«Senin ölümün benim elimden, benim elimden, yazgıdır bu, yazgıdır, yazgıdır Yel Veli, bozamazsın. Şu insan soyu senin gibisini görmedi. Senin gibi yakışıklısını, yel gibi kayanını, şu.
398
399
toprağın üstünden iz sürenini, karıncanın izini bile, ne fayda senin ölümün benim elimden olacak.» Kızgın, firm külü gibi köz-lü tozlara girip çıkarak... «Sana ulaşacağım, sana ulaşacağım, yazgı hiç bir zaman bozulmaz,» diyerek, usulca, kulağının dibinde fısıldayarak.
Ve kâhin söyledi. Yaa Nemrut, dedi, senin ölümün bu yıl doğacak bir erkek çocuğun elinden olacak. Tekcen bir yıldız, hem de saklanmış ay, doğan gün bunu böyle söylüyor. Bunun bir çaresi yok mu? Söyledi kâhin, yoktur ya Nemrut. Hiç mi, hiç mi, hiç mi yok? Söyledi kâhin, bunun için mümkünü ve çaresi yok. Yaaa, kâhinim, dedi ben bu yazgıyı bozarsam ne dersin? Bozulmaz, dedi kâhin, ya Nemrut bozulmaz. Kâhin güldü. Kırmızı tozlar savruldu, yalım gibi Haran çölünde, Urfa dağlarında... Ben bu yazgıyı bozacağım. Bozmazsam olmaz. Bozulmaz, dedi kâhin, saçları dimdik olmuş, gözleri kıpkırmızı, mercan gibi. Ve Nemrut emir verdi, ve dağlara ve ovalara ve sulara ve göllere ve adalara ve mağaralara, kendi ülkesinde, ülkesinin yakınlarında kim varsa, hangi ülke varsa oralara adamlar, askerler gönderdi. Emir verdirdi. Ve öldürttü, bu yıl ne kadar çocuk doğmuşsa... Öldürülecekti hangi erkek çocuk doğacaksa... Ve tekmil çocuklar öldürüldü. Ve bir Hatun kişi kocasından, çocuklarından, köylülerinden, uçan kuştan, sürünen karıncadan habersiz, bir su başında çocuğunu doğurdu. Çocuğu sevdi, okşadı, ilk südü verdi. Söğüt ağacından beşik yaptı, özene bezene. Su geçmez. Bir kayık gibi. Bebeği kayığa koydu, akar suya bıraktı. Ve akar suya ninniler söyledi, yüreği yanarak, dağlara, çiçeklere, ceylanlara, ağaçlara, uçan çöle, saçları dağılmış, memesi süt dolmuş da şişmiş, ninniler söyledi. Toprağa kapanıp bebeği için dualar eyledi. İnsanoğlunun eline geçmesin diye bebesi. Bebesinin üstünü bir altın bulut örttü. Beşikle birlikte, dağlarca, çavlanlarca, ovalarca aktı altm bulut. Ve bebeyi sakladı, ve korudu. Beşik geldi, işte şuraya, Urfanm dışına, şu mağaramn ağzına, bir salkım söğüdün dalına dolaştı. Beşik durdu. Ayışığı vardı. Altın bulut çekildi. Dağlardan, çöllerden
400
ceylanlar su içmeğe indiler. Bebe başparmağım ağzına sokmuş c!Iıiyordu. Dişi bir ceylan bunu gördü. Ceylanlar bunu gördüler. Dişleriyle aldılar beşiği mağaranın içine götürdüler. Dişi ceylan doya doya süt verdi ona. Her gün akşam olup gün kavuşunca mağaraya gelip süt verdiler ona ve çocuk ceylan südüyle çabuk büyüdü. Boy attı. Çölde ceylanlara karıştı. İnsan yüzü görmedi. Ceylanca konuştu, ceylanca koklaştı. Ve delikanlı oldu. Ve ol sebepten gözleri ceylan gözlerine benzedi. Kıvırcık, uzun, yalp valp ec*en kara sakalı, kara bir yalım gibi göğsünde dalgalandı. Yüzüne hiç bir insanoğlu bakamazdı. Öyle güzel oldu çocuk ve delikanlı oldu. Ve bir gün farketti ki arkasında bir gölge kovalayıp durur onu. İnsanlık öğrendi, insanca dil öğrendi ve ardındaki gölgeyi öğrendi. Boyu uzundu, dudakları yalım gibiydi... Arkasında binlerce ceylan bir gün Urfa şehrine girdi dal Ay doğdu, on dördü, parlak, sarı... Sarı pul pul ipiltili bir ayışığı bastırdı, şıkır şıkır yıkadı geceyi. Yel Veli konağın yöresini dönüyordu. Kaç gündür, bunu o da, kimse de bilmiyordu. İbrahim, Derviş Beyin ilk oğluydu ve boyu uzundu, çe-
401
F: 26
kik gözleri karaydı, ve mazlumdu. Ve ürkekti. «Baba, baba baba,» dedi, «o adam gene çıktı. Gene uğunarak konağın yöresini dolanıyor.» Ve Derviş Bey gözünü penceresinin bir göz kadar deliğine iliştirdi ve Yel Veli koşuyordu durmadan... İbrahim, Derviş Bey sabaha kadar uyumadılar, Derviş Bey deliğinden, ibrahim öteki pencereden konağı koşarak, uçarak dolanan Yel Veliye baktılar. Gün atıp tanyerleri ağarırken koşan adam kayboldu, bulut olup, buğu olup göğe ağdı belki de. Ve koşan adamı geceler gecesi, konakta kim varsa herkes gördü. Kovaladılar, ulaşamadılar. Köpekler saldılar ardına, köpekler adama yaklaşamadılar bile. Atlılar yolladılar, adam yitiklere karıştı.
Yel Veli acıkınca köye girdi. Çardakların üstünde büyük leğenlerin içine köylüler yoğurt çalıyorlardı. Yel Veli yoğurtlara dadandı. Her gece bir evin yoğurdunu sümürüveriyordu. Çardakları, yoğurtları beklediler, sabahlara kadar uyumayıp, Yel Veli yel gibi gelip yoğurtları kapıyor, içiyordu. Kimse onu yakalayamadı.
Ve Yel Veli geceleri suyun kıvrımında çınar ormanın içinde, dalları sık bir söğüt ağacının yatkın dalının üstünde uyuyordu, gündüzleri. Bazı geceler dolanmayıp orada, yerinde, dalın üstündeki yatağında kalıyordu.
Ve sudan bir kadın çıktı. Ve ayın ondördü, ortalık gündüz gibiydi. Kadın uzun boyluydu, genişçe yuvarlak kalçaları, çukur göbeği, dar omuzlan, dimdik memeleri, sağlam, kütür kütür, ince beli, ince bilekleri, bedeninin bütün kıvrımları hoş, yakıcı, belliydi. Yel Veli solundaki gövdeyi kucakladı. Çakıltaşlan parlıyordu ayın altında... Mavi çiçekli yarpuzlar ekin gibiydiler. Uzak tepenin dibine kadar esen yelde ığranıyorlardı. Dalga dalga koku geliyordu çiçeklerden, yoğun, mestedici, baş döndüren. Kanı kaynaştıran. Kadın geldi, çınarın altına, çiçekli çimenlerin üstüne yattı, yuvarlanmağa başladı. Yuvarlandıkça türlü, insanın kanını depreştiren, deli eden, çağına, bir hoş sesler çıkarıyordu. Yel Veli ağaca daha çok sarıldı. Avuçları terledi, tekmil
402
bedeni terledi. Kadın yuvarlana yuvarlana geldi, çınarın altına çiçekli, gür, yumuşak çimenin altına ağzı yukarı yattı, dizlerini büktü, bacaklarını açtı, o tuhaf, insanı delirten, iniltiye, bir şarkıya, belki bir dişi kuş ötüşüne benzeyen sesi çıkarmağa başladı. Tam bu sıralarda hayıt çalılarının arasından bir delikanlı çıktı, çıplaktı, kadının yamna kadar geldi, ayakucunda durdu, kadın o sesi biteviye çıkarıyordu. Erkek kadının yamna yattı, dizlerini tıpkı kadın gibi dikti. Kadın dönerek yuvarlanmağa başladı. Bir tuhaf sesini azgınlaştırıp keskinleştirerek. Erkek de bir kere ona benzer bir ses çıkardı. Sonra ayağa kalktılar, ayakta kucaklaştılar. Sonra yanyana çiçekli çimenlerin dikenli pıtıraklarm yanma düştüler. Erkek kadının üstüne geldi, o anda birleştiler. Yel Veli gözlerini kapadı. Ağaca daha çok sarıldı, avuçları, bütün bedeni terledi, oluk oluk. Kadın inceden, duyulur duyulmaz inliyor, erkek bir yarış atı gibi, yarış sonrası, soluğu taşmış, soluyordu, sesli sesli. Bir an bütün sesler durdu, Yel Veli gözlerini açtı. ikisi de ayaktaydı. Delikanlı arkasını döndü, hayıtlığın içice, çakıltaşlarına yürümeğe başladı. Kadın arkasından: «Gitme, gitme, gitme, gitme!» diyordu. «Kal gitme, gitme! Gitme kal!» diyordu ve delikanlı yürüyordu. Hayıtlığın içine vardı, orada giyitleri olacak, eğildi aldı. Ağaran çakıltaşlarınm üstünde durdu, giyindi, suyun öte gecesine geçti. Kadın orada, hayıtlığın ucunda, çakıltaşlığıyla çimenliğin birleştiği smırda durdu kaldı. Oğlan gözden yitinceye kadar öyle arkasından baktı. Yarım saat mı, bir saat mı orada öylece durdu, sonra çimenlerin üstüne, çı-ııarın altına geldi, orada da bir süre dikildi kaldı. Sonra toprağa eğildi, diz çöktü. Eski bir tapınış gibi durdu. Usul usul bir ses çıkarıyor, memeleri bir tuhaf döngüde bir sağa, bir sola titriyordu. Sonra çınarın yöresince kadın emeklemeye başladı. Ay-ışığında kalçaları yuvarlaktı. Hayıtlıktan zayıf, dal gibi, incelikten kırılacakmış gibi bir delikanlı çıktı. Çıplaktı. Orada, ortada, hayasını iki eliyle örtmüş, yumulmuş, kamburu çıkmış, başı önünde kalakaldı. Kadın emekleyerek, o tuhaf türküsünü usul usul söyleyerek, gittikçe de azıtarak, sesin en azgm yerinde ağzı
403
yukarı yatıp, bacaklarını açıp dizlerini dikerek, delikanlıyı utangaç, belki elleriyle yüzünü kapatarak, birden üstüne çekerek... Birleştiler. Birleşme çok uzun sürdü. Delikanlı hiç soluk almıyordu. Kadın çıldırıyor, çimenin üstünden oraya buraya kayıyordu. Böyle böyle, büyük bir alanı, koca çınarın altını dolaştılar.
Yel Veli terliyordu. Gözlerini aşağı, delikanlının omurga kemikleri olduğu gibi çıkmış sırtına dikmişti. Kadının çok uzun saçları açılmış tüm başının yöresine dağılmıştı, tel tel...
Neden sonradır ki delikanlı çığlığa benzer, ağlamağa benzer bir ses çıkararak kadının üstünden kaydı, bayılgın, bitmiş, tükenmiş. Kadın onun başını kucağına aldı, delicesine öpmeğe başladı. Sonra boynunu, omuzlarım, göğsünü, karnım, kalçalarını, tepeden tırnağa tekmil bedenini öpüşe boğdu, tırnağına kadar. Sonra delikanlıyı bıraktı, başucuna diz çöktü, memeleri tapınışında, zikreder gibi sesler çıkararak, arada bir kollarım göğe açarak titremeğe başladı. Delikanlı birden toparlandı, ayağa fırladı, koştu, hayıtlığın içinden giyitlerini aldı, çakütaşlarının üstünden ötelere kaçıyordu. Çakıltaşları ayaklarının altından kayıyor, ayışığmda yoğun ses uzaklara gidiyordu.
Kadın orada, diz çökmüş, sessiz, kıpırtısız kaldı. Uzun sakallan, ak, ayışığmda parlayan, kamburu çıl'mış bir adam geldi. Kadın hiç bozmadı. Sessiz, bir toprak parçası gibi öyle durdu kaldı, kıpırdamadı, gelen adama bakmadı. Adam yöresinde dönüyordu.
«Sabahat Hatun, Sabahat Hatun, ben geldim ben. Ben, ben, ben koca Müslüm Çavuş, ben. Ben geldim ben.»
Kadın aldırmıyordu. Adam dönerek: «Ben, ben, ben,» diyordu.
Birden kadın onu elinden tutup hızla çekti, yanma oturttu. Başladı öpmeğe. Yatırdı, tekmil bedenini, tırnağa kadar öpmeğe başladı. Adam tuhaf sesler çıkarıncaya kadar. Adam solumaya benzer, hırıltılı sesler çıkarıncaya kadar yattı, yaşlı adamı üstüne çekti. Uzun bir süre hiç kımıldamadılar, öyle bir-
birlerine yapışmış kaldılar. Sonra kadın erkeğin altında usul usul kaymağa, oynamağa başladı. Erkekten hiç ses çıkmıyordu. Ve erkeğin iki eli kadının memelerindeydi, usulca okşuyordu, doku-namamazcana... Tüy gibi... Ve sonunda erkek kadının elinden tutup kaldırdı. Ayakta öpüştüler, bir süre, erkek yarpuzların arasına daldı, tepeye doğru ağır adımlarla yürüdü. Sakalı ayışığmda gümüş gibi dalgalanarak parlıyordu.
Kadın çınarın dibine diz çöktü, sonra diz çökmüş, dizlerinin üstünde çaya kadar gitti; orada ayağa kalktı, kollarım geniş geniş açıp gerindi, kemikleri çatırdadı. Kolları havada, bacakları açılmış, gerilmiş, bütün bedeniyle çınarlara döndü. Söğütten bir çıtırtı duydu:
«Kim var orada,» diye candan, sıcacık bir sesle sordu. «Kim var orada, kimsin sen?»
Bir karşılık alamayınca, çakıltaşlarının üstüne düşmüş gölgesi kayarak, kendisini upuzun, incecik çığıltılarla akan suyun karanlık büvetine attı. Bir süre büvetten şapırtılar geldi.
ibrahim: «Baba, baba, baba,» diye bağırdı Derviş Beye. «Bak, bak, bak upuzun bir adam ...O, o, o, o! Tanıdım, vallahi o, bak nasıl koşuyor, tazı gibi. îşte gitti gitti. Neden bakmadın, neden gelmedin baba? Ben bu adamdan korkuyorum. Öldürecek, öldürecek, öldürecek beni baba!»
Babasına sarıldı: «Beni kurtar, kurtar beni baba. Öldür şu adamı. Yakm geçiyor konağa baba! Yakın!»
«Bu gece onu öldürürüm ibrahim. Kim olursa olsun, ister dost, ister düşman bu gece onu öldüreceğim, senin için İbrahim.»
Ve kırmızı toz savruldu ve ayışığmda ağaran tanyerine, ay-ışığınm üstüne pul pul ışıltılı, yarpuz çiçeklerinin, kokulu hayıt çiçeklerinin moruna, sapsarı yağmur yağmağa başladı. Bir çıvgınla gelerek, şafakta yeşil, yemyeşil ışıkta, patlamış çeltik tarlalarını dalgalandırarak, verimli, olgun pirinç başaklarını ağır, toprağa kadar ağırlıktan sarkmış, ala şafakta, sapsarı bir çıvgında buğulanarak... Balçık toprağa öküzlerin büyük tırnakları gö-
inulerek, ağır kokulu, kaim yeşil mersin kokusuyla, sapsarı, ıslak toprak kokarak...
Ve baktı ki ibrahim, kurtulmanın hiç bir çaresi yok. Arkasında gölge. Ve Nemruda geldi. Arkasında binlerce ceylanla... Urfa surlarım aştılar. Yaaa Nemrut, dedi. Arkasında kırmızı toz bulutu, inerek, ceylanlar sessiz, yaslı... Yaaa Nemrut, işte ben geldim. Ve Nemrut çok sevindi. Ve sonra ateşten çıktı geldi ibrahim Nemrudun sarayına. Hançerini çekti. Nemrut dize geldi. Ve kâhini çağırdı ve boyun kırdı. Ve ibrahim, dedi, zulmü öldürüyorum. Sen öldükten sonra yeryüzünde zulüm sürmesin, dedi. Ve öldürdü. Hançeriyle. Ve Nemrut öldürüldükten sonra da zulüm sürdü. Ve ceylanların büyüttüğü ibrahim buna çok şaştı. Zulmü öldürdüm, dedi ve zulüm oldu. Ve ibrahim umudunu yitirmedi. Ve zulüm bitecek, dedi. Zulüm bitmeli, dedi. Ve ibrahim ceylanlarını aldı, çöle indi. Çok çocuğu oldu, soyu büyüdü, çoğaldı, yayıldı. Ve onlara vasiyet etti ibrahim, size şu dünyada ne kadar tad, ürün varsa dolu dolu verdim, dedi. Ve siz zulmü bitireceksiniz, dedi. Ve bir gün yeryüzünde ve zulüm bitecektir.
Ardında kırmızı toz, sarı gölge... Ve Yel Veli Sarıoğlunun konağı yöresinde, dön ha dön... Söğüt ağacı, Sabahat Hatun, pul pul ayışığı... I
«Baba, baba, baba gel! Koşuyor!»
Derviş Bey:
«Duuur!» diye gürledi. «Olduğun yerde, yerde kal! Yoksa yersin kurşunu.» incecik gölge olduğu yerde, ağaran şafağın ortasında kakıldı. «Hidayet, git bak bakalım, kimmiş o? Orada durdu kaldı.»
Hidayet temkinli, eli tabancasının tetiğinde, ala şafağın ortasında, avlu duvarının hünnap ağacı, binlerce sarı, kırmızı, pembe çiçeğini salıvermiş, sikirdim gibi, pabuç inciriyle örtülü, kapanmış köşesinde, sarı, uzun sığırkuyruğunun yanında durakal-mış gölgeye yanaştı At elindekini, dedi. Upuzun durmuş kalmış gölgede hiç hiç bir ses olmadı. Hidayet daha bağırdı. «At elinde-
406
İçim, aı .eunucjs.nu.» uoıge geceye karışmış, yapışmış, orada erimişti. «At elindekini, yoksa tetiğe çökerim.» Gölge gene ses vermedi. Hidayet birden üstüne atıldı, yana sarkmış iki kolunu ja yakaladı, gölge hiç bir direnç göstermedi. Hidayet belini yokladı, tabancayı kılıfından çıkardı. «Bak, tabancan da varmış,» dedi. Gölge suskun. «Düş önüme!» Gölge cansızcana, eğilip bükülmeden, öyle kasılmış yürümeğe başladı, geldi, konağın merdiveni başında durdu. «Çık merdiveni.» Yel Veli merdiveni çıktı. Büyük salonun ortasında kalakaldı. Gözlerini kirpiştirerek, yerdeki kilimlere, karşı duvardaki iri gözlü, uzun bıyıklı resme, duvardaki eski, sedef kakmalı, oymalı silahlara, nakışlanmış kerevete, sıra sıra merdivenin öte ucuna dizilmiş, her biri uçmağa hazırlanan, kanadını düzmüş, hemen uçacak birer kartala benzeyen, yosun bağlamış, inceden, çam bardaklara baktı. Çam bardaklar azıcık, belli belirsiz taban tahtalarına su sızdırıyordu.
«Kimmiş o? Getir bakalım!»
«Konuşmuyor Bey. Uyuşmuş kalmış. Kim olduğunu bilemedim. »
«Getir bakalım.»
Yel Veli gene öyle kaskatı, uyurgezer, uyuşmuş, Derviş Beyin pencereleri kum torbalarıyla örülmüş pembe badanalı, köşede üstü camlı bir ceviz masa, önünde minderi kuş tüyü bir ceviz sandalya, üstüne Bitlis battaniyesi atılmış, önüne küçücük bir Yağcı Bedir halısı serilmiş divan bulunan odasına girdi. Derviş Bey ayaktaydı. Hiç bir yana bakmıyordu. Yel Veli kaskatı içeriye girince: «Sen kimsin?» diye sert, sesi keskin, bıçak atar gibi sordu. Yel Veli gözlerini kirpiştirmeğe başladı, çok karanlıktan bir aydınlığa çıkmış gibi. «Sen kimsin, nesin? Niçin konağımın yöresinde bunca zaman dolanıp durursun?» Yel Veli daha olduğu yerde kaskatı, çukura, derine kaçmış gözlerini kir-piştiriyordu. Boynu incelmiş, başı büyümüştü. Çenesinin kemikleri apayrı gözüküyordu. Alnının kırışık içinde olan derisi, saçlara kafatasma yapıştırılmış gibiydi. Üzülmüş, düştü düşecek deri parçaları... Giyitleri bir korkuluğa giydirilmiş gibiydi. «Sen kim-
407
sin, necisin, akıllı mısın, deli misin, neden günlerdir, ner gece konağımın?...»
Birden ne oldu ne olmadı, kaskatı kalmış Yel Veli Derviş Beyin ayaklarının dibine sağılıverdi, dizüstü çöktü, inilti gibi; «Beni öldürme, ne olursun beni öldürme Bey. Çocuk çocuğum var, çok yaşlandım, beni öldürme. Beni öldürmezsen, sana çok diyeceğim var. Senin çok işine yararım. Beni öldürme.»
«Peki sen kimsin?»
Yel Veli gözlerini odada kirpiştirerek, korkuyla dolaştırdı. Gözler geldi Hidayetin üstünde durdu. Derviş Bey anladı: «Hidayet, sen dışarıya çık,» dedi. Hidayet bu diz çökmüş yalnız gözleri ışılayan adama merakla baktı, dışarıya çıktı. Kapıda ibrahim bekliyordu, korkulu bir coşku içinde, sık sık solak alarak, soluğu yetmeyerek: «Kimmiş, kimmiş, kimmiş bu adam?»
«Bilemedim,» diye karşılık verdi Hidayei. «Söylemedi. Deli, çalınmış birisine benziyor.»
Öğleye doğru odadan Derviş Beyin sesi geldi. Hidayet hemen koştu.
«Alın bu arkadaşı götürün, bir iyice yunsun arınsın. Son-racığıma efendim, benim çamaşırlarımdan çamaşır verin, lacivert elbisemi de, ayakkabılarımı da verin... Hatuna söyle, yemeği bu adamla birlikte odamda yiyeceğim, birkaç çeşfc, yemek çıkarsın. Ağa benim değerli misafirimdir.»
Derviş Bey ikinci gün ala şafakta bir kızgın demir gibi, bir öfke olmuş yataktan çıktı, hemen giyindi. Tabancasını taktı, çizmelerini çekti, boğa aleti kırbacını eline aldı. Derviş Bey ömründe ancak birkaç kere böyle öfkeli gözükmüştü. Gözleri kızıl kan içinde...
«Kâmili çağırın. Neredeyse, mutlaka onu hemen bulup
getirin.»
Kâmil yelyepelek hemen koşarak geldi.
Yel Veli, Kâmil, Derviş Bey odada bir zaman fısır fısır konuştular, içerden arada bir Derviş Beyin sesi geliyor, söyledikleri az çok anlaşılıyordu. «Biz sana,» diyordu, «bu kızı, Saba-
408
hatı, Dunun ıçm mı verüık/ üır erkek, bir erkek, bir erkek karısına sahip çıkamaz mı? Bir karıya sahip çıkamayan...» diyordu.. ,,O erkek ölmeli... Ölmeli... Ölmeli...» diyordu. «Sarıoğlu na-nıusu senin yüzünden beş paralık oldu. Sen öleceksin,» diyordu. «Biz kızkardeşimizi... Sana...»
Bir ara içerden ses şada kesildi. Derviş Beyin içerden, gözleri yumruk gibi dışarı uğramış, burun kanatları bir atın burun kanatları gibi inip kalkarak dışarı fırladığı görüldü. «Atımı çekin. Şu iti de alın karaçalılığa götürüp, çırılçıplak, çırılçıplak...» Merdivenleri koşarak indi, atı avluda bekliyordu, hemen ata atladı: «Çırılçıplak, çırıl çırıl çırıl, çırılçıplak...»
İki kişi koluna girmişler, Kâmili konaktan indirdiler. Kâmilin ağzı burnu kan içinde, başı göğsüne düşmüştü. Ayaklarını: sürüyordu.
Kâmil önde, Derviş Bey arkada karaçalılığa geldiler. Karaçalılık koyu bir kahverenginde ışıldıyordu. Keskin, ince ince dikenleri çıplak dallara sıvanmıştı. Kök, dal gözükmüyor, çalılık sade diken gözüküyordu, iki kişi Kâmili hemen anadan doğma soyuverdiler. Kâmil ortadan, karaçalılığın ucunda, iki eliyle hayasını kapatmış, üşür gibi, titrer gibi öne eğilip bir yay gibi olmuş, gergin, sallanıyordu. Derviş Bey dişlerini var gücüyle sıktı, dişleri gıcırdarken altındaki atı doldurdu, Kâmilin üstüne doğru. Boğa aleti kırbaç, göz açıp kapayıncaya kadar Kâmilin sırtında sayısız sakladı. Kâmilin sırtı her kırbaç yapışışta parmak parmak kabarıyor, kamyordu. Derviş Bey azgın atını çevirip çevirip, kırbaçlıyor, öfkeleniyor kırbaçlıyor, kırbaçladıkça öfkeleniyordu. Sırtı kan içinde kalmış, Derviş Bey kırbacı her salladıkça tutmağa çalışan, kılıç gibi inen kırbacı bir türlü yakalayamayan Kâmil karaçalılığın içine aldı yatırdı. Derviş bunu bekliyordu. Ardından sürdü. Kâmil karaçalılığın içinde düşüyor kalkıyor, karaçalılar tüm bedenini parçalıyordu.
Köylüler, kadın, çocuk, genç, yaşlı orada, karaçalılığın kıyısında, hendeğin üstbaşmda, hüyüğün üstünde durmuşlar, karaçalılığın içindeki kaçan, yıkılıp kalkan adamı ve at üstünde,
409
>ar. ha ca ü-
¦eğilip kalkarak kırbaç sallayan Derviş Beyi seyrediyorlardı. Kâmil sırtına her kırbaç inişte, saklayışta, kendi sırtlarına inmiş gibi bükülüyorlar, ürperiyorlardı.
Derviş Bey kırbaçlıya kırbaçlıya Kâmili karaçalılığın ortasına, en gür yerine sürdü. Şimdi artık bu hüyükten bile Kâmil gözükmüyor, sadece her kırbaç sakladıkça bağırmaları duyulu-voröu.
37
On dokuz yaşında Akarcanın üstündeki, şu her bir evi bir evi bir koyakta olan ve araları en azından bir buçuk saat çeken, tepeden tepeye çağrılan, hopur ettikleri iki evlek tarlaya tohumu eken ve birinci yıl bire kırk alan ve ikinci yıl verimin bire on beşe düştüğü, ve üçüncü yıl, dördüncü yıl tüm toprağı sellerin alıp götürdüğü, yerinde sivri mor kayalıkların kaldığı, sonra gene başka bir orman bulunup birkaç yılda kökü çıkarılıp hopur edildiği ve ekildiği, sonra gene sellerin alıp götürdüğü köylerden Bacak köyüne geldi Ala Temir Yamaklı. Ala Temir Yamaklı bir dul kadının yanına yanaşma girdi. Kadının yüz elli dönüm tarlası vardı, verimli, yağlı, kapkara. Bataklığın kıyısında, daha gücü yerinde, bire otuz, bire kırk veren bir tarlaydı. Ala Temir Yamaklı bu tarlada çift sürdü, ekin biçti, hasat çıkardı. Çalışkanlığı köyde dillere destan oldu. Sabahları kadın ona ince bulgurdan, içine bir cimcik yağ attığı sade suya mırmırık çorbasını bir tencere dolusu koyar, o da dağlardan getirdiği, kendi eliyle yonduğu kaşığını çeker, bir tencere dolusu mırmırığı içerdi kızarmış yufkayla birlikte. Öğleyin yağsız ayrana ekmek doğrar, bir baş soğanla birlikte yerdi. Akşama da sofrada bulgur pilavı olurdu, azıcık yağ kokusu duyulur duyulmaz. Ve her gün yemeği buydu. El dokuması, binbir yama içindeki tırlık şalvarım gece gündüz hiç bacağından çıkarmazdı. Maraş mamsından bir
aha acs yü-
ıra
410
411
çizgili mintan, gene çizgili tırtıktan bir ceket yaptırmıştı evinde çalıştığı dul karıya. Giydiği elbiselerin hemen hepsinin kumaşım, bezini köyünden getirmişti. Anası özene bezene bütün bu kumaşları, bezleri kendi eliyle dokumuştu oğulcuğuna. Yalnız, çarık giymeyi sevmezdi. Bu yüzden kırmızı, koncu dizine kadar çıkan, kıyıları sarı deriyle süslenmiş, burnu sivri, deriden bağları salkım saçak, düzgün bağlanmış bir kırmızı postalı en büyük bir tapınmayla ayağına çeken, bir süre, belini duvara dayayıp ayaklarını uzatarak postallarını aşkla şevkle seyreder, postallarının seyrine bir türlü doyamazdı. Neden sonra, alaca şafakta yerinden birdenbire fırlar yola düşerdi. Postallarını dikenlere yırttırmamak, çalılara yedirmemek için olmadık çabalar harcar, yere bile basmamağa uğraşırdı. Bu yüzden Çukurovada aldığı bir postalı on bir yıl giydi. Postalını çoğu zaman çalışmada, uzun yollarda, kayalıklarda, çalı aralarında, çamurlarda giymiyordu.
Dul kadın Zöhrenin yaşı epeyi ilerlemişti ve çocuğu yoktu. Ala Temir Yamaklı ona yanaşma oldu olalı tarlalarının verimi artmış, Zöhre köyün en zengin kadını olmuş, parayla oynamağa başlamıştı.
Ala Temir Hatununa:
«Hatunum,» diyordu, «benim hakkım da sende ka^ın, biriksin, biriksin, çok biriksin, tâ ki bir çuval olsun,» diyordu.
Bacakları kısa, kalındı, bir ağaç kütüğü gibi... Yürürken, düz, yuvarlak bir ağaç kütüğü dikilmiş yürüyor gibi olurdu. Beliyle omuzu aynı genişlikteydi. Gözleri küçücük, sarıya çalan bir yeşildi, saçları bozarmış sarı, her bir teli çekiçle çakılmış gibi dimdikti. Elmacık kemikleri çıkık, avurdu çökük, dudakları ince, çenesi arasına bir parmak sığacak kadar çataldı. Sakalı gene diken diken, bütün yanağını gözlerinin altına, boynuna, göğsüne kadar sarmıştı. Kulaklarına, kulaklarının içine kadar.
Zöhre Hatun Ala Temirin kapısına geldiğinin altıncı yılında onunla sessiz sadasız evleniverdi. Köylüler bu evliliği, o da İmamdan, çok sonraları duydular. Evlendikten sonra Ala Temir
gece demiyor, gündüz demiyor, yağmur çamur, kış kıyamet demiyor, dinlenmiyor, yıl on iki ay çalışıyordu. Sabahları bol bol mırmırık çorbasını içiyor, öğleleri imansız boz ayrana gene ekmek doğrayıp bir baş soğanı kocaman yumruğuyla kırıyor, aksamları bu sefer iyice yağsızlamış bulgur pilavına lokmaları sallıyordu. Giydiği gene tıpkı eskisi gibi yamalı tırlık şalvar, çizgili ceket, çizgili Maraş manisi, anasının köyden dokuyup gönderdiği iç gömleği ve paçaları büzgülü donuydu.
Önceleri çok inek, çok boğa aldı Ala Temir. Kadın evlendiğine bin pişman olmuştu ama Ala Temirin her inek, her boğa alışında, yüklüğün altındaki, köşeye gömülmüş küçük kahve tenekesinin içine her birkaç kuruş atışmdaki tarifsiz sevincine kendisini kaptırmaktan da alamıyordu.
Dostları ilə paylaş: |