Yakup kadri karaosmanoğLU



Yüklə 1,43 Mb.
səhifə8/18
tarix30.07.2018
ölçüsü1,43 Mb.
#63535
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   18
-Sesi kalın ve gür müydü?
-O kadarını işitemedim, gayri...
-Canım, merhaba asker dediğini işittin de, sesi kalın

mıydı, ince miydi, nasıl işitmedin?


Bu tarzda konuşma, Mehmet Ali'nin canını sıkıyor. Hemen, başka konulara

atlıyor.
-Yunanlılar, yakında yeni bir taarruza geçeceklermiş.


-Peki, siz hazır değil misiniz?
-Evvel Allah, hazırız beyim... Hazırız, emme...
Emmesi ne? Bunu izah etmek için genel fikirler, genel

mütalaalar sahasına girmek lazım. Mehmet Ali'nin kafası

ise bu maceraya hiç alışmamıştır.
Kısaca, Mehmet Ali köyde kaldığı sürece kendisinden bir

şey öğrenmek kabil olmadı ve öylece geldiği gibi gitti. Geldiği

gibi mi?
Hayır; kasaturasının tersiyle, İsmail'i, bir iyice dövüp öyle gitti.

Lakin eğitimde dayağın hiçbir rol oynamadığını belki, daima olumsuz bir

etkisi olduğunu; bana, bu vaka kadar kesinlikle ispat eden bir şey yoktur.

İsmail, dayaktan sonra bir kat daha ahlaksızlaştı. Evin içinde, köyün

içinde, adeta, muzır bir yaratık halini aldı. Zaten bir kuş, bir tavşan

bakışını andıran gözlerine büsbütün hayvani bir ifade geldi. Öyle

ki, arasıra benimle konuşurken, bir büyük tarla faresi dile

gelmiş sanıyorum.


Bereket versin ki, onunla pek seyrek konuşuyoruz. Bir

şeyimden kuşkulandı mı, nedir? Bana garaz bağladığını seziyorum. Varsam,

kendime, bu evden başka bir yer bulsam diye düşündüm. Bir gün niyetimi gidip

Bekir Çavuş'a açtım.


-Benim bir evim var emme, viran; dedi.
-Tamir edilmez mi?
-Edilir, edilir emme, çok para lazım.
Ne kadar? diye sordum. Otuz kırk bankonot dedi. Gittik, birlikte evi

gördük. Bu, köyün hemen dışında, yüzü dağa bakar, iki oda ve bir ahırdan

ibaret bir evdir. Köyün dışında... Bu, bana derhal işe başlamak arzusunu

verdi.
-Lakin bana kim bakacak?


Bekir Çavuş:
-Bizim çoluk çocuğun ne işi var? dedi.
Zeynep Kadını kararımdan üzülecek sandım. Fakat hiç

de öyle olmadı. Ve bunun böyle olmayışı bana dokundu.

Mehmet Ali'nin evinden o kadar soğudum ki, bir an önce yeni evime taşınmağa

can atmağa başladım.


Yeni evim... Bu, yüzü dağa doğru, bütün köye arkasını

çevirmiş bir evdir. Bekir Çavuş onu bir depo olarak kullanıyordu. Onun

içindir ki kapısı gayet muhkem ve pencereleri

parmaklıklıdır. Evin dıştan görünüşünü de hiç değiştirmedim ve altındaki

ahırı muhafaza ettim. Orada bir küçük eşek besleyeceğim. O, bana arkadaşlık

edecek. Ben, yukarıki odamda pineklerken o, aşağıdaki odasında tıpış tıpış

eşinecek. Arasıra, tam, ben hazin düşüncelere daldığım vakit, benim hüznümü

sezmiş gibi en acı, en yakın naralarıyla haykıracak. O vakit, ben yavaş

yavaş merdivenlerden ineceğim.
Yavaş yavaş ona doğru gideceğim. Uzun, parlak tüylü gerdanına kolumu

dolayıp derin, siyah gözlerine bakacağım.

