O zamana kadar seyahatten ötürü ne kadar yorgun olduklarını fark etmemişlerdi. Meren'in gözü acı verdiği için Taita göz çukuruna zeytin
336
11. Yazıt
gi! !İık bir merhemle, yatıştırıcı bitkiler koydu ve bir doz kırmızı toz ha-
zirladı.
Ertesi sabah hepsi geç vakte kadar uyudular. Meren'in gözü biraz daha iyiydi ama hâlâ ağrısı vardı.
Kahvaltıdan sonra, Bilto onlara köyü gezdirdi, belli ki burasıyla gurur duyuyordu. Onlara halkın nasıl yaşadığını anlattı. Liderlerle tanıştırdı ve Taita genel olarak namuslu ve saf olduklarını gördü. Onların aurasında da, Albay Tinat ve Bilto'da olduğu gibi, Eos'un yakında oluşuna ve etkisine atfedilebilecek bir belirsizlik görmeyi bekliyordu, ama ufak tefek insanlık zaafları ve kusurları dışında önemli bir şey görmedi. Birisi karısıyla mutlu değildi, öteki komşusundan bir balta aşırmıştı ve suçluluk duygusuyla içi içini yiyordu, başka biri de üvey kızına karşı arzu beslemekteydi.
Beşinci gün sabah erkenden Yüzbaşı Onka, Mutangi'ye döndü ve Yüksek Konsey'in beklediğini bildirdi. Hemen gitmeleri gerekiyordu.
Onka, Taita'ya, "Yüksek Konsey salonunun bulunduğu kale, Ay Dağları yönünde, kırk fersah mesafede," dedi. "Birkaç saatlik bir yolumuz var." Güneşli, güzel bir gündü, hava berrak ve dirilticiydi. Fenn'in yanakları parlıyor, gözleri ışıldıyordu. Taita'nın isteğiyle, grubun arkasında onunla birlikte at sürüyor ve Taita Tenmass diliyle alçak sesle bir şeyler anlatıyordu. "Bu çok önemli bir sınav olacak. Cadının barınağına gittiğimize inanıyorum. Auranı hemen bastır ve Mutangi'ye dönene kadar da öyle tut."
"Anladım Büyücü, aynen söylediğin gibi yapacağım," dedi Fenn. Neredeyse bir anda renksiz bir ifadeye büründü ve gözleri matlaştı. Taita, °nun aurasının solduğunu ve yaydığı renklerin İmbali'ninkilerden farksız blrhale geldiğini gördü.
337
F : 22
Wilbur Smith
"Nasıl bir kışkırtmayla veya teşvikle karşılaşırsan karşılaş, auranı asla parlatma. Hangi taraftan, kimin gözlediğini bilemezsin. Bir an bile gev. şemeye cüret etme sakın."
Dağ sırasını ortadan kesen vadiye geldiklerinde vakit öğleyi bulmuştu. Bir fersah daha gittikten sonra kalenin dış duvarlarına ulaştılar. Duvarlar büyük, dikdörtgen şeklinde volkanik bloklardan yapılmış ve bloklar başka bir çağın duvar ustaları tarafından monte edilmişti. Zaman geçtikçe taşlar aşınmıştı. Kapılar açık duruyordu: yıllardır bir düşmana karşı kapatılmamış gibiydiler. Kaleye girince, binaların Mısır'dan ayrıldıktan sonra gördükleri her şeyden daha muhteşem ve sağlam olduğunu gördüler. Aslında, en büyük yapı Karnak'taki Hathor Tapınağı'nı oldukça andırıyordu.
Atları almak üzere seyisler bekliyordu, sonra kırmızı giysili teşrifatçılar onları sütunlu salonlardan geçirip bir avludaki küçük kapının önüne götürdüler ve küçük bir bekleme odasına aldılar. İçendeki uzun masanın üstünde meyve çanakları, kekler, kırmızı şarap sürahileri bekliyordu, ama önce, bitişikteki odalara geçip yolun kirini pasını attılar. Her şey rahatlarını göz önüne alarak düzenlenmişti.
Hafif bir şeyler atıştırdıktan sonra, konsey teşrifatçısı gelip onları dinleyici salonuna götürdü. Salon, pirinç mangallarla ısıtılmış ve taş zemine rahat minderler konmuştu. Adam, onları belirli bir düzenle yerleştirdi. Taita'yı grubun başına, Meren ile Hilto'yu da onun arkasına geçirdi. Fenn'ı arkaya, ötekilerin yanına yolladı ve Taita, onun kıza özel bir ilgi göstermemiş olmasına çok sevindi. Gözucuyla mütevazı bir şekilde İmbali'nin yanma oturan Fenn'e baktı ve onun aurasını yanındaki uzun boylu kadının-kiyle bir tuttuğunu fark etti.
Sonra salonun planına ve yerleştirilişine baktı. Uygun oranlarda yapılmış büyük bir salondu. Kendi oturduğu yerin önünde, üzerinde tabur ler bulunan yüksek bir taş platform bulunuyordu. Babil saraylarında g°
338
11. Yaxit
Hüğü tasarımlara benziyordu, ama onlar fildişi ve yarı değerli taşlarla be-eli değildi. Arkalarındaki duvara boyalı deriden bir perde asılıydı, tavandan Vere kadar iniyordu ve toprak renklerinde enfes desenleri vardı. Desenleri inceleyince herhangi bir özel ya da gizli anlamları olmadığını anladı, sadece süs için yapılmışlardı.
Taş zeminde kabaralı sandalet sesleri duyuldu. Yandaki bir kapıdan silahlı muhafızlar girdi ve mızraklarının diplerini yere dayayarak platfor-mun etrafına dizildi. Özel giyimli teşrifatçı tekrar gelip yüksek sesle, "Yüksek Konsey'in soylu üyelerine saygılarınızı sunmak üzere niyaz edin," dedi. Taita'yı örnek alarak herkes eğilip alnını taşa değdirdi.
Deri perdenin arkasından üç adam çıktı. Bunların oligarşinin üyeleri olduğuna hiç şüphe yoktu. Sarı, kırmızı ve soluk mavi tunikler giymişlerdi ve başlarında sade gümüş taçlar bulunuyordu. Tavırları ağırbaşlı ve saygındı. Taita auralarını inceledi; farklı ve karmaşık buldu. Bunlar güçlü ve karakter sahibi kişilerdi, fakat en etkileyici olanlan, ortadaki tabureye yerleşen soluk mavi tuniklisiydi. Karakterinde, bazıları Taita'yı şaşırtıp huzursuz eden derinlikler ve nüanslar bulunuyordu.
Adam rahatlayın anlamına gelen bir işaret yaptı ve Taita doğruldu.
"Selamlar Gallalalı Büyücü Taita. Ay Dağları ülkesi Jarri'ye hoş geldin diyoruz." Bunları mavi giysili lider söylemişti.
Taita da, "Selamlar Yüksek Konsey üyesi Oligarş Lord Aquer," diye yanıt verdi.
Aquer göz kırptı ve başını eğdi. "Beni tanıyor musun?"
"Büyükbabanı çok iyi tanırdım," dedi Taita. "Onu son gördüğümde senden gençti, ama çok benziyorsun kendisine."
Demek ki hakkında duyduklarım doğruymuş. Sen Uzun Yaşayan-r dan birisin ve bir bilgesin," dedi Aquer. "Toplumumuza parlak bir kat-a bulunacaksın. Bize, grubunun.senin kadar iyi tanımadığımız üyeleri-tanUma nezaketini gösterir miydin?"
339
Wilbur Smith
Taita isimleriyle teker teker çağırmaya başladı. İlk önce Meren oPı di ve platformun önünde durdu. "Bu Albay Meren Cambyses, Altın Yi5;t lik Madalyası ve Kızıl Yol Yoldaşlığı Madalyası sahibi." Konsey sessİ70 onu inceledi. Taita aniden alışılmadık bir şeyler döndüğünü hissetti. Djj, katini, üç oligarştan arkalarındaki deri perdeye çevirdi. Gizlenmiş birjn' araştırdı ama kimse yoktu. Sanki perdenin arkası boşluktan ibaretmiş pj. biydi. Sırf bu bile onu uyarmaya yetti. Bazı psişik güçler salonun o kısmı. nı kapatıyordu.
Eos burada, diye düşündü. Aurası yok ve kendini deriden de daha aşılmaz bir perdenin ardına gizliyor. Bizi seyrediyor. Geçirdiği şok o kadar yoğundu ki, kendini kontrol altında tutabilmek için çok fazla uğraşmak zorunda kaldı: o cadı en üstün etçildi; kan ya da zayıflığın kokusunu hemen alırdı.
Nihayet Aquer yeniden konuştu: "Gözünü nasıl kaybettin Albay Cambyses?"
"Bir askerin başına böyle şeyler gelir. Hayatımızda pek çok risk vardır."
"Bunu zamanı gelince konuşuruz," dedi Aquer.
Taita bu esrarengiz cümleden bir şey anlamadı. "Lütfen yerine dön albay." Görüşme alelacele bitmişti, ama Taita onların Meren'den almak istedikleri tüm bilgiyi çekip aldıklarını biliyordu.
Arkadan Hilto'yu çağırdı. Oligarşlar onunla fazla vakit harcamadılar. Taita, Hilto'nun aurasının dürüstlük ve sadelikle parladığını görüyordu, sadece kenarlarında, heyecanını ele veren mavi ışık çizgileri vardı-Konsey üyeleri onu da yerine yolladı. İmbali ve Nakonto'yu da aynı şekilde irdelemişlerdi.
Taita son olarak Fenn'i çağırdı. "Lordlarım, bu da benim acıdığım öksüz. Onu himayeme aldım ve Fenn adını verdim. Hakkında fazla bırŞ bilmiyorum. Kendi çocuğum olmadığı için ona düşkünüm."
340
11. Yazıt
Yüksek Konsey'in önünde duran Fenn terk edilmiş, kimsesiz bir çocuka benziyordu. Başını önüne eğmiş, utangaç bir şekilde ayak değiştirerek beklemekteydi. Taita endişeyle İç Göz'ünü ona çevirdi. Kızın aurası parlamıyordu ve ona verdiği rolü başarıyla yerine getiriyordu. Biraz du-raksadıktan sonra Aquer, "Senin baban kimdi çocuk?" diye sordu.
"Efendim, ben onu hiç tanımadım." Aurasında hiçbir kıpırtı olmamıştı.
"Ya annen?"
"Onu da hatırlamıyorum efendim."
"Nerede doğdun?"
"Efendim, beni bağışlayın ama bilmiyorum."
Taita, onun kendini ne kadar iyi kontrol ettiğini görüp seviniyordu.
Aquer, "Gel buraya," diye emretti. Fenn ürkek bir tavırla platforma çıkıp adamın yanına gitti. Adam, onu kolundan tutup taburesinin yanına çekti. "Kaç yaşındasın Fenn?"
"Beni aptal bulacaksınız ama onu da bilmiyorum." Aquer elini Fenn'in tuniğinin göğüs kısmına koyup mıncıkladı.
"Burada bir şeyler çıkmış bile." Güldü. "Yakında çok daha fazlası olacak." Fenn'in aurası hafifçe pembeleşti ve Taita, onun kontrolünü kaybedeceğinden korktu. Sonra, anlamadığı bir biçimde ellenen genç bir kızın tepkilerini verdiğini fark etti. Kendisi, öfkesini daha zor bastırabilmiş-ti. Yine de, bu küçük oyunun bir sınav olduğunu hissediyordu: Aquer, Fenn'den veya Taita'dan bir tepki gelmesini bekliyordu. Taita'nın yüzü hiç değişmedi ama içinden, hesaplaşma zamanı gelince bunu fazlasıyla ödeyeceksin Lord Aquer dedi.
Adam, Fenn'i okşamaya devam etti. "Ender güzellikte bir genç kadın olacağından eminim. Eğer şanslıysan Jarri'de büyük bir onur ve ayrı-Cahk kazanabilirsin." Kızın küçük yuvarlak kalçalarından birini çimdikle-y>P tekrar güldü. "Git şimdi küçüğüm. Bir, iki yıl sonra tekrar görüşürüz."
341
Wilbur Smith
Sonra diğerlerini gönderdi, ama Taita'dan kalmasını istedi. Diğerleri salondan ayrılınca, kibar bir tavırla, "Konsey olarak gizli bir müzakere yapmamız lazım Büyücü," dedi. "Lütfen bizi bağışla. Uzun süre yalnız bırakmayacağız seni."
Geri döndüklerinde üçü de daha rahat ve samimi davranarak saygıda kusur etmediler.
"Büyükbabam hakkında bildiklerini anlatsana," dedi Lord Aquer. "Ben doğmadan önce ölmüş."
"Kendisi, göç ve Hiksos istilası sırasında, Kral Naibi Kraliçe Lost-ris'in sarayının sadık ve saygıdeğer bir üyesiydi. Majesteleri ona birçok önemli görev emanet etmişti. Büyük Nil körfezini kesen yol onun keşfidir. Hâlâ kullanılıyor ve Asuvan ile Qebui arasındaki yolu yüzlerce fersah kısaltıyor. Kraliçe bu ve buna benzer başarıları yüzünden onu onurlandırmıştı."
"Ondan miras kalan Altın Onur Nişanı hâlâ bende."
"Kraliçe kendisine o kadar güvenirdi ki, iki bin kişilik bir ordu kurup Nil'in kaynağına kadar gitmek ve haritasını çıkarmakla görevlendirmişti. Sonuçta, başına gelenler yüzünden hummaya tutulan tek bir kişi geri dönebildi. Ordunun geri kalanından, peşlerinden giden kadınlardan, eşlerden bir daha hiç haber alınamadı. Afrika'nın onları yutup yok ettiği varsayıldı."
"Babamın birliğinden hayatta kalıp da sonunda Jarri'ye ulaşanlar bizim atalarımızdı."
"Bu küçük ulusun öncüleri onlar mıydı?" diye sordu Taita.
"Değerli katkıları olmuştu," dedi Aquer. "Ancak, burada onlardan çok daha eskiler vardı. Jarri'de zamanın başından beri yaşayanlar olmuştu. Biz onları Kurucular diyerek onurlandırıyoruz." Sonra sağında oturan adama döndü. "Bu Lord Caithor. Kendi soyunu yirmi beş kuşak geriye kadar takip edebiliyor."
342
11. Yazıt
"Öyleyse kendisini onurlandırmakta çok haklısınız." Taita da gümüş sakallı konsey üyesini başını eğerek selam verdi. "Fakat büyükbabandan sonra da katılanlar olduğunu biliyorum."
"Albay Tinat Ankut'la birliğini kastediyorsun. Elbette, onunla tanışmıştın."
"Aslında o iyi kalpli albay, beni ve grubumu Tamafupa'da Basmara vahşilerinden kurtardı," dedi Taita.
"Tinat Ankut'un adamları ve onların kadınları, toplumumuza katkıda bulundular. Topraklarımız geniş ve nüfusumuz az. Onlara burada ihtiyacımız var. Bizim kanımızdan geldikleri için gayet iyi kaynaştılar. Gençleri bizimkilerle evlendi."
"Elbette aynı tanrılara tapıyorlar," dedi Taita keyifle, "Başta da kutsal Osiris, İsis ve Horus üçlüsü geliyor."
Aquer'in aurasınm öfkeyle parlamasını izledi, sonra tepkisini kontrol altına aldığını gördü. Ses tonundan biraz yumaşadığı hissediliyordu: "Dinimiz, daha sonra derinlemesine konuşacağımız bir konu. Bu aşamada, yeni ülkelerin yeni tanrılar tarafından korunduğunu, hatta tek bir tanrı tarafından korunduğunu belirtmek yeterli."
"Tek bir tann mı?" Taita şaşırmış gibi yaptı.
Aquer oltaya gelmedi. Tekrar önceki konuya döndü. "Albay Tinat Ankut'un birliğinden başka, yüzyıllar boyunca doğudan gelen binlerce göçmen daha oldu. Hiç istisnasız, hepsi de değerli erkek ve kadınlardı. Bilginler, cerrahlar, simyacılar, mühendisler, jeologlar, madenciler, botanikçiler ve çiftçiler, mimarlar ve taş ustaları, gemi yapımcıları ve özel becerileri olan insanları aramıza aldık."
"Ulusunuz sıkı temeller üzerine kurulmuş gibi görünüyor," dedi Taita.
Aquer bir an durdu, sonra konuyu değiştirdi. "Arkadaşın Meren Cambyses," dedi. "Ona büyük bir sevgi duyduğunu düşünüyoruz."
343
Wilbur Smith
"Çocukluğundan beri benimle birlikte," diye cevap verdi Taita. "Benim için oğuldan ileridir."
"Hasar gören gözü ona ciddi sıkıntı oluyor, değil mi?" diye devam etti Aquer.
"Arzu ettiğim kadar temiz bir şekilde iyileşmedi," diyerek hak verdi Taita.
"Becerilerin sayesinde, himayendeki adamın ölmekte olduğunu bili-yorsundur," dedi Aquer. "Gözü çürüyor. Zaman içinde bu onu öldürecek... tabi, tedavi edilmezse."
Taita gafil avlanmıştı. Meren'in aurasmdan bu yakın felaketi sezme-mişti, ama her nedense Aquer'in sözlerinden de kuşku duymuyordu. Belki kendisi de bunun farkındaydı, ama bu tatsız gerçekle yüzleşmekten kaçınmıştı. İyi ama, Aquer, onun bilmediği bir şeyi nasıl bilebilirdi? Adamın aurasmdan özel yeteneklere veya sezgilere sahip biri olmadığını anlamıştı. Ne bir bilgin ne kâhin ne de samandı. Tabii ya salondan çıktığı zaman konsey üyeleriyle görüşmeye gitmemişti. Kendini toparladı ve, "Hayır lordum," diye cevap verdi. "Cerrah olarak biraz kabiliyetim var ama yaranın o kadar ciddi olduğundan kuşkulanmamıştım."
"Biz Yüksek Konsey olarak, sana ve himayendeki adama özel bir ayrıcalık tanımaya karar verdik. Bu lütuf kendi soylulanmız arasındaki pek çok değerli ve mümtaz kişiye dahi nasip olmamıştır. Bunu, sana duyduğumuz derin saygı ve iyi niyetin nişanesi olarak yapacağız. Ayrıca, toplumumuzun ilim ve irfan bakımından gelişmişliğini gösteren bir örnek olacak. Belki böylece seni Jarri'de bizimle kalmaya ikna edebiliriz. Meren Cambyses Bulut Bahçeleri'ndeki sanatoryuma götürülecek. Bunu ayarlamak biraz vakit alabilir, çünkü iyileşmesi için gereken ilaçların hazırlanması lazım. Hazırlıklar bitince, sen de Büyücü, tedaviyi izlemek üzere ona katılabilirsin. Sanatoryumdan döndüğünde tekrar bir araya gelip görüşlerini dinlemekten zevk duyarız."
344
11. Yazıt
Mutangi'ye döner dönmez, Taita, Meren'in gözünü ve genel durumunu kontrol etti. Sonuçlar pek iyi değildi. Yarada derine inmiş bir iltihap vardı ve sürekli ağrılara, kanamaya ve yangılı irinlenmeye o neden oluyordu. Taita yaranın etrafındaki bölgeye bastırınca Meren acıya kahramanca dayanıyordu, ama aurasında rüzgârdaki bir mum alevi gibi titreşimler meydana geliyordu. Taita, ona oligarşların kendisini tedavi ettirmeyi planladıklarını anlattı.
"Bana ve yaralarıma sen bak. Bu dönek Mısırlılara, ülkemize ve Fi-ravun'a ihanet edenlere güvenmiyorum. Eğer beni tedavi edecek biri varsa o da sensin." Taita ne kadar söylediysede, Meren kararından dönmedi.
Bilto ve diğer köylüler konuksever ve dostça davranıyordu ve Ta-ita'nın grubu kendilerini toplumun günlük yaşamına kaptırmışlardı. Çocukların hepsi Fenn'e hayranlardı ve kısa sürede onu mutlu edermiş gibi görünen üç yeni arkadaş bulmuştu. İlk önce, ormanda mantar arayarak veya onların şarkılarını, danslarını, oyunlarını öğrenerek vaktinin çoğunu onlarla geçirdi. Bao oyunu hakkında ona öğretebilecekleri hiçbir şey yoktu ve Ç°k geçmeden köy şampiyonu olmuştu. Çocuklarla olmadığı zaman, genellikle ahırda Kasırga'yı tımarlayıp eğiterek zaman geçiriyordu. Hilto da 0r>a ok atmayı öğretiyordu, onun için özel bir yay yapmıştı. Bir öğle sonrasında, İmbali ile sohbet edip gülüştükten sonra Taita'nm yanına geldi ve, tobali, bütün erkeklerin bacaklarının arasında bir şey sallandığını söylü-
345
Wilbur Smith
yor," dedi. "Köpek yavrusu gibi kendi ayrı canı olan bir şeymiş. Senden hoşlanırsa şekli ve boyu değişiyormuş. Sende neden yok ondan Taita?"
Taita'nın verecek cevabı yoktu. Bunu ondan saklamaya çalışmamıştı ama henüz hadım edildiğini anlatabileceği bir yaşta da değildi. Bu konuya beklediğinden çabuk gelmişti. Önce İmbali'ye sitem etmeyi düşündü ama sonra bunu yapmamaya karar verdi. Gruplarındaki tek dişi olarak, o da herhangi bir kadın öğretmen kadar iyiydi. O anı suya sabuna dokunmayan bir cevapla geçiştirdi ama sonradan kendi yetersizliğini daha derinlemesine algıladı. Bedenini Fenn'in gözünden saklamak için türlü acılar çekmeye başladı. Köyün ilerisindeki nehirde birlikte yüzerken bile tuniğini çıkarmaz oldu. Kendini kusurlu fiziksel durumunu kabullendiğine inandırmıştı ama bu durum her gün değişiyordu.
Onka'nm Meren'i Bulut Bahçeleri'ndeki gizemli sanatoryuma götürmek üzere gelmesi uzun sürmedi ve Taita, onu tedaviye ikna edebilmek için bütün güçlerini ortaya serdi, ama Meren'de de inadında ayak direme ve tüm tatlı sözlere kayıtsız kalma gücü vardı.
Derken bir gece, Taita, Meren'in odasından gelen iniltilerle uyandı. Kandili yakıp odasına gitti ve Meren'i, yatakta iki büklüm olmuş, yüzünü ellerinin araşma gömmüş olarak buldu. Ellerini yavaşça yüzünden çekti. Yüzün bir tarafı korkunç bir şekilde şişmişti, boş göz çukuru ince bir çizgi halindeydi ve teni ateşler içinde yanıyordu. Taita sıcak lapalar ve serinletici merhemler uyguladı, ama sabah olduğunda pek az iyileşme vardı. Onka'nın aynı gün öğleden önce gelmesi tesadüfe benzemiyordu.
Taita, Meren'le mantıklı bir konuşma yaptı. "Eski dostum, seni iyi' leştirmek için yapabileceğim bir şey kalmamış gibi görünüyor. Ya bu acıya katlanmayı seçeceksin, ki seni öldürene kadar epeyce süreceğinden eminim ya da Jarrili cerrahların benim başaramadığımı başarmayı denemesine izin vereceksin."
346
11. Yazıt
Meren o kadar güçsüz ve ateşliydi ki daha fazla direnemedi. İmbali jje Fenn, giyinmesine yardım ettiler, sonra da küçük bir çıkına bazı eşyalarını koydular. Adamlar Meren'i dışarı çıkarıp eyere oturmasına yardım ettiler. Taita, Duman Yeli'ne binmeden önce, Fenn'le çabucak vedalaşıp onu Hilto, Nakonto ve İmbali'ye emanet etti. Mutangi'den batıya giden yola çıktılar. Fenn yarım fersah kadar Duman Yeli'nin yanında koştuktan sonra yolun kenarında durup grup gözden kaybolana kadar el salladı.
Yine üç zirveli volkanlara doğru gidiyorlardı, ama bu kaleye varmadan, daha kuzeye doğru yönelen bir yola saptılar. Nihayet dağların arasındaki dar bir geçide girdiler ve kaleyi güney yönünde yukarıdan görebildikleri bir yüksekliğe tırmandılar. Bu mesafeden, konsey salonunun olduğu yapı küçücük görünüyordu. Dağ yolundan ilerlemeye devam ettiler. Hava soğumaya başlamıştı, yamaçların arasında rüzgârın uğultuları duyuluyordu. Yükseğe çıktıkça rüzgâr azaldı. Sakallarında ve kaşlannda kırağı birikiyordu. Pelerinlerine iyice sarınıp tırmanmaya devam ettiler. Artık Meren eyerin üstünde sarhoş gibi yalpalıyordu. Destek olmak ve düşmesini engellemek için Taita ve Onka iki yanından gidiyorlardı.
Aniden karşılarına ağır ahşap kapıların ardında, kayaya oyulmuş bir tünel çıktı. Onlar yaklaşırken kapının kanatlan ağır ağır açıldı. Girişte muhafızlar görünüyordu. Taita'nın aklı Meren'de olduğu için ilk başta muhafızlara pek dikkat etmedi. Yaklaştıkça adamların norma] bir insanın yarı boyunda olduklarını fark etti, buna karşılık göğüsleri genişti ve kollan neredeyse yere kadar uzanıyordu. Kambur duruyorlardı ve başları öne eğikti- Taita bir anda bunların insan değil iri maymunlar olduğunu anladı. Kahverengi üniforma ceketi sandığı şeyler de hayvanların postuydu. Alınları Patlak gözlerinin hemen üstünden dümdüz çıkıyordu ve çeneleri o kadar lr'ydi ki dudakları sivri dişlerini tamamen örtemiyordu. Kendilerini inceleyen Taita'ya, onlar da birbirine yakın gözlerinden amansız bakışlar fır-
347
Wilbur Smith
laftılar. Taita hemen İç Göz'ünü açtı ve auralarınm ilkel ve hayvani olduğunu, öldürme içgüdülerinin bıçak sırtında durduğunu gördü.
Onka. "Gözlerinin içine bakma," diye uyardı. "Onları kışkırtma. Çok güçlü, tehlikeli yaratıklardır ve sadece muhafızlık yaparlar. İnsanı bir anda paramparça edebilirler." Onlar tünelden içeri girince kapılar hemen kapanmıştı. Duvarlarda yanmakta olan meşaleler asılıydı ve atların toynakları taşlı zeminde tıkırdıyordu. Tünel, ancak iki atlının yan yana geçebileceği genişlikteydi ve biniciler başlarını tavana vurmamak için eğilmek zorundaydı. Duvarlardan yeraltı nehirlerinin mırıltıları, fokur fokur kaynayan lav bacalarının sesleri geliyordu. Gittikleri yolu ve geçen zamanı ölçmelerine imkân yoktu, ama sonunda ileriden doğal bir ışığın parıltısını gördüler. Işık giderek büyüdü ve tünel girişindekine benzer başka bir kapı ortaya çıktı. Bu kapı da onlar varmadan açıldı ve karşılarına yine aynı maymunlardan çıktı. Parlak gün ışığından kamaşan gözlerini kırpıştırarak onları da geride bıraktılar.
Gözlerinin ışığa alışması biraz zaman aldı, ama sonra etraflarına şaşkınlık ve huşu ile baktılar. Muazzam bir volkanik kraterin içindeydiler, krater o kadar genişti ki, hızlı bir at, düşey duvarların birinden diğerine ancak yarım günde ulaşabilirdi. Çevik bir dağ keçisi bile o lav duvarlara tır-manamazdı. Kraterin dibi içbükey yeşil bir kalkandı. Ortasında sütümsü, lacivert çizgileri olan küçük bir göl vardı. Yüzeyinden buharlar yükselmekteydi. Taita'nm kaşındaki kırağıların bir kısmı eridi ve yanağından aşağı süzüldü. Taita gözlerini kırpıştırdı ve kraterdeki havanın tropik bir denizdeki gibi yumuşak olduğunu fark etti. Deri pelerinlerini çıkardılar, Meren bile daha iyi görünüyordu.
"Burayı yeraltı suları ısıtıyor. Hiçbir zaman kış yaşanmaz burada." Onka kollarını açıp etraflarını kuşatan güzelim ormanları gösterdi. "Her yerde yetişen şu ağaçları ve bitkileri görüyor musunuz? Bunları dünyanın başka hiçbir yerinde bulamazsınız."
348
11. Yazıt
Onka kraterdeki ilginç şeyleri gösterirken muntazam yapılmış yol-ilerlediler. "Şu yamaçların renklerine bak," dedi başını kaldırmış muh-nn duvarlara bakmakta olan Taita'ya. Yamaçlar gri ya da siyah değildi, cıık mavi, kızıl, sarı, gök mavisi renklerinde alacalıydı. "Güzel bir kadiri saçı gibi gür ve uzun, rengârenk yosunlar ve taşlar yaratıyor bu etkiyi.'
Taita gözünü yamaçlardan ayırıp aşağıdaki ormanlara çevirdi. "Bunlar çam ağacı," diye bağırdı, bambu çalılarının arasından çamların sivri uçları görünüyordu. "Bir de lobelia'hr var." Ateş kırmızısı çiçekler açmıştı sapların üstünde. "Bunların garip bir tür sütleğen, şu pembe ve gümüşi çiçeklerle kaplı çalıları da protea herhalde. İlerdeki uzun ağaçlar sedir çamları ve küçükler de demirhindi ile Khaya maunu." Keşke Fenn de burada olsaydı, diye düşündü.
Gölün sıcak sularından yükselen pus, yosun dallarının arasından duman gibi salınıyordu. Bir düzlüğe gelince, aşağıdaki havuzun mavi sularında yüzüp eğlenen üç kadın gördüler. Kadınlar susup atlıların geçişini izledi. Genç ve esmer tenliydiler, uzun ıslak saçları kömür karasıydı. Taita onların doğu okyanusunun karşısındaki ülkelerden geldiklerini tahmin etti. Çıplaklıklarına aldırmaz gibiydiler. Üçü de hamileydi ve şiş karınlarını dengelemek için geriye doğru kaykılmış duruyorlardı.
Yola devam ederlerken Taita, "Bu kraterde kaç aile yaşıyor?" diye sordu. "Bu kadınların kocaları nerede?"
"Belki sanatoryumda çalışıyorlardır, cerrah bile olabilirler." Onka ko-1,uyla pek ilgilenmemişti. "Şuradaki göl kıyısına ulaşınca görme şansımız olur."
Puslu safir rengi buharların arasından görülen sanatoryum, fazla öne
aÇtan tıraşlanmıştı. Üstlerine sıva yapılmamış, doğal kurşuni renginde
almıştı. Etraflarında, yabani kazların gezindiği kısa kesilmiş çimler
rd|- En az yirmi cins su kuşu göle dalıp çıkıyor, sığlıklarda leylekler, ba-
349
Wilbur Smith
lıkçıllar dolaşıyordu. Çakıllı kıyıdan ilerlerken Taita suyun üstünde yüz^ kütükler gibi görünen birkaç tane timsah olduğunu fark etti.
Kıyıdan ayrılıp çimleri aştılar ve çiçekli bir çardağın altından ana bi nanın bahçesine girdiler. Atları almak üzere seyisler bekliyordu ve dört tane iriyarı görevli de Meren'i eyerden alıp bir sedyeye yatırdı. Yanlarında yürüyen Taita ile birlikte binaya girdiler. Taita, "Artık emin ellerdesin" diyerek Meren'i rahatlatmaya çalıştı, ama rüzgârda dağa tırmanmaktan ve soğuktan bitkin düşmüş olan Meren bilincini yitirmek üzereydi.
Dostları ilə paylaş: |