Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə11/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   43

Uzun uzun konağı süzdü, sonra derinden, içten aydınlanan bir gülümseyişle gülümsedi, başını çevirdi.

«Ağırıma gidiyor, ağırıma gidiyor, ağırıma gidiyor,» dedi. «Böyle bir düşmanla karşı karşıya olmak beni kahrediyor. Görsün o, görsün o,» diye bağırdı ve o yılgın, öfkeli halinden o anda silkindi. «Git Hatuna haber ver Hidayet, yarın kasabadaki eve gidiyoruz,» diye güldü. Hidayet:

«Otomobil getirmeğe adam göndereyim mi?» «İstemez. Hatuna haber ver. Zülfikârı da çağır. Gelsin bakalım ne diyormuş.»

Zülfikâr çiftçibaşıydı. Ne zamandan beri bu çiftlikteydi, sorsalar o da bilmezdi. Ve ne zamandan beri çiftçibaşıydı, onu da kimse bilmezdi. Hep kırk yaşında gösteren bir adamdı. On yıl önce de kırk yaşında gösteriyordu, şimdi de, on yıl sonra da öyle gösterecekti. Uzun boylu, uzun yüzlü, çok uzun kolları, çok da uzun bir boynu olan bir adamdı. Sağ yanağından boynuna inen bir yanık izi parlardı. Gözleri kısık, küçücüktü, yü-

160


ziinde sanki gözleri yokmuş gibi dururdu. Dudakları incecik bir çizgiydi- Sakallan seyrek, tel teldi ve bu tel tel kıllar çenesinden aşağı sarkardı. Konuşurken, bir yere bakarken olanca gücüyle boynunu sundurur, kuşlar gibi de başını bir yana eğerek, tek gözüyle öylece dört bir yanını süzerdi.

çiftliğin her işini o görürdü. Ürünü alır satar, ırgatları tutar çalıştırır, Derviş Beyin bunlardan hiç bir haberi olmazdı. Zülfikâr toprak üstüne, tarım üstüne çok şey bilirdi. Derviş Bey çiftliğe ne zaman geldiğini bilmediği bu Uzunyayla Çer-Jcezini kendi haline bıraksa çiftlik böyle mi olur, bu hale mi düşerdi. Böyle yıl on iki ay para sıkıntısı mı çekerlerdi? Ve çiftlik böyle yıldan yıla küçülür müydü? Tam aksi olurdu. Topraklara toprak katılır, çiftlik gittikçe büyür, şimdikinin beş misli, on misli olurdu.

«Rüstemoğlu geldi mi, onunla konuştun mu, pazarlık ettiniz mi? Ne zaman verecekmiş parayı? Hemen şimdi vermeli. Yarın getirmeli. Bak konağım yandı, köylülerim de benim yüzümden aç kaldı. Toprağı alacaksa, hemen yarm yarın isterim parayı. Ölçtün mü Sakçagözün toprağını? Ne kadar geliyor?»

«Sakçagözün toprağı yedi yüz dönüm. Ölçtüm, hemi de çok sağlam ölçtüm. Nur gibi toprak. Adam eksen biter Bey... Bir kara toprağı var ki, buğday eksen bire yüz verir. Pamuk eksen dönümüne dört yüz kilo verir. Nasıl kıyarsın böyle bir loprağa Bey? Kabaağacm gürlemesi dal ilen. Topraksız insan sürüşüz çobandan beter olur.»

«Kaç bin lira veriyor, onu söyle.»

Ellerini kavuşturdu, Beye doğru boynunu yalvarırcasına iyice sundurdu, öyle kaldı. Sanki hiç bir şey duymamıştı.

«Duymadın mı Zülfikâr, kaç bin lira veriyor Rüstemoğlu Sakçagözün tarlasına?»

«Para, para vermiyor Bey. Hiç para vermiyor... Beleş al-

istiyor. Hiç bir para vermiyor.»

«Ne kadar verdi, sen onu söyle bana.»

Zülfikâr kekeledi, boynu azıcık daha uzayıp kızardı.

161 T*-11

«O kadar tarlaya yirmi oın ma vwui. ^.^______

tukurdum, koğdum.»

«Yüzüne tükürdüğüne iyi yapmışsın,» diye Bey kahkahayla güldü. «Yüzüne tükürdüğüne iyi yapmışsın ya, tam yüzüne tükürülecek dürzüyü bulmuşsun ya, koğduğuna iyi yapmamışsın Zülfikâr. Yirmi bin de iyi para. Kim bu zamanda bir elden çıkarır da sana yirmi bini verir. Getirmiş miydi parayı, yanında

mıydı? »


Zülfikâr büzüldü:

«Yanındaydı» dedi. «Bir torbanın içindeydi. Koğdum onu. Yirmi bin de para mı Sakçagözün tarlası için. Sen de hiç bir şey bilmiyorsun Bey. Yedi yüz dönüm tarla... Bir kocaman çiftlik... Bin, ilci bin dönüm de Akçasazdan çıkarır... İsterse üç bin, dört bin dönüm de Akçasazdan çıkarır. Beş bin, on bin dönüm de... Diker bizim çiftliğimizin karşısına bir çiftlik. Kim oluyor o!» Zülfikâr öfkeye kesti tepeden tırnağa, dimdik doğ-mldu. Kısık sözleri de açıldı: «Kim oluyor o!» diye bağırdı. «O Vim oluyor da Sarıoğlu çiftliğinden toprak alıyor! Ona, o ite, o Rüstemoğluna göz ilacı için istese, milyon da verse bir zırnık toprak vermem. İşte benim söyleyeceğim bu kadar Bey. Bu Rüstemoğlu alçağın, sütsüzün, soysuzun birisi... Daha dün açlıktan ağzı kokuyordu. Daha dün önünde bir topal eşek, köy köy dolaşıp zencefil, kına- karanfil, cıncık boncuk satıyordu. Daha dün... Daha dün... Sen bilmiyor musun Bey? Ben onu Sarıoğlu çiftliğine komşu edemem. Kellemi kesseler bunu yapamam. Çok üstüme varma Bey, çok üstüme varma ki... Elimden bit kaza çıkmasın. Alaca kanını toprağa serpmeyeyim o Rüstemoğlunun, o it oğlunun... Varma üstüme!» Bey onun huyunu bilirdi, sözünü kesti. «Haklısın. Yerden göğe kadar hakkın var Zülfikâr,» dedi içini derin derin çekerek. «Ama ne çare. Alçaklar evimi yaktılar, işte görüyorsun. Köylülerimi aç koydular, işte gözlerinle görüyorsun. Koca Sarıoğlu konağı böyle mi kalsın, böyle dört duvar... El anamıza avradımıza söğmez mi? Köylümüz bu yıl a?

162

__----- .^.vuicuuu uuiaianm vattılar, onun yüzünden çoluk çocuk aç kaldı, onun da yeni yetme Ağalardan farkı kalmadı, demez mi, anamıza avradımıza >öğ-nıez mi? Rüstemoğlundan daha iyisini mi bulacağız? Ne sanıyorsun, bunların, bu Ağaların hepsi birbirlerinden beter değil ini? Al birini, vur ötekine... Sanki heriflerin hepsini bir kalıba dökmüşler. Sanki hepsi hık demiş de birisinin burnundan düşmüş. Ne yazık, ne yazık ki paranın bize çok gerekliği var. Yoksa onlara bir avuç toprak koklatır mıydım? Onları bu topraklara bastırır mıydım? O murdar ayakları altına bu topraklar yakışır mıydı? Ne çare, ne çare ki ne çare! Öyle değil mi Zülfikâr? Adam gönder de Rüstemoğlu getirsin parayı. Bugün kasabaya gidiyoruz. Bir ay içinde de konak bitsin. Bilirsin ben kasabada çok kalamam. Amanın ne olursun elini çabuk tut kardaş Zülfikâr. ..»



Derviş Bey konuşurken Zülfikârın gözleri yaş ile doldu Derviş Bey onun bu huyunu çok iyi bilirdi. Ne kadar alttan alırsan, Zülfikâr o kadar alttan alırdı. Ne kadar dikleşirsen,, o da karşında o kadar dikleşirdi.

