Hem çizmesinin üstünde bacaklarını gererek yaylanıyor, hem durmadan anlatıyordu. Uzun uzun, her şeyi anlattı:
«Mahir Kabakçıoğlu Beyin selamı var, iş Koca Hakime kaldı. Koca Hakim de bir tek Aziz Ağadan alır, başka hiç ki*nse-seden değil. Mahir Bey Kabakçıoğlu dedi ki, Beye söyle ne yapsın yapsın, Aziz Ağayı görsün, ya da kendisi doğrudan doğruya Koca Hakimi görsün,» dedi.
Orada akşamı konuşarak, kasabada olanları bitenleri biri-birlerine anlatarak ettiler. Sonra atlara binip konağa geldiler.
Karakız Hatun orada, direğe sarılmış, ayaklarını altına toplamış, sandalyanm üstüne tünemiş bekliyordu. Mustafa Bey onun önünden başı yerde geçti. Karakız Hatun önünden geçip giden oğlunun arkasından bütün gövdesiyle dönerek baktı, bir şeyler mırıldandı ama Mustafa Bey duyamadı.
«Sürüyorlar bizi Mustafam, sürüyorlar. Dünyanın öteki ucuna. Daha öteki ucuna da düşmanımızı sürüyorlarmış. Kısas kıyamete kalsın. Murtazamın kanı yerde kalsın diye...» Mustafa Bey ardından odaya giren karısına sordu: «Anam ne söyleniyor?» dedi.
«Bugün tellal gittikten sonra başladı ağlamağa, söylenmeğe. Bizi sürüyorlar diye çığlıklar atmağa. Daha şimdi durdu.» Birden kapı açıldı, Karakız Hatun kapıya gerildi: «Elini çabuk tut Mustafam, elini çabuk. Bak şimdi de bizi sürüyorlar. Kısas kıyamete, Murtazamın kanı yerde kalmasın. Kalmasın Mustafam, kalmasın.»
Döndü kapıyı kapadı gitti, vardı sandalyasına tünedi.
454
üıraz sonra yemeğe oturdular. Süleyman Sami durmadan Konuşuyordu. Bir ara sofranın başında küçülmüş kalmış, bir avuç tellala gözü ilişti:
«Bu Ağalar azıttı,» dedi. «Bak, bak Bey şimdi de şunu fildüreccklermiş. Kurtboğa, şuncacik tellalı...» Parmağını dik-(j. «işte şuncacık adamı, bu zavallıyı öldürmek için üç tane ızbandut gibi adamı silâhlandırmış. Adam olan adamın şuna eli kalkar mı?»
Süleyman Sami böyle konuştukça tellal ona alttan alta Öfkeyle bakıyor, mırıldanıyordu.
Yemek biter bitmez tellal hemen ayağa fırladı:
«Bana izin,» dedi. «Yolum uzak.»
Mustafa Bey onun nereye gideceğini anlamıştı. Önüne geçmeğe çalışmadı, bu gece burada kal da yarın sabah gidersin demedi. Onu avlu kapısına kadar uğurlayıp alacakaranlıkta cebine bir şeyler koyuverdi.
Tellal derinden derine ölümü, ölümünü, yokolmayı, ölümün nasıl olacağını, nasıl öldürüleceğini, can çekişmesinin ne kadar süreceğini düşünüyor, alacakaranlıkta yürüyordu. Bu demirci gibi yoktu. Olursa insanın böyle bir dostu olmalıydı, şu darı dünyada. Üç kardeşi vardı tellalın... Üçü de hayırsız. Tellalı öldürdükleri zaman tüyleri bile- kıpırdamaz.
Bazı yolda duruyor, şaşkınlık içinde kalıyor. Allah Allah, ciiye düşünüyordu, bu yaşta beni nasıl, nasıl, nasıl öldürürler? Ben, ben, ben nasıl ölürüm? Kurtboğaya öyle karşı koyması, söğmesi aklına geliyor, sırtı ürperiyor, tüyleri diken diken olu-\ordu. Nasıl, niçin öldürülürüm? Demek üç tane adamı silâhlandırmış bir beni öldürmek için, ulan cebimde bir küçücük tabancam bile yok.
Zamanında tabanca kullanmıştı. Hiç de kötü kullanmazdı
tabancayı, iyi bir atıcıydı. Ölmemeli, insan böyle ölmemeli, eh
kolu bağlı... Öldiirmeli, üç adamdan ikisini hiç olmazsa... öl-
fîürrncli.
455
men Beye çıkıp:
«Kambur Felek geldi,» dedi.
Derviş Bey olanı biteni hemen ogün duymuş, tellalı bekliyordu. Onu sevgiyle, dostlukla, elini elleri arasına almış okşayarak karşıladı.
«Yemek getirin şu kambur hergeleye,» dedi gülerek. «Ulan öyle ne yaptın Kurtboğaya?»
«Yemek yedim,» dedi tellal. «Karnım tok.»
«Biliyorum senin nereden geldiğini ulan kambur Felek.» dedi Derviş Bey.
Salona götürdü. Yerde, solgun ışığın altında uçuşan, renkli, koyu gölgelerde nakışlar. Ve ceviz sandıklar... Kabartma çiçekler, kuşlar, cerenler, ağaçlar, yıldızlar, sularla... Bir sürü ölgün ışıkta renkleri değişmiş koyu kahverengi ceviz sandıklar. Duvarın dibinde, pencerelerin altında sıra sıra... Ölgün ışıklar altında oynaşan nakışlar.
«Ulan iyi yapmışsın korkak deyyusa... Onlar öyle karı gibidirler. Bizi de sürüyorlar ha? Sürsünler, nasıl sürüyorlarmış bakalım!»
«Mahir Bey Kabakçıoğlu diyor ki bu sefer işi sağlam tuttular Ağalar. Amman, dedi amman amman, ocağına düştüm, dedi, Bey Koca Hakimi görsün, başka çare kalmadı, dedi...»
«Doğru söyle tellal, sen akıllı, her şeyi gören bir kişisin. Bunların baş çekeni Mahir değil mi?»
«O,» dedi tellal. «Savcıya giden, onunla konuşan... Her şeyi ilk başta düzenliyen Mahir Bey Kabakçıoğlu.»
«Eee, bu gönderdiği haber ne?»
«Sizden çok korkuyor Mahir Bey Kabakçıoğlu,» dedi tellal. «Ödü patlıyor. Biliyor ki her şeyi bir bir duyacaksınız. Bari ben haber vereyim de...»
«Dalkavuk, korkak, alçak,» diye yüzünü buruşturdu Derviş Bey.
456
tiyle.
aiçaK,» dedi tellal tıpkı Derviş Bey gibi iğren-
«Seni Kurtboğa öldürtecek değil mi?» diye birden, tepeden inme sordu Derviş Bey, tellalın tepkisini denemek için.
Tellal buna karşılık oldukça soğukkanlı:
«Öldürecek o beni Bey,» dedi. «öldürtecek. Şimdiden kocaman üç adamı silâhlandırmış.»
«Bir iki ay sen burada kalsana, çiftlikte... Karını, çocuklarını da getir. Bir hava değişikliği olur onlar için de...»
Tellal öfkelendi, boynunun damarı şişti, ayağa fırladı, Derviş Beye doğru eğildi, sırtının kamburu büyüdü.
«Herkesten beklerdim de bunu senden beklemezdim Bey... Ben senden beklemezdim. Biliyorum ölüm zor. Bir ölümü kabul edemiyorum, edemiyor, etmiyorum ama, Kurtboğamn önünden de kaçtı dedirtmem. Bir can için de olsa bunu yapmam. Varsın öldürsün, öldürtsün... Demirci...»
Bey ayağa kalktı, onu elinden tutup yerine oturttu.
«Kusura kalma kardeş,» dedi. «Sen haklısın. Bir can için bu pezevenklerin önünden kaçılmaz. Tabancasına bağrını açıp-?.na avrat söğdükten sonra geriye dönülüp kaçılmaz. Sen otur. Öfkelenmekte yerden göğe kadar hakkın var. Yeter, öfkelenme. Şu dünyada senin derdini bir tek anlayacak varsa o da benim.» «Biliyorum, sensin,» diye sevinçle konuştu tellal. «Tabii sensin.»
«Bir dakika,» dedi Derviş Bey. «Bir dakika kardeş... Demek ki insanlık daha çürümemiş kardeş. Daha bitmemiş, insanlığın bir yanı ne kadar alçalıyorsa, bir yam da öylesine yükseliyor. Bunu senin sayende öğrendim Felek kardeş. Sana tabancayı çekince, sen de karşısına dikilip göğsünü açarak... Sıkmazsan eğer... dediğinde ne yaptı?»
Tellal rahat güvenli:
«Gözlerimi diktim gözlerinin içine,» diye güldü. «Elleri, dizleri titremeğe, sallanmağa başladı, ileri geri, bir sapsarı, bir de yana yöne, kurtaran yok mu diye yalvaran... Bir dee...»
457
«Hepsini, nepsını Diliyorum, in e guzeı, ne guzcı eımışsın pezevenge!» Ellerini çırptı. «Ne güzel... Bir dakika,» dedi ayrıldı, az sonra da elinde bir tabancayla geriye döndü, tabancayı tellala uzattı, tellal ayağa kalkıp, sol elini göğsüne koyarak tabancayı Beyden aldı, ağzı kulaklarına vararak sedire geri çöktü. Gözlerini tabancadan ayıramıyordu. Tabanca uzunca namlulu, hareketli, menevişlenen, sapı fildişi bir naganttı.
«Bu,» dedi, «vurulan kardeşimin nagantı. Yürekli, yiğit bir cdamdı. Kardeşimin nagantmı öteki, yiğit, yürekli kardeşime armağan ediyorum.» Sol elinde tuttuğu kılıfı ve bir kırmızı torba içindeki kurşunlan da tellala uzattı. «Al!»
Tellal sevincinden ne yapacağını bilemiyor, tabancayı eviriyor çeviriyor, lambanın ışığına tutuyor, minnetle gözlerini Derviş Beye dikip ona dakikalarca bakıyor, tabancaya dönüyor eviriyor çeviriyordu yeniden.
«Duyduğuma göre sen çok iyi bir nişancıymışsın da...»
Utanarak, konuşamayarak, gözleri ışıl ışıl, nasıl teşekkür edeceğini bilemeden onun yüzüne bakıyor, bir şeyler söylemek istiyor, dudaklarında inceden bir minnet gülümsemesi... Ah, ah konuşabilse, bir konuşabilse, Derviş Beye bir şeyler, çok candan bir şeyler söyleyecek ama, boğazına bir şeyler tıkanmış
kalmış.
En sonunda çenesi azıcık açılabildi, dili döndü.
«Hiç, hiç, hiç, hiç...» diyordu durmadan. «Beyim, Beyim... hiç... bir zaman... Benim... Bütün ömrümden böyle... böyle... işte... tam... böyle...» Tabancaya hayranlıkla baktı. Güldü, mutlu. «Bir tabancam olsun istedim,» dedi.
Gene tabancaya daldı.
O gece tellal sabaha kadar bir damlacık bile uyuyamadı. Tabancası elinde, evirdi çevirdi, baktı. Fişekleri doldurdu çıkardı. Topu döndürdü son hızla... Pencereye vardı, yıldız ışığına tuttu. Tabanca yıldız ışığında menevişlemedi, tellal buna çok kızdı. Yıldızlara bir ağız dolusu söğdü. Bu yalnız kendileri-r;i aydınlatan mendebur pezevenklere...
458
Sabahleyin erken, daha gün ışımadan uyandı, alaca ışığa tuttu tabancasını gene menevişlemedi tabanca. Bu sefer geç kalan güneşe söğdü bir dolu. Gitti geldi, elindekini ışığa tuttu, karanlığa söğdü, derken tabancanın yağlı karası üstüne ilk ışık düştü, menevişledi, tellal mest, gözünü bir türlü elindekinden alamayıp öyle, uzun bir süre pencerenin önünde kalakaldı.
Arkasından Derviş Beyin sesini duyunca irkildi, hemen utandı, tabancasını kılıfına telaşla sokup Beye döndü. Tok, güvenli, sevinçli bir sesle:
«Merhaba Bey,» dedi. «Senin uyanmanı bekledim. Bana hemen izin.»
«Bir kahvaltı...»
Tellal sözünü bitirtmedi:
«Hemen, hemen, hemen koşmalıyım kasabaya... Doğru kasabaya. Kimbilir arkamdan ne diyor, ne düşünüyorlar? Kimbi-lir? Yetişmeliyim. Kahvaltı falan yapamam. Boğazımdan geçmez. »
Bey her şeyi anladı:
«Pekiyi arkadaş,» dedi, «haklısın. Şimdi söylerim sana atı hazırlasınlar, biner gidersin. Hızlı sürüp de düşme ama...»
«Düşmem,» dedi coşkuyla tellal.
«Atı da göçmen Ramazana ver, o hemen geri getirir. Burada işi var zaten.»
«Olur,» dedi tellal, Beyin ellerine sarılıp hemen merdivenlere atıldı, koşarak indi, avluda hazırlanmış bekleyen kır ata bindi, doludizgin, avludan süzüldü çıktı. Bir altında yel gibi uçan atı kırbaçlıyor, bir tam kasığının üstüne taktığı tabancasına bakıyordu. Kuşluklayın kasabaya girdi, çarşının ortasından atı yıldırım gibi öte uca kadar sürdü. At kızmıştı, arabacıların orada atın başını yenemedi, at aldı onu kasabanın dışına çıkardı. Neden sonradır ki tellal çarşıya eşkin yürüyüşle girebildi. Atın üstünde dimdik durarak, eliyle tabancasının üstündeki ceketi arkaya itmiş, sağ elini kasığına koymuş, belindeki tabanca-}'i göstererek, atı burnundan soluyarak, kantarması köpük için-
459
u-
de, kapkara terlemiş, gene de tellal başını bıraksa doludizgin koşmağa başlayacak, öfkeli atın başını demircinin çarşının öte ucundaki tek dükkanının önünde çekti. Atı oradaki ağınağacma bağladı, koşarak dükkana geldi, demirci kocaman eliyle körüğün sapına yapışmış körük çekiyor, ocağın içinde iri közler yalımla-yarak, oradan oraya oynaşıyordu. Tellal dükkana bir top sevinç gibi girdi, arkadan tellalı kucakladı.
«Bak,» dedi, «bak...»
Demirci burnunun ucunda tabancayı görünce önce irkil-di, sonra da gülmeğe başladı.
Tellal:
«Derviş Bey, Derviş Bey hediye etti. Vurulan kardeşinin... Dediki bana o yiğit, çatal yürekli bir adamdı, işte onun tabancasını sana... Sen ki düşman sahibi bir adamsın. Düşmanların da zalim, kâfir, hem de alçak... Bu tabanca sana gerek olacak...»
Hüzünlendi birden:
«Amma ne fayda, netsem, neylesem onlar beni öldürecekler...»
Demirci öfkelendi:
«Öldüremezler,» diye bağırdı, «öldüremezler seni. Biz burada bostan korkuluğu muyuz?»
Yumruklarını sıktı.
Tellal:
«Kızma kardeş,» diye onu yatıştırmağa çalıştı. «Kızma l.ardeş! Kızmakla bir şey elde edemeyiz. Onlar beni öldürecekler.»
Demirci körüğün sapına elini hızla indirdi bağırdı:
«Biz de bostan korkuluğu değiliz!»
Tellalı böyle çarşının ortasından hışımla at sürerek demircinin dükkanına indiğini görenler bunda bir iş olduğunu anlayıp demirci dükkanının önüne, ulu çınarın altına birer ikişer birikiştiler. Tâ çarşının öte ucundan bile dükkancılar meraka kapılmışlar geliyorlardı. Saraç da, fırıncı da geldi.
460
Demirci dışarıya kalabalığa çıktı, arkasından tellal da çıktı-
«Kızma kardeş, kızma,» diyordu boyuna tellal demirciye. ,î«je olur beni öldürürlerse? Çocuklarım, karım sana emanet. Sen onlara benden iyi bakar, benim yokluğumu onlara belli bile etmezsin. Arkası senin gibi bir arkadaşı olan, böyle dağ gibi, ölümden, zulümden, o alçak Ağalardan korkar mı ki...»
Demirci gürledi:
«Senin kılına dokunana bir kurşun var. Sana yan bakanın... Biz ölürsek ardımızda yarısı kırık bir örs, yama içinde bir körük, işte şunlar kalır. Ya onlar ölürse dünya kadar mal mülk... Para, at, araba, saray... Bir de orospu avratları kalır, fakir fıkaranın delikanlısına... Bir de orospu avratları kalır, Orospu kızları, gelinleri kalır. Bizim bir örsümüz, örsümüz kalır. Hele bir dokunsunlar tellal kardeşime, hele bir tüyüne hile gelsin onun, görürler bol dünyayı başlarına nasıl dar ediyorum, hem ,de başlarına yıkıyorum. Sümüklü, alçak pezevenkler, bulmuşlar ağzı var dili yok fıkaralan zulmedip duruyorlar. Onların her şeyi var, bizim bir tek kırık yürek gibi örsümüz... Ocağımızda yanan közümüz var. işte burada ilan ediyorum, tellal kardeşimin kim kılına bile dokunursa onun kim olduğunu biz biliriz... Hem de ocağını söndürürüz. Yediden yetmişe, yediden yetmişe...»
Öfkelenmiş, uzun boyu daha uzamış, iri, bir insan başı kadar büyük, kıllı, kocaman elleri daha büyümüştü. Tellalı elinden tuttu, ileri doğru, okşarcana iteledi:
«Haydi var git kardeşim, keyfine bak. Gelecekleri varsa görecekleri de var. Biz ölürsek, bir ipimizle kuşağımız, onlar ölürlerse ceren gibi avratları kalır, hem de orospu... Varsın öldürsünler bizi...»
Dükkana girdi, öfkeyle körüğe asıldı, çekmeğe başladı. Ocağın içinden küller, közler savrulmağa başladı ve demir kızdı az bir sürede, demirci kıpkırmızı demiri örse yatırıp döğmeğe
461
I
başladı. Kızgın demirden boşanan kıvılcımlar top top dükkan-n 1 içinde patlayıp sönüyorlardı. '*
Dışarda, kalabalığın arasında kalmış tellal: «Ben bilmiyor muyum, bu kadar işten sonra onlar beni sağ korlar mı? Öldürürler beni, vah vah öldürürler. Şimdi ben şu anda ayakta dolaşan bir ölüyüm. Bunu biliyorum, tştc ölümü yiğitçe, metanetle bekliyorum. Hem de tabancam belim* ' de.» Ceketinin yakasını açıp tabancanın fildişi sapını kalabalığa gösterdi. «Sizi böyle bir arada bulamam. Çoğunuzun bir acı kahvesini içtim, acısını tuzlusunu yedim. Acı tatlı günlerimiz oldu. Kimin yüreğini en küçük incittimse kusurumu bağışlasın. İşte ben gidiyorum kardeşler, hakkınızı helal edin.»
«Helal olsun,» dediler, homurtuyla, üzgün, duyulur duyulmaz.
«Ölüm zor,» dedi tellal. «Böyle burada durmuş, ölümü eli kolu bağlı beklemek zor. Bana kaç dediniz. Para topladmız aranızda, ölümden korkup da kaçsaydım, hepiniz arkamdan anama avradıma söğerdiniz. Zaten ne idi ki, bir avuç kadar tellal, ondan başka ne beklenirdi ki, diyerek... Şimdi burada durmuş, şu çarşının ortasında vekarla ölümü bekliyorum. İnsanca, hem de o zenginlerin, Ağaların yapamayacakları bir şekilde, şahsımın vekarını koruyarak öldürülmeyi bekliyorum. Hakkınızı, hakkınızı helal edin... Helal edin...»
Çarşının içine yürüdü. Bir eli tabancasının üstündeydi Önüne gelen tanıdıklarına: «Hakkını helal et kardeş.» diyordu. «Bu ağalar beni öldürecekler. Katlime ferman çıkardılar, hakkını helal et,» diyordu.
Helallaşa helallaşa çarşıyı çıktı, kasabanın kuzey doğusuna, tepelerin dibine, değirmenlerin oraya doğru yürüdü. Tellal gerçekten şahsının vekarım koruyordu. Hem de fazlasıyla. Orada, akar suların altında, değirmenlerin abaralarından çarklara düşen sular top gibi patlıyordu. Çarklardan aşağı inen sular som kaynayan köpüktü. Köpükler değirmenlerin kemerlerinden yukarıya fışkırıyorlardı. Ağır taşların üstüste hızla dön-
462
melerinin sesleri de katılıyordu suyun kütürtüsüne ve kulakları sağır edecek bir gürültü dolduruyordu değirmenlerin koyağını.
Tellal orada bir süre durdu, çarklardan gelen delirmiş sulara baktı, sonra değirmene girdi. Sıcak un kokuyordu ortalık ve hızla dönen ağır taşlar yörelerine apak unlar fışkırtıyorlardı
Değirmenci yaşlı bir adamdı, öteden, değirmenin karaniisc bir köşesinden, çarklara düşen suların gümbürtüsüne, taşların uğultusuna karışarak sesi geldi. Tellalı görünce çok sevinmişti. Onu bir daha hiç göremeyeceğini sanıyordu. Uzun, beli bükülmüş, una batmış ak sakallı, pırıl pırıl bir yaşlı adamdı. Undan yalnız dişleri ve gözleri ışılıyordu.
«Hakkını helal et diye geldim,» dedi tellal. «Biliyorsun, katlime ferman çıktı. Bugün değilse de yarın...»
«Duydum,» dedi değirmenci. «Ne dersin de bulaşırsın bu itlere! Onlar, yan bastın, eğri durdun diye adam öldürüyorlar.» Kep hayıflı hayıflı boynunu döndürüyordu. «Keski bulaşmayay-dın bunlara... Aaah keski...» Durdu, tellalın koluna girdi sonra da dışarıya çıkıp salkım söğütlerin altına yürüdüler. Burada konuşabilirlerdi. Daha az gürültülüydü. «Bir iki yıl buradan ıızaklaşsan... Ben seni çoluk çocuk, bizim köye gönderirim. Bir iki yıl sonra dönersin. O zamana kadar da her şey unutulur.»
Tellal:
«Olmaz amca, olmaz. Sen bana kaçmayı yakıştırır mısın, bu işler olduktan, herifin tabancasına göğsümü yırtarak açtıktan sonra? Benim adamlığım kalır mı? O zaman yaşamışım ki neye yarar... Şimdi şahsımın vekarını koruyarak ölmek daha iyi değil mi?»
Değirmenci karşılık vermedi. Bir süre karşılıklı, salkım söğüdün altına oturup, bellerini ağaçların gövdesine dayayarak sustular.
«Hakkını helal et diye geldim,» dedi tellal. «Ne yapalım, bizim de kaderimiz böyle imiş.»
«Yerden göğe kadar helal olsun,» dedi değirmenci. «Yağmur geliyor.»
463
Tellal dağların üstüne yukarı baktı: «Hem de ne geliyor.»
Değirmenci bir şey söylemek, bir teklifte bulunmak istiyor ¦ama bir türlü bunun yolunu bulamıyordu.
«Akşam yemeğini birlikte, burada, değirmende yesek,» dedi ürkerek, tellalı incitmekten korkarak... Adama hot be hot, sen öleceksin, en ok kül böreğini seversin, sana gittilik sana bir kül böreği yapayım da, öbür dünyaya ağzının tadıyla var git diyemezdi ki...
Uzun yıllardan bu yana tellal sazım alır, cünunluğu üstün--de değirmene damlar, «durdur şu gürültüyü,» diye bağırır, oturur eşikliğin ak taşına, başlardı çalıp söylemeğe. Sazının üstüne yumulur, gün yüzü görmedik türküler söylerdi. Sesi güzel, yanıktı ve tekmil Çukurovada onun üstüne saz çalan türkü söyleyen yoktu. Karısı türküsünü duymuş, ona sevdalanmış, ne etmiş eylemiş de tellalla evlenmişti. Belki kasabanın en güzel kızıydı.
Ve yıllar yılı değirmenci bu hünerli, bu altın gibi dostuna, hamur yoğurup bazlama açmış ve kalın, çift bazlamanın içine soğan, biber, tereyağı, patates, yarpuz yaprağı, maydonos koyup, onu kızgın küllerin altına koymuş, üstüne de közleri küme-
lemişti.
Tellal ocağın başında ağzının suyu akarak, sabırsızlıkta! patlayarak, dört dönerek beklerdi. Sonra küller usul usul açılır, küllerin altından kızarmış kül böreği bütün güzelliğiyle çıkardı. Bunu da en lezzetli işte bu yaşlı değirmenci yapardı.
Canım dişine takıp:
«Sana,» dedi kekeliyerek, «hani çok seversin de... Sana... Sana bir kül böreği pişirsem...»
Tellal gülerek:
«Ha diline sağlık, ha babana rahmet... Son gittilik, şu dünyadan giderken, bari ağzımızın tadıyla gidelim,» dedi. «Ne söylemek ürküyorsun bire amca? Ölüm haktır, ne yapalım ölecek-sek. Ölmeden sana bir daha sazı da getiririm. Sen bugün kül bö-
reğini yap!»
464
jjagiarm ustunu Kaynayan kül rengi gibi koyu bir bulut tutmuş geliyordu.
Önce soğuk, üşütücü, oradan burada, doğudan, batıdan, sağdan soldan, tozları kaldırarak bir yel esti. Tellalın sırtı ür-«erdi. Sonra ötelerde şimşekler çaktı ama gürültüleri duyulmadı. Ilık bir yel geldi, arkasından ağır sıcak damlalar tozların içine düştü, çukurlar açarak gömüldüler. Uzaklarda, göğün derinliklerinde patlayan gökgürültüleriyle birlikte bir sağnak indirdi. Sağnak bir kırk dakika kadar sürdü, geldi geçti, ortalığa bir serinlik çöktü. Hava temizlenmiş, ortalık pırıl pırıl olmuş, alabildiğine toprak kokuyor, tellalın burun delikleri açılıp açılıp kapanıyordu.
Düldül dağı da yunmuş arınmış, uçuk pembe bir ışık içinde balkıyordu. Üstüne de ulu bir yay gibi kaim gökkuşağı gerilmişti. Gökkuşağının yeşil, mor, turuncu, kırmızı, gene turuncu, mor, yeşil, uçuk mavi gölgesi usuldan belli belirsiz Düldül dağının üstüne yansımıştı. Tâ geceye kadar gökkuşağı dağların üstüne pırıl pırıl yıkanmış, yanıp sönerek, balkıyarak, bulutlan, göğü uçuk pembeye, mora boyayıp sırmalayarak kaldı.
Kül böreğini yerken tellal, gözleri kapalı taddan mestola-raktan, karısını, çocuklarını düşünüyordu. Ölüm işini, öldürmek işini karıya böyle söylememeli diyordu.
«Bak karı, ölüm Allanın emri. Bir gün ölürsem, demirci var. O çocuklarıma bakar. Seni kimseye muhtaç etmez. Bak karı, bir gün ölürsem, ölümüm, şahsımın vekarını koruyarak-tan, çocuklarıma unutulmaz bir nam bırakaraktan, dillerde destan olaraktan olacaktır. Bak karı, o Kurtboğaya yaptığımı duydun ya, işte öyle... Dev olsalar benim... Hiç korkma... Demirciye baban, anan, kardeşin gibi güvenebilirsin. O benim ana bir baba bir öz kardeşlerimden, kardeşlerim batsın, anamdan babamdan ileridir. Çocuklarım ona emanet...»
1
1
465
F: 30
39
«Kesilmiş kellesi gözleri bakar.»
Daha öncesi bilinmiyor. Belki iki obanın biribirlerîni ta-lanlanyla başladı. Belki kışlak, belki yaylak sorunuydu. İlk bilinen olay iskandan epey sonraları ortaya çıkan bir olaydır. Bu yörenin Türkmenleri arasında, o günün döğüşü daha söylenir durur. Döğüş üstüne sayısız ağıt, türkü çıkarılmıştır. Hikayesi kuşaktan kuşağa anlatılır. O döğüşün ölüleri Çukurovadaki bir hüyüğe, Körmezara gömülmüştür.
Yayladan dönülüyordu. Sarıoğulları Dikenli üstünden, As-lantaştan, Hemiteye doğru iniyorlardı. Önce Bozkuyu altında biraz konaklayacaklar, sonra asıl kışlaklarına göçeceklerdi. Ak-yolluların da niyeti buydu. Onlar da Bozkuyu altında konaklayacaklar sonra yurtlarına döneceklerdir.
Vaktini şimdi kimse ansıyamıyor. Belki kuşluktu. Esen ğüz yelleri inmişti. Belki tam öğleydi, sarı güz sıcağı yaz sıcağı gibi çökmüştü, vakti bilinmiyor, iki oba düz ovada karşılaştılar. Mavzerler, av tüfekleri, tabancalar, sapanlar, hançerler, saldırmalar, değneklerle kıyasıya bir döğüş oldu. Kadınlar çocuklar da giriştiler döğüşe. Önce kimin başladığı, ilk kurşunu hangi yanın sıktığı bilinmiyor, önemli de değil... Döğüşün tam bir hafta sürdüğü, genç yaşlı, kadın çocuk yüz otuz kişinin öldürüldüğü, köpeklerin durmadan ürüştüğü, atların sabahlara ka-
466
dar kişneştiği, sığırların böğürüştüğü, bazı hayvanların delicesine Çukurovanın yazısına düşüp koştuğu, başlarım alıp gittikleri bir daha da geriye dönmedikleri, bazı kişilerce anımsanıyor.
Döğüşe hiç bir kolluk gücü karışmadı, ne de öteki obalardan hiç birisi, bütün Çukurova bunların yıllar yılı döğüşmele-rinden, biribirlerini doğramalarından bıkıp usanmıştı. «Doğra-smlar,» diyorlardı, «biribirlerini. İnşallah şunlardan bir teki bile kalmaz da Çukurova şerlerinden kurtulur.»
Bir hafta sonra döğüşün durduğu, ölülerini toplayıp Körmezara gömdükleri biliniyor. Çukurun yeşil çaynlarına dökülmüş kana yeşil sinekler indi.
O zamanlar Akyolluların başında Hacı Yakup Ağa vardı. Sarioğullarının başında da Kerim Bey. Bu döğüşte Kerim Beyin sekiz oğlundan beşi vurulup öldü, üçü kaldı. Kalanlardan birisi çocuktu, aklım oynattı. Hacı Yakup Ağarunsa on dokuz oğlundan onu vuruldu ve üçü başlarını aldılar terki diyar edip gittiler. Şimdiye dek onlardan bir haber alınmadı, imleri timleri belirsiz oldu.
«Kesilmiş kellesi gözleri bakar.»
Bilinen ikinci döğüş Hemite dağında, tam tepede, türbenin bulunduğu kayalıklarda oldu. Yayladan dönen Türkmen Hemite dağının tepesindeki ziyarete kurban kesmeğe çıkmışlardı. Davullar doğuluyor, türküler söyleniyor, zikirler ediliyor, halaylar çekiliyor, kavallar çalınıyordu. Güzel, ince Türkmen kızları kayalıkları ala, yeşile, mora, pembeye, turuncuya, maviye boyayan, nakışlayan giyitlerini giymişlerdi. Birden bir tüfeğin patladığını, al kanın mor kayalıklara döküldüğünü, bir sürü erkeğin, kadının çığrıştığını gördüler. Bu işe obalar karışmadılar, düğünü derneği, ziyareti kesip dağdan aşağı indiler.
Dostları ilə paylaş: |