin devleti, sahte ideolojilerle önce beyinleri köreltmekte, ardından empoze ettiği ideolojiyi uygulamaya geçirmektedir. İngiliz derin devletinin tutuşturduğu ve şu an halen devam eden terör ve savaşlar da, işte bu sapkın altyapı ile zemin bulmuştur.
İngiliz derin devletinin "ilkel" veya "medenileşmemiş" yakıştırmalarındaki kelime oyunlarına da dikkat etmek gerekmektedir. Tarihin her döneminde medeniyetle iç içe yaşamayı tercih eden veya doğal bir yaşam düzeni oluşturmayı isteyen insanlar olmuştur. Fakat bu, insanların bir kısmının diğerlerinden "ilkel" olmalarından kaynaklanmamaktadır. "İlkel toplum" yakıştırması, İngiliz derin devletinin kurguladığı bir senaryodur. Topluma sunulan görseller, çizilen resimler ve anlatılan hikayelerle bu senaryo pekiştirilmiştir. Bu özel bir stratejidir; keza İngiliz derin devleti, "medenileşmemiş ilkel toplumları medenileştirme" kılıfı altında sömürü politikasını sorgusuz sualsiz uygulamıştır. Önce toplum üzerinde bu sapkın fikrin ideolojik altyapısı oluşturulmuş, sonra yapılan vahşi uygulamalara hiç itiraz gelmemesi sağlanmıştır.
Yapılan tüm "ilkel Afrika" propagandalarının büyük bir göz boyama olduğunu, İngiliz tarihçi Niall Ferguson şu şekilde açıklamıştır:
Afrika aslında sandıkları kadar ilkel olmaktan bir hayli uzaktı. Sahra altı Afrika, ilk İngiliz gezginlerinden birinin ifadesiyle "haşin bir karmaşa" içinde olmak şöyle dursun, çok sayıda devleti ve ülkeyi barındıran bir bölgeydi. Bunlardan bazıları aynı dönemin Kuzey Amerika'daki veya Avustralya'daki koloni öncesi toplumlarına göre ekonomik bakımdan bir hayli ileriydi. Bugün Mali'deki Timbuktu ve Nijerya'daki Ibadan gibi oldukça zengin şehirlerde, altın ve bakır madenleri, hatta bir dokuma sanayi vardı.106
Ferguson kitabında, İskoç misyoner ve gezgin David Livingstone'un gözlemlerini şöyle aktarmıştır:
(Livingstone) şöyle diyordu: "(Afrikalılar), beyaz komşularından çoğu zaman daha bilgeler ... Birkaç istisna dışında bana hep nazik davrandılar; hatta daha merkezi kabileler o kadar medeni bir tavra sahipti ki … sıradan bir sağduyu ve saygı anlayışına sahip bir misyonerin onlardan saygı göreceğine hiç şüphem yok." Yine "Afrikalıların zihin ya da gönül olarak yetersiz olduğuna" inanmadığını ve Afrikalıların en medeni insanlardan "farklı bir tür" olduğu tezini destekleyecek hiçbir neden görmediğini de belirtiyordu.107
Buna karşın İngiliz derin devleti, "medenileştirme" iddiası ile Afrika'yı ve dünyanın çeşitli yerlerini istila etmiştir. Dünyanın dört bir tarafında gerçekleştirdiği vahşi işgallerle yerel halklara karşı acımasız imha savaşları ve çatışmalar yürütmüştür.