Derviş Bey biraz daha konuşsa, Zülfikâr, bu koskocaman adam karşısında oturup ağlayacaktı. Zülfikârı böyle yakınarak çok da ağlatmıştı. Bu aileyi, bu topraklan can-ı yürekten seven bir tek kişi vardı, o da Zülfikâr. Zülfikâr Derviş Beyin bir düşkün yanını görmesin, sezmesin kederinden deli olurdu. Onun mutluluğu Derviş Beyin mutluluğu, sevinci, acısıyla birlikti.

Zülfikâr:

«Ben o Rüstemoğlunu öldüreceğim, öldüreceğim, öldüre, öldüre, öldüreceğim,» diye homurdanarak hışımla dışarı çıktı.

Derviş Bey biliyordu ki şimdi o dışarı çıkar çıkmaz döğü-nerek ağlamağa başlayacak, evine gidip kapanacak, sonra da can düşmanı Rüstemoğluna haber salacak, yeniden bitip tükenmeyen bir pazarlığa girişecek, onu yeniden koğacak, birkaç gün sonra yeniden çağıracak, el sıkışacak, içinden, «al, hayınnı

163


görme. Ben seni nasıl olsa öldüreceğim. Sen ae uu ıupıaivıalıu hayırmı görmeyeceksin,» diyecek, paray^ elinden alacaktı.

Derviş Bey ne kadar acele ederse etsin bittecrübe sabitti

ki, bu böyle olacaktı.

Zülfikârın arkasından Derviş Bey de aşağı indi: «Atımı, yağız atımı çekin Hidayet,» dedi.

Karısına döndü:

«Siz Hamza Dayının otomobiliyle gelirsiniz, ben atla gidiyorum,» dedi.

Az sonra eğerlenmiş atı getirdiler, Derviş Bey ata atladı, bir an ikirciktendi, içinden kapkaranlık bir korku geçti. Avlunun ortasında kalakaldı. Söğütlü yönüne sürse atı, orada pusu. .. Savmn Büvetine, Aktaş yoluna, Yalnızdut üstüne, Vay-vayiı altına... Hepsinde hepsinde pusu olabilirdi. Bir süre korkuyla başım oradan oraya, oradan oraya vurdu, içindeki korku gittikçe büyüyordu. Büyüdükçe içindeki ikircik, kararsızlık da

artıyordu.

Sonra gözlerini yumdu, atını üzengiledi, atın başını bıraktı. Ve at bir anda Vayvaylı altına düştü. Her an bir çalı dibinden bir kurşun bekleyerek, ateşe kesmiş bedenini atın çıkardığı azgın yele vererek altında sünüp giden yağızı kırbaçladı.

17

164



«Ulan Rüstemoğlu, ulan köpoğlu, ulan aşşağılık soy, bir topal eşeğin ardına düşüp de Çukurova yoljarını köy köy tepen, üç gün durmadan bir iğne pazarlığı yapan, bir malı fıkara, aklı ermez köylü kadınlarına üç beş misline satan göz bağıcı, re sihirdir, ne keramet, el çabukluğu marifet olan mendebur mikrop sen değil misin?»

Zülfikâr işte böyle homurdanarak atına atladı, Rüstemoğ-lunun evinin yolunu tuttu.

Rüstemoğlu Çukurovaya geldiğinde on beş yaşındaydı. Verimsiz, kıraç, ot bitirmez Darendeden geliyordu buraya. Yıllardan bu yana Darende halkı gurbetçiydi. Her gittikleri yerde ufaktan bir ticaretle işe başlarlar, sonra gittikçe işlerini geliştirirler zengin olurlardı, işte bu yüzdendir ki Anadolunun her büyük ilindeki büyük zenginlerden birkaçı Darendeliydi.

Rüstemoğlunun asıl adı Memetti. Sonraları o kendine Me-met Zeki Rüstemoğlu demişti. Bu isim daha şatafatlı geliyordu ona. Rüstemoğlu lafını duyduğu zaman içine bir güven geliyordu.

Rüstemoğlu önce bir Ağanın yanma yanaşma durdu. Ağa °na, bir yıl çalıştıktan sonra yirmi üç lira verecekti. Memet yir-mi üç lirayı hiç bir zaman alamayacağını biliyordu, ama gene ^c Ağanın çiftliğine yanaşma durdu.

165


Memede sermaye gerekti ve bu sermaye de çalışmakla hiç bir zaman elde edilemezdi. Memet on beş yaşındaydı ve yanaş-mrv olarak çiftliğe girdiği gün namaza başladı. Hiç bir dua bilmiyordu. Namaz nasıl kılınır, onu da bilmiyordu. Namazda dua okumağı hiç bir zaman ne öğrendi, ne de öğrenmek istedi. Ama birkaç hafta içinde duasız namaz kılmağı öyle bir öğrendi ki anasından namaz kılarak doğmuş derdin. Namaz az bir sürede etkisini gösterdi. Ağa onu iki ay sonra pamuk toplayan ırgatların başına gönderdi. Irgatların pamuklan çalmalarının önüne geçecekti, işte bu büyük bir fırsattı. Memet pamuk ırgatların-uan cin gibi bir oğlanı baştan çıkardı. Ama oğlanı baştan çıkarmak öyle kolay olmadı, iki üç gün geceli gündüzlü ona dil dökmek, pamuk hu sizliğinin başka hırsızlıklara benzemediğini, günahı olmayacağım söylemek gerekti.

Çok karanlık bir geceydi. Usuldan da yağmur çiseliyordu. Böyle çiseltüi havalarda gece koyu, duvar gibi dur. insan bir parmak önünü bile göremez.

Yüreği küt küt atıyor, eli ayağı titriyordu. Öylesine çözülmüştü ki, çocuğun öbekten doldurduğu pamuk çuvalını tutamamıştı bile, değil sırtlayıp götürmek. Az ötede ırgatlar uyuyorlardı. Ya bir tanesi uyanır da görürse... O zaman her şey, bütün hayatı bitmiş olurdu, iste bu düşünce bitirmişti onu. Halbuki arkadaşinm dünya umurunda değildi.. Memet sonunda canını dişine taktı, çuvalını sırtlamış, tarlanırj, dışına çoktan çıkmış arkadaşına yetişmek için çuvalını yüklendi. Var gücüyle koştu.

Kasabanın dışındaki dereye geldiklerinde gün işiyordu. Memet arkadaşına dedi ki:

«Sen burada dur. Ben kasabaya gidip bir alıcı bulayım. Böyle sırtımızda çuvalla kasabaya girersek bizi yakalarlar.»

Kasabadan bir saat sonra dereye yanında bir alıcıyla döndü. Adam hırsızlık pamuklan artık burada onlardan teslim alacaktı. Kasabaya sokmalarının bir gerekliği yoktu. Burada biriktirecek, sonra bir arabaya doldurup kasabaya götürecekti. Kimse de şüphelenmezdi.


Memet artiK r?er gece beş altı çuval pamuk aşırmağa başladı. Gece sabaha kadar iki arkadaş pamuk çuvallarını yakınlardaki büklüğe taşıyıp saklıyorlar, alıcı da arabayla gelip pa-,jn.'kları oradan arabasına yüklüyordu.

Pamuk toplama zamanı bittiğinde Memedin cebinde epeyce yüklü bir parası vardı. Ağasına gitti:

«Ağam,» dedi, «Ben bu sineğe sıcağa dayanamayacağım daha fazla. Sen sağolasm. Artık kapından ayrılacağım. Sen sağ-olasın. Kapında beş ay çalıştım. Senden son derece memnunum, istersen hakkımı ver, istersen verme. Ben gidiyorum.»

Ağa onun bu hareketine çok üzüldü. Pamuklarını iyi korumuştu. Böyle Müslüman, namazında orucunda bir adamı bir daha nerede bulacaktı. Gitmemesi için çok söyledi ona, fakat dinletemedi. Beş aylık çalışması karşılığı ona tam on beş lira verdi. Memet Ağasının elini öpüp helallik istedi, oradan ayrıldı, doğru Adanaya gitti, bir Darendeli dükkanı aradı. Bir dükkan gösterdiler. Adam sarı benizli, kalın pos bıyıklı birisiydi. Bıyıkları apaktı.

Dükkâncıya parasını gösterdi, istediğini söyledi. Hemşerisi:

«Ondan kolayı can sağlığı,» dedi.

Güzel, dayanıklı, üç yaşında iri bir eşek aldılar, iki tane camekân yaptırdılar, içini de uiak tefek, dünyada ne kadar öteberi varsa hepsiyle doldurdular. Memedin gene de cebinde bir tşek daha donatabilecek parası kaldı. Ve Memet köylere çıktı. Vakitli olsun, vakitsiz olsun, Dir kalabalık görünce seccadeyi yere seriyor başlıyordu namaza.

Yağmur demedi, kış demedi, dolu, fırtına demedi durmadan bütün Çukurovayı köy köy dolaştı. Durmadan namaz kıldı. Kasabaya dükkan açtığının haftasına Darendeye bir hafta-L'ğına gitti, evlendi, karısını orada bırakıp geriye döndü. Gerçekten de dükkanı kasabanın en güzel dükkanıydı. Bütün köylüler °nu yakından tanıdıkları, ona güvendikleri için tutunmakta güç-lük çekmedi.

Karaborsa günleriydi. Auanaaaiu. ucm^uv..___ ..^___

lar. «Mal biriktir, mal biriktir,» dediler. O, hemşerilerinin sözünü tuttu, mal biriktirdi. Birkaç yıl içinde sermayesi on otı beş misli arttı. Adanaya da bir dükkân açtı. Bu arada memleketinde üç kızı olmuştu. Adanaya dükkam açtıktan sonra memleketine bir haftalığına gene gitti, bir daha evlendi.

Sonra Allah Memet Zeki Rüstemoğluna yürü ya kulum, üedi. Rüstemoğlunun karısı dörde, kızının sayısı da on bire yükseldi... Derken Memei Zeki Rüstemoğlu Anavarzanın Hacılar yanma düşen topraklarından bin dönümlük bir Ermeni çiftliğine hiç yoktan kondu ve tapusunu üstüne çıkarttı. Bu bin dönümlük tarla için ancak yedi yüz altmış lirası gitmişti. Bugünlerde bir de fabrika düşünüyordu. Ama toprağı büyütüp, geliştirmeliydi. Her şeyin bir temeli vardı. Sermayenin de temeli topraktır. Fabrikaların, dükkanların başına türlü işler gelirdi ama, toprak topraktır. Sıkı tutarsan boyuna büyür. Bu insanlar bu kadar ahmak olduktan sonra, toprak dediğin sermayeden, fabrikadan çok daha çabuk büyür. Toprağı olmak insana müthiş, bir güven verir, ömründe tatmadığı güveni, toprağı olduktan sonra tattı. Güvenlik uuygusu kadar inşam insan eden hiç bir şey yoktur. Onda, şimdi baş döndürücü bir toprak iştahı başladı. Ne kadar çok toprağı olursa o kadar çok duyacaktı içinde insanlığı, sevinci, umudu, şefkati, güzelliği... Bütün bu duygular onun bilmediği, ya da çoktan unuttuğu şeylerdi. Ticarette paradan başka hiç bir şeye bağlanamazsın. Çünkü her şey gelip geçicidir. Kötü, pis bir oyundur. Topraksa kalıcı, sağlıklı, ölümsüzdür. Ve Rüstemoğlu toprağa saldırdı.

Şimdi gözü Derviş Beyin topraklarındaydı. «Bu beyinsiz herifin toprak ayaklarının altından kayıyor. Nasıl olsa yakın bir gelecekte topraklar onun elinden çıkacak. Hiç olmazsa, benim gibi toprak kadrini bilir, bir avucu için canını verir bir adamın

eline düşsün.»

Sonra Akçasaz vardı. Bir gün Çukurovanın ortasındaki bu bataklık nasıl olsa kurutulacaktı. Zaman gelişip gidiyordu. Bu

168
»i-v... a*u u>ıuıc.Li;c uonumıuK verimli topraklar... Bugünlerde onun kıyıcığından bir ayak basacak kadar bir yer tutmak gerektir. Akıllı adam ne demektir, geleceği gören adam demektir. Rüstemoğlu Akçasazm geleceğini avucunım içi gibi görüyor, ona göre de hazırlanıyordu.

Şimdi Akçasazm kıyısından beş yüz dönüm toprağın olsun, 7 o, on yıl içinde, çok kalmaz on yıl içinde beş bin, on bin dönüm

' olur. Derviş Beyin topraklarıysa Akçasazm doğusunu ve kuzeyi-

ni çepeçevre çevirir.

Tarlaların ortasında, yerden bir metre yükseklikte, damı sazdan, duvarları kamıştan yüz elli metre kadar uzunluğundaki penceresiz olan ev Rüstemoğlunun çiftlik binasıydı. Bu uzun, slçak binanın on beş metre kadar kuzeyinde gene kamıştan ve sazdan küçücük bir kulübe duruyordu. Kamışlarından ve sazlarından daha yeni yapıldığı belli oluyordu. Bir de uzun bir kavak ağacı yapıniD az ilerisinde salınıp duruyordu. «Rüstemoğiu, Rüstemoğlu!»

Rüstemoğlu hemen dışarıya fırladı. Yamalı, rengi solup bomboz olmuş bir şalvar bir de onun gibi her bir yeri aşınmış,, kirli, yırtık pırtık bir mintan giyiyordu. Ayakları yalındı ve başındaki şapkası eskimiş, tepesi delinmiş, yamru yumru olmuştu. Kara gözleri durmadan fıldır fıldır göz yuvalarında dönüyordu. Yüzü küçücük, başı kocamandı. Hafif de kamburu çıkmıştı. Kırçıl sakallan bir parmak uzamıştı. Alnı, boynu, gözlerinin kenar-iarı kırış Kırıştı.

«Hoş geldin Zülfikâr Bey kardeşimiz. Hoş gelip sefalar getirdiniz. Bu gece boyuna düşümde gördüm.» üir eliyle atın basma sarıldı, bir eliyle de üzengiye asıldı. «Buyurun, in aziz ve de sevgili misafirim. Buyurunuz, in iKi gözüm birader, in ki in... in de o mübarek ayakların benim de topraklarıma bassın. Bassın da harmanlarım bereketten,taşsın.»

Zülfikâr attan indi, Rüstemoğlu atı çekti uzun huğa götürdü, hemencecik geriye döndü, içeriden bir hasır çıkarıp çitine dibine serdi:

169

«Buyur otur iki gözüm,» dedi. «Ne yapalım, daha çiftliği hale yola sokamadık. Bizimkilerden kimse gelmek istemiyor buraya. Çok sıtma var. Sinekler de bulut gibi. Bizim oralar yayla. Bizimkiler bu sıcağa dayanamaz ölürler. Alışmak gerek iki gözümün ışığı Zülfikâr Bey. Duydum ki siz de uzak yaylalardan durmuşsunuz. Duydum ki çok soylu bir kişiymişsiniz. Duydum ki feleğin kadrine uğramışsınız. Duydum ki soylu, kartal gibi bir Beymişsiniz. Felek...»



Zülfikâr dayanamadı, içini çekti:

«Benim babam sağlığında... Bizim kapıda otuz beş tane... Bir değil, iki değil, otuz beş tane at yılkısı vardı. Bütün Kafkasya bizim... Aaaah, aaah... işte şimdi. Bizim kölemizdi bütün Kafkasya... Bizim babası...»

Gözleri, küçücük düğme gözleri yaş içinde kaldı. Rüstemoğlu telaşla:

«Göl yerinden su eksik olmaz. Eskiden de kurt eniği kurt olur. Sen olmasan çoktan Derviş Bey batardı. Seni bütün Çu-kurovada mert, yiğit olaraktan, birinci adam sayaraktan biliyorlar. Bu her insanın eline geçer mi? Dün gece düşümde ak bir su akıyordu. Ak suyun üstünde doru, ışık gibi bir balkıyan cita binmiş, elinde de bir şahin olan uzun boylu bir adam geliyordu. O geliyordu, akar su da onunlan bile geliyordu. Geldi geldi suylan atlı. geldi bizim kapıda durdular. Atlı atından indi, su da bizim kapıda birikti, köpürdü durdu. Dağ gibi yükseldi sonra... Ne demektir bu, bereket demektir. Büyük bir soylu adam buraya bereket, bolluK saçıyor demektir. Ben de sabahtan bu yana dışarı çıkıp yollara bakıyordum. Kim gelecek bize diye merak ediyordum. Bir de baktım ki stn çıktın geldin iki gözüm kardaş. İçime sevinç doldu. Kuş gibi hafifledim. Ne haber, iyi haber değil mi? İyi adamdan kötü haber olur mu, elbette iyi haber olacak, değil mi? Bey razı oldu öyle mi? Benden iyi komşu mu olur, değil mi?»

Kısacık, sıskacıktı Rüstemoğlu. Avurdu avurduna geçmişti. Aşağıdan yukarı, bir dağa bakar gibi bakıyordu Zülfikâra.

170


«Bilmem ki,» dedi Zülfikâr. «Sana iyi bir adam derler. Ben Öyle duydum. Bey sana toprakları satacak ama, beni dinlersen alma. Çünıoi ben bu Beyleri bilirim. Önce toprağı satarlar, sonra da adanan başına bir iş açarlar. Halil aklında mı? Haaa, sattı Halile toprağı Derviş Bey, hem de iki bin dönüm sattı. Tarsus]?; HaiiU duydun değil mi?»

Rüstemoğlu:

«Duydum.:, dedi inliyerek. «Duydum ama...»

Zülfikâr:

«Duydunsa bilirsin İki bin dönüm sattı. Satınca, daha toprağa ayak basmadan... Paraları akşam Beye gönderdi. Sabahleyin ölü bulundu evinde. Kafasını gövdesinden ayırıvermişler. Haşa, haşa... Bey öldürttü demem! Demem ama bu Beylerin tarlaları uğursuzdur. İnsana hayretmez. Her gece de sabaha kadar hortlaklar dolaşır bizim çiftlikte. Siz nasıl duruyorsunuz, diyeceksiniz. .. Biz alıştık. Bir de Akçasazın bir ejderi var, kıyısında hiç yabancı yaşatmaz. Derakap yutar!»

Rüstemoğlu yutkundu:

«Sen benim için hiç merak etme. Uğursuz tablalar, ben adımımı içine atar atmaz uğurlanır. Hortlaklar uğramaz olur. Akça-sazm ejderhasını da eskiden beri söylerler. Aslı yoktur inanma. Aslı olsa da, bende bir muska var ki, keskin... O muskayı Ak-çasazm kıyısına gömerim. Ejderha bataklığa hapsolur, bir daha da kıyıya, ölenedek adım atamaz.»

«Demek alacaksın toprağı... Hiç korkmuyorsun, öyle mi?»

«Korkmam. Derviş Bey bana hiç bir şey yapmaz. Yapmalarına da izin vermez. O, soylu bir adamdır. Benim gibi bir adamın kendisine komşu olmasını çok ister...»

«Demek alacaksın ha? Ben sana acırım. Hem de severim Rüstemoğlu... Ne yapalım, kendi düşen ağlamaz.»

Zülfikâr onu caydırmak için durmadan, durmadan konuştu. Ağzındaki bütün tükrükler kuruyuncaya kadar konuştu. Rüstemoğlu korksun diye neler neler söylemedi. Sonra da yalvarmağa başladı. Rüstemoğlu Nuh dedi de Peygamber demedi.

171


Çaresiz kalan Zülfikâr, başka Dır çare auşunuu. uu mendebur adamın bu tarlalara bu kadar sarılışmda bir iş olmalıydı. İşte, hiç olmazsa bundan faydalanmak gerek.

«Bey caydı. Üç yüz dönüm satıyor. Uç yüz dönüme de on sekiz bin lira vereceksin. Yoksa mümkünü yok. Bey toprağı başkasına satacak. Böyle bir top-rak da dünyada yok. Her avucu

bir kan eder.»

Aralarında korkunç bir pazarlık, bir cebelleşme başladı. Uzun sürdü. Bütün gün, bütün gece pazarlık ettiler. Bağırdılaı çağırdılar, biribirlerine ağza alınmaz küfürler ettiler. Zülfikâr on sekiz bin liradan bn; kuruş aşağı inmedi, ibaten on sekiz bin lira istediğine de bin pişman olmuştu. Çünkü ne kadar çok para isterse istesin bu topraklar için, Rüstemoğlundan koparacağını sezmişti.

Tanyerleri ışırken ikisinde de kıpırdayacak hal kalmamıştı. En sonunda Rüstemoğlu elini uzattı:

«Kabul ediyorum,» dedi. «Yalnız senin gül hatırın için kabul ediyorum. Tapu muamelesine hemen başlayahm. Yarın ben k^sr.baya ineceğim. Parayı da getiririm.»

Zülfikâr gün atarken atma bindi ama bitkindi. Atın üstün-Je ikiye katlanmış gibi büzülmüş küçücük kalmıştı. Boğazına bir hıçkırık gelmiş tıkanmıştı. îçi yanıyor, içi dolup taşıyordu. On sekiz yasında vurulan büyük oğlunun ölüsünü gördüğünde de böyle olmuştu. Az sonra, çocuklar gibi, hıçkırarak ağlamağa başladı.

Çiftlikten her toprak satılışında böyle olurdu.

«Nasıl olsa, nasıl olsa Bey bunu o Rüstemoğluna koymaz. Nasıl olsa Bey bir gün tarlasını onun elinden alacak.»

Can-ı gönülden inandığı bu düşünce bile onu teselli etmiyordu. Çiftliğe kadar durdu durdu ağladı.

18

172


İbrahim Ibo öfke içinde geldi:

«Yok Beyim, yok,» dedi. «Konağa girdi, burnunu bile dışarı çıkarmıyor. Üç gündür bekliyorum, Ne çarşıya çıktığı var, ne bir şey. Kapısında da dört kişi bekliyor. Üç gün içinde evine Çerkeş Yağmur Ağadan başka kimse girmedi. Ben ne yapabilirim bu adama? Bir odaya giriyor, bir daha da hiç dışarıya çıkmıyor, işin yoksa bekle dur, bekle dur.»

Mustafa Ağa sapsarı kesildi, bıyıklarını çekiştirerek düşünmeğe Daşıacu:

«Onu kasabadaki konağından kaçırmayı, dağa kaldırmayı bir istiyorum ki... Bir istiyorum ki... Çiftlikten kaldırmak başka, buradan, kasabadaki konaktan kaldırmak başku. Bir şey kta malı, bir yolunu bulmalı, onu dağa kaldırmalıyız. Anlamıyor musunuz, bütün dünya gazeteleri yazar. Sonra dağda...»

Akyollu Mustafa bir an gözlerini yumdu, dudakları, burun delikleri titredi. Sıitına binlerce büyük iğne saplı, iğnelerin uçları şimşekleniyor. Güneş altında, kavruluyor. Boğazında bir ip, bir ata bağlı... Atın üstünde Heko... Atı kırbaçlıyor. Dervişin dili bir karış dışarda...

«Hayır, hayır ona pusu kurup bir kurşunla öldürmek istemiyorum onu. Onu yakalayacağım. Yakalayıp elimle... Günlerce... Dünya dünya, insan insan olalı görülmemiş, duyulmamış

173

işkencelerle öldüreceğim unu. um__ _o



konağından kaçırmannı bir yolu, bir çaresi. Kaç gün kalacak

kasabada? »

ibrahim Ibo:

«Çiftlikteki konağı onarmağa başladılar. Bir, bir buçuk ayda biter, dediler. Gene tarla satmış Derviş Bey. Rüstemoğluna... EkİD: yananlara da para vermiş. Herkese herkese para dağıtmış.»

Akyollu:

«Yazık,» dedi, inler gibi, «aah yazık.»

Sonunu getirmedi.

«Onu bir gece almalıyız, Aladağa doğru çekilmeliyiz. Öyle

değil mi İbrahim İbo?»

İbrahim İbo hemen toparlandı.

«Öyledir Bey.» '

«Aladağ bizim dağımız değildir. Kimseler bilmez bizim Dervişi, o kâfiri oraya götürdüğümüzü, s

İbrahim İbo o anda:

«Kimseler bilmez,» dedi, irkildi.

«İşte orada...»

Hamdı kısacık yarı cüce bir adamdı. Eski bir eşkiyaydı. Eşkiya başı Kırkayakın kasabı diye anılırdı.


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin