SABİÎLER
Kur'ân-ı Kerim'de, yahudi ve hristiyanlarla birlikte zikredilen bir topluluk.
"Şüphesiz iman edenler, yahudiler, hristiyanlar ve sabiîler'den Allah'a, ahiret gününe iman edenler ve salih amel işleyenlerin Rableri katında mükafatları vardır..." (el-Bakara. 2/62)265
Âyetlerde, sabiûn, şeklinde çoğul kalıbındadır. Müfredi, "sabiî"dir. Âyetlerde zikredilen sabiîlerin kimler olduğu hakkında müfessirler değişik görüşler ileri sürmüşlerdir: Sabiîler; hristiyanlar, yahudiler ve mecusîler arasında bir topluluk olup hiç bir dine sahip değillerdir; Ehl-i kitap olup Zebur'u okumaktadırlar; Yahudiler ile mecusîler arasında bir topluluktur. Onların dini yoktur; Sabiîlik diğer dinler gibi bir din olup mensupları sadece "Lailahe illallah" derler ve hiç bir şekilde ibadet etmedikleri gibi bir kitapları ve tanıdıkları bir peygamberleri yoktur. Ceziretul-Mevsil bölgesinde yaşarlar; Meleklere tapınan bir topluluk olup, bir kıbleye yönelerek namaz kılarlar ve Zebur'u okurlar; Irak taraflarında yaşayan bir topluluk olup, peygamberlerin tamamına iman ederler, her sene otuz gün oruç tutup, Yemen'e doğru yönelerek günde beş defa namaz kılarlar.266 Fahruddin er-Razî diğer görüşleri zikrettikten sonra sabiîlerin, yıldızlara tapan bir topluluk olduğu görüşünü doğruya en yakın olarak kabul etmektedir.267
Arapçada "sabiî" kelimesi, bir dinden çıkıp başka bir dine giren kimse anlamındadır. Bunun için müşrikler, Rasûlüllah (s.a.s)'i sabiî diye isimlendirmişlerdir. Çünkü o, dinlerini reddedip yeni bir dine bağlanmıştı.268 Diğer bir görüşe göre sabiî kelimesi, eski bir dine mensup olan topluluğa verilen isimdir ve Arapça bir kelime olmayıp, aslı "sabî" olan süryanice bir kelimedir. Kelimenin aslının bu olduğu kabul edilirse, müşriklerin Rasûlüllah (s.a.s)'e sabiî demelerinin sebebi olarak, onların onu "Lailahe illallah" demekle sabiilere benzettikleri sonucu ortaya çıkar.269 Seyyid Kutup, Bakara süresinin 62. âyetini tefsir ederken şöyle demektedir: "Sabiîlere gelince onlar, en tercih edilen rivayete göre, bi'setten önce kavimlerinin puta tapmasından hoşlanmayarak, gönüllerine hitap eden ve samimiyetle bağlanabilecekleri bir itikat arayan Araplardır. Bunlar tevhid dinini kabul etmişlerdi ve ilk haniflerin yani İbrahim (a.s)'ın dini üzere ibadet ediyorlardı. Müşrikler, bu kimselere "Atalarının dininden dönenler" anlamında sabiîler adını vermişlerdi. Sonradan müslümanlara sabiî demelerinin sebebi budur"270
Bir rivâyete göre ise Sabî, Hanûh olarak isimlendirilen, İdris (a.s)'ın torunu Lamek'in diğer bir adıdır. Ve sabiîler adlarını ondan almaktadırlar.271 İbnü'l-Esir, Nuh (a.s)'ın gönderildiği kavmin sabiîlerden bir topluluk olduğunu ve onların putlara tapındıklarını kaydetmektedir. Onların inançlarının temeli ruhanî varlıklara ibadet etmekti. Bu ruhanîler melâikeler olup, onlar aracılığı ile Allah Teâlâ'ya yaklaşıldığına inanmaktaydılar. Onlar, her şeyi Allah Teâlâ'nın yarattığını ve güç, kudret sahibi olduğunu kabul ederlerdi. Onlara göre insan O'nun zatını kavramaktan acizdir. Dolayısıyla O'na yaklaşmak ancak ruhanîlerin aracılığıyla mümkün olabilir. Bu ruhanîlere ulaşmak için ise, onların heykelleri olan yedi gezeğen (ki onlar dünyayı idare ederler)'in aracılığına başvururlar. Onlardan bir grup, bu heykellerin (gezegenlerin) doğup battıklarını; gece gözüküp, gündüz kaybolduklarını gördüler ve her zaman bu heykellerle irtibat kurabilmek için sürekli gözlerinin önünde duracak olan onları temsil eden putların zarurî olduğuna kanaat getirdiler. Bu putlarla heykellere (gezegenlere), onlarla da ruhanîlere ulaşabilecekleri ve ruhanîlerle Allah Teâlâ'ya yakınlık kesbedecek inancı doğdu. Bu ilk putperestliğin ortaya çıkışıdır.272
Zerdüşlükten önce Farslar'ın hristiyanlıktan önce de Rumların tabi olduğu din sabiîlikti.273 Rumların Sabiîler'de olduğu gibi, adlarını yedi gezeğenden alan yedi tane putları vardı.274
Sabiîliğin esas itibarı ile münzel bir din olması muhtemeldir. Ancak zamanla felsefi ve siyasi etkiler çerçevesinde bozulma ve sapmalara uğramış ve bir gizlilik, bâtınilik özelliği kazanmıştır. Sabiîler, ilk sabiîler ve sonraki sabiîler olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bu iki ekolün arasında müşterek oldukları noktalar yanında birbirinden ayrıldıkları noktalar da vardır. İlk sabiîlik, Hindistan, Eski Mısır, Suriye ve Keldânîlerin tabi oldukları ekoldü. Eski Yunan ve Rum dinleri de bu inancın bir yansımasından ibarettir. Sonraki sabiîler, İsrail, İran, Yunan ve Roma gibi değişik kültürlerin tesiri altında şekillenen süryanî ve Keldânî sabiîleridir,275
İslamî döneme kadar ulaşmış olan Harran sabiîleri, dinler tarihiyle uğraşan İslâm müelliflerinin dikkatini çekmiş ve onların inanışları hakkındaki bilgileri derlemeye çalışmışlardır. Harran sabiîleri, Şit ve İdris (a.s)'a tabi olduklarını iddia etmekteydiler. Onlar, herşeyin yaratıcısı ve mutlak hakimi olarak Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı. İnsanoğlunun O'nun Celal ve Azametine ulaşması mümkün değildir. Bundan dolayı O'na ancak bir takım ruhanî varlıklarla yaklaşılabilir ve ibadet edilebilir. Ruhânîler, temiz ve azîz varlıklardır. Cevher olarak, cismâni maddelerden daha mukaddestirler. Onlar, mekanda hareket ve zaman içinde değişimden münezzehtirler. Bunlara yaklaşmaya çalışılarak, tevekkül edilir. Gördükleri işler açısından ruhânîler, fiilleri varetmede onları bir durumdan başka bir duruma getirmede ve mahlûkatı, kemâlâtın kaynağına ulaştırmada birer vasıtadırlar. Onlar, Allah Teâlâ'dan kuvvet alırlar. Ve suflî varlıklara feyz akıtırlar. Yedi gezeğen bunların heykelleridir. Her ruhanînin özel bir heykeli ve her heykelin bir yörüngesi vardır. Ruhanînin o heykele nisbeti ruhun cesede nisbeti gibidir. Sabiîler, bu ruhanîlere ilâhlar, heykellere de rabler derler. Onlar bu heykellere ibadet için (ki böylece, Rablerin rabbı (Allah) na ulaşabileceklerdi) onların özellik ve hassalarına göre çeşitli ibadet şekilleri tayin ettiler. Ancak, bunlardan bir grup, ruhanîlerin heykelleri olan gezeğenlerin doğup battıklarını ve gündüzleri gözükmediklerini gördüklerinde onlara yakınlaşmanın ve ibadet ederek yaklaşmanın mümkün olabilmesi için gözlerinin önünde sürekli olarak dikili duran ve onları temsil eden putlar edindiler.276
El-Cezire bölgesinde yaşayan sabiîler, yahudi-hristiyan karışımı bir dine sahiptiler ve vaftizci Yahya hristiyanları olarak adlandırılırlar. Kimilerine göre bunlar bir yahudi mezhebine mensupturlar ve Hz. İbrahim'in dinine bağlıdırlar. Bunlara mandeîler denilmekteydi. Kur'ân-ı Kerim'de; yahudilik ve hristiyanlıktan ayrı olarak zikredilen sabiîler el-Cezire'de yahudi-hristiyan karışımı bir dine inanan mandeîler olmalıdır. Çünkü Harran sabiîleri, müşrik ve putperest bir topluluk olarak ilk sabiîlik inancına bağlı kalmayı sürdürmüşlerdir. Bunların müslümanlarca, ehl-i kitap sayılmaları için bu adı almış olabilecekleri de muhtemeldir.
Sabiîlerin bir taraftan müşrik, diğer taraftan da ehl-i kitaba benzer bir görünüm ortaya koymaları, fakihler arasında bunlar hakkında verilecek, hüküm konusunda ihtilaf doğmasına sebep olmuştur. Bazı fakihler onları müşriklerden saymış ve kestiklerinin yenmeyeceği ve kadınlarıyla da evlenilemeyeceği görüşünü benimsemişler; diğer bazılarıysa, onların ehli kitapla aynı muameleye tabi tutulacağını söylemişlerdir. İmamı Azam, hristiyanlıktan doğan sabiîliği ehl-i kitaptan kabul etmiştir ki, bunlar İncil okurlar. İmameyn ise sabiîlerin ehl-i kitap olmadıkları görüşünü benimsemişlerdir. Ancak, yıldızlara tapınan Harran sabiîlerinin ehl-i kitap olmadıkları hakkında fakihler görüş birliği içerisindedirler. Ebu Bekr er-Razi, Ahkâmul Kuran isimli eserinde; "Şu zamandaki sabiîler olarak bilinen topluluk içinde ehl-i kitap yoktur. Aslında ehl-i kitap olarak isimlendirilen zümre, yahudi ve hıristiyanlardır. Bunların dışında ehl-i kitap olan bir topluluk yoktur. Ayette de yahudi ve hıristiyanlardan ayrı olarak zikredildiklerine göre onlarla aynı katogoride değillerdir. Onları ehl-i kitap sayan fakllıler, mecusîlerin ehl-i kitap sayılması nokta-i nazarından hareket etmiş olmalılar.277
Sabiîler, önceleri el-Cezire'nin kuzeyinde yayılmış bulunmakta olup, merkezleri eski Harran'daydı. Dini törenlerini süryanice olarak yaparlardı. Abbasilerden Halife Me'mun onları takibata alarak ortadan kaldırmak istedi. Ancak, düşünce sahasındaki üstün özellikleri daha sonra müsamaha görmelerine sebep olmuştur. 872 yılında meşhur bilgin Sabit b. Kurra, dindaşları ile dinin esasları konusunda mücadeleye giriştiği zaman, cemaatten kovuldu ve Harran'dan ayrıldı. Bağdat'a giderek burada sabiîliğin başka bir kolunu kurdu. Abbasî hâlifelerinden el-Kahır onlara müslüman olmaları için baskı yaptı. XI. asırda Bağdat ve Harran'da hâlâ çok sayıda sabiî bulunmaktaydı. XI. asrın ortalarına doğru Harran'da sabiîlik yok olmuştur. Bağdat'ta ise bu asrın sonuna kadar onlara tesadüf olunmakta idi. Sabiîlerden İslâmî dönemde, ilmî sahada şöhret bulmuş pek çok bilgin yetişmiştir.278
Sâbiî; Anlam ve Mâhiyeti
Sâbiî kelimesi Arapçada bir dinden çıkıp başka bir dine giren kimse anlamındadır. Bunun için müşrikler, Rasulullah (s.a.s.)’ı sâbiî diye isimlendirdikleri olmuştur. Çünkü o, dinlerini reddedip yeni bir dine bağlanmıştır.279 Buhârî ve Müslim’de Ebû Zer’in müslüman olma kıssası anlatılırken, İlk müslümanlardan beşinci olan Ebû Zer’in Kâbe çevresindeki müşriklere İslâm’a girdiğini haykırıp onları dâvet etmesi üzerine onu öldürmek için üstüne çullanan ve işkence eden müşriklerin “saldırın şu Sâbiî’ye” dedikleri ifade edilmektedir.280 Bu sözü, lügat anlamında, din değiştiren, müslüman olan kimselere taktıkları ilk ad olarak verdikleri anlaşılmaktadır. İmam Kurtubî’ye göre, Sâbiîler, kitap ehlinden çıkmış olan kimselerin adıdır; çünkü Araplar, câhiliyye devrinde İslâm’a giren kimselere Sâbii oldu derlerdi.281
Başka bir görüşe göre sâbiî ismi Ârâmice veya Süryânîce olup yıkanmış, suya daldırılmış anlamına gelir. Çünkü hıristiyanlıkta olduğu gibi sâbiîlikte de suya daldırma (vaftiz) âdeti bulunmaktadır. Yine, sâbiî kelimesi, eski bir dine mensup olan topluluğa verilen isimdir. Kelimenin aslının bu olduğu kabul edilirse, müşriklerin Rasulullah’a sâbiî demelerinin sebebi olarak, onu “Lâ ilâhe illâllah” demekle sâbiîlere benzettikleri sonucu ortaya çıkar. Seyyyid Kutub, Bakara 62. âyeti tefsir ederken şöyle demektedir: Sâbiîlere gelince; onlar, en tercih edilen rivâyete göre bi’setten (Rasulullah’a peygamberlik verilmesinden) önce kavimlerinin puta tapmasından hoşlanmayarak, gönüllerine hitap eden ve samimiyetle bağlanabilecekleri bir itikad arayan Araplardır. Bunlar tevhid dinini kabul etmişlerdi ve ilk haniflerin, yani İbrahim (a.s.)’in dini üzere ibâdet ediyorlardı. Müşrikler, bu kimselere “atalarının dininden dönenler” anlamında sâbiîler adını vermişlerdi. Sonradan müslümanlara sâbiî demelerinin sebebi budur.”282
Bazı ilim adamlarının da, peygamberin dâvetinin kendilerine ulaşmadığı kimselere sâbiî dendiğini ileri sürdüklerini belirten İbn Kesir’in tercih ettiği görüş, sâbiîlerin tâbi olup uyguladıkları bir dinlerinin olmadığı yönündedir. Yani, sâbiîler, yahûdi, hıristiyan, mecûsî veya müşrik olmayıp, hiçbir din üzere olmayanlardır. Araplar da bunun için “yeryüzünde bulunan dinlerden dışarı çıkanlar” anlamında ilk müslümanlara “sâbiîler” diyorlardı.283
Sâbiîliğe, Mandeizm (Mandaeans –Mandeenler-) de denilir. Günümüzde çok küçük bir topluluk olarak varlıklarını sürdüren Sâbiîler, genellikle güney Irak’ta Fırat ile Dicle’nin birleştiği bataklık bölgelerindeki küçük yerleşim merkezlerinde yaşarlar. Zamanımızda Irak’ta 150 bin civarında, Hindistan’da da ondan biraz daha fazla sâbiî olduğu bilinmektedir. Günümüzde sâbiîlerin hiçbir etkinliği kalmamıştır. Dinî inançları, yaşantıları, giyim kuşamlarıyla diğer insanlardan ayrı bir zümre oluşturan sâbiîler, içine kapalı bir cemaat durumundadırlar. Dışarıdan kız alıp vermedikleri gibi, yabancıları da kendi dinlerine kabul etmezler. Onlar, gerek kutsal kitaplarında ve gerekse kendi aralarında kendilerine sâbiî ismi vermezler. Onlar kendilerine Mandeîler (ârifler, bilenler) ya da Nasuralar (kutsal öğretileri koruyup gözetenler) olarak adlandırırlar. Vaftiz gibi bazı özellikleriyle hıristiyanlara, bazı yönleriyle de yahudîlere ve mecûsîlere benzeyen, eski Bâbilliler gibi yıldızlara ve putlara tapma özellikleriyle de müşriklerle beraberlikleri olan Sâbiiliğin, çeşitli inançların karışımı olan bağımsız bir din olarak nitelemek daha doğrudur. Mandeizm de denilen Sâbiîliğin, yahûdilerce sapkınlık sayılan bir yahûdi tarikatı olduğu da ifade edilir. “Mandeizm” kelimesi, İbrânice “göklerin elçisi” anlamını dile getiren Manda Haiye sözcüklerinden gelmektedir.284
Kur’ân-ı Kerim’de Sâbiîler:
Kur’an’da üç yerde sâbiilerden bahsedilir. Bunlar, Bakara: 2/62; Mâide: 5/69 ve Hac: 22/17. âyetleridir. Kur’an’da sâbiîlerin geçtiği Bakara ve Mâide suresindeki âyetlerde şu vurgulanmaktadır: Önceden bir kimsenin dini ne olursa olsun ve ne kadar günah işlemiş bulunursa bulunsun son Peygamber’e uyup doğru bir şekilde iman eder, bundan sonra da imanın gereğini yaşarsa onun dünya ve âhirette korkacağı hiçbir şey yoktur. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre, Sâbiîler, doğru bir şekilde iman eden bir zümre değildir. Çünkü Allah, bu âyetlerde diğer grupları olduğu gibi Sâbiîleri de Allah’a, âhiret gününe iman etmeye ve güzel ameller işlemeye dâvet ediyor. Demek ki Sâbiîler, bu hususlara hakkıyla iman etmemiş bir zümredir. Hac sûresindeki konuyla ilgili âyette ise, kendi bâtıl dinlerini İslâm’ın her konudaki mükemmelliğine rağmen karşılaştırma yapıp hak dini benimseyeceklerine, ihtilaf ve tartışmalar içinde dolanıp duranlara Kıyâmet gününde Allah’ın vereceği hüküm hatırlatılmaktadır.
“Şüphesiz senden evvel peygamberlere iman edenler, yani yahudilerden, hristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara: 2/62)
“İman edenler ile yahûdiler, sâbiîler ve hıristiyanlardan Allah’a ve âhiret gününe iman edip sâlih amel işleyenler üzerine asla korku yoktur; onlar üzülecek de değillerdir.” (Mâide: 5/69)
“Mü’min olanlar, yahûdi olanlar, sâbiîler, hıristiyanlar, mecûsîler ve müşrik olanlara gelince, muhakkak ki Allah, bunlar arasında Kıyâmet gününde hükmünü verir. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hac: 22/17)285
Tevhidin Önemsenmemesinin Sonucu: Hak Din’den Neye İnanılacağı Bile Belli Olmayan Dine
Kur’ân-ı Kerim’de, yahûdi ve hıristiyanlarla birlikte zikredilen Sâbiîlerin kimler olduğu hakkında yukarıda da belirtildiği gibi, müfessirler değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşleri şöyle özetleyebiliriz: Sâbiîler; hıristiyanlar, yahûdiler ve mecûsîler arasında bir topluluk olup, hiçbir dine mensup olmayanlardır. Ehl-i kitap olup Zebur'u okumaktadırlar. Yahûdiler ile mecûsîler arasında bir topluluk olup onların dini yoktur. Sâbiîlik, diğer dinler gibi bir din olup mensupları sadece “Lâ ilâhe illâllah” derler ve hiçbir şekilde ibâdet etmedikleri gibi bir kitapları ve tanıdıkları bir peygamberleri yoktur. Cezîretu’l-Mevsil bölgesinde yaşarlar. Meleklere tapınan bir topluluk olup bir kıbleye yönelerek namaz kılarlar ve Zebur’u okurlar. Irak taraflarında yaşayan bir topluluk olup Yemen’e doğru yönelerek günde beş defa namaz kılarlar. Fahreddin Râzi, bu gibi değişik görüşleri zikrettikten sonra, Sâbiîlerin, yıldızlara tapan bir topluluk olduğu görüşünü doğruya en yakın olarak kabul etmektedir.286
Bir rivâyete göre ise Sâbiî, Hanûh olarak isimlendirilen İdris (a.s.)’ın torunu Lamek’in diğer bir adıdır ve sâbiîler, adını ondan almaktadır. İbn Esîr, Nûh (a.s.)’un gönderildiği kavmin sâbiîlerden bir topluluk olduğunu ve onların putlara tapındıklarını kaydetmektedir. Onların inançlarının temeli ruhanî varlıklara ibâdet etmekti. Bu ruhanîler, melekler olup onlar aracılığı ile Allah Teâlâ’ya yaklaşıldığına inanmaktaydılar. Onlar, her şeyi Allah’ın yarattığını ve O’nun güç, kudret sahibi olduğunu kabul ederlerdi. Onlara göre insan, O’nun zâtını kavramaktan âcizdir. Dolayısıyla O’na yaklaşmak ancak ruhânilerin aracılığıyla mümkün olabilir. Bu ruhanîlere ulaşmak ise, onların heykelleri olan yedi gezegenin –ki onlar dünyayı idare ederler- aracılığı gereklidir. Onlardan bir grup, bu gezegenlerin doğup battıklarını, gece gözüküp gündüz kaybolduklarını görüp her zaman bu gezegenlerle irtibat kurabilmek için sürekli gözlerinin önünde duracak olan, onları temsil eden heykellerin/putların zarurî olduğuna kanaat getirdiler. Bu putlarla gezegenlere, onlarla da ruhanîlere ulaşabilecekleri ve ruhanîlerle Allah Teâlâ’ya yakınlık sağlayacakları inancı doğdu. Bu, ilk putperestliğin ortaya çıkışıdır.287
Zerdüştlükten önce Farsların, hıristiyanlıktan önce de rumların tâbi olduğu din sâbiilikti. Rumların Sâbiîlerde olduğu gibi, adlarını yedi gezegenden alan yedi tane putları vardı.
Elmalılı’ya göre, Sâbiîliğin esas itibarı ile münzel bir din olması muhtemeldir. Ancak zamanla felsefî ve siyasî etkiler çerçevinde bozulma ve sapmalara uğramış ve gizlilik, bâtınîlik özelliği kazanmıştır. Sâbiîler, ilk sâbiîler ve sonraki sâbiîler olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Bu iki ekolün arasında müşterek noktalar kadar, ayrıldıkları bir hayli noktalar da vardır. İlk sâbiîlik, Hindistan, eski Mısır, Suriye ve Keldânîlerin tâbi olduğu ekoldü. Eski Yunan ve Rum dinleri de bu inancın bir yansımasından ibarettir. Sonraki sâbiîler; İsrail, İran, Yunan ve Roma gibi değişik kültürlerin tesiri altında şekillenen süryânî ve Keldânî sâbiîleridir.288
Sâbiîler, önceleri el-Cezîre’nin kuzeyinde yayılmış bulunmakta olup merkezleri eski Harran’daydı. Dinî törenlerini süryanice olarak yaparlardı. Abbâsilerden Halife Me’mun onları takibata alarak ortadan kaldırmak istedi. Ancak, düşünce sahasındaki bazı üstün özellikleri daha sonra müsamaha görmelerine sebep olmuştur. 872 yılında meşhur bilgin Sâbit bin Kurrâ, dindaşları ile dinin esasları konusunda mücadeleye giriştiği zaman, cemaatten kovuldu ve Harran’dan ayrıldı. Bağdat’a giderek burada sâbiîliğin başka bir kolunu kurdu. Abbâsî halifelerinden el-Kahır, onlara müslüman olmaları için baskı yaptı. 11. Asırda Bağdat ve Harran’da hâlâ çok sayıda sâbiî bulunmaktaydı. 11. Asrın ortalarına doğru Harran’da sâbiîlik yok olmuştur. Bağdat’ta ise bu asrın sonuna kadar onlara tesadüf olunmakta idi. Sâbiîlerden İslâmî dönemde, ilmî sahada şöhret bulmuş pek çok bilgin yetişmiştir.289
İslâmî döneme kadar ulaşmış olan Harran sâbiîleri, dinler tarihiyle uğraşan İslâm âlimlerinin dikkatini çekmiş ve onların inanışları hakkındaki bilgileri derlemeye çalışmışlardır. Harran sâbiîleri, Şit ve İdris (a.s.)’e tâbi olduklarını iddia etmekteydiler. Onlar, her şeyin yaratıcısı ve mutlak hâkimi olarak Allah’ın varlığını kabul ediyorlardı. Sâbiîlere göre insanoğlunun O’nun celâl ve azametine ulaşması mümkün değildir. Bundan dolayı O’na ancak birtakım ruhânî varlıklarla yaklaşılabilir ve ibâdet edilebilir. Ruhanîler, temiz ve aziz varlıklardır. Cevher olarak, cismanî maddelerden daha mukaddestirler. Onlar, mekânda hareket ve zaman içinde değişimden münezzehtirler. Bunlara yaklaşmaya çalışılarak tevekkül edilir. Gördükleri işler açısından ruhanîler, fiilleri var etmede, onları bir bir durumdan başka bir duruma getirmede ve mahlûkatı, olgunluğun kaynağına ulaştırmada birer vâsıtadırlar. Onlar, Allah’tan kuvvet alırlar. Süflî varlıklara feyz akıtırlar.
Yedi gezegen bunların heykelleridir. Her ruhanînin özel bir heykeli ve her heykelin bir yörüngesi vardır. Ruhanînin o heykele nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. Sâbiîler, bu ruhanîlere ilâhlar, heykellere, yani gezegenlere de rabler derler. Onlar bu heykellere ibadet için –ki böylece, rablerin rabbine (Allah) ulaşabileceklerdir- onların özelliklerine göre çeşitli ibadet şekilleri tâyin ettiler. Ancak, bunlardan bir grup, ruhanîlerin heykelleri olan gezegenlerin doğup battıklarını ve gündüzleri gözükmediklerini değerlendirdiğinde onlara yakınlaşmanın ve ibadet ederek yaklaşmanın mümkün olabilmesi için, gözlerinin önünde sürekli olarak dikili duran ve onları temsil eden putlar edindiler.290
El-Cezîre bölgesinde yaşayan sâbiîler, yahûdi-hıristiyan karışımı bir dine sahiptiler; bunlar vaftizci Yahya hıristiyanları olarak adlandırılırlar. Kimilerine göre bunlar, bir yahûdi mezhebine mensupturlar ve Hz. İbrahim’in dinine bağlıdırlar. Bunlara mandeîler denilmekteydi. Kur’ân-ı Kerim’de; yahûdilik ve hıristiyanlıktan ayrı olarak zikredilen sâbiîler, el-Cezîre’de yahûdi-hıristiyan karışımı bir dine inanan mandeîler olmalıdır. Çünkü Harran sâbiîleri, müşrik ve putperest bir topluluk olarak ilk sâbiîlik inancına bağlı kalmayı sürdürmüşlerdir. Bunların müslümanlarca, ehl-i kitap sayılmaları için sâbiî adını almış olabilecekleri de muhtemeldir.
El-Kummî tefsirinde, İmam Rızâ’nın sâbiîler hakkında; “onlar, ne mecûsî, ne yahûdi, ne hıristiyan, ne de müslümandırlar. Onlar yıldızlara ve gök cisimlerine taparlar.” der. Sâbiîlik, bir çeşit putperestliktir. Onları diğer puta tapanlardan ayıran, yıldızların ve gezegenlerin sembolü kabul ettikleri putlara tapmalarıdır. Onlara göre, tabiattaki plan ve düzen, feleğin ve gök cisimlerinin eseridir. Bunlar, canlıdır, konuşur, duyduğu ve gördüğüne inanılır. Ruhlara büyük saygı gösterirler.291
Sâbiîlerin Ehl-i Kitap Sayılıp Sayılmayacağı
Yahûdi ve hıristiyanların kitap ehli olduğu konusunda görüş ayrılığı yoktur. Kitap ehli olduklarından dolayı kadınları ile evlenmek ve yemeklerini yemek câizdir. Sâbiîlerin ehl-i kitap sayılıp sayılmayacakları ise ihtilâflıdır. Sâbiîlerin bir taraftan müşrik, diğer taraftan da ehl-i kitaba benzer bir görünüm ortaya koymaları, fakihler arasında bunlar hakkında verilecek hüküm konusunda ihtilâfa sebep olmuştur. Bazı fakihler onları müşriklerden saymış ve kestiklerinin yenmeyeceği görüşünü benimsemiş; diğer bazılarıysa, onların ehl-i kitapla aynı muâmeleye tâbi tutulacağını söylemiştir. Es-Süddî: “Onlar kitap ehlinden bir fırkadır” der. İshak bin Raheveyh de bu görüştedir. İbnü’l Münzir şöyle der: “İshak dedi ki: ‘Sâbiîlerin kestiklerini yemekte bir mahzur yoktur. Çünkü onlar da kitap ehlinden bir tâifedir.”
İmam Âzam Ebû Hanife, hıristiyanlıktan doğan sâbiîliği ehl-i kitaptan kabul etmiştir ki, bunlar İncil veya Zebur okurlar; yıldızlara da tapmazlar. Dolayısıyla bunların kestikleri yenir. İmameyn (Ebû Yusuf ve Muhammed) ise sâbiîlerin ehl-i kitap olmadıkları görüşünü benimser. Çünkü onların tespit ettiklerine göre bunlar, yıldızlara taparlar. O bakımdan onlarla evlenmek câiz değildir. El-Halil der ki: Sâbiîler, dinleri hıristiyanlara benzeyen bir topluluktur. Şu kadar var ki, onların kıblesi, güney rüzgârının estiği tarafa doğrudur. Bunlar, kendilerinin Nuh (a.s.)’un dini üzere olduklarını iddia ederler. İbn Abbas, Mücâhid, Hasan ve İbn Ebî Necih ise bunları ehl-i kitap kabul etmez.292
Ebû Bekr er Râzî, Ahkâmu’l Kur’an adlı eserinde; “Şu zamandaki sâbiîler olarak bilinen topluluk içinde ehl-i kitap yoktur. Aslında ehl-i kitap olarak isimlendirilen zümre, yahûdi ve hıristiyanlardır. Bunların dışında ehl-i kitap olan bir topluluk yoktur. Âyette de yahûdi ve hıristiyanlardan ayrı olarak zikredildiklerine göre onlarla aynı kategoride değillerdir. Onları ehl-i kitap sayan fakihler, mecûsîlerin ehl-i kitap sayılması nokta-i nazarından hareket etmiş olmalılar.”293
Görüldüğü gibi ihtilâf, sâbiîlerin puta tapıp tapmadıklarını gözlemleyip tespitle alâkalıdır. Eğer çevrede görülen sâbiîler, bir kutsal kitap kabul edip, tek Allah’a inanıyorlar, tahrif edilmiş de olsa kendilerini bir peygambere nisbet ediyorlarsa, ancak bu şartlarla ehl-i kitap kabul edilebilir. Ancak, yıldızlara tapınan Harran sâbiîlerinin ehl-i kitap olmadıkları hakkında fakihler görüş birliği içerisindedirler.
Bir zümrenin kitap ehlinden olması, onların Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun hareket eden insanlar oldukları anlamını taşımaz. Kur’ân-ı Kerim’de kitap ehli’nin kınandığını biliyoruz. Ancak, kitap ehlinden olan gruplar, bu şemsiyenin altında kalarak İslâm’ın müsâmahasından faydalanmışlardır. 294
Sâbiîlerin İnanç ve İbâdetleri
1) Allah İnançları:
Sâbiîler, ezelî ve ebedî olan bir Allah’ın varlığına inanmakla birlikte O’nun şânına yakışmayan bazı şeyleri de kendisine izâfe etmişlerdir. Meselâ sâbiî inancına göre Cenâb-ı Allah Hz. Âdem’i kendi sûretinde yaratmıştır. Tanrı, yıldızlarının ruhudur. Sâbiîler, yıldızların adına yeryüzünde yaptıkları heykelleri de Rab’leri olarak kabul ederler ve dünyanın yaratıcısına ulaşmayı imkânsız sayarlar. Onlara göre insanlar bu yaratıcıya ruhanîlerin heykelleri ile yaklaşabilirler.
Görüldüğü gibi sâbiîler bir taraftan ezelî ve ebedî olan bir Allah'a inanırlarken, diğer taraftan O’nun hakkında putperest bir düşünce taşımaktadırlar. Onlar Allah’ı mutlaka görülmesi gereken bir varlık olarak algılamışlar ve bundan dolayı O’nun adına yeryüzünde heykeller dikmişlerdir. Zamanla gerçek Allah’ı unutan sâbiîler, heykellere tapınmağa başlamışlardır. 295
2) Peygamber İnançları:
Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hermes=Hz. İdris, “Azimûn=Hz. Şit ve Hz. Yahya gibi zevâtı peygamber olarak kabul etmektedirler. Buradan da anlaşılıyor ki sâbiîlik, aslen ilâhî kaynaklı bir din olmasına rağmen, bu sayılan isimlerin dışında hiçbir peygambere inanmadıklarından dolayı, peygamber inançlarının da tevhidî anlayışla ilgisi yoktur. Ayrıca onlar, peygamberlerin diğer insanlar gibi yiyip içtikleri için kendilerine itaat etmeyi gereksiz bulurlar.
Günümüzde öne çıkan yönleri, yıldızları ve gezegenleri kutsal saymaları ve onlara tapmalarıdır. Gök cisimlerine, onlar adına dikilmiş putlara, heykellere adaklar ve kurbanlar sunarlar. Kurban sunma törenini kâhinleri ve büyücüleri yönetir. Bunun sonucunda kâhinlerin, ilâhî makama yakınlaşmayı ve sorulan soruların cevabını bulmayı gerektiren bir bilgiye ulaşacaklarını umarlar. 296
3) Kutsal Kitapları:
Sâbiîlerin kutsal kitapları hususunda da farklı görüşler vardır. Bazı araştırmacılar onların Zebur okuduklarını ifade etmektedirler. Bununla beraber, en önemli kutsal kitapları el-Kenza’dır. Ellerinde bulunan bu kitaplarını, Hz. Âdem’e dayandırmaktadırlar. Ancak, sâbiîlerin ellerindeki kutsal kitaplar matbû/basılı değildir; hepsi de elle yazılmıştır. Üstelik bu kitapları yazmak ve okumak işini de sadece sâbiîlerin kâhinleri üstlenmektedir. Bu kitaplar, sadece sâbiî âdet ve gelenekleri ile bazı dinî törenlerinden bahsetmektedir. Ellerindeki kitapların vahy ürünü olduklarını söyleyemeyiz. Tamamen sâbiîlerin âdetlerini işleyen bu kitaplar, bugün yahûdilerin Tevrat’a şerh olarak yazdıkları Talmut ve Protokollara benzetilebilir. Zaten bu kitaplar, evrensel bir mesaj olmayıp, bölgesel ve hatta yöresel diyebileceğimiz ve sâbiîlere ait bazı âdetleri ve davranış biçimlerini düzenleyen prensiplerden öte bir şey değildir. Sâbiîler kendi kitaplarını başkalarına göstermezler ve böyle bir işi yapmayı haram kabul ederler. 297
4) Melek İnançları:
Sâbiîler, melekleri tertemiz varlıklar olarak görürler. Onların inançlarına göre bir insan ne kadar temiz ve dindar olursa olsun, meleklerin seviyesine çıkamaz. Melekler hakkındaki bu görüşleri, onların melekleri ilâhlaştırmasından kaynaklanmış olabilir. İslâm’da ise, bir insan eğer iman edip güzel ameller yaparsa meleklerden bile üstün olabilir. Sâbiî inancına göre arzın yaratılışı tamamlandıktan sonra nur âleminden melekler indirilmiştir. Bunlar, diğer âlemler ile irtibat kurarlar. 298
5) Ölüm ve Ötesi ile İlgili İnanışları:
Sâbiîler ölümün fenâ bulmak için bir intikal olduğuna inanırlar. Onlara göre ruh bu âlemden çıktıktan sonra başka bir âlem olan nur âlemine ulaşır. Eğer ruh temiz ise ebedî olarak bu nimet âleminde kalır. Eğer ruh kötü ise azaba uğrar. 299
6) İbâdetleri:
Sâbiîlerin üç vakit farz namazları vardır: İlki, güneş doğarken kılınır ve sekiz rekâttır. İkincisi, güneşin göğü yarılamasından sonra kılınır ve beş rekâttır. Her rekâtında üç secde vardır. Üçüncüsü, gecenin üçüncü saatinde kılınır. Sâbiîlerin namazlarının kıyam, rukû ve secdesiz olarak, sadece toprak üzerinde oturmaktan ibaret olduğu da ifade edilir. Dolayısıyla biz, farklı sâbiî gruplarından bazılarının yalnız oturmak sûretiyle namaz kıldıklarını söyleyebiliriz. Biri gündüzün ikinci saatinde, biri de gündüzün dokuzuncusu saatinde olmak üzere iki de nâfile namaz kılarlar. Temizlenerek ve abdest alarak namaz kılarlar. Temizlenmek için akar suya dalmak şarttır. Burundan gelen kan ve ecnebî/yabancıya dokunmak abdetsi bozar.
İbadetlerini Süryanice veya Mandeice yaparlar. Cenâbet oldukları zaman gusül abdesti alırlar. Sünnet olmazlar; böyle bir emir almadıklarını iddia ederler. Evlilik ve hadlerle ilgili yasalarının büyük çoğunluğu müslümanların bu alanlardaki hükümlerine benzer. Ölülere dokunmayı necâsete bulaşmak olarak değerlendirme gibi uygulamaları da, Tevrat’taki açıklamaları andırmaktadır. 300
7) Oruçları:
Harran sâbiîlerinin 30 gün oruç tuttukları, bunun yanında Mandeen (Betâyih) sâbiîlerinin ise orucu kendilerine haram kıldıkları bilinmektedir. Onlara göre oruç, Allah’ın helâl kıldığı şeyleri insanın kendisine haram etmesi demektir ki, bu da doğru bir hareket değildir.
Görüldüğü gibi sâbiîlerin bazıları oruç hususunda tamamen materyalist bir düşünceye sahiptir. Namaz konusundaki tavırlarının da vahyî anlayışla benzerliği hemen hemen hiç yoktur. Bu da onların tahrif edilmiş kitaplarından ve dolayısıyla bâtıl inançlarından kaynaklanan bir durumdur.301
8) Mandi; Sâbiîlerin Bir Nevî Tapınağı:
Maşkna, şkinta ve Bimandia olarak da adlandırılan Sâbiî inancının mâbet olarak tanımlanabilecek klübesine mandi denir. Yönü kuzeye, Kutup yıldızına doğru, penceresiz ve süssüz, tezyinatsız basık bir yapıdan ibaret olan ve güney tarafında bulunan avlu içerisinde akarsudan çekilen arklarla bir vaftiz havuzuna sahip olan Mandi, içerisinde ibadet edilen bir tapınak olmaktan ziyade, ilâhî âlemi temsil eden bir yapı hüviyetindedir. Râhiplerin dışında sıradan cemaatin Mandi’ye girmesi yasaktır; râhipler ise ancak yıllık Mandi’yi takdis ve vaftiz etme törenlerinde buraya girebilirler. 302
9) Suya Daldırma (Vaftiz) Töreni:
Sâbiîlerdeki suya daldırma töreninde suya daldırılan şey, mukaddeslik özelliğini kazanır. Yiyecekler suya daldırıldıktan sonra helâl, çocuklar suya daldırılınca temiz, günahkârlar daldırılınca mağfiret kazanmış olurlar. Sâbiîlerde suya daldırma (vaftiz) dört durumda olmaktadır ki bunları şu şekilde sayabiliriz: Doğum vaftizi, evlenme vaftizi, cünup vaftizi ve cemaatle yapılan vaftiz. Sâbiîler bu âdetlerini büyük bir ihtimalle hıristiyanlardan almışlardır. Bilindiği gibi hıristiyanlıkta da vaftiz olduğu, çocukların kilisede kutsal suya daldırıldığı söz konusudur.303
10) Haram Kabul Ettikleri Yiyecekler:
Bunların önemli bir kısmı, köpük olur korkusuyla balığı, sürekli hummalıdır diye civcivi, baş ağrısına yol açar, kanı kaynatır, ya da âlemin temel dayanağı olan menîyi yakar diye sarmısağı, zihni kalınlaştırıp bozar diye ve ilk defa insan kafatasında yeşerdiği için baklagilleri kendilerine haram etmişlerdir. 304
Bir Dinin Başına Gelenler; Sâbiîliğin Geçirdiği Evreler
Tarihleri:
Tarihi itibariyle sâbiîlik çok eski bir dindir. İlk defa Harran (Urfa ve çevresi) topraklarında görülmüşlerdir. Sâbiîlerin varlıkları Hz. İbrahim zamanına kadar gider. Zaten Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in gök cisimlerine ve putlara tapınan kavmi ile yaptığı mücadeleden bahsedilmektedir.305
Sâbiîler, ilk önceleri kendi şeriatlarını yaşarken daha sonraları sapıtmışlar ve Yüce Allah ile kendi aralarına aracı tanrılar olarak güneş, ay ve diğer gezegenleri ve onların sûretleri saydıkları putları kabul edip onlara tapmak suretiyle şirke ve putperestliğe dalmışlardır. İbrahim (a.s.) de onların bu davranışlarına şiddetle karşı çıkmıştır. Buradan da anlıyoruz ki, sâbiîler çok eski devirlerde bile çoğunlukla tevhid çizgisinin dışında kalmışlardır. Eğer böyle olmasaydılar Hz. İbrahim kendileri ile mücadele etmezdi.
Tarih boyunca sâbiîleri, bazı önemli görevleri üstlenmiş olarak da görmekteyiz. Meselâ onlar bazı krallıkların kurucuları olmuşlardır. Bunların arasında özellikle Bizans döneminde hüküm süren birçok sâbiî kralı sayabiliriz. Ancak sâbiîler bu durumlarını çoğu zaman muhafaza edememişlerdir. Hatta sürgün hayatı da yaşamışlar ve bundan dolayı da benliklerinden pek çok şey kaybetmişler; sürgün edildikleri Bâbil’de bu yerdeki mecûsi ve yahûdilerle karşılaşmış ve onların âdetlerinden ve dinî yaşantılarından büyük oranda etkilenmiş ve onlarla kaynaşmışlardır.
Tarihî geçmişleri tam olarak bilinmeyen bu insanların Hz. Peygamber veya O’nun dört halifesi ile herhangi bir münasebetleri olduğuna işaret eden bir bilgi yoktur. Ancak, daha sonraki devirlerde halife Me’mun’un milâdî 830 yılında Diyarbakır bölgesinde kendilerinin sâbiîler olduklarını söyleyen bir grup insanla karşılaştığı rivâyet edilmektedir.306
Sâbiîliğin Tarihî Süreç İçerisinde Bozulması:
Sâbiîlik, bir taraftan zamanın geçmesiyle ve diğer taraftan da siyasî ve felsefî etkilerle birçok değişiklik ve tahrifata uğrayarak bâtınî bir şekle bürünmüştür. Bu arada sâbiîliğin bozulmasında bu dinin bağlılarının cahil kalmalarının da rolü büyüktür.
Sâbiîler ilk önce Yüce Allah’ın varlığı hakkında cahil kaldıklarından, yıldızları ilâh kabul ettiler. Ayrıca kuvvet ve gücün bu yıldızlardan putlara ve bazı ağaçlara sirâyet ettiğine, peygamberlere de vahyin bu putlardan ve ağaçlardan geçtiğine inandılar. Daha sonra ise bu putların ve ağaçların gerçek tanrı olmayıp, gerçek tanrıların melekler olduğuna inandılar.
Görüldüğü gibi sâbiîler, materyalist bir tutum sergileyerek mâneviyatlarını tersyüz etmişler ve böylece dinlerindeki tevhid gerçeğinden sapmışlardır. 307
Sâbiî Dininin Geçirdiği Devreler;
Birinci Dönem:
İlâhî kaynaklı bir din olması dolayısıyla sâbiîlik başlangıçta tevhid’e dayanıyordu. Sâbiîler, Hz. Âdem, Nuh, İdris, Şit ve Yahyâ gibi zatları peygamber kabul etmektedirler. Yine onlar, Hz. Âdem’e indirildiğine inandıkları bir kitaba sahip olduklarını da iddia etmektedirler. Bu ilk dönemin sonlarında sâbiîler tabiata tapmağa başladılar. Tapındıkları şeyler, gök cisimleri, özellikle de gezegenler, burçlar ve yıldızlardı. Yani, kendi kabullerine göre kâinata hâkim olan kuvvetlere tapıyorlardı. Onlar yedi gezegene ve özellikle de kutup yıldızına çok büyük önem veriyorlardı. İbadet ederken kıble olarak kutup yıldızına doğru dönüyorlardı. 308
İkinci Dönem:
Uzun bir dönemin geçmesinden sonra sâbiîler heykeller yapmaya başladılar ve bu heykellere de yıldızların isimlerini verdiler. Bunların başında yedi gezegenin adının verildiği heykeller gelmektedir. Sâbiîlerin böyle bir yol takip etmelerinde bazı bilginlerinin rolü vardır. Çünkü onların bilginleri kendilerine şöyle diyorlardı: "Yıldızlar Allah’a en yakın cisimlerdir. Bunlar konuşurlar ve dünyada olup biten her şeyi, Allah’ın emriyle yerine getirirler.” İşte böyle sapık fikirlerle hareket eden sâbiîler, işi daha ileriye götürerek, yıldızlardan menfaat gözetip onlar için kurbanlar kesmişlerdir. Diğer taraftan da onlar, gündüzleri yıldızlar görünmediklerinden dolayı, gündüzleri onların adına yaptıkları heykellere, geceleri de bu yıldızların kendilerine tapındılar. Bu hareketlerinde de görüldüğü gibi sâbiîler, câhiliyye devrindeki putperest Arapların âdeta örnekleri ve gök cisimlerine tapmanın mûcidi olmuşlardı. 309
Üçüncü Dönem:
Bu devirde sâbiîlik kitaplara geçmeğe ve istikrar bulmağa başlamıştır. Ayrıca bu devirde sâbiîliğin felsefî ve analiz yönü ön plana çıkmıştır. İnanç sistemi tahlil edilmiştir, ruhbanlar ve kâhinler yine bu devirde öğretim işini ele almışlardır. Bu devirde felsefe dini etkilemekle kalmayıp kendisi de dinden çokça etkilenmiştir. Sâbiî inancının en çok etkilendiği felsefe, Yunan felsefesi olmuştur. Hz. İbrahim de bu dönemde gönderilmiştir. Bu devirde üzerinde durulan ana konu; şekillerin tesiriyle yıldızların kabiliyet ve güçlerinin dünyayı etkilemesiydi.
Hz. İsa’nın gönderilmesinden biraz önce ve biraz sonra ortaya çıkan olaylar, başka inançlarda olduğu gibi, sâbiîlikte de etkiler yapmıştı. Bir din yenileyicisinin (müceddid’inin) ortaya çıkacağı fikri her yerde olduğu gibi sâbiîlikte de bir inanç konusuydu. Sâbiîler de bu dönemde Yuhanna Ma’medan’ı, beklenen müceddid olarak tâzim ettiler. Hatta bugün bile sâbiîler ona müceddid bir peygamber gibi inanmaktadırlar. (Yuhanna Ma’medan’ı, kaynaklar vaftizci Yahya adı ile bilinen Hz. Yahya olarak tarif etmektedirler.)
İşte bu kadar farklı bir görünüme bürünen sâbiîlik, çeşitli fikirleri ve etkilenmeleri de bünyesinde taşımıştı. Çeşitli devirlere göre bu derece farklılıklar arzeden sâbiîlik, insanların inançlarında ve uygulamalarında da farklı bir şekle girmiş ve böylece çeşitli fırkaların doğması kaçınılmaz olmuştur. 310
Sâbiî Fırkaları:
Tevhid çizgisinden ayrılan insanların çeşitli gruplara ayrıldıkları bir gerçektir. Sâbiîler de başlıca dört fırkaya ayrılmışlardır. Bunları şöylece özetleyebiliriz311:
1) Ruhlara Tapanlar:
Bu grupta olanlara göre, bu âlemin alçak şeylerden münezzeh, her şeye hâkim olan mukaddes bir yaratıcısı vardır. O yaratıcıya ise bu âlemdeki bazı vasıtalar ile yaklaşılır ki, bunlar da ruhanî varlıklardır. Ruhanîler dünyaya yıldızlarla hükmederler. Sâbiîlerin bu grubu, yıldız ve gezegenlerin, söz konusu bu ruhanîlerin heykelleri olduklarına inanırlar ve onları tâzim ederler. Yine onlara göre Allah’a yaklaşmak için yıldızlar birer vâsıtadır.
Ruhlara tapan sâbiîlerin bu grubu, tıpkı müşrik Araplar gibi Cenâb-ı Hak ile aralarına bazı aracılar koymaktadırlar ki, bu halleriyle onların durumları ile müşrikler arasında fark yoktur. 312
2) Heykellere Tapanlar:
Bu gruba dahil olanlara göre, eğer bir insan gerçek yaratıcısına ibadet etmek istiyorsa bir aracıya ihtiyacı var demektir. Bu aracının da görünen bir şey olması gerekir. Ancak ruhanîler böyle değildir. İşte bu görüşten yola çıkan sâbiîlerin bu grubu yedi gezegeni temsil eden heykeller yaptılar; daha sonra da onlara tapınmağa başladılar. Böylece putperest bir yolu takip ettiler. 313
3) Şahıslara Tapanlar:
Bu gruba dahil olanların görüşleri şudur: Yıldızlar her ne kadar görünen varlıklar olsalar da bazı vakitlerde görünüp bazı vakitlerde görünmezler. O halde bu yıldızlar için putlar yapmak gerekir. Böylece putlara tapan bu insanlar, heykellere tapanlardan farklı olarak asıl ibâdeti heykellerin ötesinde Allah’a yaptıklarını söylemektedirler. Yani bu heykelleri Allah ile aralarında bir aracı kabul ederek müşrikçe bir yol takip etmektedirler. 314
4) Hulûliye:
İbn Batuta (703-771) ve diğer bazı tarihçiler bu gruba girenleri “Harranîler” olarak tanımlarlar. Bunların inançlarına göre dünyayı ve içindeki yıldız ve gezegenleri yaratan Allah’tır. Ancak, Allah yaratmış olduğu basit şeylere bürünür. Böylece Harranîler de yıldızları tâzim ederek ve onlara ibadet ederek putperest bir yol takip etmektedirler.
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, sâbiîlerin tarih boyunca dinlerinde geçirdikleri değişim devrelerini şöylece özetleyebiliriz: Başlangıçta Allah tarafından gönderilen dinden inhiraf etmeleri, ruhanî varlıklara ibadet etmeleri, yıldızları tâzim etmeleri ve onlara ibadet etmeleri, nihayet bu yıldızları temsilen yeryüzünde yaptıkları putlara tapmaları. Aslında sâbiîlerin, Hz. İbrahim’in yolunu seçmeyerek kendisine muhâlefet, hatta düşmanlık etmeleriyle, sapık bir yolda oldukları belirgin bir hal almıştı. Bu olaydan sonra onların iddiaları ne olursa olsun, sahip oldukları inançları tevhid’in temsilcisi olan Hz. İbrahim tarafından reddedilmiştir.
İnsanların, inançlarını ve hayatlarını yönlendirecek vahiyden uzak düştüklerinde, inançlarının ne denli bozulmaya uğradığını, insanların nasıl gruplara bölündüğünü, dinlerinin asılları konusunda bile nasıl kargaşalar yaşandığını görmek için, sâbiîler konusu önemli bir örnektir. Neye, niçin, nasıl inanılması ve ne şekilde ibâdet edilmesi gerektiğini düşünmeyen ve atalarından miras aldıkları geleneksel dinlerini oyuncak edinen insanlar için, sâbiîlik benzeri bir durum kaçınılmazdır. 315
Bugünkü Sâbiîler
Sâbiîler hakkında açıklamalardan anlaşıldığı gibi, aslen ilâhî kaynaklı bir din olan sâbiîlikten günümüze bir şey kalmamıştır. Genel olarak bu gün, dünyada mevcut olan sâbiîler iki gruba ayrılırlar. Bunlar, Mandeenler (Betâyih Sâbiîleri) ve Harranîler (Harran Sâbiîleridir. Müslüman yazar, araştırıcı ve müctehidlerinin sâbiîlerle ilgili iki ayrı yaklaşımı, kendilerine sâbiî denilen birbirinden çok farklı iki ayrı sâbiî grup olmasından kaynaklanmaktadır. 316
1) Harran Sâbiîleri:
Mandeenler, çok yönüyle tahrif edilmiş de olsa, ilâhî kaynaklı bir dinin bazı özelliklerini gösterirken; Harran sâbiîleri putperest bir çizgidedir. Bu gerçek de, sâbiîlerin zamanla, çeşitli felsefî ve fikrî akımların etkisinde kaldıklarını ve bu yüzden akîdelerinde değişikliklerin olduğunu göstermektedir. Ancak, Haranî sâbiîlerin bir grubunun, beraber yaşadıkları müslümanların kültürlerinden etkilenerek tek Allah inancını benimsedikleri görülmektedir. Bununla birlikte onların yüzyıllarca Helenistik kültürün içinde yaşadıkları unutulmamalıdır.
Harran sâbiîlerinin yaptıkları ibadetler hakkında da bizlere ulaşan şudur: Her gün üç vakit namaz kılarlar; ekserisi horoz kurban ederler, kurbanlarını yemeyip yakarlar, sünnet olmazlar. Görüldüğü gibi bu gruba dahil olan sâbiîlerin dinî inanç ve yaşantılarının tevhidî bir yaşantı ile ilgisi yoktur. Kıldıkları namazları ise tamamen kendilerine özgü bir tarzdadır. Bütün bu sebeplerden dolayı, sâbiîlik ve özellikle Harran sâbiîliği hanifliğin zıddı olarak gösterilir. Harran sâbiîlerini ehl-i kitap saymak mümkün değildir. Onlar, sahip oldukları özellikler sebebiyle daha çok putperest bir kavimdir. 317
2) Mandeenler (Betâyih Sâbiîleri):
Betâyih sâbiîleri, güney Irak’ta giyim kuşam ve yaşayış şekilleriyle diğer insanlardan ayrılan bir grupturlar. Eski sâbiî ibadet ve geleneklerinin büyük bir kısmı bunlarda da vardır. Tabiatıyla bu ibâdetlerin başında yıldız ve gezegenlere tapınmak gelmektedir. Bu gruba giren sâbiîler, bulundukları bölgeye nisbet edilerek Betâyih sâbiîleri olarak isimlendirilmişlerdir.
Betâyih sâbiîleri, Harran sâbiîlerinden ayrıdırlar. Aralarında sadece isim benzerliği vardır. İtikadî bakımdan aralarından hiçbir benzerlik yoktur. Bunların ibadetleri de, bozulmuş sâbiî geleneğine göre şekillenmiştir. Meselâ namazları kesinlikle müslümanların namazlarına benzemez. Onların namazları hafif bir sesle okunan Mandeenî zikrinden ibarettir. Namaz kılan kişi, cedi burcuna yönelir ve çeşitli dualar okur.
Mandeen sâbiîlerinin yahûdi veya hıristiyan mezheplerinden birinden oldukları da ileri sürülmüştür. Onların isimlerinin de yahûdi isimleriyle aynı olması bir yönden bu iddiayı doğrular. Ama, yahûdi ve hıristiyan mezheplerinin hepsinin kendine ait isimleri vardır. Bu dinlerin bu adla mezhepleri yoktur.
Kitap ehlinden sayılabilecek sâbiîler, Mandeen sâbiîleridir. İnançları her ne kadar yanlış olsa bile, neticede onların Allah’a olan bir yönelişleri vardır. Mevcut sâbiî fırkaları arasında aşırılıkları en az olan grup bunlardır. “Yahûdilerden, hristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edenler için...” (Bakara: 2/62) âyetini ele alınca, Kur’ân-ı Kerim gönderildiği zaman, bu dinin mensuplarının dünyada mevcut olduklarını anlamış oluruz. Çünkü Kur’an, hayatta olanları imana davet eder. Kur’an’ın muhâtap aldığı ve kitap ehlinden sayılma ihtimali olan sâbiîler Mandeenler (Betâyih sâbiîleri)dir.318
Din ve mezhep tarihçileri sâbiîleri incelerken onları ilk ve son sâbiîler olarak ele almaktadırlar. Sonraki sâbiîler, Yunan, yahûdi, İran, Roma ve İslâm tesiri altında kalmış olan Mezopotamya kavimlerinden oluşur. Batılı araştırmacılar da, Kur’ân-ı Kerim’de geçen sâbiîlerin Hz. Yahya’ya tâbi olan Mandeenler olduklarını ileri sürmektedirler.
Dinler tarihi kaynaklarından ve son dönemlerde yapılan çalışmalardan öğrendiğimiz kadarıyla, günümüzde Irak ve Hindistan’da toplam 350 bin civarında bulunan bu din sahiplerinin inançları, diğer ehl-i kitap sayılanlardan daha kötü durumda değildir. Dinleri bozulmuş da olsa, nikâh, peygamber, âhiret ve kitap konularında inançlarının olduğu bilinir. Kaynaklarda müslümanlara karşı yaptıkları olumsuz hallerine rastlanmaz. Belki de buna, sayılarının azlığı sebep olmaktadır. Birtakım iyi hasletlere sahip oldukları için, müşriklerden farklı kabul edilirler.319
Bazı araştırıcılar şu iddiayı ileri sürerler: Harranîler, gerçek Sâbiîler değillerdir. Gerçek Sâbiîler, Babil esaretinin ardından Kuruş ve Artahuşust dönemlerinde Beytül Makdis’de ortaya çıkan oymaklardan gelirler. Bunlar mecûsîlik şeriatına eğilim göstermiş, Buhtunnasr’ın dinine girmişlerdi. Böylece Şam Sâmirîleri gibi mecûsîlik ve yahûdilik karışımı bir mezhep geliştirmişlerdi. Bunların çoğunluğu Irak’ın güney bölgelerinde yaşarlar ve Enuş bin Şit soyundan geldiklerini söylerlerdi. Harranîlere muhâliftiler. Onların mezheplerini ayıplar ve çok az meselede onlarla uyuşurlardı. Sözgelimi, onlar namazlarında kuzey kutbuna dönerlerken; Harranîler güney kutbuna dönerlerdi.
Bütün bu izahlardan da anlaşılacağı gibi, Sâbiîliğin, Harranîliğin bazı özelliklerini taşımakla birlikte yahûdilik ve mecûsilik dinlerinin bir karışımı olduğu şeklindeki açıklama, âyetin içeriğine en uygun yorumdur. Çünkü dikkat edilirse âyette dinler değil; mensupları sıralanmıştır.320
Sâbiîler, yukarıda izah edildiği gibi bir olan Allah'a şirk koşmaksızın inanmamakta, bu konuda Allah'a ortaklar koşmakta ve yer yer putperestçe bir tavır takınmaktadırlar. Onların Allah inancı, tarihî süreç içerisinde bozulmuş ve çarpıtılmıştır. Ehl-i kitaba dâhil hıristiyanlar ve yahûdiler gibi sâbiîlerin de tevhidî bir inançtan yoksun olduğu kesin bir vâkıadır.
Bilindiği gibi, Hz. İbrahim de sâbiîlerin içinde yaşamış ve onların sahip oldukları inançları reddetmiştir. O, sâbiîlerin putlarını kırdığı için ateşe atılmış, ancak Allah Teâlâ, bir mûcize olarak Hz. İbrahim’i yakmamıştı. Böylesi çok önemli ve müthiş bir olay bile sâbiîleri etkilememiş, onlar bulundukları hal üzere yaşamaya devam etmişlerdi.
Bugün güney Irak’ta Dicle nehrinin kenarlarında kendilerine sâbiî denilen insanlar, gerek inançları ve gerekse dinî yaşantılarıyla, tevhid ehlinden sayılmaları mümkün olmayan bir zümredir.
Sâbiîlikle ilgili bu bilgiler, bir dinin bozulma sürecini göstermesi, tevhid unsurlarının tarih boyunca nasıl unutulduğu ve dinin hurâfeler yığını haline gelmesinin sebepleri yönüyle büyük ibretler barındırmaktadır. Tabiatı, doğa olaylarını ve özellikle insanın sırlarını çözemediği gök cisimlerini yeryüzünün hâkimi ve insanların davranışlarına yön veren bir güç kabul etmenin ulaştığı çizgi olarak görülmelidir sâbiîlik.
Dinlerin dejenerasyon sebebinin önemli bir kısmını, materyalizme eğilim, Allah’a maddeci bir tarzda yaklaşım teşkil etmektedir. Maddî varlıkların, önce aracı, sonra Allah’a yaklaştırıcı ve giderek kutsal kabul edildiğini, saygı için dikilen heykellerin de katkısıyla dinlerin asliyetlerini kaybettiklerini görüyoruz tarih sürecindeki sâbiî aynasında.
Burçların insan kaderine nasıl etki ettiği her gün gazetelerde uydurma burç fallarıyla anlatılmakta ve “yıldızınız diyor ki...” diye başlayan safsatalar her gün insanımızın inancını etkilemektedir. Örnekleri bolca görülen konuyla ilgili putlar ve putlaştırmalar, günümüzde de nice insanın inancını şirke dönüştürmektedir. Elmalılı merhum da aynı görüştedir: “Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma, bunlardan (sâbiîlerden) kalmadır.”321 Radikal bir toplumsal dönüşümle tevhid, hayat görüşü olarak tekrar insanımızı kuşatmadığı müddetçe, inançların ne oranda dejenere olacağı bugünkü gidişattan tahmin edilebilir. Bundan bir asır, iki asır sonra bu tevhidden sapma çizgisinin topraklarımızdaki durumu, sâbiî örneğine benzeyip benzemeyeceği düşünülmelidir. “Ben de müslümanım!” diyen insanlar, kendi kitaplarını hayatlarına geçirme mücadelesi yapmadıkları müddetçe, içinde bulundukları geminin, diğer yolcularla birlikte kendilerini nereye doğru götürdüğünü görmemeleri için kör, düşünmemeleri için deli olmaları gerekmektedir. 322
Dostları ilə paylaş: |