«Murtaza Bey de birisi Murtaza Bey de birisi Murtaza Bey de birisi.»
Gözükmeyen, uzayıp giden, tadına hiç varılmayan, sigara dumanı, uyuşmuş ayaklar, el, dudak, oturak, baş... Tüm beden, inceleyen, sıcakta eriyip giden. «Eğeri kaplan derisi Eğeri kaplan derisi Eğeri kaplan derisi.»
Kaç yıldır söylenen, kaç bin yıldır? Kanında dolaşan... «Gördüm düşmanm elinde Yüreciğinin yarısı Yüreciğinin yarısı Yüreciğinin yarısı.»
Yağmurdan iki adım öteni göremezdin. Sapsarı, balçık gibi bir yağmur. Balçık gibi yağmurun ortasında sararmış yüzü, açık gözleri, apak dişleri, canlı... Upuzun, çırılçıplak yağmurun ortasına yatırmışlar. Bedeni, elleri, ayaklan, yüzü uzamış. Ölü uzayıp iki misli olmuş.
Ötede, uzakta bir konak... Düşman, yıkılası, yanası... Yangın yalım yalım göğe ağıyordu. Gene buraya, kadife çiçeğinin yanma oturmuş, sofanın korkuluklarına yapışmış, uzayan, kükre-yen, fışkıran yalımlarla birlikte uzuyor, büyüyordu.
«Yan,» diye bağırdı sevinçli. Kalktı, oynar gibi sofada dön-. dü. «Yan, yan, yan, kavrul.» Ekinler tutuştu, Anavarza kayalıklarının dibine kadar her şey yandı. «Yan! Yan!»
Sabaha doğru kararmış Mustafa Bey geldi. Ter içinde kal-
290
291
iniş, karmakarış, isli yüzü, hiç görmeyen gozıerıyıe. Ana oğm karşı karşıya geldiler. Ne o ona bir şey söyleyebildi, ne o ona bir şey sorabildi. Belki de biribirlerini, uzun uzun karşı karsıya kaldıkları, öyle duidukları, sessiz dondukları, biribirlerini hiç
görmediler.
Kaç gündür, belki de bir aydır, günleri bellisiz, günü gecesi yok, biteviye, süresiz, Mustafa Bey tanyerleri ışımadan yatağından çıkıyor, elini yüzünü yumadan hemen sofaya fırlıyor her seferinde anasının önünden geçmekten ürpererek, korkarak saklanarak, merdivenlere atılırken anası karşısına çıkıyor, öyle duruyor. Mustafa Bey de olduğu yerde öyle durup kahyor. Ka-ıakız Hatun bekliyor, Mustafa Bey bekliyor. Bekleşiyorlar. Kadife çiçeğinin ucuna ilk ışık düşüyor, yayılıyor, uzuyor. Kara-kız Hatun eski yerinde, sandalyasının üstüne tünemiş, korkuluğa yapışmış, ellerinin damarları şişmiş, Mustafa Bey geçip gidiyor, küskün, ağılanmış, merdivenleri ağır ağır inerek... Atına atlıyor. Mestan, Hamdi, ibrahim Ibo da arkasında. Koca Hasan gelmiyor. Duruyor avlunun ortasında, Memet Alinin yanında, elleri belinde, yaşlı, bükülmüş, arkalarından bakıyor.
«Kaç gün oldu Ibo, kaç gün oldu Hamdi, kaç gün oldu Mestan? Ne bir atlı, ne bir yaya, hiç kimse geçmedi buralardan. Hani ne oldu, ne oldu, ne oldu her gün kapımın önünden al atının üstünde gelip geçen Dervişe? Hani ne oldu? »
Ibo:
«Gelecek,» dedi.
Hamdi:
«Gelecek,» dedi.
Mestan:
«Gelecek Beyim gelecek, nasıl olsa gelecek. Evine kapanmış, hiç çıkmıyormuş dışarıya. Nasıl olsa, bu yol burdayken, bir kere olsun bu yoldan geçecek.»
Mustafa Bey hiç birisini dinlemiyor.
«Kaç gün oldu, kaç gün,» diyordu. «Söyleyin kaç gün oldu
Ağalar? »
292
Ibo:
«Gelecek.»
Mestan:
«Gelecek, gelecek.»
Hamdi:
«Gelecek.»
«Bir yıl da olsa bekleyeceğiz, beş yıl da olsa. Burada böyle. Nasıl olsa gelecek. Bu yol burdayken gelecek...»
Mestanın bir kilometre öteden serçeyi sekilmeyen gözü Derviş Beyi görecek. Yel Veli yel olup evinden çıkar çıkmaz, buraya, ovaya, karanlık büklüğe bir haber ulaştıracak.
Mestan uçan sineği kaçırmaz.
Mestan tüfeği elinde dışarda, mor çiçeğini güneşe sermiş bir hayıt çalısının ardında, elinden düşmeyen galyeniyle. Yaşlı, bir tilki gibi kurnaz, boş veren, her şeyi oluruna bırakmış, gününü gün eden. içerde Mustafa Bey, Hamdi, ibrahim Ibo... içerde eşinen, kamışlığın içinde sırılsıklam terleyen atlar. Göğe ağmış, çiçeklemiş, tozaklamış kamışlar... Kamışlığın ortasına açılmış bir alan, gölgede tüten, fokurdayan semaver, ince belli bardaklarda tavşan kanı çay...
«Mestan, görünürlerde kimse yok mu?»
«Yok Bey.»
«Gel de bir çay iç.»
«Ibo çayı buraya getir. Beyim belki şu anda çıkıverir. Bu kadar bekledik. Bir çay için kaçırmayalım.»
«Ibo, şu çayı Mestana götür.»
Mestanm bir dizi yerde, tüfeği kucağmda, çay tütmez. Semaverin tokurtusu buradan duyulur.
Semaverin donuk, pirinç ışıltısı. Kamışlığın yapış yapış sıcaklığı... Fokurdayarak soluk alan, yem kıran, sineklenen, te-pinen atlar...
Beklemek zor. Gelmeyeni, gelmeyeceği... Burada oyalanmak, karnın şişinceye kadar çay içmek, dört atın dört yandan uzun uzun, her gün işemelerini seyretmek... Zor, Sıcak, ter, ya-
293
piş yapış. En küçük bir yelin girmediği, KOKunun, ışıgm sızmadığı, yanan, kavrulan, hasta, sıtmalı bir ıslaklık, zor. Ama aksama kadar beklemek, korkuluğa yapışmış, bekleyen, gözleri beklemekten dışarıya uğramış, donmuş, uyuşmuş, yumulmuş, kırış kırış durulmuş, kemikleri öçten erimiş insanı görmek... Onun yolunu kesmesi, her gün, hiç konuşmaması, sormaması, öylece-rıe, sofada kıpırtısız durması.
«Ne yapayım Mestan, ne yapayım? Ne yapayım Mestan ne yapayım? Gelmiyor Mestan gelmiyor. Nasıl eve gideyim Mestan. nasıl eve gideyim? Öyle durmuş, yapışmış korkuluğa, elleri şişmiş, boynu uzamış, gözleri pörtlemiş bekliyor. Bekliyor Mestan bekliyor. Nasıl gideyim eve Mestan?»
Bu her gün böyleydi. Akşam olup gün kavuşunca Mustafa Bey kamışlıktan çıkıyor, orada söylenerek dönüp duruyordu. Dört dönüp duruyordu.
Mestan da:
«Gitmeyelim eve, burada, bu kamışlığın içinde kalalım.»
Gündüz bile onları sivrisinek yiyordu. Atları yiyor, atların sırtı kızıl kana kesiyordu. Mustafa Bey sineğin parçalamasına razıydı, ama anası gene öyle boynu uzamış, gözleri pörtlemeye-cek miydi? Sıcağa oyulmuş, solan, gölge gibi gözünün önüne gelip dikilmeyecek miydi?
Çarnaçar atına atlar, altındaki atı öldürürcesine eve doğru
sürerdi.
Daha avlu kapısı açılır açılmaz, alacakaranlıkta bir kaynaşma gördü. Büyük avlu ağzına kadar çoluk çocuk, genç yaşlı kadın erkekle dolmuştu. Kalabalığı tanıyınca şaşkınlığı geçti. Herkes susuyordu. Ortalıkta çıt yoktu. Uzaklardaki bataklık uğuldamasa bu akşam karanlığında fısıltı bile duyulurdu.
«Ne o, ne var, ne toplanmışsınız böyle? Bir şey mi oldu?» Hiç kimse karşılık vermedi, suskun kalabalık kıpırdamadı
bile.
Atından indi, kalabalığın ortasına yürüdü, yaşlı bir adamın yanına varınca durdu:
294
iaaau, vu. isıegın mı var.'»
«Sorma Bey,» dedi Hasan. «Halimizi dirliğimizi hiç sorma. Biz nereye gidelim şimdi, yurdumuzu yuvamızı bırakalım da, baba kışlağımız, ilimizi obamızı? Söyle Bey biz nereye gidelim? gizi kim kabul eder?»
Mustafa Bey:
«Nereye gidiyormuşsunuz?» diye sordu. «Ne oldu ki?»
«Haberin yok mu?» diye sevindi Hasan. «Biliyorduk haberin olmadığını zaten. Hepimiz biliyorduk, konuştuk, senin bize bunu yapmayacağını... Hepimiz...»
«Neyi?»
«Neyi olacak?» diye sesi dikleşti Hasanın. Kalabalık da kıpırdadı.
Mustafa Bey kaş altından yukarı, sofaya baktı. Karakız Hatun bir gölge gibi sofanın korkuluğuna iki eliyle yapışmış, kanatlarım açmış bir kuş gibi. Uzanmış, kalabalığın üstüne atlaya-cakmış gibi. Mustafa Beyin içinden hemen burayı bırakıp gitmek geçti içinden. Atına atlayıp nereye olursa olsun gitmek. Her gün şu kadının bu durumunu görmektense...
«Oğlun Memet Ali Bey dedi ki bize, bu aydan sonra gayrı buradan, çiftliğimizden göçüp gideceksiniz. Size bir ay izin... Toparlanmanız için. Evinizi barkınızı toparlayın, huğlarınızı yıkın, gidin. Nereye gidelim Bey, Memet Ali Beyimiz dedik. Canınız nereye isterse oraya, dedi, Türkiye Cumhuriyeti çok büyük, hem de toprağı çoic geniş. Yeter artık toprağımızda kaldığınız, yeter. Memet Ali Bey, dedik, Efendimiz, dedik, sizin toprağınız, sizin malınız, doğru, hepsi doğru, ama buraları bizim de ata kışlağımız değil mi? Tâ iskândan, Fırkayı Islahiyeden önce buraları bizim kışlağımız değil miydi? Değildi, dedi, yeter, dedi. Biz de edemedik, sana, Beyimize geldik. Ne diyorsun Bey?»
Kalabalık iyice kımıldadı, alacakaranlıkta sallandı. Bir ses birden konuştu:
«Ne diyorsun Bey?»
Mustafa Bey burada, bu kalabalığın ortasında kalmak, ana-
295
sının onunaen şu aıacaKaramiKia geçmeme*, xsuyuiuu. re de bir şey söyleyemiyordu. Murtaza Bey öldüğünden bu yana çiftlikle hiç uğraşamamış, her işi Memet Aliye bırakmıştı.
Artık kadın erkek, genç yaşlı, herkes konuşuyor, Memet Aliden dert yanryorlardı. Mustafa Bey onları konuşturmak için elinden ne gelirse yapıyordu. Memet Ali için ağızlarına geleni söylüyorlardı. Şöyle üstü kapalı, saygılıca. Ama Mustafa Bey dillerinin altındakini, saygılı sözcüklerin içindekini anlıyordu. Memet Ali diyorlardı Bey değil, Ağa, tıp demiş de yeni yetme Ağaların burnundan düşmüş. Nekes, huysuz, onun yanında bir adamın bir it kadar değeri yok. Ne selam verir, ne konuşur, ne hal hatır sorar. Burnu sekiz arşın yukarda, onun yanında ha insan ha karınca, ha çöp... Onun yanında... Görülmemiş bir şey bu oğlan... Görülmemiş, bir şey bu oğlan... Görülmemiş. Allah onun eline düşüreceğine, tez günde öldürsün bizi. Allah onun eline düşüreceğine... Allah onun... Ata kışlağımızı bırakır da gideriz.
Karanlık bir iyice kavuşuncaya kadar konuştular. Karanlık kavuşunca Mustafa Bey:
«Ben Memet Aliylen hemen şimdi konuşurum, bakalım ne istiyor, anlarız. Sağlıcakla kalın,» dedi merdivenlere, ayaklan geri geri giderek, yüreğinde dayanılmaz bir korku, utanç ürküntü, yürüdü. Anasının önünden hızla geçti, ondan yana bakmadan. Kurtulmuştu. Odasma girdiğinde yüreğinin üstünden ağır bir yük kalkmıştı. Karısı Seher Hanım onu odada bekliyordu. Yüzü soluktu. Uzun boylu, zayıf, sivri çeneli, büyük gözlü, elmacık kemikleri çıkık, ağırbaşlı bir kadındı.
«Duydun ya,» dedi. «Şu Memet Alinin ettiklerini.» «Duydum,» dedi Bey. «Anam nasıl?» «Nasıl olsun,» diye içini çekti Seher Hanım. «Nasıl olsun fıkara. Ne yiyor, ne içiyor. Bugün bir bardak çay içirinceye kadar canım çıktı. Gözleri sizin gittiğiniz yerde, orada, oturduğu yerden kıpırdamadan, elleri korkulukta, bakıp duruyor. Sigara üstüne sigara içiyor. Bugün sigara bile içmedi.»
296
yapaıım,» dedi Mustafa Bey, «ele geçiremiyorum adamı. Bir günde de öldürülemiyor ki Derviş gibi bir adam. Can pazarı. Ele geçmiyor ki... Anamın da hakkı var, bu iş bu kadar uZamamalıydı. Aaaah, uzamamalıydı ama... Olmuyor işte...» Sesi gürledi, bütün konakta yankılandı. «Ama onu ergeç ele geçireceğim. Ele, ele, ele geçireceğim... Anam üzülmesin, yerinmesin, bugünlerde onu ele geçireceğim... Geçireceğim...» Bu< sözlerini anasının duyacağından sevinerek... «Az kaldı, az kaldı, az kaldı Hatun... Dervişin boğazına ip takıp anama getirmeme az kaldı. Az kaldı Hanım, çok şükür az kaldı. Yakında pusumuza düşecek, öyle bir düşecek ki...»
Seher Hanım:
«Düşecek,» dedi. «Şu Memet Alinin ettiklerini?»
«Nerede o? Çağır şunu Hanım.»
Seher Hanım dışarı çıktı, Memet Ali odasında bekliyordu::
«Seni baban çağırıyor,» dedi Seher Hanım. «Bakalım ne diyeceksin babana... Şu senin fakir fıkaraya yaptığına bak, deli, şımarık.»
«Senin akim ermez ana,» dedi Memet Ali toparlanırken. Usulcana: «Babamın da...» Babasının odasma girinceye kadar söylendi. «Anlatmayacağım, anlatamayacağım... Anlamazlar, anlamıyorlar...»
Mustafa Bey oğlunu çok sert karşıladı:
«Nedir bu ettiğin, ne istiyorsun benim ilimden obamdan,, adamlarımdan Memet Ali?»
Memet Ali de dikleşti:
«Hiç bir şey istemiyorum senin elinden obandan, hem de adamlarından...»
«Nedir öyleyse bu yaptığın?»
«Başka hiç bir çarem yok. Ya bu böyle olacak, ya da batacağız baba. Silinip gideceğiz.»
«Niçin?»
«Bak baba... Bundan böyle karasabanla, atla öküzle çift—
297
«çilik olmaz. Bundan sonra yarıcı oımaz. rmnuan suma... uır traktör bin insandu. Bir biçerdöver on bin...»
«Ama oğlum bunlar bizim adamlarımız, ilimiz obamız. Adı sanı kalmamış yıllardan bu yana Akyolluoğulları etle kemik gibi bunlarla bileyiz. Nereye giderler, ne yaparlar bunlar? Sonra oğlum, bu topraklar bizim olduğu kadar onların da... Sonra oğlum burası onların kışlaklarıydı.»
«Tapusu kimde?»
«Bizde...»
«Bizde ama baba... Nasıl olsa ergeç bir gün yarıcılık bitecek. Bizim bu kadar insanı beslemeğe gücümüz yetmeyecek. Baba, baba, baba...»
«Ne var Memet Ali?»
«Baba biz de onlarla birlikte batarız bu gidişle. Vakit cr-
kenken...»
«Hiç olmazsa köyde kalsınlar. Köyden zaten çıkaramayız.» «Aman baba... Bunu bilmesinler. Çıkaramayacağımızı bil-
mesinler.»
«Bilmesinler,» dedi Mustafa Bey bezgin. Çoktandır bu günü bekliyordu. Çoktandır ovada ortakçılık, yarıcılık bitmiş, topraksız köylüler aralıkta köy köy, çiftlik çiftlik dolaşmağa başlamışlardı.
Birden içeriye hışım gibi Karakız Hatun girdi, kapıyı hızla duvara çarptı. Uç etek fistanı yol yol mavi üstüne sarı, kırmızı, mor nakışlıydı, topuğunu örtüyordu. Belinde Hint ipeğinden sarı bir kuşak bağlıydı, püskülleri de dizinden aşağı dökülüyordu. Başında kenarları üstüste altın döşeli fesi, fesin üstünde ipekli renk renk kırepleri, fesin altından fışkırmış kınalı saçları ince boynunu örtüyordu. Beli incecikti, kopacak gibi. Karakız Hatun bu haliyle uzun, güneşte peteği kurumuş, iğne iplik bir sarıca arıya benziyordu. Gergin, boynunun damarları şişmiş, gözleri dışarı uğramış, tirtir:
«Avrat yürekliler,» diye bağırdı iki elini yukarıya kaldırmış. «Hiç Allahtan korkmuyor musunuz kâfirler? Bir o kaldı, bir
298
ilimiz ooamız Kaiüi elimizde, onu da mı, onu da mı, onu da mı, avrat yürekliler? Hele avrat yüreklilere hele... Şu fakire fı-İcaraya yetiyor gücünüz, öyle mi? Yurtlarından yuvalarından atarsanız, nasıl, nerede yaşar fıkaracıklar, nereye giderler? Ne yaparlar? Biz ne yaparız, biz ne yaparız obasız aşiretsiz? Ben neylerim? Hiç düşündün mü Mustafa, insan hiç obasız aşiretsiz yaşayabilir mi? Şu, şu bir kımık çocuğun aklma uyuyorsun değil mi? Adamlarımı... O kadar yiğitseniz yavrularım... O kadar... O kadar... işte o kadar...»
İki adım ileriye yürüdü, kollarını yukarıya kaldırdı, yukarda yumruklarım sıktı, bükülmüş beli dikeldi, alttan, alaylı ağı gibi bir sesle:
«Yiğitlerim,» dedi, kollarını indirirken, «yiğitlerim,» dedi bir daha, «Eğer o kadar yiğitseniz, her gün kapınızdan düşman al atının üstünde süzülüp geçiyor. Utanmasa, elden alemden utanmasa gelip de eşiğimize sıçacak Sarıoğlu, yiğitlerim, öyle değil mi?»
Usulca kapıya yürüdü, suskun, bitmiş, beli bükülmüş, bir avuç, küçücük. Kapının ağzından birden hızla kendinden beklenmez, gene dikelerek, gözleri pörtlemiş:
«Ben sağiken adamlarımın kılına dokunamazsınız Mustafa, ne sen, ne de senin şu sümüklü oğlun.» Dudaklarını buruşturdu, kötü bir koku almış gibi burnunu çevirdi, iğrentiyle Memet Aliye baktı, aşağılar... «Ben sağiken... Unutmayın ki bu çiftlik... Anladınız mı? Gücünüz benim fıkaralarıma, obama aşiretime mi yetiyor? Ben de, ben de... Ben de...» Soluğu taştı. «Çok şükür, ben ölünceye... Obamı aşiretimi kimseye muhtaç etmeyecek kadar...» Soluğu iyice taştı. Birden dışarıya çıktı, kapıyı hızla kapattı, vardı eski yerine, sandalyasma oturdu, korkuluğu iki eliyle kavradı, sıktı, avuçları terledi. Günlerden beri avuçları terliyor, ter tuttuğu parmaklık tahtasının içine işliyordu.
«Alçaklar,» dedi kendi kendine. «Eğer siz de azıcık insanlık kaldıysa öldürürsünüz Sarıoğlunu. Sizin yerinizde, yerinizde
299
olsaydı o Derviş, onun kardeşini ölüUreyüınız, o sızı şımüı toptan biçerdi ...Biçer, biçer, biçerdi...»
Mırıl mırıl, durmadan söyleniyordu. Birden içine bir pis_ manlık geldi oturdu. «Keski, keski,» dedi. «Keski... Ağır ko_ nuştum Mustafamla. Yüreğini yıktım yavrumun, o pis, sümsük Memet Aliye öfkelendim de, şu çingene Seher gelinin doğurduğu... Keski doğurmaz olaydı. Keski... Onu doğuracağına, o kansızı, taş doğuraydı. Öyle kandan da böyle it eniği doğar. Ona öfkelenip de... Mustafam az mı uğraşıyor o iki dinliyi öldürmek için...»
Öfkesi geçtikçe pişmanlığı artıyordu. «Nasıl, nasıl etsem de gönlünü alsam Mustafamın? Vay oğlum, vay kara gözlüm, seni öldürdüm.»
Ay geldi orta yeri dolandı. Tanyerleri ışıdı ışıyacak, Kara-kız Hatun sandalyasmm üstüne büzülmüş içi alıp alıp veriyordu.
Mustafa Bey de uyumamış, anasının ettiği hakareti düşünüyordu. Anası şimdiye kadar ona böyle öfkelenmemiş, onu böylesine aşağılamamıştı.
«Alacağı olsun anamın, alacağı olsun o Karakız Hatunun. O ölmeden Dervişin kulağını, burnunu, kellesini ona getireceğim. Ne yapacak bakalım? Utancından yerin dibine geçmeyecek mi? Ahdim olsun Karakız Hatun, ahdim olsun, seni utandıracağım, îşte o zaman bu sözlerini sana... Ahdim olsun!»
Birden yüreğine bir korku, bir acı düştü, bir şey olmasın bu kadar öfke sonucu Karakız Hatuna? Hemen dışarı fırladı. Karakız Hatunun karartısı kıpırtısız, küçücük, yumulmuş duruyordu korkuluk direğinin yanında. Ortalık fesliğen kokuyordu. Ilık, çökmüş.
«Ana, ana, uykun gelmedi mi ana?» Karakız Hatun birden doğruldu, yumşacık döndü: «Ya yavrum,» dedi en tatlı sesiyle. «Ya yavrum uyuma-lıyım.»
Kalktı, oğlunun kolundan tuttu, yürüdüler.
300
«Ugium,» dedi sevgiyle, «kusuruma kalma. Ben ölmeden je obamı aşiretimi buradan koğma. Ben öldükten sonra da... Dünyada hiç bir şeyin gereği olmaz da bir insana, dünyada her sey eskir de, her şeyin gereği geçer de, bir şeyin gereği geçe-nıez. O da insanın. Obanın aşiretin... Obandan aşiretinden kopma. Aç kal, susuz kal, dilen ama obam aşiretini bırakma. İstersen Sanoğlunu öldürme, Allah onun belasını verir, ama elini aşiretini bırakma. Sana ak südümü helal etmem Mustafa. Birak-
ma!»
Mustafa inançlı bir sesle: «Bırakmam ana,» dedi.
301
31
Sıcaktı. Semaverde fokur fokur su kaynıyordu. Bataklık fo-lurdadıkça derinden toprak sarsılır gibi ediyordu. Mustafa Bey alışmıştı bütün bunlara. Artık ne ince belli çay bardağındaki tavşan kanı renginin pul pulunu görüyor, ne de fokurdayan uğuldayan, blnbir seste kaynaşan bataklığın derinden soluklanı-şını duyuyordu. İçinden boyuna, bekleye bekleye gözüm dört oldu, dört oldu, dört oldu da bin oldu, diye geçiriyordu. Yüreği sıkılıyor, hızlı hızlı atıyordu. Anasının sabırsızlığını, kendinin beceriksizliğini, Dervişin sökülmez kaya oluşunu düşünüyor kah-roluyordu. Hepsinden daha çok konağa akşama nasıl gideceğini, anasının önünden, bu buruş buruş olmuş, yumulmuş tüm öfkeye, öce kesmiş, bir tek soluğu kalmış küçücük, kahredici acının önünden nasıl geçeceğini düşünüyordu. Karakız Hatunun duruşu, bakışı, konuşması, her durumu, her tutumu artık bir aşağılamaydı. Onun yanma varmak, bakışma uğramak, önünden geçmek aşağılanmak, yerin dibine geçmekti. Bir de Mustafa Beyin yüreği paralanıyor, anasının bir avuç hali gözünün önüne geldikçe... Murtaza öldürülmeden hiç böyle değildi, cıvıl cıvıldı, sevinçliydi. Gözleri mutluluk içinde balkırdı. Memet Aliyi bile hoş görürdü. Onun traktör, onun para sevdasını, ağalık özentisini, Sarıoğluna düşman olmamasını bile hoş görürdü. Murtazay-la birlikte kaçması, onunla her gün, her an öldürülmeyi yaşa-
302
ması, ölümü, acıyı, kurşunu birlikte yüreğinin başında duyması, ölüm karşısında, çaresizliğinde onunla birlikte dört dönmesi bile sevincini, mutluluğunu gölgelememişti... Oğlu öldürüldükten sonra bir ay sabahlara kadar onun kanlı giyitleri başında kuşlar gibi çığrışarak ağıt söyledi. Bir ay sonra belini tuta tuta odağından çıktığında artık erimiş bitmişti. Gün geçtikçe de eriyordu.
«Dayanıyor,» dedi Mustafa Bey. «Bekliyor ve dayanıyor.» «Ölmez,» dedi Mestan. «Hatun ölmeyecek. Biz elli yıl Dervişi öldüremesek o daha elli yıl orada, sofanın korkuluğuna yapışmış, gözü yollarda bekleyecek. Biz Dervişi öldürdüğümüzün akşamı da öldüverecek, yağı tükenmiş kandil gibi usulca, kendiliğinden sönüverecek.»
Günlerdir burada, bu kamışlığın yapış yapış sıcağı içinde, fokurdayan semaverin karşısında hep böyle düşünüyor, tıpı tıpına da her gün böyle konuşuyorlardı. «Yel Veliden bir haber?» «Getirir Beyim.»
Kamışlığın dışından Hamdinin telaşlı sesi geldi, kendi de-koşarak, kamışları yatırarak içeriye girdi:
«işte geliyor Bey!» dedi. «Kara bir atlı tozu dumana katmış, atını sundurmuş geliyor.»
Hep birden kamışlığın dışına çıktılar, görünürlerde kimse yoktu.
«Derenin çukuruna girdi,» dedi Hamdi. «Atının koşumları parlıyordu, ondan bildim Derviş Bey olduğunu, Şimdi çıkar.»
Mustafa Beyin sevineceği yerde canı sıkıldı. Keski Derviş üstümüze gelmese diyecekti. Telaşlandı. Şimdi ne yapacaktı? Anasını, her akşam eve gitmenin acısını, telaşını düşünmekten her şeyi unutmuştu. Şimdi hoş bir kararsızlık içinde ne yapacağım bilemez, orada, elinde tüfeği durup kalmış, sağ elindeki filintası cansız, ölü toprağa sarkmış.
«işte göründü,» diye bağırdı Hamdi utkuyla, «işte, işte, •Şte göründü. Tam da üstümüze geliyor. Ne yapalım Bey?»
303
İbrahim Ibo: «Atına mı, kendine mi?»
Ötedeki çalıya doğru yürüyen Mustafa Bey bezginlikle, kenedinden geçmiş, halbuki sevinmeliydi, günlerdir beklediği işte kendine doğru, hem de doludizgin geliyordu. Az sonra tüfeğinin altında olacaktı. Niçin, niçin sevinemiyor, içindeki boşluk gittikçe büyüyordu?
Çalının arkasına yattı, tüfeğindeki tarağı çıkarıp geri doldurdu. Ortalık mavzer yağı koktu, ötekiler de geldiler yanına oturdular, onlar da onun gibi filintalanndaki tarakları çıkartıp geri koydular.
«Atına mı, kendine mi?»
«Dördümüz dört yerden kendine,» dedi Mustafa Bey. «Kendine,» dedi Mestan.
«Kendine,» dedi ibrahim Ibo. «Tam yüreğinin başına.» Yağız atlı gittikçe yaklaşıyor, belirleniyordu. «Kendine,» dedi Hamdi. «Amma da çok bekletti bizi. Her gün, her gün geçerken...»
«inşallah yolunu değiştirmez,» dedi Mestan. «Ağzını hayra aç,» diye çıkıştı İbrahim Ibo. Atlı atı ham araba yolundan, rahat, kuyruğu esen yelde, sünerek, son hızla, karnı yere yaklaşarak geliyordu. Dördü de soluklarım kesmişler, gözleri uğunup gelen atlıda... Elleri tetiklerde. Atlı yaklaştıkça rengi, üstündeki adam, adamın görüntüsü, giyiti, kılığı belirleniyordu. Hiç bir küsümü yok, gelen Dervişti. Az sonra dört atıcı, alışkan elin dört kurşunu birden onun yüreğine yapışacak, onu atının tırnağının dibine indirecekti. Atlı geldi geldi... Tam... Mestan:
«Durun!» diye bağırdı. «Durun!»
Elini Mustafa Beyin tüfeğinin üstüne koydu. Zangır zangır titriyor, tıkanıyordu. Dili diline dolaşarak:
«Bakmsana, bakınsana bu kim? Kimi öldürüyorduk?» «Eyvah!» dedi Mustafa Bey.
304
X CLllUll JL UU,
«Eyvah,» dedi Hamdi.
Mustafa Bey sapsarı kesilmiş,, paketinden zorla çıkardığı •»arayı dudaklarına götüremiyordu.
«Kurtboğanın oğlu yürü git, anan Kadir gecesi doğurmuş seni. Bundan da kurtulunca sana artık kıyamete kadar ölüm yok! Kıyamete kadar. Yürü talihi yaver gidene... Yürü...»
Atlı tam yüz elli metre ötelerindeki yoldan geçti gitti. Bıyıkları yeni terlemişti. Derviş Beyden daha geniş omuzlu, daha uzun boyluydu. Spor giyiniyordu. Saçları da çok uzundu.
«Az, daha,» dedi Mestan yüzünün apaklığı usul usul geçerek.
«Az daha...»
«Sağol Mestan,» dedi Mustafa Bey. «Sağol... Bizi büyük bir beladan kurtardın.»
ibrahim Ibo, Beyin dudaklarında düştü düşecek titreyen sigarasını yaktı.
«Bütün ömrümde böylesine korkmadım,» dedi. «Böyle korku yaşamadım.»
Mustafa Bey çok korkmuş, korkusunu da belli etmişti.
«Ben de ömrümde hiç böyle korkmadım. Bir baktım, tetiğe bastım basacak basacakken, bir bir, bir baktım, o değil başkası. ..»
«Başkası,» dedi Hamdi. «Tam da Sarıoğlu konağından çıkmıştı.» Boynunu büktü. «Ne bilirsin ki... Ne bilirsin?»
Mustafa Bey ayağa kalktı, gerindi, filintasını yerden aldı, kamışlığın içine yollandı, geldi, kendisini semaverin önüne, incir ağacının gölgesine serili kilimin üstüne attı, uzandı, başım da heybesinin üstüne koydu, ağzı yukarı uzanıp dizlerini dikti.
Bir el kadar büyük turuncu bir kelebek kamış tozaklarınm yöresinde hızla uçuyor, dönüyordu. Tozaktan tozağa durmadan bir süre uçtu, sonra geldi ötedeki bir hayıt çalısının mor aç-mı? Çiçeğine kondu, yerleşti. Ayaklarıyla kocaman gözlerini, ba-Şuu sıvazladı. Mustafa Bey kelebeğe gözlerini dikmiş onu seyrey-
305
Dostları ilə paylaş: |