Uzakta, düzlükte arkasında bir toz bulutu bırakarak süzülen bir nokta. Atın ayakları altında toprak duruluyor ve sert rüzgâr Derviş Beyi uçuruyordu.
Tâ derinlerde, Çukurovanm dümdüz, mavileşen derinliği üstünde, inceden yekinmiş bir toz direği üstüne doğru akan bir top olmuş bir kara leke... Durmadan akan, dönen, uğunan.
42
Kızılgediğin kayalıklarının arkasına sinmiş, ovanın yüzüne incecik, ak bir ip gibi serilmiş yola yüreği dolup taşarak bakıyordu. Gözleri günlerdir aç kalmış bir kurdun öfkeli, yılgın gözleriydi. Hiç kırpmıyordu.
Kızılgedik ıssız, in cin yok bir yer. Kertenkelesi bol. Kocaman, sırtları yarılmış kertenkeleler kırmızı dilleriyle elini, ayaklarını yalıyorlar. Akşamın alacakaranlığının yarasaları fırt fırt diye burnunun ucuna değecekmişcene uçuşuyorlar.
Yoldan günde ya bir, ya iki kişi geçiyor. Çoğu yaya, kimi de eşekli. Atlı olaraktan bir kişi geçti. Bir yumruk büyüklüğünde üstü kıllı bir burnu vardı yolcunun. Tâ uzaklardan burun deliklerinden fışkırmış kıllar belli oluyordu.
Baharla yaz arası. Yollardaki tozlar daha ayak bileklerine çıkmıyor. Ve yolun tozlan saatlerce bulut örneği havada asılı kalmıyor. Otlarda, kamışlarda, çalılarda ince bir yeşillik.
Yüzüne gözüne mucuk sıvanıyor, iri, yeşil dağ sinekleri ka-natırcasına ısırıyorlar. Isırdıkları yer çıban gibi şişiyor.
Mor, ak benekli, kuzeyini yosun tutmuş kayaların üstünde at, sarı, yeşile, maviye çalan boynuzlu, iğne gözlü sümüklüböcekler sabah aydınlığında ağır ağır, sersem dolaşıyorlar.
Gecede sesler biribirine karışıyor. Gece sesi, kuş sesi, nadas yapan traktörlerin sesi... Ova yıldız yıldız. Mazot kokuları
43
i
Ok
-X-
m ÜS
geliyor tâ uzaklardan, bataklık, kuru ekin, yanmış çıçeK, toz, pıtırak kokularına karışıp.
Gün açılıncaya kadar bu sessiz toprakta bir kıyamettir kopuyor. Tekmil yaratık yuvalarından dışarıya uğramışlar. Bir hayat çabasında, bir kaynaşmada. Günün doğmasıyla deliklerine, yuvalarına dönecekler. Ya da Kızılgedikte bekleyene öyle gelecek.
Gün açılıncaya kadar böyle. Uzaktaki bataklıktan kokularla birlikte, bir tuhaf sesler de geliyor. Bataklık, ocakta unutulmuş dev bir buğday kazam gibi fokurduyor.
Kayalıkların arasında Çukurovanın dikenli, mavi kengeri ıslak, buğulu, sabah yelinde.
Kengerin, ince, sert dikeni göğsüne batmış. O farkında de-gü.
Gün ışığı diken diken kenger mavisini kesti. Mavi çiçek, cam dikenleri gibi pırıltılı. Kengerin toparlak meyvesini dikenlerinden soydu, yedi. Tadı kekremsiydi.
Ovaya serilip kalmış yolu, buradan tâ Torosun dibine ka-cıar görüyordu. Yolun çalılarını, tozlarını, yolcularını, çiçek açtı açacak tozlu devedikenlerini, saman dökülmüş yerlerin su gibi parlayan kesimlerini, uzaktaki kurumuş yapraksız dut ağacmı, l.ıer bir şeyini inceden inceye belleğine yerleştiriyordu.
Apak, kireçtenmiş gibi, ovaya çizmişler gibi, düz ovaya se-ıilmiş bir ince çizgi. Resim çizgisi gibi. Hiç yola benzemiyor. Ova boş kalmasın, nakışlansın diye bir okul çocuğu eline bir kova kireç almış da bu yolu buraya çekivermiş.
Akşam üstü ince bir duman çöktü ovaya. Ak çizgi duman içinde belli belirsiz kaldı. Sonra ay doğdu. Ak çizgi ayışığında yeniden ortaya çıktı. Bir hoş, bir büyülü. Az sonra görünmez eller gelip bu ak çizgiyi toplayıp gidecekler. Bundan dolayı ödü patlıyor.
Yerinde duramaz oldu. Ya gelmezse? Ya başka yoldan giderse? Ya adamları ona yalan söylemişlerse... Olamaz, bu sefer
44
ŞU 1ŞC U11
son vermeli.
Yola serçeler konuyor. Büyük, kartala benzer bir kuş, kanatlarını germiş, esen yele dönmüş öyle süzülüp durur. Hep yola bakıyor, başını bir yana eğip. Bu kuşun da bir aradığı, bir "baktığı var. Olduğu yerde öyle salınıyor, kımıldamadan. Kanatlarını da hiç oynatmıyor.
Üç tane önü eşekli köylü geçti. Hepsinin ayağı yalındı. Gözünüz çıksın aç köpekler, köleler. Allah sizi köle yaratmış. Köle v aratmış da şu mahlukatm üstüne efendi yapmış. Vay efendiler vay! Efendiliğinizle giresiniz kör mezarlara.
Ayağa kalkıyor, yan belinden aşağısı kayanın ardında. Üstü başı kurumuş ot kırıntıları içinde. Dizleri ağrıyor. Ayakları, sağ kolu uyuşmuş. Uzaktan yoldan toz çıkararak birisi geliyor. Bir atlı olmalı. Yüreği ağzına gelerek bekliyor.
Sırtı iyice iyice uyuşuyor. Keçe gibi. Donmuş gibi oluyor her bir yanı. Bacakları, sırtı, ayakları, kafası, boynu tutulmuş.
Elleri büyük. Parmaklan uzun, sapsarı, iki el yanyana. Uzun bir süre hiç kıpırtısız. Ölü elleri gibi. Ölü elleri gibi hüzünlü, ağlamsı.
Sağ eli canlandı, bir hortlak eli gibi. Sertleşti, kaya parçası gibi. Hırsla vardı tabancayı kavradı. Bu bir ışıltı içinde, yanar döner Bulgar Beyliğiydi. Sol eli büyük bir ustalıkla namluyu kavradı. Bir anda tabancanın topu büyük bir hızla döndü ve tabancanın içindeki kurşunlar fışkıran bir su gibi önüne döküldü. Gene aynı anda da usta eller kurşunlan tabancaya doldurdular. Kurşunlar, ellerle tabanca arasında büyük bir hızla gidip geliyordu. Kurşunlar öyle çabuk dolup boşalıyordu ki, parmaklar kurşunlara, kurşunlar parmaklara karışıyordu. Belki şu yer yuvarlağında bu eller üstüne böyle çabuk tabanca doldurup boşaltan başka hiç bir el yoktu.
Bir mekiğin tekdüzenli sesi gibi de bir ses geliyordu tabancadan. Durmadan çalışan...
Uzun bir süre kurşunlar ellerle tabanca arasında mekik do-
45
o
Sİ-
Aac
kudu. Sesi ortalıkta çınladı. Sonra Diraenoıre neı şey umun, ¦.«-banca yana cansızca düştü. Eller yanyana gelip uzanıverdiler.
Başını kaldırdı, Kızılgediğin kayalıklarına gün vurmuş, kayalığın ıslak, mor yüzündeki parlak damarlar ışddamıştı. Gözleri kamaştı. Ovaya bir bulut indi, ak yol bulutun altında kaldı.
Güneş kızdırınca Ağustos böceklerinin cırıltıları ortalığı aidi. Güneş çatır çatır ediyordu, kayalara parmağının ucuyla de-ğemezsin. Kıpkızıl kora dönmüş demire dokunmuş gibi olursun.
Solunda da bir yol serilmiş gidiyordu. Dumlukaleden Sa-1 ricama aşağı. Bir yol da Çukurköprüye aşağı iniyordu. Yüzler-ce, binlerce küçücük yol... Örümcek ağını daldan almışlar da' Çukurovanm üstüne serivermişler. Yolların üstünde asılmış tozlar.
Gelecek atlının Türkmeni eğerinin kaşı, üzengilerinin kayısı, dizginleri som gümüşten olacak. Gümüş tâ uzaktan yalp yalp
edecek.
Uzaktan bir toz kalktı, Kozan altından. Tozun içinden bir parıltı çaktı söndü. Hemen ayağa fırladı, toza gözünü dikti, kırpmadan baktı. Bir süre sonra toz indi. yitti. Tozun içinden hiç bir şey çıkmadı. Öfkelenen adam kendini kayaların üstüne attı. Diz- j lerini kayalar parçaladı. Kemikleri göründü. Sonra başı da kayalara çarptı. Saçları ıpıslak kan içinde kaldı. Kanı bir kayanın oyuğuna göllenip köpürdü. Sonra kam azıcık kesilir gibi oldu, şıp şıp damlamağa başladı. Bu kan şıpırtıları deli ediyordu adamı ama, elinden bir gelir yok. Kan durmuyordu. Kan kokuyordu. Kan kokusu insanı kusturur.
Ölmüş el gene hızla tabancaya gitti, kurşunlar tekdüzenli gene şıkırdamağa başladı. Aralıksız, tekdüzenli, insanı deli eden bir ses.
Eller gene capcanlı.
Güneş tam tepede. Yollara samanlar dökülmüş. Bu göz kamaştıran, şimşek gibi çakan ışıltılar. Yoldan, dili bir karış dışarıda toz toprağa belenmiş, kaşı kirpiği aklaşmış, yanık yüzlü
46
bir adam geliyor, bu mu acaba? Bu olamaz. Böyle dili dışarda, bu sıcakta yürümez. Bu adam gidiyor, giyitlerini bile çıkarmadan olduğu gibi, akan suya cup diye kendini atıyor.
Tabanca tâ uzağa fırladı düştü. Orada öylece kalakaldı.
Başka bir adam geçti yoldan, sırtına yüzlerce kiloluk taşlar yüklenmiş, iki büklüm, taşların altında ezilmiş.
Kayalar çatır çatır ediyor, kireç taşları gibi yarılıp tütüyor.
Eti kıpkırmızı kesilmiş kızgın güneşten. Dağlanmış gibi yanmış. Parça parça dökülecek nerdeyse. Terlemiş. Boğuldu boğulacak. Hiç mi hiç soluk alamıyor. Ter içinde kalmış. Birden ayağa fırladı, göğsünü yele verdi. Uzaktan da bir atlı göründü. 4tlı gittikçe yaklaşıyordu. At güzel, alımlı bir attı. Üstündeki de... Yüreği ağzına geldi. Eli ayağı zangır zangır titremeğe başladı.
Elleri tabancayı tutamadı. Kurşunlar ellerinden döküldüler.
Kızılgediğin kayalığından uçarcasına yola atıldı. Tam bu sırada da yolcu gelmişti, oydu.
Tabanca patladı ve yolcu attan aşağı sarktı, yere yiğılıver-dı. Vardı, yolcuyu omuzundan tuttu kaldırdı. Korkudan büyümüş gözlerine gözlerini dikti:
«Tanıdın mı beni kâfir?» diye bağırdı.
Öteki hiç karşılık vermedi. Beriki birkaç kere daha yeniledi sorusunu, öteki duymuyordu bile.
«Ulan bir yerine bir şey oldu mu?»
Taşta ses var, adamda ses yok. Ama soluk alıyor.
Omuzlarından hınçla, yılların birikmiş öfkesiyle tuttu onu ayağa dikiverdi. Yolcu çürük bir ağaç gibi o anda devrildi.
«Kalk, kalk kâfir kalk! On yıldır, on beş, yirmi yıldır, yüz yıldır ben bugünü bekliyordum.»
Böğrüne bir tekme indirdi, ayağının ucu adamın böğrünü deldi geçti.
«Tam yüz yıldır... Bu günü...»
Hışımla üstüne abandı, kaldırdı dikti. Adam gene düştü..
47
2i
Aa 21
Birden bir yağmur boşandı. Zehir yeşili bir yağmur. Ortalık yeşil bir karanlığa kesti. Kayalıklardan boyuna duman fışkıııyordu. Zehir yeşili yağmur, ak duman biribirine karışmış, ötelere, bataklığa kadar müthiş bir fışkırma.
Adamı gene omuzlarından var gücüyle yakaladı. Adam ellerinden kaydı gitti. Yol boyunca da Torosa doğru gözükmez bir hızla kayıyordu. Vardı, adamın üstüne atıldı. Adam gene kaydı. Gene uzaklara doğru kayıyordu. O yakalıyor, öteki kayıyor. Birden yağmur dindi, kayalıklardan fışkıran duman da durdu. Kavurucu bir güneş o anda ortalığı kuruttu. Toprak, kayalar kuraklıktan çatladılar.
Yolcu da kupkuru oldu. Kaldırdı. Boynundan iyice kavrayıp kaldırdı, kayaya dayadı sırtını. Dudakları çatlamıştı. Gözlerini açmıyordu ya, soluk alıyordu.
Yolcunun atının da dudakları çatlamıştı. Ata yazık. At bir heykelden atmış gibi olduğu yerde durmuş kalmış, kıpırdamıyordu. Ata yazık. Gemini, eğerini, bellemesini aldı, karnına bir tekme yapıştırıp onu bıraktı. At birkaç kere şaha kalktıktan sonra kuyruğu dikti, başını aldı Çukurova düzlüğüne doludizgin düştü. Bir an içinde gözden iradı, yitti gitti.
Kulağından tuttu, onu kayadan ayırdı. Şimdi kâfir dipdiriydi. Atın gemini ağzına vurdu. Eğeri de sırtına verdi, üstüne de bindi akar suyun oralara doğru sürdü. Akar su uzaklarda, bir dünya kadar ötede parıldayıp akıyordu. Çok çok uzaktı su. Bir erimiş som gümüş parıltısıydı. Sıcak, ipileşen güneş altında kalmış, öğleye kadar altındakini, kızgın güneş altında, akar suya t.ürdü. Acelesi vardı. Suyun duman olup uçacağından korkuyordu, bu sıcakta. Bazan kocaman, sıcak, soluk aldırmaz bir toz bulutu içine, tozun karanlığına düşüyorlardı, önce bir çakırdi-kenliğe girdiler. îlkin altındaki çakırdikenliğe girmek istemedi. Ama, o hiç istifini bozmadan, hiç bir şey demeden belinden hançerini çıkardı, onun kalçasına daldırıverdi. öteki hemen sıçrayıp çakırdikenliğe atladı. Çakirdikenlikten çıktıklarında vakit ikindiyi geçiyordu ve adamın da belden aşağısı kan içindeydi.
48
ı uuuıu. .r\uaıuui
arı belinden aşağısına silme pıtırak sıvandı. Alttakinin dizleri t-trer gibi etti. Sonra bir karaçalılığa girdiler. Alttaki karaçalılığın kıyısma gelince durdu, sonra da yere yaüverdi.
oYoook, yok öyle şey. Kalk yiğidim kalk! Olur mu hiç. Canımı sıkarsan seni çırılçıplak eder de öyle sürerim karaçalılığa Aslanım benim, kalk yürü. Kalk da yürü aslanım. Seni nasıl, nasıl, nasıl öldürsem? Ne biçim ki? Seni ne yapsam ki? Sana ölüm bulamıyorum. Şaşırdım kaldım. Tam yirmi yıl geceli gündüzlü düşündüm de sana layık bir ölüm bulamadım.»
Tabancanın kurşunları avuçlarında. O avucundan ona, o avucundan ona aktarıp duruyor. Kurşunlar ter içinde kaldı, ıpıslak. Yandaki tabancayı aldı, almasıyla doldurması bir oldu. Sonra da hemencecik, aynı çabuklukla tabancayı boşalttı.
Çalıştı, çabaladı yerde yatan adam kalkmadı. O da vardı kunduralarını, çoraplarını çıkardı. Hançeriyle kulağını deldi. Şöyle azıcık. Canı acıyınca adam ayağa fırladı, karaçalılığın içine doğru koşmağa başladı. Yakaladı, ağzına gemi, sırtına eğeri vurdu, üstüne bindi. Kâfir koşuyordu. Ona hep kâfir diyordu. Adını unutmuştu. Unutmasa bile... Adından kusacağı geliyordu. Kâfir, kendini çok dikenli bir karaçalı kümesinin içine kaldırdı attı. Kan içinde çalının köküne köküne gidiyordu, can havliyle. Bacağından tuttu onu, dışarıya çekti. Kâfir, bin gözlü bir pınar gibi durmadan kanıyordu. Yaralarına toprak sürdü. Toprak kanlı çamur oldu, güneşte de kurudu. Ayağa kaldırdı, kâfir kaçmağa çalıştı. Kâfir kaçıyor o kovalıyor. Kâfirin ayakları yalın, koşamıyor. Kâfirin ceplerinin yanı sırmalı şalvarı iyice yırtıldı. Bacakları gene kan içinde kaldı. Kâfir büyük bir karaçalı kümesini dolanırken yetişti, sıçradı üstüne bindi. Elinde boğa aletinden' kırbacı var babam vur ediyor. Vur ha vur. Vur ha vur!
Gece karanlığı bastı. Karaçalılıkta kaldılar. Kâfirin ağzındaki gem onun avurduğunu parçalamış. Ağzı paramparça olmuş. Gecenin karanlığında bir elinden kaçımsa kâfiri sittin sene bir daha eline geçiremez. Dizginin bir ucunu da bileğine bağladı,
49
F:4
Id
inliyor ki sesi gökyüzüne çıkıyor.
Gün atıncaya kadar karaçalılıkta böyle dolaştılar. Gün attığında bir baktı ki ne görsün kâfir çırılçıplak kalmış, her bir yeri de yırtılmış, kan içinde kalmış. Burnu yok, düşmüş. Dudaklar liyme liyme, kulaklar bir ip gibi sarkıp boynuna dolanmış. Kanı kurumuş.
Karaçalılığı çıkınca bir yola düştüler. Kâfir kendisim kaldırdı yolun tozları içine attı. Bütün bedeninden kan çıkıyordu. Kâfirin yere düşer düşmez sesi soluğu kesildi. Öldü mü? Ya öl-düyse? Ödü koptu. Kâfirin ölümü bu kadar çabuk olmamalı.
Tabancanın sapını var gücüyle sıktı, sonra kurşunlarını çıkardı, sonra doldurdu. Eli ayağı titrediği için öyle eskisi gibi çabuk, düzenli doldurup boşaltamıyordu.
Eğildi, kulağını yüreğine dayadı, bir sevinç çığlığı attı: cSen kolay kolay ölmezsin kâfir,» diye bağırdı, sevinçle. Utanmasa, iğrenmese, bu anda ölmedi diye varıp kâfirin boynuna sarılacaktı. Dizgini sol eline aldı, sağ eliyle de onu elinden tutup arkasınca sürüklemeğe başladı. Yoruldu. Yorulunca, kâfiri bir top kendirle iyice bağladı, kendi de ata bindi. Kâfirin kendirini atın boynuna bağladı. Ağır ağır sürdü. Kâfir ölü gibi yolun tozları üstünde sürüklenip geliyordu.
Kâfir kolay kolay ölmez. Kâfir sağlam. Derken suyun kıyısına geldiler. Bir ağaçlık yerde durdular.
Büyük bir tenekeye tuz doldurdu, tuzun üstüne su koydu, uzun bir süre karıştırdı. Tuz eridi. Eriyince getirdi kâfirin üstüne boşalttı. Kâfir tuzu yer yemez, havaya doğru bir metre hopladı, sonra yere düşüp serildi. Sonra gerildi, ayağa kalktı, uykudan uyanırcasına gözlerini oğuşturdu, sonra da koşmağa başladı. Bir at gibi hızlı koşuyordu. Baktı ki arkasından yetişemiye-cek, ata atladı, sürdü. Nerdeyse ona at bile yetişemeyecekti. Sonunda vardı kendisini suya attı. Suyun dibine bir demir külçesi gibi battı. Yetişmese boğulacaktı. Bin güçlükle sudan çıkarıp kıyıya yatırdı.
50
Uzun oır sure jmç uoKunmadı. Kâfir uyudu. Kanı ılık topra-" damlıyor» uyuyan insanın kanı damarlarından boşalıyordu.
Uyanır uyanmaz gene başını alıp koşmağa başladı. Uzakta-. tüylerin horozlan hep bir ağızdan ötüşüyorlardı. Onu istese • akalayabilirdi, yakalamak istemiyor, az gerisinden kolluyordu. Kâfir kurtuluyorum umuduyla arka'^na dönüp dönüp bakıyordu O her baktıkça kendi de bir iki adım geriliyordu. Kâfir, ara-vı açıyorum diye umutlanıyor, seviniyordu.
Sonra kâfir bir baktı arkasındaki yaklaşmış, ense kökünde. 4dımlanm açtı. Beriki geride kaldı, istiyerek. Bu kovalamaca uzun bir zaman böyle sürdü.
Kâfir en sonunda olduğu yerde durup: «Al ne yaparsan yap,» dedi. «Her şeye dayanırım da işte bu andan ana ölüp dirilmeğe dayanamam.» «Öyle mi?» dedi. «Öyle mi?» Çok güldü.
Tuttu, kollarım pazularından arkasına, ayaklarım dizlerinden sıkıca bağladı, sürükleyerek suyun kıyısına götürdü. Hep yalvarıyordu. Dünya dünya oldu olalı hiç bir insan böylesine yalvarmamıştı. Yalvarmaları hoşuna gidiyor, daha köpekleşsin istiyordu. O yalvardığı sürece ona bir şey yapmamağa karar verdi. Az sonra bunu anlayan kâfir yalvarmayı artırdıkça artırdı. Yalvarmanın onu kurtaracağını sandı. Akşam oldu gün battı, o yalvarmayı kesmedi. Sesi nerdeyse çıkmıyor, söyledikleri anlaşılmıyordu.
Sabaha kadar o öylece bir köpek gibi inledi. Sabah, gün ışırken kalktı sırça parmağını arkaya kanırarak kırdı. Sonra öksüz parmağını, sonra orta, sonra şahadet, sonra baş parmağını kanırarak kırdı, un ufak etti. Sonra öteki elinin parmaklarını... Arkasından sağ kolunu mafsal yerinden arkaya kanırdı. Kâfirin yüzü acıdan allak bullak, gerilmiş. Sol kolunu kanırır kırarken kâfir sustu.
Atının heybesinden usturayı aldı, iyice kılavladı, kulağına yanaştı, kulağım ince bir ip gibi uzun uzun kesti. Kanlı kulak
51
1
if
ipini boynuna doladı, öteki kulağını da aynen Kesıntıcu »^ boynunun kökünden aşağı derisini yüzmeğe başladı. Artık işini çabuk çabuk görüyordu. Bütün sırtının derisini yüzdü, üstüne tuz, kezzap ekeledi. Kâfir korkunç bir gerilmeyle toprağa upuzun uzandı. Hiç de ses çıkarmadı. Onu, orada toprakta öylece bıraktı. Büyük bir tad, mutluluk içinde can çekişeni seyretmeğe başladı.
Tabancadaki kurşunlar bir anda avucuna döküldü. Sonra kurşunlar topun içine girip çıkmağa başladılar. Sevinçli.
Şimdi kurşunlan havaya, çok yükseklere atıyor, hepsini aynı anda yere düşürmeden tutuyordu. Kurşunlar elle tutula tutu-la, tabancaya girip çıka parıl parıl olmuşlardı. Tabancayı fırlattı. Tabanca gitti tam ayak ucuna düştü. Yorulmuştu.
Güneş kızdırıyordu. Toprak çatır çatır ederek çatlıyor, akar su duman olup göğe doğru savruluyor, uçup gidiyordu. «Aaaah,» dedi, derinden, «aaah.» Ah çekişi tâ ötelerden duyuldu. Acaba duymuşlar mıydı? ' Kâfirin üstündeki kan da bu sıcakta kurumuş, kara bir kemiğe benzemişti, diken diken. İp gibi kıyılmış kulakları da boynuna dolanıp yapışmıştı. Kurumuş toht gibi.
Hızla kâfirin üstüne atıldı, saçlarına yapıştı bir tutam saçını derisiyle birlikte kopardı. Kanlı saçı kurumuş suyun yatağına attı. Sıcak yakıyor, taşı toprağı eritiyordu. Baktı ki kâfirin, dili dışarda, iki eliyle dile yapıştı, çek ha çek... Öğleye kadar çekti dil kopmadı. Uzuyor da uzuyor. Sonra usturayı çalıverdi. Ayak parmaklarını teker teker kırdı. Sonra bacaklarını, sonra tüm kemiklerini un ufak etti.
Kulağını yüreğine dayadı, daha, hızlı hızlı atıyordu. Sağ gözünü bir ağaç parçasıyla usul usul oydu. O, her ağacı batırdıkça öteki bir doğrulur gibi ediyor, sonra toprağa yayılıveriyor-du. Sol gözünü de öyle çıkardı. İşte bundan sonradır ki kâfirin bütün bedenini bir titreme aldı. Bedenin her parçası bir yerden dehşet bir ürperti içinde durmadan titriyordu.
Sarıca karıncalar dökülmeğe başladı. Karıncalar kurumuş
52
vun yatağından, ouarm ıçmaen, agaçıarm gövdesinden durmadı n toprağı sapsarı ederek geliyorlar oyulmuş göze, yarılmış du-laklara, yüzülmüş, parça parça bedene çokuşuyorlardı. Az bir «üre içinde titriyen beden sapsarı oldu karıncadan, bedende karıncalar kıvıl kıvıl kaynaşıyorlardı.
Az öteye, bir taşın üstüne oturdu. Gözlerinin önünde, kıvıl kıvıl sarıca karıncalar onu yeyip bitirecekler. Ne güzel. Bundan iyisi de can sağlığı.
Gözlerini kapadı. İşte zafer diye buna derlerdi. Tarihler böyle bir zafer yazmadı. Ölmez o kolay kolay. Karıncalar onu yarı yarıya, canlı canlı yerler...
Gözlerini büyük bir gürültüye açtı, yaralı adamı ayağa kalkmış gördü. Şaşkınlığından ne yapacağım bilemedi. Bu adam şeytan mıydı? Şeytan değilse yedi canlı, köpek canlıydı.
Bereket ki adam bir iki saniye sonra cansızcasma yere yuvarlandı. Kulağını yüreğine dayadı. Yürek hızlı hızlı atıyordu.
Gitti deli atı yakaladı. Bu at hiç bir yabancının eline geçmezdi. Bir ay, beş ay, beş yıl hiç kimseye yakalanmazdı. Onu yakalayacak insan onu ancak vurarak yakalardı. Yağız bir attı.
Yaralıyı kaldırdı, ağzı yukarı atın sırtına attı. Başı bir yana, kırık, un ufak kollan bir yana sarktı. Başını, kollarını atın karnının altından iyice bağladı. Belki yüz metrelik halatla. Ya- , raimin yüreğini dinledi, daha atıyordu. Şimdi bu ele geçmez atın sırtında onu günlerce akbabalar, kartallar, öteki irili ufaklı alıcı kuşlar bölük parça yiyeceklerdi.
Ata var gücüyle bir kırbaç indirdi, at bütün hızıyla koştu.
«Atı seversin yiğidim, varsın atlar götürsün seni kuşlara..»
Mezarı da olmayacak, her bölüğü bir yerde kalacak. Alıcı kuşların kursağında olacak.
Yorulmuş bitmişti. Elini kaldıracak hah' yoktu.
Soğuk suyu, durarak, ağır ağır, yudum yudum içti. Şimdi güzel bir yemek yemeliydi.
Yağız at durmadan çifteler atıyordu. Üstündekini yere at-
53
mak için delicesine oraya buraya sıçrıyor, şana keukiv.uj, v?m
yor, deliriyordu.
Kırbaç on beş kere yağız atın sağrısında sakladı. Anavarza
kayalıkları on beş kere yankılandı.
Birden gökyüzü çığlık çığlığa, öfkeli, kapkara kartallarla doldu. Gökyüzü kapandı. Öteden Anavarza üstünden akbabalar
geldiler.
Birden ağır bir kartal tostop oldu, hışımla, fısıldayarak atın üstüne indi. Oradan bir parça et koparıp gene aynı hızla yükseldi.
Az bir sürede at çırpman kanatlar arasından gözükmez oldu. At aldı yatırdı. At koşuyor, üstünde de bir sürü kartal, akbaba, öteki alıcı kuşlar, onunla... Kartallar ata yetişiyorlar, yetişen bir parça koparıyor. At bir an yavaşlamasın, alıcı kuşlardan gözükmez oluyor.
Ve at kuşlardan ürküp koşuyor. Yıldırım gibi. Kuşlar da ardında. Gökyüzünü kartallar, akbabalar, çaylaklar, doğanlar,
karakuşlar doldurmuş.
Atın üstünde hızla Çukurova göğünde oradan oraya, oradan oraya sürüklenip duruyorlar.
Durmadan gagalarından toprağa tozlara, yağmur gibi kan
damlıyor. Durmadan, şıp şıp...
54
Siyim siyim, inceden bir yağmur çiseliyordu. Yazdan bu yana kurumuş otlar, çürümüş yapraklar yağmur kokuyordu. En küçük bir ışık, en küçük bir yıldız bile gözükmüyordu. Silme karanlık.
Mahmut, içinde utanç, korku, sebebi belirsiz bir kıvançla konağın merdivenlerini çıktı, kendisini iki gündür bekleyen Derviş Beyin yanına vardı.
«Ne haber? Bir hayırlı haber inşallah.»
Mahmut karşılık vermedi.
«Gene mi kaçırdın?d
Mahmut derinden içini çekti:
«Gene kaçtı,» dedi. «Bu adam şeytan. Bu adamı yakalayıp öldürmek için de kırk şeytan gerek. İnsanlar bu adamla başa çıkamazlar. Tam söyledikleri yerde Yalnızdutun sel yatağında onu yakaladım. İki el ateş ettim, düştü. Ben yanma varırken atına bindi kaçtı. Arkasından beş el daha ateş ettim, beşi de değdi, ama adam aldırmadı, kaçtı gitti. Bu adama kurşun işlemiyor. Mümkünü yok düşürürdüm. Kurşun işlemiyor.»
Derviş Bey soludu:
«Ne demek kurşun işlemiyor, vuramıyorsun,» dedi.
Mahmut:
«Beyim,» diye karşılık verdi, «sen bilmez misin, ben mi,
55
h
i
ben mi attığımı vuramıyacakmışım.' sen sag uıasm ut-j, u.« adamda bir iş var. Tam altı defadır ki kurşun sallarım üstüne, bana mısın demez. Bunda bir şey var. Bir muska var.» Derviş Bey kızdı:
«Bir şey varsa bu adamda, kurşun işlemiyorsa, sen de onu yakala, elinle parça parça et. Kurşunla öldürmek şart mı yani? Tam beş yıldır peşindeyiz, bir adamı öldüremediniz gitti. Ne biçim adamsınız yahu? O bizim Ağamızı öldürdü. Nasıl öldürttü, yağdan kıl çekercesine? Aaah, ah ocağım söndü. Cana can dost karmadı. Herkes muhanet oldu.» Mahmut:
«Öyle deme Bey,» dedi. «Bizim için öyle laf söyleme. Bizim de canımız sana, senin yoluna kurbandır.»
Bey sustu. Susunca artık bir daha ağzını açmaz, demirka-zık gibi öyle ortada dimdik çakılır kalırdı. Mahmuda da git demedi. Bu yüzden Mahmut da karşısında çakıldı kaldı.
Bey öfkelendikçe öfkeleniyor, Mahmutsa durmadan kendini suçluyordu. Beş yıldır Murtaza Beyi bir türlü öldüremiyordu. Beş yılda onu en az on kere ele geçirmiş, bir keresinde olsun ona tetik çekememişti. Bir şeyler gelip elini bağlıyor, ne kadar çok isterse istesin ona tetik çektirmiyordu.
Mahmut her seferinde bu sefer olmadı, onu bir daha yakalarsam, yakalayacağım da, mutlaka öldüreceğim, diyordu.
Dostları ilə paylaş: |