1878 yılında Avustralya'yı ziyaret eden İngiliz Romancı Anthony Trollope'nin şu anlatımı, sömürgecilerin yerli halka bakış açısını açıkça göstermektedir:
[Bir yargıca] ortamın baskısıyla çalılıkta siyah bir adamı vurmak zorunda kalırsam ... bana ne yapmamı tavsiye edeceğini sordum. En yakın polis karakoluna mı gitmeliydim?... Yoksa sanki ölümcül bir yılanı öldürmüşçesine ... sevinerek yoluma devam mı etmeliydim? Tavsiyesi açık ve dehşet vericiydi: "Bir aptal dışında hiç kimse bu konuda sana bir laf etmez."108
Sömürgelerde İngiliz Hayranları
Sömürülen ülkelerin halkları, kuşkusuz İngiliz derin devleti için bir sorundur. Buralarda gelişen milliyetçi fikirler sürekli olarak İngiliz derin devletinin karşısına çıkmakta, "beyaz adamın" vahşetinden kurtulmak isteyen vicdanlı topluluklar, sömürü sistemine başkaldırmaktadır. Dahası halkın içinde, kendi ülkelerini haksızca sömürmek için gelen kişilere karşı yoğun bir nefret vardır. Ancak sömürü imparatorluğunun uzun ömürlü olabilmesi için, halkın kısa sürede İngiliz taraftarı bir hale getirilmesi ve "beyaz adamı" bir efendi gibi görmesi hedefi vardır.
Bunun sağlanması için İngiliz derin devletinin başvurduğu temel yöntem yine provokasyon ve şiddet olacaktır. Beyinleri sahtekarlıklarla provoke etme işlemi için de özel bir eğitim gerekecektir.
Önce milliyetçi fikirler ortadan kaldırılmalıdır. Kitabın birinci bölümünde tanıttığımız, İngiliz istihbaratçı yazar Aldous Huxley'in Brave New World (Cesur Yeni Dünya) isimli romanını hatırlayalım. Bu romanda Huxley, tamamen yeni bir hayat biçimi kurgulamış ve robot haline getirilen halkın kolayca yönlendirilebilir olması için ilk olarak tarih yok edilmiştir. Tarihte neler yaşandığını hiç bilmeyen bu insanların uğruna mücadele edebilecekleri bir devlet ve milletleri de olmamakta ve bu insanlar, dünyada var olmuş tek toplum modelinin, içinde bulundukları toplum olduğunu zannetmekte ve yalnızca buna saygı duymaktadırlar.
İngiliz derin devleti, bu istihbarat tüyosunu sömürge birimlerinde uygulamaya geçirmiş ve toplumları, adeta geçmişleri olmayan veya kendi geçmişlerinden nefret eden, sadece kendisine bağımlı olan halklar haline getirmiştir. Bu yolla, toplumların, kendilerine özgü bir kültür oluşturma fikrinin de önüne geçilmiştir. Sömürge öncesi döneme geri dönme arzusu, bu yolla toplumlardan arındırılmıştır.109
Araştırmacı yazar Yardımcı Doç. Dr. Veli Sırım, bu asimilasyon stratejisini şu şekilde tarif etmiştir:
Hindistan'daki bu sistem (sömürü sistemi) ortaya konulurken temel bir hedef belirlenmişti: Hint tarihi. İngilizlerin Hindistan'daki yerleşik kültürü istedikleri şekilde değiştirme gayretleri öncelikle tarihin unutturulmasına odaklandı. Başta eğitim olmak üzere, pek çok propaganda yoluyla tarih kötülendi. Sürekli olarak ve yoğun bir şekilde gelen telkinler sonuç verdi ve insanlar kendi geçmişlerinden utanır, kendi tarihlerine nefretle bakar hale geldiler.110
Sömürge halklarına milli tarihleri unutturulduğunda, bunun yerine İngiliz dili, kültürü ve yaşam felsefesi konmuştur. İngiliz derin devleti bunu, Macaulayizm olarak adlandırılan bir eğitim sistemiyle gerçekleştirmiştir.
Macaulayizm ya da Macaulay Formülü, ismini Hindistan'ı, "daha üst eğitimin sağlanması" için İngilizce ile tanıştıran Baron Thomas Babington Macaulay'dan almıştı. Bu planın hedefinde, sömürge halklarının milli değerleri yok edilerek, bunun yerine İngiliz dili, yaşam felsefesi ve kültürünün yaygınlaştırılması; bunu yaparken de bir yandan "üstün İngiliz" fikrinin empoze edilmesi vardı. Plana göre, sömürge ülkeleri, kendilerinden sözde çok daha üstün bir ırk tarafından yönetildiklerine kanaat getirecek, onların kültürlerine özenecek ve onlara itaat edecekti.
Bu yanlı eğitim, onları kolaylıkla İngiliz derin devletinin yönlendirebileceği bir piyon topluluk haline getirebilecekti. İngiliz derin devletinin sömürgelerdeki varlığının bu şekilde devam ettirilmesi planlanmıştı. Sömürgecilik Tarihi isimli kitapta bu strateji, şu şekilde tarif edilmiştir:
…Sömürge topraklarında kalıcı olabilmek ve mahalli bürokratik ihtiyacı karşılayabilmek için geleneksel eğitim kurumlarının tahrip edilerek sınırlı sayıdaki insana verilen Avrupai eğitim sonucu ortaya çıkan asimile edilmiş aydın tipi (Macaulayizm) oluştu. Böylelikle uzun bir süreçte İngilizcenin yerleştirilmesi, yeni ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal altyapının tamamen İngiltere'ye bağlı olmasına yol açmıştır.111
Şunu belirtmek gerekir: İngiliz dili, kibar ve güzel bir dildir. Dünya çapında öğrenilmesinin teşvik edilmesi ve İngilizce kültür kaynaklarından faydalanılabilmesi oldukça önemlidir. İngiliz halkı ise genel anlamda saygıyı ve görgüyü iyi bilen; kalite ve sanattan hoşlanan; kadına, estetiğe ve bilime değer veren nezih insanlardır. Onların nezih ve seçkin kültürünün diğer toplumlarda da görülmesi ve yaşatılması aslında bir güzelliktir. Bu, her zaman teşvik edeceğimiz, güzel bir kültürel atak olacaktır.
Fakat burada kastettiğimiz ve eleştirdiğimiz asimilasyon ya da daha somut ifadeyle "İngilizleştirme", bunun ötesinde bir kavramdır. Burada toplumların, kendi milli benliklerini kaybetmeleri ve sözde "üstün İngiliz" kültürüne hayran kalmaları beklenmektedir. Bu hayranlığın oluşturulma amacı, bu toplumların kendilerini "aşağı ırk" olarak hissetmelerinin sağlanması ve böylelikle İngiliz derin devletinin bir uşağı haline gelmeleridir.
Macaulayizm fikrinin babası tarihçi Thomas Babington Macaulay, 1835 yılında yazdığı Hindistan'daki Eğitim Üzerine Rapor adlı ünlü denemesinde, bu yöntemle İngilizleşen Hintlilerin üstleneceği görevi şöyle anlatmıştır:
İngilizce öğrenimi, "kan ve deri rengi bakımından Hintli" olan yerlileri "beğeni, kanaat, ahlak ve zeka bakımından İngiliz" haline getirecek şekilde eğitim verecektir.112
Sömürgelerdeki İngiliz eğitim sistemi, yerli halkı ve onların kültürlerini küçük görmüş, hatta kendince aşağılamıştır. Kolonyalizm konusunda uzman olan Hintli Profesör Ania Loomba bir kitabında bu kültürel aşağılamayı şöyle aktarmaktadır:
…yerli düşünsel üretim ya tamamen küçük görülmüş (Afrika'da olduğu gibi) ya da asırlık bir geçmişin niteliği olarak görülmüştür (Hindistan'da olduğu gibi). Kolonileştirilmiş olan toplumların, kendilerine ait bir kültür mirasının olduğu kabul edilsin ya da edilmesin, bunlar, bağımsız bir çizgide gelişim göstermeyi hak eden birer toplum olarak görülmemişlerdir.113
Kastedilen olmuş, İngiliz derin devletinin asimilasyon politikalarıyla İngilizleştirilen bir kısım sömürge insanı, İngiliz çıkarları uğruna kendi kültürüne ve ülkesine ihanet eder hale gelmiştir. Bu sorun, sömürge döneminde de var olmuştur; şu anda da aynı hızda devam etmektedir. İngiliz derin devleti, geçmişte kurguladığı bu yöntemle, tarihin her döneminde çeşitli ülkelerden devşirebileceği yancılar bulabilmiştir. Bu yancılar, kimi zaman kendi ülkelerinin yakılıp yıkılmasında, kanlı darbelerde, kimi zaman da ülkelerinin ekonomik anlamda çökertilmesinde başrolü oynamışlardır. Bu konuya ilerleyen bölümlerde detaylı olarak değinilecektir.
Sömürgelerde Darwinist Eğitim
Toplumları, daha önce bilmedikleri sınıf mücadelesi, ırkçılık ve üstün ırk gibi sahte kavramlara alıştırabilmek için, derhal Darwinizm yalanı devreye sokulur. Darwinizm sahtekarlığı bir kere zihinlere yerleştirildiğinde, bunun "reddedilemez bir bilim" olduğu iddia edildiğinde ve bu sahtekarlık İngiliz derin devletinin kurumları tarafından adeta dayatmalar yoluyla korunduğunda, toplumlar bu zehrin etkisi altına çabuk girmektedirler.
İngiliz derin devletinin stratejisi bellidir: Tek yanlı eğitim. İnsanların "bilim" adına karşılaştıkları tek şey Darwinizm olmaktadır. Bunu reddetmek, suç sayılmaktadır. Darwinist eğitimle yetişen toplumlar, sosyal Darwinizm'in de bir "yaşam şekli" olduğu telkinini aldıklarında, kendilerini gelişmemiş bir ırk olarak kabul etmekte sakınca görmemeye başlarlar. Bir toplum için en sakıncalı bakış açısı işte budur. Kendisini aşağı gören bir toplum, artık tamamen sömürülmeye açıktır ve İngiliz derin devletinin himayesine girmiş demektir.
Sömürgelerde Darwinizm fikrinin benimsetilmesinde İngiliz etnologları (geçmişte yaşamış ve halen yaşamakta olan kültürleri inceleyen bilim insanı) ve antropologları kilit bir rol oynamışlardır. Onlar sayesinde sömürge yöneticileri, yerel beyaz yerleşimciler ve İngiltere'deki kamuoyu, ırksal üstünlük iddiasını kolaylıkla benimsemiştir. Özellikle 1863 yılında Londra Etnoloji Derneği'nden ayrılarak Londra Antropoloji Derneği'ni kuranlar, zencilerin sözde doğuştan aşağı bir ırk olduğunu ve ayrı bir kökenden geldiğini savunmuşlardır.114 Derneğin üyeleri, türlerin fiziksel ölçümü (bu yöntem bugün kafatasçılık olarak nitelendirilmektedir) ve sınıflandırmalar yapan araştırmalar yürütmüşlerdir. Bu araştırmalar, sömürge idarecilerinin ırkçı politikalarının savunuculuğunu yapmalarına yol açmıştır.115
1871 yılında, iki antropoloji topluluğu da Büyük Britanya ve İrlanda Antropoloji Enstitüsü adıyla tek çatı altında birleşmiştir. Bu kuruluşun günümüzdeki adı Royal Anthropological Institute – RAI'dir (Kraliyet Antropoloji Enstitüsü).116 Enstitü, bugün hala farklı türlerin varlığını güya evrim teorisine dayandırmaktadır ve Darwinist görüşü savunanları ödüllendirmektedir. 2006 yılında ödüllendirilen Prof. Leslie Aeillo'nun "Diyet, enerji ve insanın evrimi" başlıklı çalışması bunlardan sadece biridir.
Söz konusu İngiliz etnologlar ve antropologlar sömürgelere gitmiş, burada çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmalarda yerlilerin varlıkları ve toplumsal düzenleri kayıt altına alınmıştır. Antropologlar gittikleri yerlerde araştırmalarının yanı sıra idari bir görev de üstelenmişlerdir. Bu görev, sömürge yöneticilerine yerel halklarla ilgili edindikleri bilgileri aktararak onları "eğitmektir".117 Bu eğitim, Darwinizm temelli bir eğitim olacaktır. Bu amaçla gerek yerel yöneticilere gerekse Londra'daki merkezi hükümete çok sayıda rapor sunmuşlardır. Sosyolog ve aynı zamanda bir ekonomist olan Gana Devlet Başkanı Kwame Nkrumah, bu raporların amacını şöyle açıklamıştır:
Afrika çalışmaları uzmanları yazılarının içeriğini ve yönünü değiştirdiler; Afrika toplumu hakkında sömürgeciliği bir uygarlık vazifesi olarak mazur kılmak için kullanılan raporlar vermeye başladılar. Bu yazıların en övgü dolu olanları bile nesnellik ve gerçeklikten uzaktı.118
Antropolog sömürgeciler, İngiliz derin devleti açısından önemli olan iki vazifeyi yerine getirmişlerdir. Bunlardan ilki; sömürgeciliği, Anglosaksonların uygarlığı yayma çabası olarak meşrulaştırmış ve bu sayede yerlilerin, İngiliz derin devletine itaatini sağlamışlardır. İkincisi ise; raporlarını evrimci anlayış ile hazırladıkları için, bu belgeler, sözde "üstün Anglosakson ırkı" inancını destekleyen birer malzeme olmuştur. Bu sayede İngiliz derin devletinin ortaya attığı "üstün ve uygar olan Anglosakson soyunun aşağı-ilkel insanları yönetmeye yetkili olduğu" şeklindeki iftira niteliğindeki iddiası, güya bilimsel bir zemine oturtulmuştur. İngiliz derin devleti için sömürge ülkeleri üzerindeki hakimiyet, bundan sonra çok daha kolay olmuştur.
Eğitim Yoluyla Devşirilen Sadık Hizmetkarlar
"Sınıf mücadelesi" fikri, Darwinist eğitimin en önemli sosyal felaketlerinden biridir. İngiliz derin devleti, Darwinist ideolojiyi sömürge ülkelerinde güçlü kılabilmek için, "üstünlük" kavramının, sadece İngilizlerle sömürülen ülkeler arasında değil, sömürülen ülkelerin kendi içinde de olduğu fikrini yaygınlaştırmıştır. Bu, iki sonuç vermiştir. Birincisi; halk, Darwinist ideolojiye bağlılığını güçlendirmiş ve bunun sosyal hayatta uygulanabilirliği olduğuna inanmıştır. İkincisi ise; toplumlar parçalanmış, birbirlerine düşmüş ve sınıf mücadelesi, toplumların kendilerini içten çökertmelerine zemin hazırlamıştır. Bu, deccali sistem olan İngiliz derin devletinin en bilindik oyunudur.
İngiliz derin devleti, sömürge toplumlarında kurduğu eğitim sistemi ile yerli halkın içinde zengin ve elit bir kesim oluşturmuştur. Elit kesim zenginliğini ve toplum içindeki elit konumunu, İngilizlere borçlu olduğuna inanarak bu durumunun bozulmaması için onlara sadakat göstermeye devam etmiştir. Hatta bu sınıf, sömürge içinde, İngiliz derin devletinin hakimiyetini sarsacak gelişmelerin önünde gönüllü bir biçimde set oluşturmuştur.
İngiliz tarihçi Niall Ferguson, sömürgelerde eğitim yoluyla seçkin bir tabaka yaratmanın İngiliz İmparatorluğu'na sağlayacağı faydaları şöyle anlatmıştır:
Britanya yanlısı bir Hint elit tabakasının çıkışının anahtarı eğitimdi. Britanyalıların Hintlilere ilk başta kararsız olmalarına karşın, birçok Hintli –özellikle de yüksek kasta mensup Bengalliler– yeni efendilerinin dilini konuşmanın ve kültürünü anlamanın yararlarını çabuk sezdi. Daha 1817'de Kalküta'da Batı eğitimine hevesli Bengalliler tarafından bir Hindu Yüksek Okulu kuruldu; Avrupa tarihi, edebiyat ve doğa bilimleri dersleri veren okul, aynı türden birçok kurumun öncüsü oldu.119
İngiliz tarihçi Alfred Comyn Lyall, Hindistan'da görevli iken İngiliz İçişleri Bakanlığı'na yazdığı bir mektupta, bu eğitim seferberliğinden beklentilerini şöyle açıklamıştır:
…daima İmparatorluğumuzun olası geleceğini düşünüyorum ve onu, günümüzün mekanik süreci yoluyla okullar ve misyoner toplulukları kurarak, muazzam bir milleti, uygarlaştırabilecek şekilde tasarlamaya çalışıyorum. Aynı zamanda onları (sömürge halklarını) uygarlaştırıp özgürlüğün ve Avrupa bilimlerini kullanmanın faydalarını onlara öğrettikten sonra, onları nasıl boyunduruğumuz altında tutacağımızı ve yönetimin tüm yüksek kademelerini kendimizde saklı tutmanın onların kendi iyilikleri için olduğuna nasıl inandıracağımızı bulmaya çalışıyorum.120
Londra'daki School of Oriental and African Studies'da (SOAS – Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulu) öğretim üyeliği yapmış olan Prof. Stephan Feuchtwang, The Colonial Formation of British Social Anthropology (Britanya Sosyal Antropolojisinin Sömürgeci Oluşumu) isimli çalışmasında, "Amaç yerli otoritesi içerisinde kontrol edilen ama güçlü, zengin ve halinden memnun olan, bağlı ve bağımlı bir müttefik yaratmaktır"121 diyerek İngiliz derin devletinin sömürgelerdeki eğitim stratejisinin amacını açıklamıştır.
Aslında sömürgelerdeki söz konusu devşirme yöntemi, İngiliz derin devleti için bir bakıma geleceğe yatırımdır. İngiliz derin devletinin, hedeflerini hep sonraki on yılları da içine alan bir proje dahilinde geliştirdiğini belirtmiştik. İşte bu zihniyet, sömürge toplumlarının, sonraki yıllarda da İngiltere'ye ve özellikle İngiliz derin devletine hizmet etmelerini sağlamıştır. Sömürgecilik Tarihi kitabında bu gerçek, şöyle ifade edilmiştir:
Bu durum, sömürge ülkelerini, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da İngiltere eksenli bir ekonomik, siyasal ve kültürel hayata zorlamaya devam etmektedir. İngiliz sömürgeciliği, keza bağımsızlığını elde eden ülkelerden ayrılırken bıraktığı siyasal ve ideolojik mirasla, bu ülkelerin milli birlik oluşturma potansiyellerini büyük ölçüde devre dışı bırakmış ve örneğin Güney Asya ve Orta Doğu'da olduğu gibi uzun vadede çözülemeyecek pek çok siyasi, dini, etnik problemi geride bırakarak nüfuzunun devamını amaçlamıştır.122
Bu, oldukça gerçekçi bir analizdir. Pek çok kesim, İngiltere'nin sömürgelerden çekilmesiyle sömürgeciliğin sona erdiği yanılgısına düşmüştür. Fakat İngiliz derin devletinin sömürgelerden çekilmesi ve söz konusu ülkelerin elde ettiği "bağımsızlık", sadece bir göz boyamadır. İngiliz derin devleti, bağımsızlığını kazanmış ülkeleri farklı yollardan sömürmeye devam etmişti. Yeni sömürgecilik, eskisinden de çok zulüm getirmiş müthiş bir vicdansızlık ve adaletsizlik sistemidir.
İngiliz Derin Devletinin Sömürge İmparatorluğu
İrlanda
İngilizler ile İrlandalıların etnik kökenleri farklıdır. İngilizler, Anglosakson kökenli; İrlandalılar ise Kelt kökenlidir. Keltler, Britanya adalarının tarihindeki en eski yerli halktır. Anglosaksonlar ise Germenlere bağlı bir halktır ve Britanya adasına 5. yüzyıldan sonra göç etmeye başlamışlardır.123 Bu göç ile birlikte Anglosaksonlar, Keltler üzerinde hakimiyet kurmaya başlamışlardır. Yani İrlandalılar, adanın en eski yerleşimcileri olmasına rağmen, İngilizlerin ilk sömürgesidir. Buna rağmen İrlanda, diğer kolonilerin 1880'lere doğru kazandığı haklara en son kavuşmuştur.124
İngilizler adaya geldiklerinde Britanya'nın yerli dili olan Gaelic'i benimsememiş, yerine daha sonra İngilizce olacak olan Anglosaksonca'yı kullanmışlardır.125 İrlandalılar ise büyük ölçüde dillerini ve kimliklerini korumuşlardır. İngiliz derin devleti, bu nedenle İrlandalıları ilk baştan beri hasım olarak görmüştür.
İngilizlerin çoğu Protestan, İrlandalıların çoğu Katolik'tir; dolayısıyla bu iki milletin sadece soyları ve dilleri değil, mezhepleri de başkadır.126
İngiliz derin devleti için, kendi dininin hakimiyetine alamadığı bir topluluğun varlığı daima sorun teşkil etmiştir. Kuşkusuz İngiliz derin devleti için bu konu, kendi dinini kutsal görmesinden çok, bir topluluğu her bakımdan hakimiyeti altına alması anlamında önemlidir. İngiliz derin devleti için "Protestan olmak", bir dinden çok, sözde "üstün ırkı" temsil etmektedir.
Evrim teorisinin yaygınlaştırılması ile ırkçılığın zirve yaptığı dönemde, bu aşağı görme politikası son derece artmıştır; öyle ki, İngiliz derin devletinin telkini ile İrlandalılar sözde "beyaz maymunlar" olarak tanımlanmışlardır. (İrlanda ırkını tenzih ederiz)
Özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda İngiltere Krallığı, İrlanda plantasyonlarına el koymuş ve bu bölgelere İngiliz yerleşimciler yerleştirilmiştir. (Plantasyonlar, bir bölgedeki çiftlik sahibinin mutlak egemenliğinde yönetilen, köle işçilerin çalıştırıldığı ekonomik ve siyasi kurumlardır.) Artık bu tarihten sonra İrlanda plantasyonlarında İrlandalılar serf olarak, yani bir nevi köle olarak çalıştırılmaya başlanmıştır. Bir başka deyişle İrlandalılar, kendi topraklarında köle konumuna getirilmişlerdir.
Plantasyonlar, 18. yüzyılda bitse de İrlandalıların kölelik döneminden beri gelen fakirlikleri sona ermemiştir. İngiliz derin devleti, plantasyon düzeni bitmeye başlarken, yani 17. yüzyıldan itibaren, bu bölgelerde Protestan bir yönetici sınıf oluşturmuşlardır. Yüzyıllarca köle olarak kalmış olan Katolik İrlandalılar ise, İngiliz derin devletinin bu uygulamaları neticesinde toplumun en alt sınıfı haline getirilmişlerdir.
İrlandalılar, 1829 yılında, üzerlerindeki kısıtlamaların büyük ölçüde kaldırıldığı "Emancipation Act" Serbesti Yasası yürürlüğe girene kadar Birleşik Krallık içinde ikinci sınıf insan muamelesi görmüşlerdir. Toprak edinememiş, okul açamamış ve Parlamento'ya girememişlerdir. Kısacası Birleşik Krallık, İrlandalıların öz toprakları olmasına rağmen, burada onlara tamamen sömürge vatandaşı muamelesi yapılmıştır. Yasadan sonra ülke içindeki ekonomik sınıflar bir anda değişmemiştir. İrlanda halkı, zengin İngiliz toprak sahiplerinin işçileri olarak yoksul bir biçimde yaşamaya devam etmiştir.
Kıtlığa Terk Edilen İrlandalılar
Önceki bölümde vurguladığımız gibi, Thomas Malthus'un, sözde nüfus kontrolüne dayanan ve gerçekte hiçbir bilimsel dayanağı olmayan tezini ortaya atmasının sebebi, İngiliz derin devletinin sömürgelerde yaptığı katliamlara ve açtığı savaşlarda yaşanan sivil kayıplara meşruiyet kazandırma çabasıdır.
Malthus'un mantığa göre, bir tarihten sonra sözde dünyadaki besin kaynakları insanlara yetmeyecek duruma gelecektir. Bu bilimsellikten uzak tezden yola çıkarak Malthus, insanların sürekli olarak kıyasıya bir yaşam mücadelesi içinde olmaları gerektiğini savunmuştur.
Malthus, bu sahte iddiadan yola çıkarak, dünyada bir mücadele ortamının şart olduğunu, bu sayede insan nüfusunun azalacağını ve böylelikle kaynaklarla insan sayısının dengeleneceğini öne sürmüştür. Darwinist Malthus'a göre çatışma, doğanın bir mekanizmasıdır. İngiliz derin devletinin sömürgelerinde ve savaşlarında yaşanan can kayıplarının, bu nüfus-besin dengesine katkı sağlaması anlamında sözde yararlı ve meşru olduğunu söylemeye çalışmıştır.
Oysa, ne çatışma doğanın vazgeçilmez bir mekanizmasıdır ne de dünya kaynaklarının oranı dünya nüfusu ile oransızdır. Malthus'un insan nüfusu ve besin kaynakları konusundaki saçma teorisinin hiçbir bilimsel geçerliliği olmadığı bugün kanıtlanmış durumdadır.
Henüz hiç nüfus sayımı yapılmamış bir toplulukta nüfus artış oranının hesaplanması imkansızdır. Bu hesaplama için birkaç sene aralıkla en az iki nüfus sayımı yapılmış olması gerekir ki kıyaslanarak artış oranı tespit edilebilsin. (Gerçekçi bir analiz için sadece iki yılın kıyası da yeterli olmayacaktır) Dolayısıyla Malthus'un döneminde böylesine bilimsel bir analizin yapılmış olması mümkün değildir. İnsan nüfusunun artış oranı ile besin kaynaklarının artış oranındaki orantısızlık iddiası, görülebildiği gibi, sadece İngiliz derin devletinin iğrenç katliamlarını mazur gösterebilmek için ortaya atılmış bir yalandır. Keza şu an yapılan değerlendirmeler, yeryüzü besin kaynaklarının, dünyanın şu anki nüfusunun neredeyse iki katına dahi yetecek oranda olduğunu gözler önüne sermiştir.127
Dahası, böyle bir sorun baş göstermiş olsaydı bile, bunun çözümünün kıyasıya katliamlarda değil, karşılıklı yardımlaşmada olduğu açıktır. Kıtlık ve yoksulluk bir bencillik sorunudur. Kitleler ellerindeki para ve malları kilit altında tuttuklarında, ekonomi donmakta ve bu kilitlenmişlik topluma bir ekonomik felaket olarak yansımaktadır. İnsanlar kendi ellerinde saklamayıp paylaştıklarında, dağıttıklarında ve bütün imkanlarını açıp Allah'a şükrettiklerinde ekonomi canlanmakta, üretim ve tüketim sürmekte, kıtlık ve yoksulluğun iktisadi zemini ortadan kalkmaktadır. Yüce Allah bu dünyayı, bu kanuna göre yaratmıştır.
Dostları ilə paylaş: |