Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə12/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   43

Hamdi ayağa kalktı, gerindi, dudaklarını lezzetle yaladı:

«İşte orada... İşte o zaman... Gel ulan buraya Derviş Efendi. Gel, gel, gel... Gel buraya, korkma, iki gözümün bir çiçeği! Korkma, çavdar sapının ışığı, çingen köyünün yakışığı...

Hiç korkma...»

Topağaçlarm altına gittiler. Her biri sırtını bir ağaca verdi, oturdular.

«Gel hele gel, gelkardaş gel... Amma da sarardı yüzün! Yalvarma. Yalvarmak yok. Hiç yok. Bak, yüreğim yufkadır, dayanamam. » Öylesine bir konuşuyor, taklit yapıyordu ki, karşıda Derviş vardır dersin. Derviş ağlıyor, gülüyor, acı çekiyor, yalva-rıyordu. «Geldin değil mi, geldin. Bu iyi işte, beni zora koşmadın. Soyun, soyun bakalım. Soyun ulan. Utanıyor musun? Hay-

174


uıw_________~ ——»i* uuguuu uugaıı nıç soyunmadın mı? Soyun ulan, it soyu. Burada senin Beyliğin para etmez. Soyunmuyor musun, öyleyse al, işte...» Mestan:

«Bu da yeni,» diye güldü. «Bu mendebur cüce şimdi bakalım ne yapacak, o kâfir giyitlerini çıkarmıyor işte...» Hamdi:

«Çıkarmasın,» diye kuruldu. «Varsın çıkarmasın. Çıkarmaması daha iyi... Bir teneke pekmezi alırım. Cıvık pekmez tabi.... Tepesinden dökerim, tırnağına kadar onu pekmeze bularım. Yakınlardaki arı kovanlarını açarım. Anlar doğru Dervişin üstüne sıvanırlar. Bir de dağların sinekleri yaman olur. Onlar da sıvanırlar. Üstü başı arı oğul verir gibi! Koşmağa başlar. O koşar, arılar peşinde... O koşar arılar peşinde. Üstünden başından pekmez akar, arı akar... Sonra bir kovan, beş kovan arıyı üstüne boşaltırım...» . Akyollu:

«Hamdi,» dedi, «bu seferki hiç iyi olmadı. Onu, bunun için kaçıracaksak hiç kaçırmayalım, bir kurşun sıkalım, ölsün gitsin.»

Hamdi:

«Çok mu kötü?» diye sordu. «Siz bir adamı arıların nasıl parçaladıklarını görmediniz mi? Zaten bu arılar balansı değil ki... Eşek arıları.» Mestan:



«Olmadı,» diye Akyolluyu onayladı. «Olmadı. Bu kadarcık işkence için onu tâ Torosun başına götürmeğe değmez. Bir kurşun sıkarsın yüreğinin başına olur biter. Benimki de Bey bu sefer gene tutmadı sanırsam. Alır onu götürürüz dağın tepesine... Onu 'limlen güzelce soyarım. Yere oturtup sırtını bir ağaca güzelce dayarım. Elini kolunu, gövdesiyle birlikte ağaca bir iyice çeke çeke bağlarım. Bağladım mı... Alırım elime bir bıçak. Önce ayak parmaklarının arasım dilerim. Sonra bacaklarını, sonra baldırlarını ince ince dilerim. Belden aşağısını dilim dilim eylerim.

175


Bir yanına tuz ekerim. Bir yanına bal dökerim. Bir yandan sarıca karıncalar, bir yandan sinekler çokuşmağa başlar. Bir yandan da çürümeğe, kokmağa, morarmağa başlar. Sinekler balı, sarıca karıncalar eti yer bitirirler. Sinek bir kaşındırır, insan olan dayanamaz. Sarıca arılar bir kemirir, amanallah! Amanallah! O -ölünceye kadar, kendini kendi gözleri önünde sinekler yer, bitirirler...»

Akyollu:


«Bu iyi,j> dedi. «Bu iyi işte. Hiç bir kitapta böylesine ras-

lamadım. Bu iyi.»

Mestan:

«Öfkemden, hıncımdan uyku uyuyamıyorum. Onun için yakaladığımız zaman neler neler yapacağınr.zı düşünüyorum. O kimdir o! O, Murtaza Ağa gibi bir yiğidi yokedendir. Kara topraklara salandır. Bu bile azdır ona.»



Hamdi iyice alınmıştı:

«Sanki ben onun için uyuyor muyum, Murtaza Beyimizi öldürene en güzel ölümü düşünmüyor muyum? Hani giyitlerin' ¦çıkarmazsa ne yaparız diye düşünmüştüm de...»

Akyollu:

«Üzülme Hamdi, sen hiç canını sıkma. Hele onu bir yaka-

îayalım, en güzelini buluruz,» dedi.

Recep:


«Hele onu bir yakalayalım. Benim aklımda bk şey var ki, ne kitaplar yazmış, ne de insanoğlu akıl edebilmiştir. Onu bir yakalayalım da...» dedi.

Mestan:


«Söyle Recep nolursun,» diye yalvardı. «Bir merak cdi

yorum ki... Nolursun söyle.»

Heko:

«Onu bir yakalayalım, benim de aklımda vardır azıcık.»



Akyollu:

«Recep düşüncesini söylemiyor. Hiç mi bic söylemedi. Onun bildiği okkalı bir şey olmalı. Okkah bir ölüm çeşidi.»

176

•--------------JT



«Öyledir Beyimiz. Hele bir ele geçsin o... Görürsünüz.»

«Doğru. Hele bir ele geçsin.»

Mustafa Bey:

«Ibo üç gür bekledi, bir yolunu bulamadı. Diyorum ki on kişi bir gece Dervişin konağın» bassak...»

Mestan:

«Olmaz. Bizde ne kadar silah varsa onlarda da var. Sonra candarmalar da çabuk yetişirler. Ben diyorum ki, üçümüz üç yabancı kılığına girsek...» Hamdi:



«Deliye bak! Derviş uçan kuşu sokmaz evine, değil tanımadığı insanı.»

Recep:


«Ben çok düşündüm,» diye doğruldu. «Varalım Dervişe diyelim ki, Akyollu Mustafa seninle buluşmak, görüşmek, konuşmak istiyor. Varalım, Mustafa Beyin mektubunu eline vere lim. Bir de yer gösterelim. Mustafa Bey de yazsın ki mektupta ben yalnız geleceğim. Sen de yalnız gel. Gelmez mi?»

Akyollu:


«Gelir,» dedi.

ötekiler de:

«Gelir,» dediler.

«Eeee, sonra?»

Hamdi:

«Biz sizin buluşacağınız yerde çalıların arkasına saklanırız, Derviş gelir gelmez de üstüne atılırız.»



Akyollu başını elleri arasına aldı:

«Hele bir düşünelim,» dedi. «Derviş bu çağrıya gelir. Gelir ama...» İbrahim îboya döndü: «Evini, tarlalarım benim yaktırdığımı sanıyor, öyle mi?»

İbrahim Ibo:

«Ne sanacak ya... Çiftliğinin üstünden yel esse bizden biliyor,» diye karşılık verdi.

177

F:12


Akyollu Mustafa Bey:

«Buna karşılık ne evimi yaktırdı, ne de tarlalarımı. Beni böylesine aşağılıyor, o köpek. Madem beni öyle sanıyor. . Alacağı olsun, o köpeğin.»

Hamdi heyecanla onaya atıldı:

«Buldum, buldum,» dedi. «Yeni bir şey buldum. Onu yakalayınca... Durun durun anlatayım.» «Sonra anlatırsın,» dediler.

Soluk aldırmaz bir sıcak çöktü. Buğulanan, boğucu. Sonra sarı, balçığa karışmış, koyu, karanlıkça bir yağmur başladı. Ağır, yağmıyor gibi, sıcak, buğu gibi...

19

178



İbrahim Ibonun Derviş Beyin huzuruna çıkması zor olmadı. Önce onu kapıda tepeden tırnağa bir iyice aradılar, tabanca-sıiu, hançerini aldıktan sonra yukarıya çıkardılar.

ibrahim Ibo mektubu Beye uzattıktan sonra çekildi, el kavuşturup boyun kırdı, kapının yanında durdu.

Derviş Bey mektubu okudukça bir hoş oluyor, renkten renge giriyor, başım mektuptan kaldırıp Ibranim Iboyu süzüyor, yeniden mektuba dalıyordu.

Sonunda sert, başını kaldırdı gözlerini İbrahim Ibonun üstüne öldürürcesine dikti, ibrahim Ibo titredi.

t Söyle bakalım, benim konağa ateşi sen vermedin mi? Ekinlerimize ateşi sen atmadın mı?»

Ibidhim Ibo hemen o anda karşılık vermedi, bir an düşündü:

«Ben ateş verdim senin konağa, ekinlerini de ben yaktırdım. Mustafa Beyin bundan haberi olmadı.»

«Neden söylemedin ona?»

«Söylesem izin vermezdi.»

«Git söyle ona, istediği yere tek başıma geliyorum. Yalnız sen haberi verdikten sonra buraya geri geleceksin. Sen hergele b[r adama benziyorsun. Ama yiğide de benzersin. Söyle, Mus-îafay! çok mu seversin?»

179

«Çok severim. Onun yoluna canımı Koyaum. «O da senin yoluna?» «Orasını ben bilemem. Mektubu verdikten sonra ben buraya gelemem, ister gel Mustafa Beyin dediği yere, ister gelme. Bu beni ırgalamaz. Sizin bileceğiniz bir iş. Sizin aranızda. Air»-. ma velakin konağını ben yaktım. Benim kitabımda konak yakmak da, ekin ateşlemek de, arkadan vurmak da, baskın da, tuzak da, her türlü melanet de, hainlik de yazar. Ben hiç bir şey tanımam. Yanıma yönüme bakmadan doğrucana amacıma giderim. Seni o günlerde konaktan dışarıya çıkarmak için bütün Çukurovayı kesmek gerekseydi, çoluk çocuk, yediden yetmişe tekmil Çukurovayı keserdim.» Bey hiç şaşmadı:



«Seni iyi tanıyorum ibrahim Ibo,» dedi. «Hamdi nasıl, Kırkayağın Hamdisi? Gene öyle zalim mi, taş yürekli mi?»

«Eskisinden bin beter. Sabahtan akşama kadar sana ölüm çeşidi düşünüyor.»

Derviş Bey güldü: «Daha bulamadı demek!»

«Her gün bir tane buluyor. Bir bulduğunu ikinci gün beğenmiyor. »

«Benim ona ne kötülüğüm dokunmuş ki? Şu dünyada onun kadar iyilik yaptığım bir kimse yok ki... En az üç kere onu ölümden kurtardım. Ona kardaş gözüyle baktım. Ben ona ne

yapmışım ki?»

«Onun herkese öfkesi vardır, insanoğluna düşmandır, ister sen ol, ister başkası, ona kötülük edebileceği insan göster. Başkası gerekmez. Onun öfkesi tekmil insanlara, tekmil yaratığa. O her gün bir canlı öldürmeden edemez. Ya bir kuş, ya bir kedi, ya bir köpek, bulamazsa bir karınca, bir sinek, bir an... Bir evine gittim ki ne göreyim, binlerce arıyı bir ipliğe dizmiş, sırtlarından iğneleyip! Arılar vızıldayıp durdular güneşte. Kuru-yuncaya kadar. Arılar çardağında daha öyle iplikte kavrulmuş dururlar.»

180


«jjemeK ooyle adamlarla çalışıyor soylu Mustafam?» «Bulursa herkes böyle adamlarla çalışır.» Derviş Bey ibrahim Iboya doğru birkaç adım attı, elini omuzuna koydu. Sağ eli tabancasının kabzasındaydı. Ibo odaya girdi gireli bir kerecik olsun elini tabancasından çekmemişti. «Var söyle Mustafaya tek başıma Tilkitepesine geleceğim. Yanıma hiç kimseyi almadan. Sen bile yaktıysan, konağımın vakılnıasını, ekinlerimin ateşlenmesini ona yakıştıramadım. Neredeyse yeni yetme imansız Ağalara benzeyecek. Bunlardan do-jayı onun çağrısına tek başıma gelmesem hakkım var. Ama geleceğim gene de. Selam söyle. Dünyada bir tek şey isterim, düşmanımın şu aşağılık Ağalara benzemesini istemem. Çok selam söyle.»

ibrahim Ibo:

«Başüstüne Bey, söylediklerini tekmil Mustafa Beye iletirim,» dedi, merdivenleri çabucak indi, aşağıda onu bekleyen adamlardan tabancasını ve hançerini aldı, atma atladığı gibi doludizgin sürdü.

ibrahim Ibo gittikten sonra Bey pişman oldu, karısının odasına girdi, meseleyi olduğu gibi ona açtı, mektubu verdi. Hatun mektubu okudu.

«Olmaz,» diye bir çığlık attı. «İşte bu olmaz. Konağını yakanı, ekinlerine ateş atanı nasıl olur da adam diye karşına alırsın? Ona insan diye nasıl güvenirsin? Seninle konuşmak istiyen senin evine gelir. Bir derdi varsa, tek başına seni Tilkitepesine mi çağırır? Olamaz, tek başına gidemezsin. Başka türlü seni ele geçiremedi, al ilen ele geçirecek. Sen evden çıkar çıkmaz yolunu gözletecek, iki üç adam üstüne atılıp seni yakalıyacaklar, onun karşısına götürecekler. O da sana diyecek ki, ben seni yalnız

bekliyordum. Demek yakalandın? Böylesi daha iyi oldu, diyecek. »

Derviş Bey, kederli, umutsuz:

«Hakkın var Hatun,» dedi. «Aynen böyle eyleyecek. Ne vapmah?»

181

I

«Gelmem deme, gününü ileriye at...»



«Hakkın var Hatun. Çocuklar nasıl?»

«Muzaffer çarşıya gitti. Ceyhun da aşağıda bahçede.» *

Bu konak, ona Ermeni bir arkadaşının armağanıydı. Erme- .-. ni arkadaşı bir gece, daha kaçkaç, daha sürgün falan yokken ona gelmiş, «Bizim sonumuz yok. Bizi ya öldürecek, ya sürecekler,» ( demiş, evin tapusunu ona vermişti. Güya evi Beye üç bin altına satmıştı. Bey şaşırmış, «Amanın dostum, bu nasıl olur, sizi kira sürer, kim öldürür?» diye Ermeniyi teselliye çalışmış, sözünü dinletememişti. Ermeni diyordu ki, «Bu konağı özendim bezendim yaptırdım, içinde de iki yılcık oturamadım. Baktım ki gidiyorum. Konağımda kansız, ciğeri beş para etmez birisi safa sürecek. Düşündüm ki bu ev kime layık, Sarıoğlu Derviş Beye layık. .. Al, helal olsun ev sana. Al, güle güle otur. Sana böyle bir ev değil, bin ev layık. Saraylar layık.»

Konağın bahçesine silme nar dikilmişti. Pembe, hiç bir

yerde bulunmaz cins narlar.

Narlar çiçek açmış, bahçe inanılmaz bir kırmızılıkta dalgalanıyordu.

«Çocuğu kaçırmazlar ya?»

Hatun:


«O kadar alçaklığı şu yeni yetme Ağalar bile yapmazlar.

Çocuklara hiç bir şey olmaz.»

Derviş Bey:

«Ondan her şey umulur,» dedi içini çekti. «Şu fakir fukaranın ekinini yaktırdıktan sonra...»

Arkasını döndü, odadan çıktı.

Karısına hayrandı ve onu delicesine bir aşkla hâlâ severdi. Karısıyla biribirlerini görmeden nişanlanmışlardı. Aşağıdan, Arabistan çölüne yakın yerlerden, nergis kokulu, bereketli Amik ovasından olurdu karısı. Oralara yerleşmiş, ünlü bir Türkmen Beyinin kızıydı. Türkmen Beyi geleneği içinde dimdik, onurlu,

yürekli bir insandı.

Esmerdi. Gözleri iri ve kapkaraydı. Gamzeli yanakları her

182

gn pemueıeşıuege nazıraı. Kaim dudakları kıpkırmızı ve şehvetliydi. Güldüğü zaman azıcık yayılır, sonra sevgiyle toparlanırdı. Her bir hareketinden bir incelik, bir sevgi yayılırdı ortalığa. Hemen hemen hiç denecek kadar az konuşurdu. Ne söyleyecekse, her şeyini elleri, gözleri, hareketleri, yüzüyle söylerdi.



Ve eski Türkmen kadınları gibi giyinirdi. Sırmalı fes giyer, sırmalı feste dizi dizi altınlar, boynunda beşibiryerdeler, fistan, parlak kundura, kollarda burma bilezikler. Yalnız, delik olmasına karşın burnuna altm hırızma, bir de ayakbileklerine, Bey o kadar istediği halde, halhal takmazdı.

Kocasının öldürüleceğinden hiç mi hiç korkmuyordu. Çünkü onun baba evinde insanların öldürülmesi bir eski, bir yerin dibine batası gelenekti. Kocası öldürülecekti nasıl olsa. Bunu evlenmeden çok önceleri biliyordu. Onun derdi kocası öldürüldükten sonra çocuklarını nasıl yetişeceğiydi.

Boyu uzundu, suna gibiydi. Çenesi sivriydi.

Hidayet:


«Beni ona gönderme Bey,» dedi. «Elini ayağını öpeyim gönderme. O beni öldürür. Ben ona hiç güvenemiyorum.»

Derviş Bey:

«Allah Allah,» dedi, «inanamıyorum. Allah Allah! Bu adam bu kadar düştü mü? însamn nasıl böyle bir düşmanı olur?»

Hidayet:


«Nasıl olur, nasıl olmaz bilmem ama ben canımı ona gü-venemem. Konak yakana, pusu kurana, yol bekleyene, tarlaları ateşe verene canımı güvenemem. Var sen güven Beyim. O senin bileceğin iş. Can senin. Velakin ben o adamın yanına gidemem. Kusura kalma Beyim, senin bir düşmanın hakkında böyle düşünmek yakışık almaz amma velakin ne gelir elimden... Can işi. Can tatlı Beyim.»

Bey ona kızmıştı ama belli etmiyordu. Mustafa Akyollu hakkındaki her aşağılayıcı söz onu tâ yürekten yaralıyor, küçültüyordu.

İçini çekti:

183


«Aliciği çağır bari de o gitsin. Ne yapayım Hidayet, lıakh-sın.» Gene içini çekti. «Ne gelir ki elimden!» Hidayet sevinçle: «iyi,» dedi. «Alicik iyi.» «Onlar birbirlerine münasip kişiler.»

Hidayet:


«iyi,» dedi. «Alicik gitsin. Konağı yakar mı, ekinlere ateş verir mi? Alicik gitsin. Aliciğin kim olduğunu bilse Mustafa çıldırır. »

«Çıldırır,» dedi Bey öfkeyle. «Ama ne yapayım ben, kendi düşen ağlamaz. Kendi yaptı, kendi buldu. Alicik iyi.»

Hidayet durmadan uzun uzun parmaklarını sayıyordu. Gözlerini -uzun bir süre tavana dikiyor, düşünüyor, sonra dönüyor parmaklarını sayıyordu. «Ne zaman Hidayet?» Hidayet dalmış gitmişti, duymadı. «Hidayet!»

Hidayet uykudan uyanırcana irkildi: «Buyur Beyim?» «Ne zamana Hidayet?» Hidayet birden:

«Gelecek yıl değil, öteki yılın Eylülüne.» «Sen deli misin Hidayet? O bana şimdi, hemen buluşalım diye mektup yazdı. Sen ne diyorsun Hidayet?»

«Biliyorum Beyim. Ama ev yakan, ekin ateşleyen, yol bekleyen bir adama da başka türlü davranmak ne mümkünü bir çaredir. Ne ona seninle görüşemem diyebilirsin, bu olmaz, ev yakanı karşına adam diye dikmiş olursun, ne yarın buluşabilirsin. Onun yaptıklarını yüzüne vurmak için iki yıl sonra Eylül ayının yirmisinde buluşursun... O da yaptığı aşağılıklığı anlar. Gelecek yıl değil, daha gelecek yılın, yani devresi yılın Eylül ayının bol güneşli bir gününde dersin, mektubu böylece bir gayrı mümkün, binanalezikli donatırsın. Olur mu efendim? Beyim? O kudurur, böyle yazarsan. Kudurur ki çok kudurur. Konağı da

184

İbrahim Ibo yakmadı. Tarlalara da o ateş vermedi. Vermediyse, yapanları bulmak onun işi. Onun konağı yansa biz kendimizi temizlemek için konağı yakanı bilmecburiye bulmaz mıydık?»



Derviş Bey gülerek:

«Bulurduk.»

Hidayet:

«O da bulup kendi namusunu kendisi kurtarsın.» dedi.

Derviş Bey: «Kurtarsın.»

Hatun:


«Hidayet haklı,» dedi. «öteki yılın Eylül ayma. Konağı yaktırır mı!»

Hidayet:


«19... yılının Eylül ayının bolbolamadı, nur saçan, ışıklı bir gününde, hem de yirmisinde tanyerleri ışırken, Tilkilertepe-sinde değil de, Kuşlartepesinde yek be yek ikimiz, elimizde bir Kuranı Kerim, hem de soyumuzun damgasının resmedilmiş bulunduğu, kırmızı olacak ki görünsün uzaklardan, bulunduğu, sancak değil, yasak, bayrak değil, bayrak ismet Paşanındır, yasak, bir mendil, ama büyük bayrak gibi dalgalanan bir ak mendil, çok büyük bir mendil ürüzgerde, yani esen yelde dalgalanarak-tan biribirimizin huzurdan istikbaline çıkacağız deyip yazmalısın Beyim.»

«Çok karıştırdın ama anladım.»

Hidayet:

«Ne bileyim Bey,» dedi. «Biz yoz adamlarız sizin gibi lügat mugat bilmeyiz ki. İşte öyle yaz. Bir de yüzüne vur ki, tilki gibi yol beklenir, pusu kurulur mu? Beylik töresinde böyle gay-rimünasebetsiz işler olur mu? Beyler nizamlısı tümcek mi öldü? Öyleyse o zaman biz de şu işi bırakalım. Katilliği katillik gibi yapalım. Neden elimizi kana bulayalım, bir insanlığa, yiğitliğe ya-ramayacaksa? Güzel yaz Beyim.»

«Böyle yazarsam onu düşman diye karşıma almamam gerektir. Böyle bir adama mektup da yazılmaz Hidayet.»

185


Hidayet:

«Ben bilmem orasını. Sen iki yıl sonrasının Eylül ayında buluşacağını yaz da, başkaca ne yazarsan yaz. Ben çok öfkelenir oldum bu Mustafa Beye. Muharremi de öldürttü. Çok alçak bir adam. JCorkak... Korkak.» Bey öfkeyle:

«Sus Hidayet, diye bağırdı. «Bir daha Mustafa Bey hakkında böyle konuşursan dilini koparırım.»

Hatun hemen atıldı, serinkanlı tok bir sesle: «O bir korkak, hem de korkak oğlu korkak. Hem de alçak oğlu alçak. Hem de kurnaz, hileci, kötü, aşağılık...» Derviş Bey sapsarı kesildi, elleri titredi. «Hem de ev yaktıran, harman ateşliyen... Hem de pusu kuran... Hem de...» Derviş Bey:

«Sus Hatun,» dedi, «sus. öldürme beni. Allah böyle dostun da düşmanın da belasını versin. Sus Hatun sus! Sus da beni daha fazla öldürme, küçültme. Sus!»

Hatun ellerini beline koyup, aşağıdan soğukkanlı: «Derviş, yaz ona,» dedi. «Yaz ki yüreğine işlesin. Yaz ki, Sarıoğlunun karşısında nasıl durulmalı onu öğrensin. Ya da bu işten vazgelsin. Beceremeyecekse, altından kalkamayacaksa göndersin adamlarını, vazgelelim desin. Bu iş de burada bitsin.» Derviş Bey:

«Burada bitsin,» diye ekledi.

«Sarıoğlunun karşısına ya adam gibi çıkılır, yiğitcene, ya da hiç, ya da hiç... Ya da hiç... Sarıoğluna düşmanım demek kolay mı? Ya da hiç, ya da hiç!» Derviş Bey: «Ya da hiç!» dedi. Hidayet: «Ya da hiç!»

186

20

Gene yağmur başladı. Ilık, sarı... Süleyman Sami ortalığa düştü. Günlerdir kapı eşiği aşındırıyordu. Her önüne gelene de: «Olmaz,» diyordu, «olmaz bu. Olmaz efendim. Soylarını bitirecekler, zürriyetlerini kesecekler biribirlerinin. Olmaz. Habire öldürüyorlar. Durmadan, durmadan, durmadan. Hepsi de çam gibi yiğitler. Şimdiye kadar bunlar biribirlerinden bir ordu öldürdü. Bir ordu ne demektir, bir kişi ne demektir? Bir ordu bir ordu, bir kişi bir kişi demektir. Evet, bir kişi, bir kişi demektir. Niçin öldürülsün? Değil mi? Evet efendim, artık bu vahşetin, bu canavarlığın, bu vatan haymhğının önüne geçmeliyiz. Öyle değil mi? Vatan hayınlığı ne demektir! Vatan haymlığı demektir. Barıştıralım şunları bitsin.»



Üçüncü kezdir ki evine gittiği Mahir Kabakçıoğlu: «Haklısın Süleyman Sami,» diyordu, onu kapıda uğurlarken, ağırbaşlı, her sözcüğü duygusuz, tane tane söyleyerek. «Bu iş çağımıza yakışmıyor. Bir Avrupalı duysa hiç hiç bu vahşeti anlayamaz.

Süleyman Sami coşkuyla sözü onun ağzından aldı: «Anlayamaz! Anlayamadığı için anlayamaz demektir. Çün-kü bu çağda vahşetliği anlamak kolay bir iş değildir. Biz ki, biz ki yurdumuzu Avrupanın tam hizasına vardırmak için büyük

187

gayretler sarfederekten, canımızı kalkınmaya vereremen, nem de nurlu ufuklara giderekten...»



«Evet Süleyman Sami, evet kardeşim, senin bu insanca duygularını anlıyor, hem de canı gönülden senin bu çabalarına katılıyorum. Ama bu canavarların biribirlerini öldürmekten vazgeçeceklerini hiç sanmıyorum. Çok söylendi, çok gayret edildi, onları barıştırmak için zaman zaman Çukurova biltekmil ayağa kalktı. Tâ Ankaradan buraya kadar İçişleri Bakanı bile geldi. Bunlar gene aldırmadılar. Bana mısın bile demediler. Ben bile, şimdiye kadar kasabanın, Çukurovanm ileri gelenleriyle beş kere her ikisinin de evlerine gittim, çaresi yok, umutsuz bir iş. Ama belki, Allahtan umut kesilmez. Bir daha, yüz bin kere daha denemeye değer. Şu milletimizin alnındaki gericilik lekesini silelim. Bu çağda bu olmaz. Ben hazırım kardeşim, sen git ötekilerle görüş. Ben giderim ikisine de, ikisi de okumuş, dünya görmüş adamlar, bu işin vahşet, çağımıza yakışmaz bir gericilik, yalancılık, uydurma, insanca olmayan bir davranış olduğunu söylerim. Rezillik, alçaklık, vatanımızın alnında bir kara leke olduğunu söylerim, Avrupalılar duyarsa bu halimizi ne derler, diye söylerim. Dilimin döndüğünce söylerim. Murtaza Beyin ölümünden sonra bir şeyler oldu mu?»

«Akyollu Derviş Beyin adamı Muharremi öldürttü. Büyük bir seyisti. Şu Çukurovada ondan daha iyi attan anlayan kimse yoktu. Vuruldu gitti. Derviş Bey de Muharremi öldüren Kara Hüseyini hemen ardından öldürttü. Ölüsünü götürüp Akyollu-nun avlusundaki çınara astırdı. Yazık değil mi canım, bu vatanın ordusuna? Ordu ordu, vatan vatandır. Onu kimse öldürememeli. Muharrem gençti. Kara Hüseyin de... Mahmut gençti, Murtaza da, her birisinin beş oğlu olsa, al sana bir manga, değil mi? Onların da oğullan... Zürriyeti kesmek olur mu? Gidelim Mahir Bey, gidelim, vatan adına ültimatomu verelim. Verelim de akılları başlarına gelsin akılsızların. Akıl ne demek, başa getirilir

demek.»

«Umudum yok ama, gene de giderim.»



188

ç yman ûamı:

«Sağol, sağol, senden bunu beklerdim Mahir Bey. Avru-pada okumuş bir insan vatanın kalbinde kanayan böyle bir yaranın sonuna kadar kanamasına müsaade edemez.» Mahir Kabakçıoğlu: «Edemez,» dedi, bıyık altından gülerek. Kasabada herkes barışı konuşuyordu. Bu barış olmalıydı. Neydi bu? Neydi bu sabahtan akşama dek biribirini öldürmek? Olur mu? Ne vahşet bu! İnsanlığa yakışır mı? Dilleri böyle söylüyor, içleri barışın olmamasını istiyordu. Yıl on iki ay Akyoı-luyla Sanoğlu soyunun biribirlerini öldürmelerini konuşmağa alışmışlardı. Yıllardan bu yana coşkulu, yiğitçe, pısırık, delice, ahmak bir hikayeyi izlemişlerdi. Hikayenin birden kesiliverme-si olmazdı. Bomboş kalıverirlerdi. Körolası Süleyman Sami, sana noluyor be! Allah belanı versin. Herkes biribirini öldürür, öldürür. Bir gelenek ki, soydan, dededen, atadan gelir. Birden kesivermek olur mu? Şimdi kesiverseler o adamlar ne olur? Ak-yollunun, Sarıoğlunun konağının kapısını beklemişlere ne olur? Emekli yaparlar onları. Ekmeklerini nasıl kazanırlar? Aç ölürler onlar, aç ölürler. Ellerinden kurşun sıkmaktan başka bir iş gelmeyenler... Yaaa, bir de işin o yanını düşünmeli. Alışmış kudurmuştan beter olur. Derviş Bey ne yapar bomboş? Mustafa Bey ne yapar? Gelir şehir kulübüne sabahlara kadar kumar mı oynarlar? Yaaa, ne yaparlar?

Onlar bu işi bırakırlarsa şu ağızsız dilsiz millet ne yapar? Biribirlerini yerler alimallah.

Veli Hasan Ağa Süleyman Samiye:

«Ben gitmem,» diye bağırdı. «Sana ne oluyor Süleyman? Ne karışıyorsun bu işlere? Dünya yansa içinde bir çöpün mü var Süleyman? Vazgeç oğlum, yorulma. Böyle gelmiş onlar, böyle gider. Onlar tükeninceye kadar biribirlerini öldürecekler. Alışmışlar. Onlar başka türlü yaşayamazlar. Beyler biribirlerini böyle öldürmeli ki fakir fıkara azıcık soluk alsın Süleyman. Onlar biribirlerini böyle öldürmeselerdi bizi öldürürlerdi Süleyman.

189

Yaaa Süleyman! Bak Süleyman, sana ne oluyor, sen baıaırı oa-cağm birisin. Sana ne be? Bir iğnen var mı yakanda? Söyle, neyin var? Sen neylen geçinirsin Süleyman? Beygir götündeki sinek sen değil misin? Kim söyledi sana bunlar barışsınlar diye? Seni kim kurdu da ortalığa salıverdi Süleyman?»



Şu ovada savaş oldu. Ali cengi gibi. Kan gövdeyi götürdü. Eskiden, aşiret zamanı. Akyolluyla Sanoğulları bir hafta, on gün kıyasıya savaş eylediler Anavarzanın ovasında, üstünde. Sumbas suyu kan aktı. Kartallar insan etine doydu. Bir tekmil Çu-kurova, Anavarza ovasına doluştu da seyreyledi bunları, ala-boz duman içinde. Çadırlar yandı, ova yandı, ekinler, ormanlar yandı. Koyun, deve, at sürüleri talan edildi. Hiç kimse ayırmadı onları. Savaş kendiliğinden bitti. Halleri kalmadı, tükendiler. Yoruldular. Ayakta, ellerinde silahlan sapır sapır toprağa döküldüler savaşçılar. Her iki yandan da. Üç gün üç gece ovanın ortasında uyudular.


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin