İki canavar maymun, durdukları yerden biraz ileriye zıpladılar, havayı koklamayı bırakmamışlardı. Dişi başını eğip kızların geçmiş olduğu yolu kokladı. Sonra kokuyu takip ederek, ağır ağır onlara doğru döndü. Si-dudu dehşet içinde titriyor ve Fenn ondaki panik duygusunun büyüyü bozacak düzeye yükseldiğini hissediyordu. Sidudu'yu sakinleştirmek için psişik dalgalar yollamaya çalıştı ama o arada maymunun burnu da Sidudu'nun sandaletindeki parmağının dibine kadar uzanmıştı. Sidudu korkudan altına kaçırdı. İdrar bacaklarından sızıyor, kokuyu alan maymunun hırıltısı artıyordu. Maymun tam ileri atılmaya hazırlanırken, kaçan bir antilobun çalılara sürtünmesiyle bir hışırtı oldu ve erkek maymun müthiş bir kükremeyle hayvanın peşine düştü. Dişi de hemen arkasından koştu, Sidudu'nun o kadar dibinden geçmişti ki, neredeyse kıza sürtünecekti. Canavar maymunlar yeşilliklerin arasında kaybolurken, Sidudu, Fenn'e yaslandı, Fenn yakalamasa yere yığılabilirdi. Fenn, ona sıkıca sarılarak tepeye Çıkmasına yardım etti, tapınaktakiler görmesin diye, bir yandan da büyünün bozulmaması için çabalıyordu. Sonra Meren'le Nakonto'nun atlarla onları beklediği yere koştular.
471
Wilbur Smith
Aynı kampta iki gece üst üste kalmıyorlardı. Tinat ve Sidudu bütün arka yollan, ormanın içindeki gizli patikalan bildiği için, hızla ve gizlice hareket ediyor, sık kullanılan yollardan kaçınıyor, iki kamp arasındaki mesafeyi açıyorlardı.
Köyden köye gezip, onlara yandaş liderlerle konuştular. Bu kişilerin hepsi göçmendi ve köylülerin çoğu onlara sadıktı. Kaçaklara yiyecek ve güvenli barınak sağlıyorlardı. Jarri devriyelerini takip edip, geldiklerini haber veriyorlardı.
Her köyde Meren ve Tinat bir savaş konseyi topluyorlardı.
Sulh hakimlerine, köy liderlerine, "Mısır'a döneceğiz!" diyorlardı. "Dolunay gecesi halkınız gitmeye hazır olsun."
Tinat, ateşin başında heyecanla parlayan yüzlere bakıyordu. Sonra önüne açtığı haritayı gösteriyordu. "Takip etmeniz gereken yol bu. Elinizden geldiği kadar silahlanın. Adamlannız yiyecek, kalın giysiler, battaniye de alsın, ama taşıyamayacağınız hiçbir şeyi getirmeyin. Uzun ve zorlu bir yürüyüş olacak. İlk toplanma noktanız da burası." Haritada toplanacakları yeri gösteriyordu. "Hızla yol alın. Sizi bekleyen öncüler olacak. Adamlarınıza daha çok silah verecekler ve Kitangule Geçidi'ne kadar rehberlik edecekler. Orası bütün gruplann buluşacağı ana toplanma noktası. Dikkatli ve temkinli olun. Sadece güvendiğiniz kişilerle konuşun. Acı deneylerinizden, oligarşların dört bir yanda casusları olduğunu bilirsiniz. Albay Cambyses veya benden emir almadıkça, kararlaştınlan tarihten önce yola çıkmayın." Güneş doğmadan da köylerden aynlıyorlardı. Merkezden uzaktaki garnizon ve askeri kalelerin komutanlan neredeyse tümüyle Tinat'ın adamlany-dı. Emirlerini dinliyor, birkaç öneride bulunuyor ve daha az soru soruyorlardı. "Bize hareket emrini ulaştınn. Hazır bekliyor olacağız," diyorlardı.
472
11. Yazıt
Başlıca üç maden ocağı dağlann güneydoğu yamaçlarında bulunu-v0rdu. En büyüğünde binlerce köle ve esir, ağır koşullar altında çalışarak, zengin gümüş yataklannı kazıyordu. Muhafızların komutanı Tinat'ın adamlanndandı. Tinat ile Meren'i, işçi gibi giydirip, esir barakalarına ve mahkûmların kaldığı binalara soktu. Köle ve esirler aralannda gizli hücT relere bölünüp liderlerini seçmişlerdi. Tinat liderlerden çoğunu gayet iyi tanıyordu, tutuklanıp hapse atılmadan önce çoğuyla arkadaş ve yoldaştı, Onun emirlerini keyifle dinliyorlardı.
Tinat onlara da, "Dolunayı bekleyin," dedi. "Muhafızlar bizden ya* na. Belirlenen zamanda kapılan açıp sizi serbest bırakacaklar."
Öteki maden ocakları daha küçüktü. Birinden bakır ve çinko çıkarır hyor, ötekinde ise bakır bronza dönüştürülüyordu. En küçük olan aynı zamanda en zengin olandı. Altın yönünden zengin kuvars damarı üstünde çalışıldığı için, madencilerin lambalannın ışığında koca altın topaklan parlamaktaydı.
Başmühendis, Tinat'a, "Kalhanede on beş araba dolusu saf altın var,"
dedi. i
Meren hemen, "Bırakın onu!" diye müdahale etti.
Tinat da başını salladı. "Evet! Altını bırakın!"
Mühendis, "Ama bu muazzam bir hazine!" diyerek itiraza yeltendi.
Dolunaya yirmi gün kala, oligarşların darbesi indi. Planlanan göç artık binlerce göçmen arasında yayıldığı için Jarri'de parlak bir alev yanma^
473
"Özgürlük daha büyük bir hazine," dedi Meren. "Altını bırakın. Bizj yavaşlatır, hem de arabalan daha iyi bir amaçla kullanabiliriz. Onlara ka-dınlan, çocuklan, yürüyemeyecek kadar hasta ve yaşlı olanlan bindiririz."
Wilbur Smith
ya başlamıştı. Casusların bu dumanın kokusunu almamasına imkân yoiç, tu. Oligarşlar, Yüzbaşı Onka'yı iki yüz adamla birlikte, söylentilerin kaynağı olan Mutangi'ye yolladılar.
Onka ve adamlan gece vakti köyü sarıp tüm köy sakinlerini ele geçirdiler. Onka köy konseyinin kulübesinde hepsini teker teker sorguya çekti. Kırbaç ve dağlama demiri kullanıyordu. Sorgulama sırasında sekiz adam öldüğü ve çok daha fazlası kör olup sakatlandığı halde fazla bir şey öğrenememişti. Bu sefer kadınlara göz dikti. Bilto'nun en genç karısı bir kız, biri erkek dört yaşında ikiz çocuk annesiydi. Onka'nın sorularına direnince, kadına zorla oğlunun boynunun vuruluşunu izlettiler. Sonra Onka çocuğun kafasını kadının ayaklarının dibine fırlatıp kızının saçına yapıştı. Çığlık çığlığa haykıran küçük kızı, annesinin gözünün önünde havaya kaldırmış sallıyordu. "Tek veletle durmayacağımı biliyorsun," diyerek hançerini küçük kızın yanağına sürttü. Çocuk acıyla bağırırken anne çözüldü. Onka'ya bildiği her şeyi anlattı.
Onka, adamlarına Bilto, karısı ve kurtulan kızı da dahil bütün köylüleri kulübeye toplamalarını emretti. Kapıyı ve pencereleri sıkıca kapatıp kulübenin damını ateşe verdiler. Yanan binadan yürek paralayan feryatlar yükselirken Onka atına binip oligarşlara rapor vermeye gitti.
Köylülerden iki tanesi o gece tepelerde avlanıyordu. Katliama uzaktan tanık oldular ve ihanete uğradıklarını bildirmek üzere Meren ile Tinat'ı bulmaya gittiler. Neredeyse yirmi fersah yolu koşarak aldılar.
Tinat, onlann anlattıklarını dinledi ve hiç duraksamadı. "Dolunayı bekleyemeyiz artık. Hemen harekete geçmeliyiz."
Fenn, "Taita!" diye acı bir çığlık attı. "Onu beklemeye söz vermiştiniz."
"Bekleyemeyeceğimi sen de biliyorsun," dedi Tinat. "Buna cesaret edemem, eminim Albay Cambyses bile bana hak verecektir bu konuda."
Meren gönülsüzce başını salladı. "Albay Tinat haklı. Bekleyemez. İnsanları toparlayıp kaçmak zorunda. Taita da bunu isterdi."
474
11. Yazıt
Fenn, "Ben gelmiyorum sizinle," diye bağırdı. "Taita gelene kadar bekleyeceğim."
Meren, "Ben de kalacağım," dedi. "Ama diğerlerinin bir an evvel gitmesi gerek."
Sidudu da Fenn'in eline yapıştı. "Sen ve Meren, benim dostlanmsı-nız, ben de gitmiyorum."
Tinat, "Cesur kızlarsınız," dedi. "Ama Aşk Tapınağı'na bir daha gidip o genç kadınları getireceksiniz değil mi?"
Fenn heyecanla, "Elbette," diye bağırdı.
Tinat, "Yanınıza kaç adam lazım?" diye sordu.
Meren, "On kişi yeter," dedi. "Tapınaktaki kızlar için yedek atlar da gerekiyor. Onları, Kitangule yolunu kesen ilk ırmağın başına getiririz. Sonra dönüp Taita'yı bekleriz."
Gecenin büyük bir kısmını at üstünde geçirdiler. Fenn ile Sidudu önden gidiyor, Meren de Duman Yeli'yle arkadan takip ediyordu. Şafağın ilk ışıklarıyla, daha güneş doğmadan, tepeye vardılar ve aşağıdaki vadide bulunan Aşk Tapınağı'na baktılar.
Fenn, "Tapınakta sabahlan ne yapılır?" diye sordu.
"Güneş doğmadan rahibeler kızları tapınağa götürür ve tanrıçaya dua edilir. Sonra da kahvaltı için yemekhaneye geçerler."
"O zaman şimdi tapınakta olmaları gerekiyor?"
Sidudu, "Öyle olmalı," dedi.
"Ya canavar maymunlar?"
"Emin değilim, ama onlar tapınak civarında ve ormanda devriye geziyordun"
475
Wilbur Smith
"Kızlara karşı daha iyi olan rahibeler var mı? İyi kalpli olanlar?"
Sidudu acıyla, "Hayır!" dedi. "Hepsi de zalim ve merhametsizdir. Bize kafesteki hayvanlarmışız gibi davranırlar. Gelen adamlara itaat etmeye zorlarlar ve rahibelerden bazıları da bizi kendi kirli zevkleri için kullanır."
Fenn, Meren'e baktı. "Onları ne yapacağız?"
"Yolumuza çıkanı öldüreceğiz."
Kılıçlarını çekip birbirlerine sokularak ve gizlenmeye çalışmadan vadiye doğru inmeye başladılar. Maymunlar ortalıkta yoktu, Sidudu onları ana binadan ayn olan tapmağa götürdü. Atlarından indiler. Meren kapıya yüklendi ama içeriden kilitliydi.
Meren, adamlarına, "Arkamdan gelin!" diye bağırdı ve kalkanlarıy-la hep birlikte kapıya yüklenip açtılar. Kızlar, orta şahında toplanmışlardı, başlarında da siyah giysili dört tane rahibe vardı. İçlerinden biri, uzun boylu, orta yaşlı ve yüzü çiçek bozuğu olan bir kadındı. Sağ elinde tuttuğu altın tılsımı Meren'e doğru kaldırdı.
Sidudu, "Dikkat et!" diye haykırdı. "Bu güçlü bir büyücü olan Non-gai. Büyüsüyle sana zarar verebilir."
Fenn yayını çoktan germişti ve hiç tereddüt etmedi. Hemen okunu fırlattı. Ok, orta şahma kadar vınlayarak gitti ve Nongai'yi göğsünün ortasından vurdu. Tılsım elinden uçmuş ve kadın taş zemine serilmişti. Diğer üç rahibe kargalar gibi kaçıştılar. Fenn diğer ikisini de vurdu ama dördüncü rahibe sunağın arkasındaki bir kapıya ulaşmıştı. Kapıyı açmaya çalışırken, Sidudu'nun yolladığı ok kürek kemiklerinin ortasına saplandı. Kadm kanlı bir iz bırakarak yere kaydı. Diğerleri gömleklerini başlarına çekmiş, dehşet içinde bekliyordu.
Meren, "Konuş onlarla Sidudu," diye emretti. "Sakinleştir."
Sidudu, kızlara koştu ve bazılarını yerden kaldırdı.
476
11. Yazıt
"Benim, Sidudu. Korkacak bir şey yok. Bunlar iyi adamlar ve sizi kurtarmaya geldiler." Sonra Jinga'yı gördü. "Yardım et Jinga! Doğru düşünmelerini sağlayalım!"
Meren, Fenn'e, "Hepsini dışarı çıkarıp atlara bindirin," dedi. "Her a ı canavar maymunların saldırısına uğrayabiliriz."
Kızları dışarı sürüklediler. Bazıları hâlâ inleyip sızlıyor ve ata zorla bindirilmeleri gerekiyordu. Meren acımasız davranıyordu ve sonunda Fenn'in de sabn taşmış, birinin suratına tokadı indirip bağırmak zorunda kalmıştı. "Kalk hadi sersem şey, yoksa seni maymunlara bırakırız."
Sonunda herkes atlara bindi ve Meren, "Dörtnala, ileri!" diye haykı-rarak Duman Yeli'ni mahmuzladı. Terkisinde, ona ve birbirlerine sarılmış iki kız vardı. Nakonto ve İmbali, Fenn'in deri üzengilerine tırmanmışlardı. Sidudu da Jinga'yı terkisine, başka bir kızı da önüne oturtmuştu. Diğer atlarda da en azından üçer tane kızla birbirlerine sokulmuş vaziyette tapınağın çimlerini geçtiler, tepeye, oradan da Kitangule yoluna çıkacaklardı.
Orman yoluna girmek üzereyken karşılarına iki tane maymun çıktı. Beş tanesi de dallara tırmanmıştı ve altlarından geçerken atların üstüne atladılar. Aynı anda, yeşilliklerin arasından böğüren ve kükreyen başka maymunlar ortaya çıktı. Kimileri binicilere saldırıyor, kimileri güçlü çe-neleriyle atların bacaklarını ısırıyordu.
Nakonto'nun sağ elinde kısa saplı bir mızrak vardı ve canavarların üçünü arka arkaya hakladı. İmbali'nin baltası da havayı yararak inip kalktı ve iki maymun daha öldü. Meren ve Hilto ile diğer askerler de kılıçlarını çekerek maymunları öldürmeye başladılar. Ama canavar maymunlar korkusuz ve sabit fikirli oldukları için çılgınca boğuşuyorlardı. Ağır yaralı olsalar bile atlıları yere düşürmekten vazgeçmiyorlardı. İki tanesi Duman Yeli'ne saldırdı ve arka bacaklarını ısırmaya çalıştı. Duman Yeli üst üste iki kez güçlü çifteler attı. Birinde maymunlardan birinin kafatası ezildi, diğerinde ise öbür maymunun çenesini boynuna gömdü.
477
Wilbur Smith
Tapmak kızlarından biri Hilto'nun terkisinden indirildi ve Hilto tek darbede maymunun kafasını uçurana dek, hayvan sivri dişleriyle kızm gırtlağını paraladı. O arada Nakonto da bir sürü atı ısıran son canavarı da hakladı. Atlardan biri öyle kötü yaralanmıştı ki İmbali bir balta darbesiyle kafasını ikiye ayırmak zorunda kaldı.
Sonunda yeniden toparlanıp vadide ilerlemeye başladılar. Yolun sonundaki çatala gelince doğuya, dağlara ve Kitangule Geçidi'ne yöneldiler Bütün gece yol aldılar ve ertesi sabah erkenden ilerideki ovadan yükselen toz bulutunu gördüler. Öğlen olmadan, uzun ve yoğun göçmen grubunun ucuna yetişmişlerdi. Tinat kafilenin gerisini koruyordu ve onların geldiğini görünce dörtnala o tarafa gelmeye başladı. "Hoş geldin Albay Cambyses!" diye bağırdı. "Kızları kurtardığını görüyorum."
"Evet bunlar kurtulanlar, ama çok zorlu anlar yaşadılar ve neredeyse yolun sonuna geliyorlardı."
Tinat, "Onlara arabalarda yer buluruz," dedi. "Ya sen ve arkadaşların? Bizimle Jarri'ye geliyor musunuz, yoksa geri dönüp ihtiyar büyücüyü bulmakta kararlı mısınız?"
Fenn, Meren konuşamadan atıldı, "Cevabı zaten biliyorsunuz Albay Tinat."
"O zaman sizinle vedalaşmak zorundayım. Cesaretinize ve bizim için yaptıklarınıza teşekkürler. Belki bir daha hiç karşılaşamayacağız ama dostluğunuz bana büyük onur veriyor."
"Albay Tinat, efendim, siz büyük bir iyimsersinizdir." Fenn, albaya gülümsedi. "Bizden o kadar kolay kurtulamayacağınızı garanti ederim." Kasırga'yı albayın atına yaklaştırdı ve adamın sakallı yanağına bir öpücük kondurdu. "Mısır'da yeniden karşılaşınca öteki yanağınızı da öpeceğim-' Sonra Kasırga'yı döndürüp Tinat'ı keyifli bir şaşkınlık içinde bırakarak uzaklaştı.
478
11. Yazıt
Artık küçük bir kafile olmuşlardı, sadece üç kadın ve üç erkek vardı. Bu seferlik Nakonto ve İmbali de koşmaktansa ata binmeyi tercih et-jnişti ve her biri birer tane de yedek at götürüyordu.
Yan yana giderken Fenn, Meren'e, "Nereye gidiyoruz?" diye sordu.
"Dağların mümkün olduğunca yakınına," dedi Meren. "Taita gelince onu hemen bulmalıyız." Öbür yanından gelen Sidudu'ya döndü. "Dağın yakınlarında saklanabileceğimiz bir yer biliyor musun?"
Kız sadece bir an düşündü. "Evet," dedi. "Mevsimi gelince babamla mantar toplamaya gittiğimiz bir vadi var. Orada.sadece birkaç kişinin bildiği bir mağarada kamp kurardık."
Çok geçmeden, batı ufkunda üç volkanın karlı zirveleri görünür olmuştu. Mutangi köyünün etrafından dolaştılar ve yabandomuzu avladıkları tepede durup yakılıp yıkılmış köye baktılar. Küllerin ve yanmış cesetlerin kokusu oraya kadar geliyordu. Kimse bir şey söylemedi ve dönüp batıya doğru ilerlemeye devam ettiler.
Sidudu'nun onları götürdüğü mağara dağın eteğine gömülü durumdaydı. Ağaçlar ve yer katmanları tarafından öyle iyi gizlenmişti ki, önüne gelene kadar farkına varmadılar. Mağaranın yanında atlar içi güzel bir otlak ve su ihtiyaçlarını karşılayacak bir pınar vardı. Mağaranın içi kuru ve sıcaktı. Sidudu'nun ailesi, dip taraftaki oyukta eski iki tencere ile birkaç alet bırakmıştı. Ayrıca büyük bir odun yığını vardı. Kadınlar akşam yemeğini hazırladı ve hepsi ateşin başına toplanıp yemeğe oturdular.
Fenn, "Burada yeterince rahat ederiz," dedi. "Ama kaleye ve Bulut Bahçeleri'ne giden yoldan ne kadar uzaktayız?"
Sidudu, "Altı, yedi fersah," diye cevap verdi.
479
Wilbur Smith
Meren geyik eti yahnisinden aldığı lokmayı çiğnerken, "Güzel!" de_ di. "Göze çarpmayacak kadar uzak, ama aşağı indiğinde Taita'yı hemen bulacak kadar da yakın."
Fenn, "Eğer ve ne zaman kelimesini kullanmadığına sevindim," diye gözlemde bulundu.
Bir süre konuşmadan yemeklerini yediler, sadece bakır tencerelere değen kaşıkların sesi duyuldu.
Sidudu, "Onun geldiğini nasıl anlayacağız?" diye sordu. "Yolu mu gözetleyeceğiz?" Hepsi Fenn'e baktılar.
Fenn, "Buna gerek yok," dedi. "Geldiği zaman haberim olur. Beni uyarır."
Aylardır hareket halindeydiler, sürekli at binmiş, dövüşmüş, bitap düşmüşlerdi. Bunca zamandır, nöbet devri dışında deliksiz uyumak için ilk fırsatlarıydı. Fenn ile Sidudu gece yarısı nöbetini aldılar ve güneyde yıldızlann oluşturduğu büyük haç ufka doğru inerken uykulu bir durumda mağaraya girip nöbeti devretmek üzere Nakonto ile İmbali'yi uyandırdılar. Sonra da uyku minderlerine yığılıp deliksiz bir uykuya daldılar.
Ertesi sabah şafak sökmeden önce Fenn, Meren'i sarsarak uyandırdı. Meren öyle bir yerinden fırladı ki diğerleri de uyandı. Fenn'in gözünde yaşlar görünce de hemen kılıcına sarıldı. "Ne oldu Fenn? Ne var?"
Fenn, "Yok bir şey," diye bağırdı. Meren, onun yüzüne dikkatle bakınca sevinçten ağladığını anlamıştı. "Her şey harika. Taita hayatta. Gece bana geldi."
"Onu gördün mü?" Meren, kızın kolunu yakalamış heyecanla sallıyordu. "Nerede şimdi? Nereye gitti?"
"Uyurken bana bakmaya gelmişti. Ben uyanınca ruh işaretini gösterdi ve yakında döneceğim, çok yakında, diye mesaj yolladı."
Sidudu minderinden fırlayıp Fenn'e sarıldı. "Ah senin adına çok sevindim Fenn ve hepimiz adına."
480
11. Yazıt
Fenn, "Artık her şey yoluna girecek," dedi. "Taita dönecek ve kurtulacağız."
Eos, "Seni yüzyıllardır bekliyordum," demiş ve Taita, onun büyük Yalan'ın cisimleşmiş hali olduğunu bilmesine rağmen sözlerine inanmaktan kendini alamamıştı. Kadın dönüp mağaranın ağzına doğru yürüdü. Taita direnmeye çalışmadı. Onu takip etmekten başka bir şey yapamayacağını biliyordu. Ona karşı çıkabilmek için geliştirdiği tüm güçlere karşın, o anda kadının götüreceği yere gitmekten başka bir şey istemiyordu.
Girişten sonra, tünelin yosun kaplı duvarları Taita'nın omzuna sürtü-necek kadar daralıyordu. Ayaklarının üstünde köpürüp tuniğine sıçrayan kaynak suyu buz gibiydi. Eos önde kayarmış gibi gidiyordu. Siyah ipeğin altında kalçaları iki yana salınan bir kobra gibi dalgalanmaktaydı. Kadın sudan çıktı ve dar bir taş yoldan yukarı tırmanmaya başladı. Tepede tünel genişlemiş ve oda gibi bir geçit halini almıştı. Duvarlar, üzerlerine çeşitli insan formları, gerçek ve hayali hayvan figürleri oyulmuş lacivert taşlarla kaplıydı. Yerler ise kaplan gözü denen kahverengi tonlanndaydı. Çatı, pembe kuvarstan yapılmıştı. Duvarlardaki dirseklere, insan başı büyüklüğünde kristal kayalar yerleştirilmişti. Eos yaklaşırken bu kristallerden yayılan gizemli turuncu ışık önünü aydınlatıyordu. Onlar geçip gidince kristaller sönüyordu. Taita bir iki kere iri maymun gölgeleri görür gibi oldu. Eos'un küçük çıplak ayakları altın sarısı taşların üstünde sessizce yol alıyordu. Taita o ayaklardan büyülenmiş gibiydi ve gözlerini alamıyordu. Kadın yürüdükçe havaya enfes bir koku yayılmaktaydı. Taita kokuyu da büyük bir zevkle içine çekiyor, zambakları hatırlıyordu.
Sonunda hoş ve ferah bir salona ulaştılar. Burada duvarlar yeşil malakittendi. Yüksek tavandaki bacalar yeryüzüne kadar ulaşıyor olmalıydı,
481
F:31
Wilbur Smith
çünkü onlardan içeri dolan güneş ışıkları duvarlarda zümrüt rengi yansı-malar yapıyordu. Odadaki mobilyalar fildişinden oyulmuştu ve başlıca parçalar alçak iki kanepeydi. Eos gidip birine oturdu, bacaklarını altına almış ve pelerinini üstüne serip ayaklarını bile örtmüştü. Karşısındaki diğer kanepeyi gösterdi. "Lütfen rahatına bak. Benim sevgili onur konuğum Ta-ita." Bunları Tenmass diliyle söylemişti.
Taita kanepeye gitti ve kadının karşısına oturdu. Kanepe işlemeli ipek bir minderle kaplanmıştı.
Kadın, "Ben Eos'um," dedi.
"Niye bana sevgili dedin? Bu daha ilk karşılaşmamız. Beni hiç tanımıyorsun."
"Ah Taita, seni senin kendini tanıdığın kadar iyi tanıyorum. Hatta belki daha bile iyi."
Sesi, Taita'nın o güne kadar dinlediği bütün müziklerden daha tatlıydı. Zihnini buna kapatmaya çalıştı. "Her ne kadar sözlerin mantığa aykm olsa da nedense kuşku duyamıyorum. Beni tanıdığını kabul ediyorum ama ben, senin adından başka bir şey bilmiyorum."
"Taita, birbirimize karşı dürüst olmalıyız. Sana sadece gerçeği söyleyeceğim. Sen de bana öyle yapmalısın. Son cümlen bir yalandı. Benim hakkımda çok şey biliyorsun ve ne yazık ki çoğu yanlış bir sürü de önyargın var. İstersen seni aydınlatır, yanlışlarını düzeltirim."
"Söylesene nerede yanılıyorum?"
"Düşmanın olduğuma inanıyorsun."
Taita ses çıkarmadı.
Eos, "Ben senin dostunum," diye devam etti. "Hayatta sahip olacağın en içten ve tatlı dost hem de."
Taita ciddi bir tavırla başını eğdi ama yine bir şey demedi. Ümitsiz ona inanmak istediğini fark etmişti. Bu da, kalkanını yüksek tutma kararlılığını alıp götürmüştü.
482
11. Yazıt
Bir süre sonra Eos yine konuştu. "Sana yalan söyleyeceğimi sanıyorsun, şimdiye kadar dediklerimin de senin bana söylediklerin gibi yalan olduğunu düşünüyorsun."
Taita, onun okuyabileceği bir aurası olmamasına seviniyordu; duyguları fokur fokur kaynamaktaydı.
"Sana sadece doğruyu söyledim. Mağarada karşına çıkardığım görüntüler gerçekti. Hiçbir hile karışmamıştı."
"Güçlü imajlardı," diyen Taita'nın ses tonu tarafsız ve yorumsuzdu.
"Hepsi de gerçekti. Sana söz verdiğim her şeyi gücümün sınırları içinde."
"Neden onca insan arasından beni seçtin?"
Eos küçümseyerek, "Onca insan mı?" diye sordu. "İnsanların tümü benim için beyaz kanncalar kadar önemsiz. İçgüdüsel yaratıklar hepsi, makul ve akıllı değiller, çünkü o erdemlere erişecek kadar uzun yaşamıyorlar."
Taita, "Ben akıllı, bilgili, merhametli insanlar tanıdım," diye karşı çıktı.
"Sen bu değerlendirmeyi kendi kısa hayatına göre yapıyorsun."
"Ben epey uzun yaşadım."
"Ama fazla zamanın kalmadı," dedi Eos. "Neredeyse bitiyor ömrün."
"Açık sözlüsün Eos."
"Dediğim gibi, sana sadece gerçekleri söyleyeceğim. İnsan bedeni kusurlu bir araç ve hayat geçici. Bir insan gerçek bilgeliğe ve anlayışa ere-meden ölüyor. İnsan standartlarına göre sen bir Uzun Yaşayan'sın ve benim tahminime göre yüz elli altı yaşındasın. Bana göre, bu bir kelebeğin ömründen uzun değil ya da akşam karanlığında açıp gün doğmadan solan bir gece kaktüsününkinden. Ruhunun içinde barındığı fiziksel araç, yakında seni yan yolda bırakacak." Aniden sağ elini siyah ipek örtünün altından çıkarıp bir kutsama işareti yaptı.
483
Wilbur Smith
Eğer ayakları güzelse, eli olağanüstüydü. Taita, onun zarif hareketine bakarken nefesinin kesildiğini ve kollarındaki tüylerin diken diken olduğunu hissetti.
"Ama öyle olması gerekmiyor," dedi Eos yumuşak bir sesle.
"Daha soruma cevap vermedin Eos. Niye ben?"
Eos, "Yaşadığın kısa süre içinde çok şey başarmışsın," dedi. Taita acı bir şekilde güldü. "Demek ki şimdi ben, genç ve güzel bir organı olan yaşlı ve çirkin bir adamım."
Kadın da o çıngıraklı sesiyle gülmüştü. "Çok hoş ifade ettin." Elini tekrar pelerininin içine alıp Taita'yı onu görme zevkinden mahrum bıraktı. Sonra konuşmaya devam etti. "Mağarada sana gençliğini gösterdim. Çok güzeldin ve yine öyle olabilirsin."
"İstediğin genç ve güzel adamı seçecek durumdasın. Zaten bunu yaptığından hiç kuşkum yok."
Kadın hemen dürüstçe yanıt verdi. "En az on bin kere, ama güzelliklerine rağmen karıncaydılar."
"Ben fa-ırJı mı olacağım?"
"Evet Taita... evet."
"Ne yönden?"
"Zihnin," dedi Eos. "Şehevi tutkular çabuk geçer. Üstün bir zihin ise sonsuza kadar mutluluk verir. Büyük bir zekâ, ebediyen genç kalan bir bedende zamanla giderek keskinleşir; bunlar tannsal özelliklerdir. Taita, sen çağlar boyunca hasretini çektiğim mükemmel yoldaş ve eşsin."
Saatlerce konuştular. Onun dehasının soğuk ve kötü niyetli olduğunu bildiği halde, yine de büyüleyici ve ayartıcı buluyordu. Fiziksel ve entelektüel açıdan enerji yüklendiğini hissetmekteydi. Sonunda sinir bozucu bir şekilde boşaltma ihtiyacı duydu ama daha ağzını açamadan Eos, "Senin için hazırlanan bir bölüm var," dedi. "Kapıdan çıkınca sağa dön ve koridorun sonuna kadar git."
484
11. Yazıt
Eos'un tarif ettiği oda büyük ve görkemliydi ama Taita'nın zihni pı-I pırıl olduğu için etrafındakileri fark edemedi. Hiçbir yorgunluk hisset-mjyordu. Küçük bir bölmede altına tuvalet kovası konmuş süslü bir tabu-x bulup kendini rahatlattı. Köşede, kristale oyulmuş bir bideye sıcak, ko-ku|u sular akıyordu. Yıkanıp temizlenince hemen yeşil salona döndü, gos'un hâlâ orada olduğunu umuyordu. Artık çatıdan inen bacalardan güneş ışığı yansımıyordu. Hava kararmış ama duvarlardaki kristal kayalar sıcak bir ışık yaymaya başlamıştı. Eos hâlâ bıraktığı yerde oturuyordu. Taita da karşısına yerleşti ve Eos, "Burada senin için yiyecek, içecek bir şeyler var," dedi. O güzelim eliyle Taita'nın yanındaki fildişi sehpayı gösteriyordu. O yokken gümüş tabaklar ve bir gümüş kadeh getirilip bırakılmıştı. Taita açlık hissetmiyordu ama meyveler ve şerbet iştah açıcı görünüyordu. Çabucak bir şeyler atıştırdı ve hevesle sohbetlerine döndü. "Ebedi yaşamdan çok rahatça söz ediyorsun."
Dostları ilə paylaş: |