Onunla uzun uzadıya için için konuşacağım.

Ona hiç yük taşıtmayacağım. Sırtma hiç semer vurdurmayacağım. Bir adamla,

her gün, onu tımar ettireceğim. Zira, bu, mübarek bir hayvandır. Bütün

gökten inen kitaplarda bunun adı var. Ve yüzü, küçük İsmail'in yüzünden

bin kat daha şirindir.
Küçük İsmail mi? Bahsi döndürüp dolaştırıp gene ona getiriyorum. Salih Ağa

bir, o iki... Benim için bitmez tükenmez bir ıstırap kaynağıdır. Salih Ağa

bir, o iki... Zeynep Kadının asık suratına benzeyen yalçın toprağı

saymıyorum.


Artık havalar soğumaya başladığı günden beri, kapısı

açık kalmış ahırlarda birleşen kambur oğlanla kör kızın kaçışıp

kovalaşmalarına şaşmıyorum. Ne imamın çeşme başında aptest alışları, ne

muhtarın yüzünün kırçıl kılları arasından sırıtışları, ne de... Artık

bunların hepsine alıştım, alışmadığım yalnız Salih Ağa ile İsmail'dir.
:::::::::::::
Bu kış esnasında Süleyman'la ahbaplığımız epeyce ilerledi. Çünkü, evimin

tamirine o baktı. Memiş taşı toprağı taşıdı, o kireci kardı ve köyün tek

zanaatçısı Arabacı Recep marangozluk görevini yaptı. İşte, o vakitten beri

Süleyman'ı yanımdan ayırmıyorum. Bazen birlikte yediğimiz oluyor. Ne

rahat arkadaşlık... Hiç konuşmuyoruz.
Çok defa ben yatağın üstüne uzanmış, o yerde bağdaş

kurmuş, saatlerce, bir odanın içinde karşı karşıya kalıyoruz.

Ne o, ne de ben bir tek kelime söylemeğe lüzum görmeyiz.

Bazı, havanın iyi gittiği günler birlikte dolaşırız. Bir kere

onu, ta Emine'nin köyüne kadar götürdüm.
Süleyman, o vakadan sonra o kadar zayıfladı, o kadar zayıfladı ki, bütün

anlamıyla bir deri bir kemik kaldı. Arasıra bir yükü yerden kaldırırken

veya herhangi bir sebeple fazla bir hareket yaparken çıt diye

kırılıvereceğinden korkuyorum. Nitekim, Emine'nin köyüne kadar yürüdüğümüz

gün, kavaklığa varır varmaz öyle bir çöküşü vardı ki, bir iskeletin

parçalarını birbirine bitiştiren bağlar da çözülünce, kemikler, mutlaka,

yere böyle yığılır: Bir süre nefes nefese kaldı. O kadar çok soluyordu ki,

can çekişiyor sandım.


-Bir şey yok; yüreğim tıkandı; arasıra böyle olurum. Sonra geçer. Bu bir

dertmiş. Beni askere aha, bundan almadılar.


İçimden, belki Cennet de seni bundan istememiştir, dedim. Onunla yalnız

kaldığımız zaman, bazen Cennet'in bahsini açarım. O vakit, gözleri parıldamaya

başlar. Sıska vücudu bir yay gibi gerilir.
-Nasıl hiç haber aldığın var mı?
-Heriften ayrılmış diye işittim.
-Ya şimdi ne yapıyormuş?
-Günahı söyleyenin boynuna, kötü olmuş diyeler.
Bunu duyunca ben ondan ziyade mahzun oluyorum. Fakat, o sırıtıyor.
-Ben dedim. Ben dedim. Elbet, bir gün pişman olup gelecek:
-Ya gelince kabul edecek misin?
Cevap vermeden önüne bakıyor. Kendinden emin değildir.

Hangimiz kendimizden emin olduk? Biz, erkekler, zavallı

yaratıklarız.
Bu kış, muhtarın karısı ölecek diye çok beklendi. Fakat ölmedi.
Bir akşam yatsı ezanından önce, muhtar benim kapımı

vurdu:
-Efendi, efendi, sana kasabadan bir (acans) getirdim. Al oku, dedi.


-Nasıl, iyi bir haber mi?
-Al oku; çok iyi diyeler. Savaşı kazanmışız.
Ellerim titreyerek, kirli buruşuk kağıt parçasını lambaya

doğru uzatıyorum. İkinci İnönü Zaferi... Yüreğim ağzıma geldi. Bir şiir

parçası okuyormuşum gibi ajansın satırlarını içimde terennüm ediyorum.

Döndüm:
-Gördün mü? diyecek oldum, lakin muhtar kağıdı bırakıp namaza koşmuştu.

Sevincim içimde tıkandı kaldı. Büyük felaket anlarında olduğu gibi, büyük

sevinç günlerinde de duygularımızı başkalarıyla paylaşmak bizim için bir derin

ihtiyaçtır. Umutsuzlukla, ne, yapacağımı bilmiyerek Süleyman'a dönüyorum.
-Gördün mü? Bizimkiler düşmana bir iyi dayak atmışlar.
Süleyman, bu sözden bir şey anlamaksızın sırıtarak yüzüme bakıyor.
:::::::::::::
İşte, bir kış, koca bir kış böyle geçti. Ben bütün varlığımla hep cephede

yaşadığım için bu mevsimin ağır yeknesaklığı omuzlarım üstüne pek çökmedi.

Ordunun, Anadolu ordusunun genel bir taarruza geçeceği söylentileri günden

güne kuvvet buluyor. Memleketin hemen bütün gazetelerinde bu bekleniyor,

bunun sözü oluyor.
İstanbul hükümeti erkanının bir murahhas heyet halinde

Ankara'ya gelişleri, milli teşkilatın gücünü bir kat daha ispat etti.

Bu adamlar, buraya ne söylemeğe, ne istemeğe geldiler? Mutlaka, bize itidal

ve boyun eğme tavsiye etmeğe geldiler. Bunlar, bir ölüm mahkumuna, son

saatinde teselliye giden papazları andırıyorlar.
Cesaret evladım, cesaret. Bunun ötesinde başka hayata,

ebedi bir hayata ereceksin. Şimdi, söyle, söyle bakalım, son

emelin nedir?
-Ölmemek!-
Papazlar irkiliyorlar. İçlerinden: Amma da aksi bir idam

mahkumuna çattık diyorlar.


İşte, Anadolu'nun dediği, işte İstanbul hükümetinin söylediği... Memleketin

havası bu kadar trajedi ile yüklü olmasa, insan bu hale gülebilir. Lakin,

çıplak ayaklı, çıplak göğüslü köylüler, gülle ve kurşun taşıyan kağnıları

önlerine katmış gidiyorlar.


Bu, kirli, pırtık yorgana sarılı şey ne? Bir top arabası...

Ta orada, o hendeğin içinde birikmiş insanlar ne yapıyorlar?

Bunlar, bir manda leşini yüzmekle meşguldür. Ne için? Derisinden askere, çarık olur.
Düşmanlar ise, üzerimize sağlam İngiliz kunduralarıyla

yürüyorlar. Top arabalarını, etrafı keten bezli perdelerle örtülü Berliez

kamyonları içinde bir put gibi taşıyorlar.
Lakin, işte, asıl bu gördüğüm şeyler için zafere inanmalıdır. Türk askeri

manda leşlerinin derisinden çarık yapıp giyiyor. Türk köylüsü, top arabalarını

kendi yorganına sarıp taşıyor, işte, bunun için inanmalıdır. İşittim.

Eskişehir'de, demiryolu raylarını söküp eriterek top kaması yapanlar varmış.

Geçen gün, yakın istasyonların birinde bir trenin kömürsüz nasıl

yürütüldüğünü gördüm: Tren durur durmaz hemen bütün yolcular inip etrafa

dağılıyorlar, rastgeldikleri ağaç dallarını kesiyorlar ve getirip

lokomotifin platformuna yığıyorlardı.


:::::::::::::
Lokomotif, ray, istasyon... Sahi, yazmayı unuttum. Oysa,

benim için mevsimin en büyük hadiselerinden biri de bu olmuştu. Eğer,

ıssız, ücra Anadolu yaylalarının ortasında, uzun müddet kalmışsanız, sizi

medeni merkezlerden birine ulaştırmak kudretine haiz olan şeylerden birini

görmenin, bir telgraf direğiyle, bir demiryoluyla, bir istasyon binasıyla

karşı karşıya gelmenin ne olduğunu mutlaka bileceksiniz.


Bilmeyene ise bunu anlatmak çok güçtür.

Lakin, ben bütün bu yazılan bir kimseye bir şey anlatmak için yazmıyorum.

Hayır, hayır, bu hiç aklımdan geçmedi. Ben bu yazıları, kendi kendime

konuşmak için, yalnız bunun için yazıyorum. Eğer, günün birinde memleket

kurtulur da, tekrar kendi çevreme dönersem, ilk yapacağım iş bunları

yakmak olacaktır. Yakmazsam, bu defter başkalarının eline

geçebilir.
O vakit, benim bu köydeki uzun gurbetimin hiçbir değeri

kalmayacaktır. Bu uzun gurbet edebiyat konusu olacaktır.

Edebiyatı, sanatı başkaları yaparken hoş bulurum. Fakat, kendim bundan

çekinirim. Edebiyat ve sanat dünyasında yalnız dahiler vardır. Ondan ötesi,

bir alay zavallı taklitçi, bir alay zavallı maskaradır.
Ben bir maskara değilim ama, bir safderun olduğum, bir

koca çocuk olduğum muhakkaktır. Bundan bir türlü kurtulamıyorum. Feleğin

nice cevr, nice aldanışlar, nice hayal ve umut kırılışları beni pişirmeye

yetmedi. Hala, ne çocukça sevinçlerim, ne hoş hayallerim, gönlümün ne safça

akışları var.
Üç günden beri, bir kapkara eşek sıpası ahırımda bağlı

duruyor diye her sabah yüreğim sevinçten hoplayarak uyanmaktan kurtulamıyorum.

Feleğin nice ıstırabı beni çocukluğumun bu huyundan kurtaramadı. Bana yeni

bir oyuncak aldıkları vakit, günün herhangi bir saatinde, ya dersimi

okurken veya yolda yürürken oyuncak hatırıma geldi mi, içim

sonsuz ve aydınlık bir ferah denizinin dalgasıyla dolup boşalırdı.

Bütün anlamıyla yüreğim ağzıma gelirdi. Etrafımda,

her şey ve herkes, bana, henüz keşfettiğim cevheri baldan

tatlı, sihirli bir dünyanın şirin sembolleri gibi görünürdü.
Hatta okuldayken, okul, hocamın önündeysem hocam,

hatta her gün iki defa gele gide, gide gele görmekten bıkıp

usandığım dar, dolaşık ve rutubetli sokak, hatta bizim konağın kış

günleri bir mahzen gibi yaş ve yaz günleri bir çöl parçası kadar güneşle

dolu avlusu, bana, hep aynı cevhere bulanmış, hep aynı sihirle canlanmış

görünürdü. Her rastgeldiğim şeyi veya kimseyi kucaklayıp öpmek isterdim.

Gönlüme bu harikulade şenliği veren şeyi tahlil edecek olursanız, ne

bulursunuz? Ya bir tahtadan at, ya boyalı tenekelerden bir

lokomotif, ya derisi iki üç günde delinmeye mahkum bir küçük trampet...

Demek ki, bir hiç, bir zerre, bir tahta ve bir teneke parçası benim çocuk

ruhuma bu derin, sonsuz mutluluğu vermeye yetiyordu.
İşte, burada, bu mihnet ve meşakkat ocağında, bin türlü

afetten arta kalan otuz üç yıllık viran varlığımda, bir kapkara eşek sıpası,

bir canlı oyuncak, bana, aynı mutluluğu vermeye yetiyor. Demek; bu vücut

viranesi içindeki ruh aynı ruhtur.


Harp cephelerinde, saçı sakalına karışmış, nice pişkin ve

sert askerler gördüm ki, felaket anında gözlerine bir ürkek

çocuk bakışı geliyor ve yere düşerken, daha buluğa ermemiş

bir toy oğlan sesiyle: Vay anacığım! diye bağırıyordu. Ben

de, hala yüksek sıtma nöbetleri esnasında, kolumu kesmek

için kloroformla bayılttıkları vakit hep -Anne, anne! derim.

O sanki, gözlerinde derin bir endişeyle bana eğilir; elini başımın

üzerinde gezdirirdi.


Niçin, şu dakikada gene onu hatırladım? Ey beyaz hayalet; senin burada ne

işin var? Bu çakılların üzerinde yürüyemezsin. Bu rendelenmemiş tahta kapıya

elini dokunduramazsın. Bu taştan sert kerevette oturamazsın. Burası, pis ve

lizol kokuludur. Ocağın içinde gördüğün bu kara yığınlar,

adını yalnız darbı mesellerde işittiğin tezek denilen bir şeyin

külleridir. Sana kıyamam, benim daima temiz, titiz ve

sabun kokan beyaz anneciğim! Seni burada bir saniye alıkoyamam.
Emine, İsmail'den vaz geçip benim olsa, onu önce bir iyi

yıkardım. Sonra, vücudunun bütün çizgilerini bozan o kat

kat esvaplarını çıkarıp şu ocakta yakardım. Fakat alamod

bir İstanbul kızı haline sokmak için mi? Hayır, hayır... Kızıl

parıltılı saçlarını iki kalın örgü yapıp arkasına salıverirdim.

Ona, yakası daima açık ve yenleri bol bir bürümcek gömlek

giydirirdim. Belden aşağı inen, kasıktan bağlı ve bileklerinden

büzmeli bir şalvar yaptırırdım. Tıpkı, büyük ninelerimizinki gibi

uçları işlemeli uçkurunu şöyle ortadan bir kocaman düğümle aşağıya doğru

sarkıtırdım. Ve onu konuşmaktan menederdim. Yalnız, sık sık gülmesine ve

hayreti, öfkeyi, inadı, şuhluğu ifade eder nidalar koyuvermesine izin verirdim.

Yemeğimi, o pişirsin, hizmetime o baksın isterdim.


Ben yerken, çalışırken veya kahvemi içerken, onun ayakta beklemesini hoş

görürdüm. Alafranga aşıktaşlığa mahsus öpme ve okşamaların hiçbirini ona

göstermemekle beraber, arasıra, bir iri Van kedisi gibi onunla oynaşmaktan

haz alırdım. Van kedisinden ne farkı var? O da bir Van kedisi gibi

haşmetli ve ahenktar değil mi? Tabiata onun kadar yakın

bulunmuyor mu? Ona da bir Van kedisi gibi tabiatın canlı

bir süsü denilemez mi? Emine'm, o da bir Van kedisinden daha akıllı değildir.

Bunun konuşmasının öbürünün miyavlamasından farkı ne?


Şu hayal, birdenbire, bana, o kadar munis, yapılabilmesi

o kadar kolay göründü ki, hemen yola düştüm. İlkbaharın

ılık ve taze ot kokan havası da bana ayrıca umut ve cesaret

veriyordu. Yürüdüm. Yürüdükçe, hayalim bana biraz daha

gerçekleşmiş görünüyordu. Kendi kendime konuşuyordum:

Doğrudan dogruya kadının evine gideceğim. Emredici ve kesin

bir tavırla onu karşıma alıp diyeceğim ki: -Benim param

var, kimsem yok. Çalışmadan yaşayabiliyorum. Emine'yi

gördüm, beğendim. Onu bana ver. Sana ölünceye kadar yardım

ederim. Neye ihtiyacın olursa bakarım.


Kadın, bu teklife, önce inanmak istemeyecek, şaşıracak.

Mutlaka yalan söylediğime, veya kendisiyle eğlendiğime

hükmedecek. Fakat, ben, en ciddi tavrımı takınacağım. Diyeceğim ki:

Görüyorsun, bir kolum da yok. Bana candan bakacak bir yoldaşa muhtacım.

Eskiden, Zeynep Kadının evinde otururken, onun kızları ve gelini benim

yemeğimi pişirirler, çamaşırlarımı yıkarlar, bana bakarlardı. Şimdi tek

başıma oturuyorum. Süleyman isminde yarı meczup bir zavallının

elindeyim.


Kadın, o vakit, aklımı oynattığımı sanacak. İçinden: Mademki parası

varmış, diyecek, bu köylerde tek başına, böyle

sığıntı gibi neden yaşarmış? Niçin, kalkıp da İstanbul'dan

buraya gelmiş? Bn gurbet elinde, bu sıkıntılara katlanmış?

Emine'nin halası, bunları açıktan açığa söylemeyecek.

Fakat ben böyle düşündüğünü gözlerinden; yüzünden, halinden

anlayacağım. O vakit, ona, bütün hazin maceramı hikaye edeceğim.
Lakin o, dar, sert ve realist köylü mantığıyla bu sergüzeştin manasını

anlayabilecek mi? Beni bu ıssız yaylaların

ortasına atan ıstırap ona, pek manasız ve çocukça görünmeyecek mi? Bunun

ciddiyet ve önemini ona nasıl ispat edeceğim?


Bu düşüncelerle, Emine'nin köyüne vardığım zaman,

çoktan, cesaretimin yarısını kaybetmiş, kararımda iyiden iyiye zaafa

düşmüştüm. Hele, köyün içine girip de herkesin, bana acayip acayip baktığını

hisseder etmez bütün cüretim kırılıverdi. Kayıtsız ve tabii, bir süre

sokaklarda dolaştıktan sonra köyün öbür tarafından sıvıştım, kaçtım.
Lakin; her ne türlü olursa olsun; Emine'yi almak fikri

aklımdan çıkmadı. Evimde yalnız kalınca, hele geceleri yatağımdayken,

bundan daha kolay, daha akla yakın bir tasavvur görmüyorum. Fakat, dışarıya

çıkıp da bunu gerçekleştirmek isterken, daha ilk adımda işin bütün garabetini

seziyorum. Her ne tarafından baksam, gülünç, manasız, gayritabii buluyorum.
Eğer, bu köylerde bir dostum olsaydı, belki, ona açılarak,

ondan akıl öğrenmek, onunla müşterek bir teşebbüse geçmek

kabil olurdu. Fakat, işte, hiç kimsem yok. Süleyman'a mı açılayım?

Zeynep Kadına mı? Bekir Çavuş'a mı?


Bekir Çavuş, Bekir Çavuş? Sahi, neden olmasın?.. Kendi

kendime bu sahi, neden olmasın? sözünü söyledikten sonra

günlerce Bekir Çavuş'un etrafında dolaştım durdum. Beni

anlayabileceği bir anını kolladım. Baş başa kalır kalmaz hemen söze

başlıyor, şuradan buradan konuşuyordum; saatlerce asıl maksadımı ağzımın

içinde gevelemekle kalıyordum.


Her teşebbüsümde, kendimi, yeni okula başlamış bir küçük

çocuk gibi utangaç, sıkılgan ve beceriksiz hissediyordum.

Fakat, bir gün, nasıl oldu, bilmiyorum. Bekir Çavuş'un

tavrı daha ziyade mi hasbihale elverişliydi, yüzü bana daha

ziyade mi munis göründü, dedim ki:
-İyi hoş ama, bu yalnızlık da canıma tak etti. İnsanın

her şeyden önce bir yoldaşa ihtiyacı oluyor. Hele benim gibi

bir kimse için mutlaka candan bir bakanı olmak lazım.
Bekir Çavuş bir şey anlamadı:
-Süleyman işine yaramıyor mu? dedi.
-Süleyman... Adam sen de, o başka şey. Maksadım o değil. Ben bir kadın

demek istiyorum.


Bekir Çavuş, nihayet, anlar gibi oldu.
-Evlen beyim, dedi. İstanbul'da bir tanıdığın yok mu?

Yaz da sana bir kız buluversin.


-İstanbul'lu kız hiç buraya gelir mi? Doğrusu, gelse de

ben istemem. İstanbul'un kızları nazlı olur. Ben gücü, kuvveti yerinde,

bana bakabilecek birini arıyorum. Ben olsa olsa

burada, bir köylü kızıyla evlenebilirim.


Bekir Çavuş, biraz şaşkın, biraz şüpheli yüzüme baktı.
-Sahi söylüyorum, bana inan, dedim, mesela (.....) köyünde Emine isminde

bir yetim kız var. O razı olsa pekala alırım.


Bekir Çavuş sordu:
-Hangi Emine o, bakayım?
-Canım, belki işitmişsindir, bizim küçük İsmail almak

istiyordu. Eğer, henüz aralarında nikah filan yoksa...


-He, he, şimdi anladım. Babasını tanırdım. Çok iyi

adamdı. Emine, kızı bilmem. Babasıyla askerlik ettik. Bir

yerde şehit oldu, nerede bilmiyorum.
Böyle söyleyerek, büsbütün başka konulara geçti. Gene

Şam'dan, Girit'ten, İşkodra'dan bahsetmeye başladı.


O günden sonra, benim için her şeye yeniden başlamak

gerekti. Bekir Çavuş'un yeniden hasbihale müsait anını yakalamak, yeniden

bir münasebet düşürüp meseleyi tazelemek, yeniden...
Arada bir Emine'nin köyünün yolunu boylamaktan da

vazgeçemiyordum. Belki, kendisine doğrudan doğruya açabilmek fırsatını

bulurum diye saatlerce kavaklar arasında dolaşıyor, derenin kenarında

çömelip köyü gözetliyor, fakat, aksi tesadüf Emine'den bir belirti

göremiyordum. Hatta bu serserice dolaşışların bir seferinde İsmail'e

rastgeldim.. Konuşmadan geçip gideyim, dedim. Fakat, sırnaşık çocuk yanıma

sokuldu. Derdi gücü benden birkaç kalıp sigarası almaktır.
:::::::::::::
Akıbet, Bekir Çavuş'a maksadımı anlatmaya muvaffak

oldum. Bir süre düşündü, taşındı:


-Bu işi, yapsa yapsa bizimki yapabilir. Hele bir kere ona

söyleyeyim.


İki gün sonra sordum:
-Ne yaptın?
Durdu. Sırıtarak ilave etti:
-Tu, aklımdan çıkıvermiş. Bu akşam inşallah, söylerim.
Nihayet bir gün:
-Söyledim, dedi, gidip karıyla konuşacak.
Ve benim için müthiş bir heyecan devresidir başladı. Yalnız heyecan değil,

birdenbire pişman da oldum. Bu teşebbüsüm işitilirse, Mehmet Ali'ninkilere

karşı durumum ne fena olacak. Zeynep Kadın, bana ne gözle bakacak? İsmail, o

kadar nefret ettiğim İsmail kim bilir bana ne yüksekten bakacak? Ve garibi

şu ki, ben de kendimi savunamayacağım.
Kendime, bu işteki durumumun hiç de mertçe olmadığını itiraf edeceğim.

Keşke, ne İsmail'le, ne de Zeynep Kadın'la, Emine bahsi

aramızda hiç geçmemiş olsaydı. Keşke, bilmeksizin, rastgele

İsmail'in almak istediği bir kıza talip çıkmış bir adam durumunda

kalsaydım. Fakat geçti artık; bir rezalettir oldu ve

ben küçük İsmail'in önünde bile başını eğip utanmaya mahkum bir zavallıyım.


Bu da yetmiyormuş gibi, bir de reddedilirsem. Aman Yarabbi, ben ne halt

ettim? Bari, henüz vakit varken gidip Bekir Çavuş'a vazgeçtiğimi söyleyeyim.


-Bekir Çavuş, ben o işten vaz geçtim. Senin hanıma söyle, nafile

zahmet edip de oraya kadar gitmesin.


Bekir Çavuş gözlerini yere dikti. Öyle bir süre dalgın ve

hareketsiz kaldı. Sonra, bir iri kedi bıyığını andıran ve kedi

bıyığının kılları kadar sert ve seyrek sakallarını elinin tersiyle uzun

uzun sıvazladı. Fikrimi değiştirdiğim için bana kızdığına hükmettim.


-Ne yapayım, düşündüm, taşındım, işime elvermedi.

Hem bizim İsmail onu almak istiyordu. Sonra korkarım, aramızda bir söz olur.

Bekir Çavuş dile geldi, ağır ağır, tane tane:
-Zaten o kız sana yaramaz, dedi. Bizimki gidip görmüş.

Elin yabanına ben varmam, demiş. Bizim köylerin kızları tuhaftır. Yabancıdan

ürkerler. Eh, ne olacak. Doğmuşlar, büyümüşler, köyden dışarı hiçbir şey

görmemişler. Hepsi cahil, hepsi cahil... Ben Girit'teyken...


Bekir Çavuş, bundan öte, daha neler söyledi, bilmiyorum.

Dudaklarımda bir acayip gülümseme peyda olmuştu sanırım. Yüzümün bütün

damarları çekiliyordu. Kendime karşı bir derin acıma duygusuyla doldum.

Ağlayacak mıyım, gülecek miyim, bilmiyorum.


Şaşkınlığımdan Bekir Çavuş'a üst üste tabakamı uzatıyordum. O, hiç

bozmadan, her tabaka uzatışımda bir sigaramı alıyor, bazısını kulağının

arkasına yerleştiriyor, bazısını avucunun içinde tutuyor, bazılarını da

parmaklarının arasına sıkıştırıyordu. Öyle ki, aklım başıma gelip de Bekir

Çavuş'a dikkatle baktığım vakit onu, her deliğinden bir sigara

fışkıran otomatik masalardan biri halinde gördüm.


Tam kahkahalarla gülecek bir andı. Fakat, benim ağzım

bir acayip kasılmayla mühürlenmişti. Kalktım. Bekir Çavuş'a Allahaısmarladık

dedim mi, bilmiyorum, sendeleye sendeleye evime döndüm.
Çıplak tepelerin üstünde günün son ışıkları sönüyordu.

Sürülerin ayak sesleri kuru toprak üzerinde bir yağmur yağışını andırıyor.

Evin içi çoktan karanlıktır. Lambamı yakmadan sedire uzanıyorum. Bir

çalılığın içine çırılçıplak düşmüş gibiyim. Her yanım öyle diken diken. Bir

dakika sonra, artık ne yapacağımı bilmiyordum.
İntihar edilen an, bu an mıdır? Bundan fena bir saat olabilir mi?


Yüklə 1,43 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   18




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin