Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə41/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43

«Başüstüne Yüzbaşım.»

58ü


47

Ötelerde, doğuda, uzaklarda Düldüldağı bakırdan oyul-muşcana, bakır pembesi, keskin, çakmaktaşından bakır yeşili, uçuk, ala karlı, namlı karı serpilmiş, elini uzatsan tutuverecek-mişsin gibi yakma gelmiş, koyaklarına koyu, bakır moru gölgeler inmiş, kuzeye yürümüş, başındaki bulutlar kuzeye kaynaşmış, nazlı, salmıyor, bir ortadan yitiyor, soluyor, uçuyor, bir olduğu gibi keskin, oyulmuş, çakmaktaşı bakır kayalıklarıyla olduğu gibi ortaya çıkıyordu, uçuk mavi, sallanan, belli belirsiz, ince tül gibi, yatık dağların arkasında.

Anavarza kayalıklardan indiler. Kurumuş kekik, ince, pul pul yapraklı nane, kurumuş çiriş çiçekleri içinden. Ova yeniden yeşermiş, iğne iğne, taze bir yeşil ovayı örtmüş, çiçekler patladı patlayacaklar. Bilinmeyen bir koku esiyordu esen ince yelde. Akçasaz kuştan, böcekten, kokudan, patladı patlayacak bir som yeşilden, sağlıklı hayvanlardan yükünü almış derinden uğuluyor-du. Ve Akçasaz gözle görülecek kadar belli her gün kuruyordu. Kıyıları kurumuş, çatlamış doygun topraktı. Doygun, verimli, taş eksen taşı yeşertir ve gebe, rahat, binbir verime, doğurganlığa hazırlanmış, kendini sereserpe ışığa, güneşe, binbir tohuma, renge, kokuya, biçime, cana vermiş, Akçasaz toprağı dudaklarını açmış, ıslak, döllenmeyi bekliyordu, gerilmiş, yıllardan bu yana yanarak, üşüyerek beklemiş, kısır, donmuş.

581


UUiyiUUU.

Ve Ala Temir bunu biliyordu.

Ve Ala Temir bu toprağın sıcaklığını tâ yüreğinin başında duyuyordu, beklemesini, dolmuşluğunu.

«Vay anam vay,» diyordu her adım attıkça, kırmızı, yeni postalları yumuşacık toprağa gömülerek. «Vay anam vay! Vay anam ne toprak, ne toprak. Durma o kadar, durma yürü Mehmet Ali Bey. Durma beş dakika üstünde, bitersin Memet Ali Bey. Bitersin Yavru, bitersin oğul. Olduğum yere kök salarsın ayaklarından, başından da ışkın verir, çiçek açarsın. Vay anam vay! Ne toprak, ne toprak...»

Ala Temir bir sevinçten uçar gibiydi. Anavarzadan indiklerinden, yağlı kara toprağa ayak bastıklarından bu yana bir hoş olmuştu. Azıcık çocuklamış, azıcık oynar, azıcık ne yapacağını bilmez. Dolmuş da boşalamayan. Bir anlatamamada, bir coşkuda, coşkusunu ne yapacağını bilemez. Yerinde duramaz, sevinçten dört dönen.

«Vay anam vay!»

«Evet ne diyordum Timur Bey amca, siz o işi iyi yaptınız. İşte buna çok sevindim. Kıvanç duydum Timur Bey amca.»

Memet Ali şaşkınlık içindeydi. Ala Temiri hiç böyle görmemişti. Ne büzülüyor, ne sıkılıyor, ne kaskatı, ne hazırol durumda, ne de dizlerini bitiştirip iki kocaman elini dizlerinin üstüne yaymış, yapıştırmış, sereserpe Ala Temir, gülen, sevinen, coşmuş, taşan... Ala Temirin saçları, ışıklanıp gülen yüzü, ak dişleri, çakır ela, yeşillenen, hep tatlı bir yeşile kesmiş gözleri güzel. Ne tatlı adanmış bu Ala Temir. Çocuk gibi de. Toprağa bastıkça el çırpıyor. Bir iki, görülmemiş çiçek görse, bir kocaman kuş kadar kapkara ışıklı kelebek görse, mavi kocaman benekli, beneğinin içinde sarının en sarısında bir yuvarlak, yuvarlakta bir kırmızı halka olan... Kocaman kara kapkara, el çırpıyor, çocuklar gibi seviniyor, yorulmasa, yaşlılıktan tıkanma-sa, ondan da geçtik utanmasa, fıyt, ver elini kelebek, kelebek nereye, o oraya, koşacak...

«Vay anam vay!»

«Bak Timur Bey amca, bu Akçasazm bütün kıyılarındaki tarlaları almalıyız. Siz Derviş Beyden Kurtkulağım aldığınıza jyi ettiniz. Bakın Timur Bey amca... Öyle derinlemesine toprak alıp da çok para ödemeliyim, kıyı boyunca çizgi çizgi alalım. Bataklık kuruyunca içeriye, derinlemesine gireriz, değil mi? Biliyor musunuz Timur Bey amca, bu bataklık yüz bin dönümden fazla... Belki de yüz elli bin dönüm. Düşün, düşün amca bir düşün... Bataklıktan kurtulmuş, bine yüz verir yüz. Bir dönüme beş yüz kilo verir... Bizim olacak, bizim... Düşün, düşün, düşün Timur Bey amca... Düşün...»

Yürüyorlardı bataklığa doğru. Ala Temir zınk, dedi, durdu. Domur domur terlemiş, kızarmış yüzü, güneşte yanmış, kırışık içinde, kalın, nasırlı ellerini kaldırdı:

«Düşündüm,» diye bağırdı. «Vay anasını vay!... Vay bire! Bu toprak olacak gibi değil.»

Ve toprağa diz çöktü, doğan güne dikti gözlerini, öyle gözlerini kırpmadan bir süre durdu, dudakları öyle durduğu sürece kıpır kıpır bir takım dualar mırıldandılar, sonra iki kolunu sonuna kadar göğe uzattı. Uzun bir süre kolları göğü kucaklayarak, başı gökte dudakları kıpırdadı. Yüzünün kırışıkları açıldı.

Mehmet Ali ona iyicene şaşırmış, ilerde durmuş, ne yapacağım, nasıl davranacağını bilemez durup kalmıştı. Sonra göğü kucaklayan elleri indi. Yüzü öyle, kendinden geçmiş göğe çev-tıkti. Ellerini yüzüne götürdü, bir süre yüzüne sürdü. Avuçlarına bir şeyler mırıldandı, üfledi, gene sürdü. Çok üfledi, çok yüzüne sürdü. Sonra toprağa eğildi. İki eli önde, alnını toprağa dayadı, bir süre de alnı toprakta öyle kaldı.

Ağır ağır topraktan yekindiğinde gün kuşluk oluyordu. Yönünü doğuya dönmüş, şimdi daha da yaklaşmış olan bakırdan oyulmuş, namlı karlı, keskin, çakmaktaşından Düldül dağına bakıyordu. Düldül dağı bir ışık dumanı içinde, her taşı, koyağı,

582


583

_ . ., „-„-, ,------, ~~~~&1, miM guz.Uft.Ui glDl... UOZUKUl

gibi oluyor, gözüküyordu da...

«Vay anam vay! Vay Allah vay! Ne toprak!» «Bak Timur Bey amca...»

Durdu, karşısına geçti, Mehmet Aliye, bütün sevgisini, dostluğunu gözlerine topladı baktı. Ona ilk olaraktan bir insan, şu çocuk, gerçekten saygı duyarak konuşuyordu. Onu adam yerine koymak ne demek, onu yere göğe sığdırmıyor, övgülere, saygılara boğuyor, karşısında elpençe divan duracak nerdeyse. Onunla paşalarla konuşur gibi konuşuyor, her sözünün başı, Temir Bey amca, Temir Bey amca... Bu Memet Ali şu Çuku-rovada adam oğlu adam, hem de insan oğlu insan. Bey de değil, o kendini kuran fos kavallardan de değil. O kendini kuranlardan... Taslayanlardan... Temir Bey amcası ona elinden geleni yapacak, elinden gelmeyeni de. Temir Bey amcası ona şu toprağın üstünde çalışmanın, durmadan, şu güzel güneş altında çalışmanın ne demek olduğunu anlatacak. Dünyada hiç hiç bir şey yok, hepsi boş, fos, bir çalışmak var. Bir de ala toprak, ala şafak gibi, ala gül, ala şafak açan civanım toprak var... Temir Bey amcan sana toprağı, çalışmayı, var olanı anlatacak. Bunlar var olmayı yiyip içmek, bir de o işi yapmak sanıyorlar. Temir Bey amcan sana dünyayı anlatacak Memet Ali, Memet Ali... De yürü güzelce yolunda, arkasında dağ gibi Temir Bey amcan var. Yok yok, Timur, Timur Bey amcan... «Timur Bey amca...»

«Timur Bey amcan sana kul kurban olsun Memet Alim.» Memet Ali şaşkınlıktan şaşkınlığa geçiyordu. Şimdiye kadar bilmediği ılık ılık bir sevgi, dost sıcaklığında kalmış, dört bir yanından kanını ürperterek bir sevgi, dostluk sarıyordu onu. «Bak Timur Bey amca, Derviş Bey de, babam da deli. Kürt Ali Ağa var ya, hani çok yaşlı, herkes onu çok akıllı, bilgili sanıyor, o bile zır deli. Şu eski Beyler var ya, hepsi hepsi bir iyice çıldırmış. Ninem var ya, babamın anası, o iyice bir timar-hanelik... Bir iyice, iyice. Bak Timur Bey amca, bizim konak-

584

ta herkes deli. Murtaza ney amcam var ya, o iyice Kaçntu.»



Ala Temir gözleri faltaşı gibi açılmış, bir adım atıp Meme S Alinin yanma geldi kolundan tuttu:

«Gerçek mi, gerçek mi bunların toptan deli olduğu Memet Alim, yidiğim?»

«Gerçek,» dedi Memet Ali, yüzünde acı bir hayıflanmayla. «Gerçek Timur Bey amca, gerçek...»

Merakla:


«Ya Abdülhalik Efendi?» diye sordu.

«O iyice zıvanadan çıkmış bir adam,» dedi Memet Ali gülerek. «Bütün Çukurovayı toprağa boğdu. Herkesi toprak, çiftlik, köy sahibi yaptı Timur Bey amca, kendisinin başım sokacak bir evi bile yok. Halbuki isteseydi çok toprağı, çok parası olabilirdi. O bir deli - ki, ne deli Timur Bey amca...

Memet Ali de, Timur Bey amca demesinden Ala Temkin mestolduğunu biliyor, her bir sözüne Tünur Bey amca diye başlıyor, ya da öyle bitiriyordu.

«Doğru,» dedi Ala Temir gözleri faltaşı gibi açılmış, Memet Aliye hayranlıkla bakarak.

Sonra ikircikli, bir şeyler söylemek isteyip vazgeçerek, durup Memet Alinin gözlerinin içine soru dolu gözlerle bakarak, Memet Aliyi meraklandırıp sabırsızlandırarak, yörede dolaşmağa başladı. O dolaşıyor, geliyor Memet Alinin karşısında duruyor, uzun bir süre soru dolu gözlerle onun yüzüne bakıyordu.

Usuldan, utangaç Memet Aliye sokuldu sonunda yumuşak, sıkılmış bir sesle:

«Ya benim için ne düşünüyorsun Memet Alim?» dedi.

Memet AH sevgiyle gülümsedi, onun koluna dokundu:

«Timur Bey amca sana bir şey sorayım mı?» dedi.

Coşkuyla, hemen:

«Sor!» dedi Ala Temir. «Sor, sor, sor!»

«Bak Timur Bey amca...»

Ala Temir gözlerini çelik gibi Memet Alinin gözlerine dikmiş, ağzından çıkacak soruyu bekliyordu.

585


«i-'ij'uııcu ».i, sen t^aıer jseye yııaa yuz Din, iKi yuz, üç yüz îbin lira verirmişsin...B

Ala Temirin yüzündeki bütün kan birden çekildi, dudakları mosmor oldu, gözleri pörsüdü ve gözlerini yere dikti. Bu Memet Alinin gözünden kaçmadı. Keski bu sözü açmasaydı, pişman oldu ama, elden ne gelir, ok yaydan çıkmıştı.

«Her yıl. O da sana...» Kekeledi. «O da size bu parayı, borç, borç aldığı halde geriye vermezmiş. Siz de bunun karşılığı olaraktan her yıl onun evine gider, karısının, çocuklarının, köylüsünün içinde ona bir gün sabahtan akşama kadar küfreder, söğmedik hiç bir yerini bırakmaz, sonra da akşam olunca parayı ona bağışlar evinize dönermişsiniz. Görenler diyorlar ki Cafer Beye söğüp boşaldıktan sonra öyle bir sevinil", öyle bir sevinirmişsiniz ki sevincinizden ne yapacağınızı bilmez, beş tane koyun kurban kesip tüm köylüye dağıtır, üç gün üç gece uyumaz, sabahlara kadar türkü söylermişsiniz... Yaaa, böyle diyorlar.»

Ala Temir başını ağır ağır kaldırdı, fersiz gözlerini Memet Aliye dikti. Yüzüne yavaş yavaş kan geliyor, ,gözü anlamlanıyor, yeşili tazeleniyordu.

«Doğru,» dedi, durgun, sessiz, soğukkanlı. «Hepsi doğru. Ama bu iş... Başka...» Sustu. Bir suskunlukta, suskunluğun uyuşukluğu, düşü, uykusu içinde. Azıcık sıkılmış utanmış.

»O başka...»

«Nasıl?»

«O başka... O bizim... Beyimiz.»

«O bir deli değil,» dedi Memet Ali utkuyla. «O bütün Çu-kurovayı alacak... O çok zengin olacak. Görmüyor musunuz Timur Bey amca, Akçasazm kıyılarının yarısını tapusuna aldı.»

«Doğru,» dedi Ala Temir.

Sonra gene Memet Aliye sokuldu, gülerek:

«Ben,» dedi, «ben...»

«Sen çok akıllısın amca. Sen har şey aklınla, çalışkanlığın, tutumluluğunla elde ettin. Sen kendini kendin yarattın.»

586


Bu, kendini kendin yarattın sözü Dır noşuna gitti Ala îe-mirin, durmadan içinden tekrar etmeğe başladı. Kendini kendin, kendini kendin... Kendini, kendini... Ken...

«Cafer Bey işi de olmasa...»

Çabuk çabuk bu sözü kapatmak isteyerek Ala Temir:

«O başka, o, o, o, başka... Öyle ya, öyle ya... O başka bir iş.»

Memet Ali boyun büktü:

«Sen akıllısın, sen iyisini bilirsin Timur Bey amca... Sen daha iyisini bilirsin...» Onun gibi de çabuk: «O başka, o başka...» dedi, bu söze bir daha dönmemek üzere kesti.

Kıyıya yürüdüler. Ala Temir önde, Memet Ali arkada, düz toprakta geniş adımlar atarak yürüyorlardı.

Kıyıya geldiler. Bataklık burada apaydınlıktı. Dibinin koyu, kara çamurları gözüküyordu, durulukta.

Ala Temir yönünü doğuya döndü, ilerdeki top karacan ağaçlarını gösterdi:

«Buraya kadar mı almalıyım Memet Ali Bey?»

«Oraya kadar Timur Bey amca... Derviş Bey bitik. Bütün tarlalarım üç beş yıl içinde satmak zorunda kalacak. Çünkü ma-kinaya boş veriyor, gene eskisi gibi yarıcı kullanıyor. Biliyorsunuz, bir traktör bin insandan daha çok iş görür. Derviş Bey ölümde... Siz ona yanaşın. Duyduğuma göre sizi seviyormuş. Rüstenıoğlunu kovmuş da size satmış toprağı... Bundan böyle de satar... Mecbur... O, ölünceye kadar toprak satacak... Derviş Bey ölümde...»

«Ölümde,» dedi Ala Temir boyun kıvırarak, yüzü kırışıp acıyarak, hayıflı. «Ölümde...»

«Şimdi, amca, ben üç tane biçer döver alacağım...»

Eski birer kamış kökü tümseğine karşılıklı sekilendiler. Memet Ali Timur Bey amcasına, gözlerini kıpırdamadan hayranlıkla bakıyordu. Sevdalanmış gibi. Onu gördü göreli, tanıdı ta-nıyalı hep böyle bakardı, sevdalanmış. Karşılıklı düşünüyorlardı. Bir ara ikisi birden başlarını gündoğuya çevirip Düldül da-

587

r, yaıiK mavi, tul sıra dağların ardında yükselen Düldül dağı boz bir duman içinde kalmış ötelere uzaklaşmış gitmişti. Pembesi de dumana karışmış, solmuş uçmuştu.



«Bak amca, ben traktörleri, biçerdöverleri, otomobilleri çok seviyorum. Bak Timur Bey amca, ben ne yapıyorum bu kadar traktör, biçerdöver, kamyon almak için, Akçasazm uzağmdaki tarlaların hepsini köylülere, Kürtlere satıyorum. Timur Bey amca biliyor musun, bir de var bu köylülerde, Kürtlerde, nah bu kadar, tonlan para. Nasıl kazanmış, nasıl da biriktirmişler, şaşılır. »

Durdu, gözlerini uzun uzun Ala Temirin gözlerine dikti, ince yüzü yavaştau kızarıyordu. Bir iki kere konuşacak oldu, dudakları sündü, yutkundu, geri döndü.

Ala Temir:

«Söyle Memet Alim,» dedi. «Ben senin öz bir emmin olurum. Babandan da sana yakınım, ne aklından geçiyorsa, her bir düşündüğünü bana söylemekte serbestsin, söyle.»

Memet Ali oaun yüzüne daha öyle, merakı, ikirciği daha da artarak bakıyordu.

Aralarında uzun bir süre sıkıntılı bir sessizlik oldu. Sonra, nedense, Memet Ali birden yüreklendi:

«Timur Bey amca,» dedi soluğu coşkudan taşarak, yüzü kıpkırmızı kesilmiş. «Sana bir öneride bulunacağım.»

Ala Temirin gözlerinin içi güldü. Zaten bu çocuk ne zaman yanma gelse insanlığına kavuşur, mutlu olurdu.

«Bulun bakalım Memet Alim, bu öneri de ne demekse...»

«Önerim şu ki Timur Bey amca, şu ki, ben cana salık veririm ki... Hani şu köylülerin kapıştıkları tarlalar var ya, ben nasıl olsa satıyorum, makina almak için satmanı gerekiyor, bu iarlaJarı sen al, iyi tarlalar...»

Ala Temir o anda ayağa kalktı oturdu, otururken sağ elini Memet Alinin omuzuna koydu, onu sıvazladı, yüksek sesle:

«Hayhay Memet Alim, hayhay! Sen ne istersen Temir Amcandan o olacaktır.»

588

Memet Ali sevinç içinde kaldı, istediği fiyata Timur amcasına tarlaları satabilecek, çiftliğini az bir sürede modernleştirecekti. Sevincinden uçuyor, içinden, şu Akçasazm kıyısında bir uçtan bir uca takla atmak geliyordu. Ah, ah, Timur Bey amcası onu anlasa, takla attığında sevincinin derecesini bir bilse... Ne yapacağını bilemez, kahkahalar atarak, tümsekte oturmuş kalmış Ala Temirin dört bir yanında dönerken, konuşmağa başladı. Kesik, tutarsız, bir başlayıp, sonra o sözü orada bırakıp başka bir konuya atlayarak, sayıklama gibi.



Uzun bir kavak, diyordu. Düşte gibi, gözleri kapalı. Yaaa Timur Bey amca... Uzun bir kavak... Kavak ormanı diye de tamamlıyordu.

Okaliptüs... On yılda okaliptüs öylesine büyür ki... On yıllık okaliptüs ağacının gövdesini iki adam elele verse çeviremez. Boyu on beş metreyi... Gölgesine yatan sıtmalılar iyi olur, öyle... Bilimsel değil... Fabrika... Fabrika olmazsa olmaz. Şakıt şakır işleyen fabrikalar. Hepsini hepsini yapacağım, yapmalı Timur amca, yapmalı. Toprak ana temel, sonra fabrika, sonra banka... Banka açmadan, olmadan... Para parayı büyütür, sen daha iyi bilirsin Timur Bey amca.....

«Büyütür.»

Para parayı büyütmezse, büyümeyen para ölüme mahkumdur. Para her gün her gün doğuracak, doğurmalı.

«Ne doğurmalı?»

Para para... Doğurmazsa ölür. Toprak da, insan da, kuu kuş da, bilcümle yaratık da doğurmazsa ölürler.

«Ölürler.»

Su işleri var ya, var. Mühendisi, baş mühendisi iyi bir adam, dost, modern, o dedi ki, Akçasaza bir kanal açarız, bir yılda suyunu Ceyhan ırmağına akıtırız. Yukardan da Savrunu kesince Akçasaz bataklığı takır takır, takır takır kurur. Takır takır. .. Ben dedim aman Mühendis Bey. Ben dedim kurutma. Şimdi şu anda, ben dedim ona, kurutursan, biz öldük. Ben ona de medim, der miyim, biz Timur Bey amcamla kıyıları tutalım,

589

ondan sonra bu bataklığı kurutmak kolay, onu ben de biliyG-lum... Ben dedim ona... Timur Bey amcam... Tanıyorum onu, dedi... O ki kendi kendini yaratandır. O dedi bana, seviyorum onu dedi. Bütün Çukurovada onun gibi adamların olmasını isterim. C dedi bana, eğer Çukurova böylesi büyük adamların eline geçerse cennet olur, cennet olur yurdumuz. O dedi bana... Derviş Bey ölü, elinden bütün tarlalarım almalıyız. Eşek bir çiftçibaşısı var, Çerkez, ona çok rüşvet vermeliyiz. O Çerkez olmasaydı eğer, şimdiye kadar, yaaa... Bütün çiftliği satmıştı. Dayatıyor. Ben olmasam babam da satmıştı. Daya... Dayattım. Fabrika, ölü... Banka... İstanbul... Okudum. Çok okumak gerek Timur Bey amca, çok çok... Dünyayı, ticaret alemini bilmek gerek. Bir yersen bin biriktirmek gerek...



Konuşuyor, dolaşıyor, gülüyor, arada hopluyor ve ona hayranlıkla bakıyordu Ala Temir. Ve içinden Allah bana böyle bir oğul verseydi de tekmil malımı mülkümü, çocuklarımı elimden ai saydı, diyordu. Bunu bir dua gibi içinden tekrarlıyordu. Bu delikanlıyla işbirliği yapamn sırtı yere gelmezdi.

Sonunda Memet Ali yoruldu. Coşmuş, çırpınmış, sevinmiş, ter içinde kalmıştı. Kendinden geçmiş, suskun Ala Temirin yanma oturup yerden bir çöp aldı verimli toprağı eşelemeğe, eşeleyip düşünmeğe başladı. Ala Temir de öyle yaptı.

Vakit öğleye yaklaşıyordu at ayağı tapırtılanyla başlarmı kaldırdılar, kaldırdılar ki ne görsünler üstlerine doğru doludizgin üç atlı geliyor.

Ala Temirin korkuyla gözleri büyüdü:

«Derviş Bey, Derviş Bey,» dedi usulca. «Kudurmuş geliyor, delirmiş. Bize geliyor. Bataklığa sığınalım, çabuk.»

Memet Ali göz açıp kapayıncaya kadar bataklığın ormanm-daydı. Ormana girmiş yitip gitmişti. Ala Temirse daha paytak, küt bacaklarını zorla kaldırarak ormana ulaşmağa çalışıyordu. Atlılar ona bir iki yüz metre yaklaştılar, tüfeklerini kaldırıp üçü üç yerden kurşunlarım Ala Temirin üstüne boşalttılar. Sonra da kahkahalarla gülerek, Anavarza kayalıklarında gülüşleri, arka

arkaya yankılanarak, yankıları dönüp kayalıklara yenidea çarparak, Ceyhan ırmağı altına doğru uzaklaştılar. Kurşunlar patlar patlamaz kendisini derin bir sel çukuruna atmış Ala Temir olanca sesiyle durmadan böğürüyor, çabuk çabuk bedenini yok-layarak yara, kan arıyordu. Sararmış, tekmil bedeni zangır zangır titreyerek. Bulamadıkça da korkuyor, zangırdıyordu, uçacak gibi...

590


591

48

«Uso, dedim, Uso kalk yürü. Kalk yürü Uso. Kalk ayağa.» Orada, çadırın önünde kınalı tüyleri kıvırcık bir tazı duruyordu. Bacakları uzun, güçlü, beli yay gibiydi. Büyük gözleri ¦sürmeli, kulakları düşük, boynu inceydi. Gölgesi çölün kumlarına uzanmıştı. Boz bir eşek kulaklarını dikmişti. Bir at eşiniyordu, uzun bacakları üstünde. Başını havaya dikip, burun deliklerini açıyor, gölün havasını kokluyordu.



Çöl sıcaktı. Tazı olduğu yerde öyîecene duruyordu. Sarı bir çiçek açmıştı, iri. Çölün sıcağına yayılmıştı. Sarı çiçek sıcak arttıkça dallanıyor, yapraklanıyor, büyüyor, ışıltısı yoğunlaşıyordu.

Uso, tazımn, çadırın, obanın yöresinde dönüyordu. Kırılmaz, kopmaz bir urganla bağlamışlar gibi. Arap kadınları çığlık çığlığa türküler söylüyorlardı, düz sesleriyle, çöl gibi geniş, yaygın, bitip tükenmeyen sesleriyle.

Uso, dedi, Uso kalk, kalk, kalk yürü. Altı üstü bir kınalı tazı. Tazmin kınalı tüyleri yıldırdıyordu. Orada, yağız uzun bacaklı Arap atının yamnda. Orada kara kıl çadırın önünde, derin, dalgalı kumun ortasında. Kara çadırlar eski zamandan, çadır icat olunduğu çağlardan kalmışlardı. Kara kaşlı, kara gözlü, uzun bacaklı Arap kadınları. Ve uzun, çökük yüzlü, "avurtları avurt-

592


larına geçmiş, beli hançerli, savrularak yürüyen, uzun adımlı, çok iri, yalım karası gözlü erkekler... Uzun parmaklı.

Uso dağlardan gelmişti. Uso düş içindeydi. Uso çölü seviyordu. Usonun çölden ödü kopuyordu. Uso, dedi, Uso kalk yürü, Uso. Uso koşarak, obanın uzağında, çepeçevre, keskin gözlerini tazıdan ayırmayarak, tazmin tüyleri bir kınalı bir kırmızı, bir sarı, bir, belli belirsiz, uçacakmış, uçup dağılacakmış gibi çöi mavisi, yokolmuş, ince bir dumanda bir mavi, gene böyle bir yeşilde yıldırdıyarak parlıyordu. Uso, dedi, Uso kalk yürü. Uso-yu tazıya bağlamışlardı. Tazının ekseninde dolanıyordu Uso...

«Ver bana bu tazıyı, ver bana Ağam, ölenedek sana kul olayım. Emirler emiri bu tazıyı ver bana. Tutuldum.»

Ve süzgün gözlü ve ak ipek agelli, dik bakışlı, ince bıyıklı, kömür karası, kartal burunlu, kıvırcık sakallı, susuyordu.

«Ver bana. Ne istersen veririm sana. Ne, ne istersen.»

Sabahtan gün batımına kadar Arabm önünde diz çöktü Uso, Arap konuşmadı. Durgun, öyle uzaklara, sonra da bir tazıya, bir Usoya baktı. Sonra da çölün uzağına, kanatlan geniş bir kuş dönüyordu çadırların üstünde. Arap bir süre kuşa, bir süre de yağız, soylu atına baktı. Gene sustu.

Uso, dedi, Uso kalk yürü.

Uso çölün gecesine karıştı. Uso atma bindi. Usonun atı güzeldi.

«Al bu atı, ver tazıyı, ver tazıyı. Soylu bir attır. Uç yüz yıldan bu yana gelip durur soyu, gelip durur.»

Arap gene konuşmadı. Yüzü donuk, öyle kalakaldı.

Uso, kalk yürü.

Uso çok öfkelendi.

Ve gecede, çok iri yıldızlar şavkırken, Uso tazıyı kazıktan çözdü, kucağına aldı, atını geceye sürdü. Gece seslerle çığlıklarla doldu bir anda. Çölün tanyerleri kızıltılar içinde kumları, göğü, yıldızları, çadırlarıyla ışırken Usonun arkasından sünen atlarıyla Araplar ulaştılar. Uso tazıya sarılmıştı. Gelenler ucu siv-

593


F: 38

rı nançerlenni tanyerının kızıltısında çektiler. Kumlar kızıltılarla savruldu.

Uso, dedi, Uso... Usoyu tazıdan kopardılar. Uso çölün ucunda öyle boylu boyunca uzanmış kalakaldı. Soylu atı başında, kederli, iri gözleriyle... Ve dişini Usonun giyitlerine taktı ve Usoyu kaldırdı sırtına attı, tazıyı görünenlerin ardınca koştu, yel gibi. Ve Uso gece yarısına doğru atın sırtında uyandı, geldi tazıv; gene kucağına aldı. Çölün ucunda, sarı çiçeğin açtığı yerde, kokusu dalga dalga çölü alırken, kumlar inceden eserken ona gene ulaştılar.

Uso, dedi, Uso kalk yürü. Bu sefer tazı yoktu Usonun kucağında. Uso atının üstünde üç gün üç gece tazıya ağıtlar söyledi ve çöle armağanladı.

Süphandağına geldi. Sivri, ulu dağ orada, Van gölünün mavisinde, çok uzak, başı görünmez, keskin, göğe, gölün mavisine ağmıştı.

Uso, dedi, Uso kalk yürü. Ve orada, uzun kavak ağaçlarının altında uzun, belik belik saçlarıyla bir kız duruyordu. îri, ceren gözlüler. Gözlerinde keder, ışıltı. Uzun kuğu boynu. Turnalar, uzun bacakları üstünde, uzun yeşil boyunları, sarkan, kıvırcık, renk renk tüyleri, toparlak, kadınsı kalçaları, Patnos ovasını a ağzına kadar çiçek dolu toprağında, tepedeki ulu Süphandağının şavkı mavi göle, yeşil, ağzına kadar çiçek dolmuş ovaya vururken... Van gölü bir an süt mavisinde, cam göbeğinde, şimşek kızıltısında yıldırım gibi akıp giderken, saydam yeşilde, koygun turuncuda ballarken, bir an sütbeyazda donarken, tepede, uzaklarda, bir aklık mavi göğe ağıp gider yiterken, salınırken orada Süphandağının dibinde uzun, kuğu boynu, azıcık dışarıya doğru ak dişleri, yüzünü bir çocuk tazeliği, saflığı, güzelliğiyle en cana yakın soldururken, iri, sobe, ışıltılı, dünyanın tekmil kederlerinin balkıdığı göz kenarları kırışırken, bir küsmede en sıcak olurken, yüreğe ılık ılık değerken, yüzü gittikçe en güzelde incelirken, Uso, dedi, Uso, Uso, Uso, Uso... Uso bağırdı. Dağlara, sulara, turnalara bağırdı. Her şey silindi gitti ve gün doğarken,

gökyüzü bin misli mavüedı. Van gölü mavıledı. Uök, Van gölü, ak Süphandağı, yeşil Patnos ovası, Erciş, Muradiye ovası mavi-ledi. Kırmızı Esrük dağı, ovalarca saçılmış kırmızı kayalıklarıyla Sor ovası maviledi. Ağaçlar, kuşlar, yeraltı köylerinden karıncalar gibi toprağın üstüne, güneşe çıkan insanlar maviledi, ışık, kuşlar, güneş, bulutlar maviledi. Sor deresinin kıpkırmızı toprağından kınalı keklikler uçtu. Eski, yoğun, hiç bitmemiş, tükenmemiş türkülerle... Mavi turnalar gökte, bir ışık selinde mavile-diler. Ve yalımdan bir yaprak düştü gecenin, mavinin, ışığın ortasına döne döne. Gökte salınarak, kızılladı.

Kapkara, yıldırdayan, büyük bir göz kaldı mavinin ortasında. Yalım kırmızısı yaprağın yanında, iri yaprağın damarları daha kırmızı, daha da yanan, kırmızı mercan ışıltısında maviyi oyan, yakan...


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin