Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə4/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43

Mahmut başını ağır ağır kaldırıp Derviş Beyin acı içinde kıvranan, donmuş, buz kesilmiş, kinle yoğrulmuş gözlerine, yüzüne baktı. Ona acıdı. «Kendisi neden öldürmüyor?» diye geçirdi içinden. «Bizim Dördüncü Orduda herkes düşmanını kendi eliyle öldürür. Kanını kendi eliyle temizler. Bunlar kanlarını başkalarına yuduruyorlar. Bunun için de, sırf bunun için de çocukluktan alıp adam öldürecek adam yetiştiriyorlar.» Mahmut kendini düşündü. Kendini, Çukurovaya gelişlerini, babasının, anasının... Düşündükçe bir hoş, bayılır gibi oluyor, hemen o anıları aklından kovuyordu. «Bunlar da mı adam? Bunlar da mı Bey? Böyle Beyler düşman başına... Git Beyim, yiğitsen, sen

56

Öldür ıvıunaza ocyı, uıur mu.'» uuıyorau Ki erinde geçinde ne yaparsa yapsın, nereye kaçarsa kaçsm Murtaza Beyi öldürmek ^orundaydı. Onu öldürdükten sonra ya kurtulacak, kurtulup Derviş Beyi, her gece sabahlara kadar bekleyecek, ya da mahpushanede Akyollunun adamlarınca öldürülecekti. Bunun bir Üçüncü yönü yoktu.



Gün işiyordu ki Derviş Beyin dudakları kıpırdadı:

«Git,» dedi, başka bir şey demedi. Bu «git» sözü tâ onun yüreğinin başına saplandı kaldı. Başka bir şey söylememesi de onu mahvetti. Ayaklarını sürükleyerek evine geldi. Meyro onu saç baş darmadağınık öyle karşıladı. Onu hep böyle beklerdi. O, Murtaza Beyin takibine gittiğinde gelinceye kadar gözüne ne uyku girer, ne de o gelinceye kadar ağzına bir lokma ekmek alırdı. Çocukları beşikte uyuyordu., Mahmut beşiğin çarşafını açtı, kocaman başım beşikten içeri soktu, uyanmasına aldırmadan çocuğu içten, şapırtıyla öptü.

Meyro:

«Bir hayırlı haber mi?»



Mahmut, yok, diye başını salladı.

Meyro: »


«Sen bu adamı öldüremeyeceksin. Çünküm sen bu adamı öldüreceğine inanmıyorsun,» diye gürledi. «Gideyim de Beye söyleyim. Söyleyim ki Mahmut bu adamı öldüremeyecek. Sen vazgeç Mahmuttan da Murtazayı öldürecek başka bir adam bul. izin ver bana da gideyim Mahmut. Sen bu adamı öldüremeyeceksin. Bunu ben biliyorum, sen de biliyorsun.»

Mahmut beşiğe eğildi, küçücük el beşikten dışarı çıkmış, beşiğin kulpundan sarkan mavi nazar boncuğuyla oynuyordu.

«Yusufum, Yusufum, yavrum. Yusufçuk... Yusufum, Yusuf um, Yusufçuk...»

Mahmudun çok tatlı bir sesi vardı. Meyro, Mahmut kadar bu sese de aşıktı. Mahmut, Yusufçuk adını bir ninni söyler gibi ezgiyle söylüyordu boyuna. Ninni az sonra uzun, dertli, özlemli

57

bir Kürt türküsüne dönüştü. Ve Meyro türküyle bırlücte agıanıa-ğa başladı. Mahmut da ağladı. Sonra uyudular.



Mahmut için adam öldürmek bir şey değildi ki. Bu kapıda salt adam öldürmek için duruyordu. Bey bunun için besliyordu onu. Onu da ötekileri de... Peki, Murtaza Beyin öldürülmesini neden ötekilerden birisine vermedi? Vermedi de kendine verdi? «En güvendiği adamı benim de onun için,» dedi, sevindi. «Ben de onun dediğini beş yıldır yerine getiremiyorum. Ben adam değilim ki... O da ama saklanıyor. O adamı da ele geçirmenin hiç bir mümkünü çaresi yok.»

iki yılda bir de ele geçtiğinde işte böyle oluyor. Onu görünce tutuluyor. Oysa elini kolunu sallaya sallaya önünden geçip gidiyor.

Mahmut, «Meyro doğru söylüyor,» dedi kendi kendine. «Ben hiç bir zaman Murtaza Beyi öldüreceğime inanmadım. Onun için de onunla ne zaman karşılaşsam bir yolunu bulup Oiiu öldürmedim. Bu sefer onu öldüreceğim, öldüreceğim. Ben yemek yediğim sofraya bıçak sokmayacağım, insanlıkta bu yok. Sana iyilik edene yalan söylemek yok. Murtaza Beyi öldüreceğim.»

a Murtaza Beyi kim öldürürse onu da öldürürler. Akyollu

evi, Çukurovadaki en güçlü ev.»

«Murtaza Beyi öldüreceğim.»

«Daha gencecik bir adam. Çiçeği burnunda. Adam ona kıyar mı? Anası da Dördüncü Ordudan. Bir Kürt kızı...»

«Murtaza Beyi öldüreceğim.»

«Murtaza Bey hiç kimseye bir kötülük etmemiş, halim selim bir adam. Kız gibi. Fakir fıkaranm da dostu. Derviş Bey gibi bir kan düşmanı olduğu halde tabanca bile taşımıyor. Böyle

adama el kalkar mı?».

«Yalan. Tabancası olmadığı yalan. Fakir fıkaramn dostu olduğu yalan. Hiç bir Bey, hiç bir fıkaranm dostu olmaz. Fıkaranm yanlarında hiç bir kıymeti yok. Fıkaralar onların yanında

58

insan say-^ııa^ıaj-- «""««« -m^i vıuuıcvcgım. ı^crvıs xseyin ağasını öldürenler onlar değil mi?



«Derviş Beyin eli armut mu topluyor?»

«Derviş Beyin dedesini? Dedesinin dedesini... Onun da dedesini onlar öldürmediler mi?»

«Derviş Beyler de onlardan öldürdüler.»

«Murtaza Beyi öldüreceğim.»

Meyro yanma yaklaştı, aşkla kocasını kucakladı, öfkeyle, tâ yürekten:

«Öldür onu,» dedi. «Ele güne karşı Beyi rezil etme. Bak, fıkara Bey el yüzüne çıkamaz oldu.»

Murtaza Bey öldürülürse, Murtaza Beyin Ağabeyi Akyollu Mustafa Ağa da Derviş Beyi öldürmez mi? Beye yazık değil mi? Halbuki Murtaza Beyi kimse öldürmezse Akyollular da gelip Derviş Beyi öldürmezler. Çünkü öldürmek sırası Derviş Beyde. Çünkü bir yaz gecesi Akyollu Mustafa Beyin adamı Kel Muharrem Derviş Beyin ağası Cevdet Beyi uyurken çardağın altından kurşunlayarak öldürdü. Cevdet Bey, geceyarısı kurşunu yeyince çardağın iki metre yukarısına kadar sıçradı, sonra çardaktan ye-1e müthiş bir bağırtıyla düştü ve yere düşer düşmez de bağırtısı kesildi, o anda da canı çıkıverdi. Göğsünden üç kurşunu yemiş, domdom kurşunlan göğüs kafesini parça parça etmişti.

Derviş Bey iki ay sonra Kel Muharremi hapishanede öldürttü. Sıra Murtaza Beye gelmişti. Çünkü o, onun kardeşini öldürtmüştü. Derviş de onun kardeşini öldürtmeliydi. Ve töreye göre de kendi eliyle öldüremezdi. Öteki nasıl yapmışsa, o da öyle yapmak zorundaydı. Hangi töre? Töreyi Derviş uydurmuyor muydu?

Bunun böyle olacağını bilen Murtaza Bey, Cevdet Beyin vurulduğunun ikinci günü ortadan yitti. imi timi belirsiz oldu. Ama nereye gitse kurtulamazdı. Bu kaderdi. Kaderden de beter bir kaderdi. Yılanın deliğine de girse, kuşun kanadının altına da sığınsa, Derviş Bey onu bulduracak, öldürtecekti.

Murtaza Bey ancak üç yıl gizli kalabildi. Dördüncü yıl Der-

59

viş Beyin adamları onun yerini buldular ve arKasını lar. isteseler hemen öldürürlerdi. Derviş emir yolladı:



«Zinhar öldürmeyesiniz. Yeri bulunan Murtaza Bey mutlaka memlekete dönecektir. Burada öldürürsünüz. Arkasını bırakmayın. »

Murtaza Bey açıkta, savunmasız, silahsız kalmış güçsüz bir çocuk gibiydi, öylesine bir korktu ki soluğu hemen Akyollu konağında aldı. Burada kendisini daha iyi koruyabilirdi, işte beş yıldır da koruyordu.

«Seni Akyollu Murtaza hapisanede öldürtür. O hiç bir şeyi bağışlamaz. Sonra da Derviş Beyini öldürtür. Bu dünyada Akyollu Mustafa Ağa yaratılışında kurnaz, kan içici kimse yoktur. Nasıl öldürttü Cevdet Beyi? Murtaza Beyi öldüreceğim.»

«Murtaza Beyi öldüreceksin. Başka hiç bir çaresi yok. Bu dünyada senin işin budur. Bu iş de sana düşmüştür. Murtaza Beyi öldürmek ve de yakalanmamak.»

«Hapiste seni saçımı süpürge eder de beslerim. Kuş südüy-le beslerim. Oğlunu da vezir oğullan gibi büyütürüm. Murtaza Beyi öldür. Seni kim evlendirdi? Seni kim bu güne kim eriştirdi,

kim?»


«Murtaza Beyi öldüreceğim.»

Derviş Bey tam bir ay onun yüzüne bakmadı. Derviş Bey tam bir ay konağından da dışarıya çıkmadı. Kimseyle de konuşmadı. Sofrasına da kimseyi çağırmadı. Yas içindeydi sanki. Bu bir ay içinde Mahmut tam beş kere Derviş Beyin huzuruna çıkmak istedi, beşinde de korktu, yapamadı. Utandı yapamadı, çekindi yapamadı, öfkesi arttıkça artıyor, arttıkça artıyor, kendini Murtaza Beyi öldüreceğine inandırmaya çalışıyor, çalıştıkça da bir türlü inanamıyordu.

«Öldüreceğim, öldüreceğim.» En sonunda cesaretini topladı, Beye çıktı: «Sana söz Bey,» dedi, «Murtaza Beyi öldürmeden bu tüfeği elimden birakmayacağım. Murtaza Beyi öldürmeden bu

60

6 gjg, y



öun beşiğini sallamayacağım. Senin yüzüne bakmayacağım. Kurana el basarım huzurunda ki böyle yapacağım.»

Derviş Bey inanmaz, onu küçümser bir surat takındı:

«Hiç sanmıyorum, hiç sanmıyorum ki yavrum Mahmut, sen o şeytanın hakkından gelesin. Ben başka bir adam bulmalıyım. Sen bu işin üstesinden gelemeyeceksin, ne yapalım. Herkesin her iş elinden gelmez ki... Ne ise al şunları... Mademki bu çiftliğe ayak basmayacaksın sana bunlar gerek olur...»

Derviş Bey ona bir deste para uzattı. Mahmut:

«Sağ olasın Bey, almam,» dedi.

Bey kaşlarını çattı, emreder bir sesle:

«Al!» diye gürledi.

Mahmudun genç yüzü kıpkırmızı kesildi:

«Üstüme varma Bey,» dedi. «Ben ölürüm de almam bu parayı. Murtaza Bey ölmeden ben de hiç bir paraya el sürmeyeceğim.»

Yana doğru birkaç adım attı, gitti sırmalı bir kap içindeki duvara asılı Kurana el sürdü.

«İşte bu kitap gözüme dizime dursun. Çocuğumun başı için, avradımın başı için, Bey, senin şu güzel başın üstüne yemin eder, ant veririm ki...»

Koşarak merdivenleri indi, atma atladı.

Gene de, gene de Murtaza Beyi öldüreceğine inanamıyordu. Bu yaptıkları ona hep oyunmuş gibi geliyordu. Ama artık yemin etmiş, Kurana el basmıştı. Evine vardı, aynı yemini karısının önünde, çocuğunun beşiğinin başında da yaptı.

Artık kurtulmuştu. Murtaza Beyi öldürmeğe inanmasa da öldürecekti. Yemin içip ant vermişti. Hem de tek çocuğunun, sevgili karısının başı üstüne. Hem de Beyinin...

Hep kafasını kurcalamıştı. Nasıl adamdı bu Murtaza Bey? Genç, tüysüz denecek kadar yüzü sakalsız, bıyıksız. Bir de yüzü uzun, soluk, kederli. Hiç yüzü gülmezdi fıkaranın. Bunca yıl neden öldürmemişti? Hiiç, öldürmemişti işte. Şimdi öldürecekti.

61

Üç yıldır bir gölge gibi Murtaza Beyin ızınucu ayıumouu, ti. Ne ettiğini, nereye gittiğini biliyordu. Şimdi, şu anda gitse, eliyle koymuş gibi onun nerede olduğunu bulabilirdi.



Gecenin üstüne ağır, siyim siyim bir yağmur yağıyor, taze toprak başdöndürücü bir kokuyla kokuyordu. Atını Akyollu çiftliğine sürdü. İçinde ne bir acıma, ne heyecan, ne korku, ne de yılgı vardı. Yıllar yılı bunun hepsini, hem de tepeleme yaşamıştı.

Akyollu çiftliğinin aşağısındaki kamışlıkta suyun kıyısına indi, atını bir ağaca bağladı. Bundan önce belki de yüz kere atını aynı ağaca bağlamıştı. Yağmur iliklerine geçmiş, tenini ürpertiyordu.

Yağmurlu, boğucu, ıslak, yapış yapış bir sıcak duyuyordu

etinde.


El yordamıyla kamışlıktan yola çıktı. Hiç bir tehlike yoktu onun için. Akyollu konağının azgın köpekleri bile yıllardan bu yana onu tanıyorlar, ona ürmüyorlardı bile. Ama gene de köpeklerin onu görünce üreceğinden çekiniyordu. Çiftliğin adamları da onu tanıyorlardı. Mahmudun adam öldürebileceğini, Murtaza Beyin peşinde bunun için yıllar yılı dolaştığını unutmuş gitmişlerdi. Mahmudun çocuksu, kederli, adam öldüremez yüzüne kimse adam öldürmeyi yakıştırmıyor, onun için de ona kimse aldırmıyordu.

Akyollu çiftliğinde onun Derviş Beyin adamı olduğunu herkes biliyordu. Ama hiç kimse ona aldırmıyordu. Utangaç, hep yere bakan, iyi söz söyleyince kıpkırmızı kesiliveren, ellerini saklayacak bir yer bulamayan, utancından ne yapacağını bi-lemeyip, kendi yöresinde dönüp duran... Kimse kimse, bu dünyada kimse, Sarıoğlu konağında, Akyollu konağında da kimse onu önemsemiyordu. Mahmut bu önemsememenin acısını tâ yüreğinin başında ağılı, keskin bir bıçak gibi duyuyordu.

Hiç telaşsız çiftliğe girdi. Köpekler ürüşmediler. Üstelik de onu tanıyıp geldiler, bacaklarına süründüler, önüne yattılar. Kö-

62
tti___________,. -------o- j-----¥«&.m ouıauı. jxuiiagui uuvannı

az bir aramayla buldu. El yordamıyla duvar boyunca yürüdü.

Konağın nöbetçileri her zaman kapının yanında olurlardı. Gene orada olacaklar. Ayak sesleri gelmiyor. Cıgara da içmiyorlar. Yağmur çiseliyor. Gökte bir tek yıldız yok. Burnunun dibinde olsalar bile onları göremezsin. Karanlıkta karartılan bile farkedilmiyor.

Sonunda aradığı pencereyi buldu. Pencerenin demirlerine tutunup bir kedi çevikliğiyle balkona atladı. Murtaza Bey evin tavanarasındaki çardağımsı odasında uyuyordu. Odaya daldı. Hiç bir şeyi göremiyordu. Yüreği çarpmağa başladı.

Tabancasını yokladı. Yatakta iki kişi vardı. Soluk alışlarından kadını ve erkeği tanıdı. Murtaza Bey iki karış ötesindeydi.

Tabancasını çekti. Eli titredi. Kurşun sesini duyanlar konağın dört yanını, merdiveni, o anda sarmazlar mıydı? Tabancasını yerine soktu. Kocaman bir şimşek çaktı, her yan ışıdı. Murtaza Beyin ince, soluk, kederli yüzünü gördü. Yüz ter içinde kalmıştı. Karısının da açık göğsünü gördü. Bir memesi dışarı çıkmıştı, iri. Bir şehvet kasırgasına tutuldu. O anda da tabancasını çekti ateşledi. Tabancasında ne kadar kurşun varsa hepsini boşalttı. Kurşunu yiyen Murtaza Bey korkunç bir çığlıkla tavana kadar sıçradı.

Mahmut, son derece soğukkanlı, tabancasını kınına soktu, ağır ağır, telaşsız merdivenleri indi. Konağın içi bir ana baba günüydü. Herkes bir yana koşuşuyor, kimse bir ışık yakmayı akıl etmiyordu. Mustafa Ağa üç kere bağırdı:

«Ocağım söndü, ocağım söndü, ocağım söndü,» dedi.

Konağın büyük kapısından elini kolunu sallaya sallaya çıktı. Herkes koşuşuyordu. Köpekler ürüşüyor, çiftlikte kıyamet kopuyor, oradan buradan kurşun sesleri geliyor, gök güdüyordu. Yürüyüşünü bozmadan kamışlığa geldi, atını çözdü atladı, bir de cigara yaktı. Bir de usuldan, yanık bir Kürt türküsü tutturdu. Çiftlik bir hay-u huy, bir gürültü içinde kaldı. Uzakta

63

Hemitedağımn üstünde de durmaaau. şmı»



yordu.

Eve geldi, Meyro hemen kapıyı açıp atım ahıra çekti. Ve

Mahmut yatağa girer girmez uyudu.

Sabahleyin erkenden kalkıp Beye gitti. Müthiş yorgundu. Sanki bin yılın yükü omuzlarından yeni kalkmıştı.

aDüşmanıyın ömrü bu kadar olsun,» diye tabancasını Derviş Beyin önüne attı. Derviş Bey de tuttu onu alnından üç kere

öptü:


«Varolasın,» dedi. «Varolasın. Gazan mübarek olsun. Yediğin ekmek, içtiğin su helal olsun.»

Siyim siyim, yapış yapış, ağır, yağmıyor gibi donmuş bir yağmur yağıyordu. Sanki bu yağmur bin yıldır böyle durmadan yağıyor, hiç durmadan da yağacak. Kirli, karanlık, kaygan, çamur içinde, yeşilsiz, kül gibi...

r

Uzak yakın köylerden, dağlardan, Toros köylüklerinden en ünlü ağıtçı kadınlar gelmişler, Murtaza Beyin kanlı ölüsü basında sallanarak, çırpınarak ağıt söylüyorlardı. Konak ince, yürekli, korkak, kaim, yanık, gür, ölgün sesli beyaz başörtülü kadınlarla dolmuştu.



Konağın avlusu çamur içindeydi, vıcık vıcık. Durmadan yapış yapış, sarı, kirli, karanlıkça bir yağmur, ağır ağır hep vağıyordu. Bütün insanlar tepeden tırnağa çamura bulanmışlardı.. Konağın pencereleri, kapıları, merdivenleri, bahçedeki ağaçları çamur içindeydi. Uzayıp sararmış, kederli yüzlü insanlar konağın bahçesinde ne yaptıklarını, ne yapacaklarımı bilmeden oradan oraya koşuşuyorlardı. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ağıt söyleyen kadınlardan birisi arada bir, uzun bir çığlık atıyor, kadının çığlığı tâ öteki köyden duyulurcasma, avludaki insanları bir anlık irkiltiyordu.

Ağlıyan, ağıt söyleyen kadınlar bir an için bile durmuyorlar, ortalarında, ak bir çarşafın altında uzanmış yatan ölünün bütün yaşamını, soyunu sopunu, yaptıkları iyilikleri, her şeyini, her şeyini en ince yerlerini bulup çıkararak övüyorlardı. Bütün çift-•'k, ova, her yer çığlığa kesmişti Ve yağmur, bulaşık, yapış ya-P'Ş durmadan indiriyordu.

Akyollu Mustafa Beyse odasına çekilmiş ne kadınların ağı-

64

65



F:5

t

dim duyuyor, ne de yapış yapış yağan jagmum bjr düşünüyor, hep bir şeyler kuruyordu. Yüreği, bütün sinirleri, da~ marları kopacakmışcasma gerilmişti. Gerilmekten bütün bedeni, havanda döğülmüşcesine acıyor. İçinde kötü, umutsuz bir



karanlık...

Hemen bugün., bu gece başlamalı. Derviş Bey bir haftaya varmadan mutlak be mutlak öldürülmeü. Murtazamn mezarında daha bedeni soğumadan Derviş kara topraklar altına girmeli. Adamlar avluda gidip geliyor, birşeyler yapıyorlardı. Bir arabada murt çalısı duruyor, yağmur altında ezilmiş murt yaprakları koyu yeşil, acı kokuyor, kokusu Akyollu Mustafa Beyin burnuna kadar geliyordu. Mustafa Bey ansıdı ki, çocukluğundan bu yana, bütün ölüler kan ve murt kokar. Bir de kadın çığlıkları... Bir de büzülmüş insanlar... Bir de inanılmaz bir kin, bir öfkeyle kısılmış dudaklar, bıçak açmayan'ağızlar. Bir de yapış yapış hiç durmadan yağan karanlık, sarı, pis bir yağmur. Bir de poyraz yeli vurmuş başaklar gibi dalgalanan ak başörtüler...

Birden ağıtlar durdu. Kadm çığlıkları, avludaki adamların gidiş gelişleri, hay-u huy durdu. Sonra birden yağmur durdu.

Mezarlığa gittiler. Balçık, tutkal gibi yapışkan, killi bir toprağı kazdılar. Mezar taşları küçücük, irice çakıltaşlarından... Hi-titlerden kalma bir hüyüğün yamacında. Bir tek, yarı gövdesi çürümüş bir dut ağacı da öylecene, yarısı kurumuş, yarısının yaprakları fidan yaprakları tazeliğinde. Balçık toprak, mezar taşları, yarısı çürük dut, Hitit hüyüğü, ötedeki kamışlık, adamların sırtları tütüyor. Her yandan mavi, kör edici bir bulut örneği buğu

fışkırıyor.

Ölüyü balçıktan kazdıkları tutkal gibi kil mezara indirdiler. Saldırmaları dayadılar. Saldırmalar yağlı çam ağacındandı. Saldırmaların üstüne murt çalıları yığdılar. Çalıların üstünü toprakladılar. Hoca Kuran okudu. Adamlar orada ellerim kavuşturup beklediler. Burunlarında acı murt kokusu. Yağmur ye-riden yağmağa başladı. Mustafa Bey ayaklarını sürüye sürüye mezarlıktan uzaklaştı. Sonsuz bir düşüncenin ağırlığı omuzları-

66

ce bir tek şeyi düşünüyordu, Derviş Beyi. Ölünün yaralarından san, durulmuş, kan gibi bir ılık su sızıyordu boyuna. Az sonra mezarının içi bu suyla dolacaktır.



Derviş Bey beş gün içinde öldürülecektir. Ne pahasına olursa olsun. Çünkü onun öldürülmesi için her şey, yıllardan bu yana hazırlanmıştır.

Derviş Bey ne yapar, nasıl yaşar, nasıl hareket eder, tâ çocukluklarından bu yana Mustafa Beyce biliniyordu. Belki de yüz yıldır bu iki evden herkes herkesin her şeyini biliyordu. Düşman düşmanı bağışlamaz. Düşman kadar kimse düşmanı bilemez. Savrun suyunun batısındaki tepenin üstüne kurulmuş konak Akyollular için bir karanlık ölüm dağıydı. Gözlerini açtıklarında karşılarında ilk bu karanlık korku, bu ölüm dağını görürlerdi. Sarıoğlu konağı için de Akyollunun gene bir hüyük üstüne kurulmuş konağı öyle, karanlık bir ölüm, bir ölüm korkusuydu. Akyollulardan hiç kimse Sarıoğlu konağının içini görmemişti ama, konağın içini orada doğup büyümüşçesine bilirlerdi. Sarıoğullan da Akyollu konağını...

Yağmur gene başladı. Yağ gibi bulaşık, ağır bir yağmur. Yağmur bir yağıyor, az sonra bir güneş açıyordu. Her yer cıvık, bulaşık bir buğuya gömülüyor, sonra gene sıcak, buğulu pis bir yağmur başlıyordu.

Islanmış, kanatları ağırlaşmış, tüyleri diken diken, top top clmuş kel kafalı bir kuş ötedeki yapraksız, yaşlı incir ağacının dalma konmuş, boynunu da içine çekmiş bekliyor. Yağmur iliklerine işlemiş.

Mustafa Bey adamına seslendi:

«Koca Hasan,» dedi, «git de şu kuşu al getir. Al getir de kanatlarını kurut. Kurut da koyver gitsin. Genç bir kuşa benziyor. »

Koca Hasan kıvançla:

«Kocamış bir karakuştur o,» dedi, fırladı gitti, karakuşu

67

elini dala uzatıp tunu, gcuım. »~~---- ____



1ar Bey.»

«Kanadına ilaç yap, iyileştir.»

Kanatları ıslanmış serçeler pencerenin ağzındaki dut ağacına yüzlerce bir top indiler, cıvıldaşarak geri uçuştular. * Yanağının çukurunda iri bir yaş damlası kurumuştu. Yü- | zü sert, kıpırtısız, taş gibiydi. Murtaza Bey vurulmadan önce de i o böyleydi. Canı kadar sevdiği kardeşinin ölümü sanki onu hiç etkilememişti. Süzülmüş yüzü kocaman elleri arasında ve önünde yanar döner bir Bulgar Beyliği... Masanın üstünde bir yığın mermi...

«Koca Hasan!» «Buyur Beyim.»

Kapıda bekleyen Koca Hasan odaya girdi. «Derviş ne yapıyor?»

«Ne yapacak Beyim? Ne yaptığını sen benden daha iyi bilirsin. O artık konağından bir adım dışarı adım atmaz. Ölünceye kadar da odasından dışarıya çıkmaz. Ben onun huyunu

iyi bilirim.»

«Öyleyse biz onu nasıl öldüreceğiz Koca Hasan? Dört beş

gün içinde onu öldürmemiz şart.»

«Onu öldürmemiz şart ya... Şimdi gelir.»

Mustafa Bey:

«Kaç gün oldu? Kara Hüseyin kaç gündür Sarıbağ köyünde?»

«Uç gün oluyor. Haber saldım ona, şimdi gelir.»

Hiç bir ışık sızmıyordu hiç bir yerden. Pencerenin altından doğru içeriye yağmur suları geliyordu. Titrek petrol lambasının ışığında yüzü daha uzamış, sararmış, alnı da kırış kırış olmuştu. Sakalları da bir gün içinde bir aylık uzamıştı, diken

diken, seyrek.

içi alıp alıp veriyor, kaynaşıyordu. Bunu titreyen elleri dı-

şmda, hiç bir davranışı belli etmiyordu.

Beş gün içinde onu yakalamalı. Öldürmek kolay, yakala-

68
I

malı. Getirmeli, gencecik, dal gibi, kederli, erkek güzeli Murta-zanın mezarı üstüne, orada bir ağaca bağlamau... Sonra ağır ağır öldürmeli.

Bu Derviş nasıl bir adamdı acaba? Bir kere, o da çok uzaktan görmüştü. Huyunu huşunu çok iyi biliyordu. Ve böyle bir düşmanı olduğundan dolayı da övünüyordu. Açık sözlü, yalan söylemez, mert, cömert, yürekli, geleneklere düşkün, gözünü daldan budaktan esirgemez bir adamdı, içi sevgiden dolup tasan bir adamdı. Şu Çukurovada kötülüklerle, alçaklık, namussuzluk, namertlikle çevrilmiş bir cennet adasma benziyordu. Çukurovada da iki ada kalmıştı. Yürekli, temiz, insanca, dostça yaşayan iki büyükte iki ada. Sanoğlu konağıyla, Akyollu konağı, ikisi de batmağa mahkûmdu, ikisi de son günlerini yaşıyordu. Bu hafta içinde Derviş Bey tamam. Daha sonra da kendisi... Bütün Çukurova artık kokan, çirkef fışkırtan bir bataklık... Çocuklar mı? Artık onlar yok. Onların her birisi yeni yetme ağalar gibi birer Ağa... Tıpkı tıpkısına bunlar gibi. Ahn-yazımız böyle imiş, ne yapalım! Yazgıdan başkası olmaz. Acaba Derviş Bey bu sorunlar üstüne ne düşünür?

Pencereyi açtı, dışarıya başım çıkardı, yüzüne bir iki tane serin damla düştü.

«Derviş ne düşünür acaba? idam fermanının bugün değilse yarın, bu gece değilse yarın gece boynuna geçirileceğini bilip durur. Bilip durur da ne yapar acaba? Murtaza da, can kardeşim de bilip duruyordu ama hiç bir şey yapamıyor, kurbanlık koyun gibi boynunu bıçağın altına uzatmış bekleyip duruyordu. İstese daha uzatırdı ölümünü. Düşman sahibi adam kapısını açık bırakır mı? Bir yattığı yerde her gün yatar mı? O da bıkmıştı beklemekten, her gün bir kere, her an ölmekten bıkmış, bütün gücü tükenmişti. Gözlerinden belliydi, iş daha uzasa Sanoğlu konağına gidecek, işte ben geldim. Eline ayağına düştüm Derviş Bey, beni çabuk öldür, diyecekti. Nasıl, nasıl korkmuştu 'îk günler. Yere göğe sığamamış, beni nasıl nasıl öldürürler, ne hakları var, ne yaptım onlara, diye bağırıp çağırmış, tstanbula

69

NT



kaçmıştı. Istanbulda her hafta bir ev, bir semt değiştiriyormuş. Ama gene düşmanın elinden kurtulamamış, gerisin geri baba toprağına gelmiş, ölüme teslim olmuştu. Hiç kimse onun gibi hayattan bıkıp böylesine ölüme teslim olmamıştır. Hiç kimse... ölüm onun imdadına yetişti. Birkaç yıl daha ona yetişmeseydi ölüm, o, ya kendi kendini öldürür, ya da delirirdi.

Yağmur gittikçe artıyor, konağın kiremidindeki tıpırtılar ağırlaşıyor, çoğalıyordu. Kapı açıldı, içeriye Kara Hüseyin girdi. Giyitleri tüm üstüne yapışmış, üstünden oluk oluk su sızıyordu aşağılara... Islak, bedenine yapışmış giyitlerine samanlar, çerçöp sıvanmıştı. Mustafa Bey: «Söyle Hüseyin,» dedi.

«Murtaza Beyi öldüren Mahmuttur. Duydunuz herhalde, onu bir bir iyice izledim, Mahmut sapsarı olmuş, Mahmut ölü gibiymiş, hiç yürüyemiyormuş, Mahmut demiş ki köylülere, Mahmut demiş ki, varayım gideyim Akyollulara, ölümün çaresi var, Akyolludan kurtulmanın çaresi yok. Mahmut demiş ki, Mahmut çok ağlamış, kıydım dünya yiğidi ceren gibi Murtaza Beye... Muıtaza Bey öldükten sonra demiş, dünyadaki bütün insanlar yaşamış ki neye yarar... Varayım gideyim de Akyollu konağının kapısının eşiğini öpeyim, sonra ben o eşiği öperken, beni nasıl olsa birisi gelir öldürür. Mezarımı Murtaza Beyin mezarının yanma kazsınlar. Bir yanda Cennet, bir yanda Cehennem yanyana uyuyalım, demiş. Çok ağlamış, zari, figan eylemiş. Tüfeğini yere çalmış, başlamış üstünde tepinmeğe. Durmadan, Murtaza Beyi öldüren tüfek diyormuş, seni yerin dibine gömeceğim. Seni gözlerim görmesin. Öyle öyle çok tepinmiş tüfeğin üstünde, bir delice oyun tutturmuş. Tüfek çamura, tâ toprağın dibine gömülünceye kadar, görünmez oluncaya kadar Mahmut tepinmiş, sonra düşmüş yola, uzun Kürtçe bir ağıt tutturmuş, buraya doğru ağlayarak geliyormuş. Derviş Beyin adamları onu yolundan çevirmeye uğraşmışlar, yanma kimse yaklaşa-mamış, Mahmut bir acaip, bir hoşmuş... Kimse yanma varıp


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin