Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə26/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   43

«Mesela Edirneye...» *

«O da iyi,» dedi Süleyman Ağa. «Cehennemin dibi...» «Evet efendim, çok düşündüm. Kanun bana yalnız teklif selahiyetini veriyor. Gerisi Ağırceza Reisinin elinde. Ne zaman isterseniz ben onlar hakkındaki dosyayı hemen hazırlar, Ağır-cezaya takdim ederim.»

«Hemen,» dedi Hacı Kurtboğa.

«Hemen takdim ederim. Elimde öyle çok dokuman var ki, iki aile için de, elli yıldan bu yana... Mahkeme şöyle bir dosyaya bakmakla işi hemen anlayıverir ve onları iskâna derhal tabi kılar. Yalnız siz Ağırceza Reisi Tahsin Beyi benden iyi biliyorsunuz, ona söz değil, kurşun kâr eylemez.»

«Hak hukuk vardır,» dedi Rüstem Bey. «Başkan onları iskâna tabi kılmağa mecbur.»

372

«Ya üyeler?» dedi M^ahir Bey, uykudan uyanırcana konuştu, aîki üye bizden olunca ne yapabilir Tahsin Bey?»



«Hiç bir şey yapamaz,» dedi Rüstem Bey.

«Üye Tevfik Bey bizim yargıcımız. Benim sözümden çıkmaz.»

«Üye Osman Alnıaçık da benim,» dedi Süleyman Aslan-soypençe.

«Üye Osman Alnıaçık Tahsin Beyin sözünden hiç çıkmaz,» dedi Savcı.

«Çıkmasın da göreyim onun orasını,» dedi öfkeli Süleyman Ağa. «Bir göreyim onu.»

«Bir hafta içinde,» dedi Savcı. «Ben dosyayı götürür kendi elimle Ağırcezaya veririm. «Sizin yüksek, alicenap hatırınız için değil mi? Yalnız siz gene de Başkan Tahsin Beyi elde etmeyi ihmal etmeyin. Her şey onun elinde...»

«O kolay,» dedi Hacı Kurtboğa. «O da yola gelmezse, alimallah soluğu o da Karsta alır.»

«Evvelallah,» dedi Süleyman Ağa, «sonra yüce bir partimiz, Hükümetimiz. Sağolsunlar, bir dediğimizi iki etmiyor An- . karamız.»

«Ankaramız,» dedi Mahir Kabakçıoğlu alayh bir sesle.

pah. aha


aca

yü-


373

35

Dükkanların kepenkleri birer ikişer dakika arayla gürültülerle açılıyordu. Bazı dördü beşi birden açılıyordu. Daha gün doğmadan. Fırıncı tanyerleri ışımadan, dağların sırtı ağarmadan çok önce çalıları fırının içine atmış, fırım kızıl kor eylemiş, taze ekmeğin kokusunu tekmil çarşıya bir uçtan bir uca yaymıştı. Acıktıran, mesteden, taze, ılık bir koku, tüten, buğulu. Fırıncı paytak paytak yürüyen, iki gözü de bozlu, yürürken hep şafaklayan, şafaklarken siperliği büyük kasketini tâ gözlerinin üstüne indiren, durmadan bağıran, çarşıda herkese takılan, üzü-lürse üzüldüğünü, sevinirse sevindiğini herkese göstermeğe çalışan, çocukla çocuk, büyükle büyük kasabanın sevdiği birisiydi. Ekmekleri tezgaha bir güzel, elleri yanarak, kızarmışlığına hayran bakarak dizdikten sonra çarşıya çıktı. Her sabah ekmekleri tezgaha yandaki raflara dizdikten sonra çarşıya çıkar, dükkan dükkan dolaşır, her dükkanın önünde bir iki dakika şafakladıktan sonra fırına geri döner ekmeklerini satmağa başlardı ama bugün başkaydı. Fırıncı öfke içinde durmadan mırıl mırıl soğuyordu. Bazı da sesini yükseltip, bütün çarşının duyacağı biçimde ana avrat, kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla kabilinden sö-



ğüyordu.

Kasabanın kepenk şangırtıları kesilmiş çarşının üstüne gün doğuyordu. Uzaktaki sıra sıra, arkaya dizilmiş biteviye giden

374

yayvan, uv"»- mavi, uzan.iasiiK.ca oeıırsızıeşen, solan, göğün bozuna iyice karışıp yiten, arada da ovalaşan dağların arkasından, Ötelerinden dimdik, kışın tepeden tırnağa kara kesmiş, yazın ala İcarlı Düldül dağı, sabahın tekmil aydınlığına, güneşine çimmiş, elini uzatırsan tutacakmışsm gibi, koyakları, kayalıkları, gölgeleri belli, bazı çok mavi, bazı bazı kırmızıya çalan, bazı da çok ak, göğe ağmı?> ovanın üstüne yürümüş orada durup duruyordu. Düldül dağı ovadan ayrılamaz, ayrı düşünülemez, serin, bakır kızıltısına kesen, ikindi vakitleri garbi yeli çıktığında, çıkıp da dağlara doğru çok ak, kabaran, yüksek bulutlan, karanlık göl-geleriyle sürdüğünde, şişen, genişleyen bulutlar saydamlaşıp, dağların arkasında, üstünde, saydamlaşnıış Düldül dağının dibinde söndüğünde... Düldül dağı Ağustos ortalarından sonra dımdızlak, kel, bulutsuz, soyunmuş, bir pembe kızıltıda, tüysüz kırlangıç yavrusu renginde kalır.



Kasabanın çarşısı irice, bir insan başı büyüklüğünde yüzyıllarca akar suyun dibinde, sürüklene sürüklene sıykallaşıp cilalanmış çakıltaşlanndan örülmüştü. Çarşının caddesini, kaldırımlarını erişilmez bir incelik, bir sevgiyle ören, çakıltaşlarını akıl eden usta, onun hünerli elleri, belki uzun boylu güleçti, belki uzun parmaklı, belki azıcık kamburdu, ama muhakkak, hiç şaşmaz, gözleri kara, hüzünlü, hep türküler mırıldanan biriydi, ak çakıltaşlarını yanyana dizerken, aralarına kırmızı, mavi, donuk mor, yeşile çalan benekler atarken, uzunca durup bakarsan bu beneklerden çiçekler örerken, güzel gülen, gülerken inci gibi sütbeyaz dişleri gözüken, işi bozulunca da delisine öfkelenen birisiydi. Burası muhakkak, onu kimse anımsamıyor bu kasabada. Bu çarşının, bu kaldırımların yapıldığını, bu uzun caddeye sıram sıram çakıltaşlarımn dizildiğini de anımsayan yok. Bu usta uzun yaşasaydı, çırakları olsaydı, onun gibi yumşak, onun gibi devce öfkelenen, öfkeden deliren, ağız dolusu gülen çırakları olsaydı, bütün kasabaların çarşıları, alanları, sokakları böyle sıy-kal, yunmuş arınmış, nakışlı, mavi, kırmızı, yosun yeşili taşlarla donanırdı. Basmaya kıyamadığımız... Usta ne yapar yapar, bu

375


"pai-. 'aha acc yii-

maymun, bu insanlıktan çıkmış, yeryüzünü, gökyüzünü pis, sümük gibi, katı çimentoya boğan, renksiz, kişiliksiz kasabalar yaratan, kanlı, donuk, ölü kasabalar doğuran, öykünücü, hiç bir insanca yönü kalmamış, duymayan, düşünmeyen, ağlamasını gülmesini unutmuş, coşmayan, türkü söylemeyen, okumayan yazmayan, türkü dinlemeyen, ıslık bile çalmayan sünepe, sadece kendi olmaktan başka, kökü olmaktan başka bir şey olmaya çalışan, kendinden, çocuklarından, başka olmayan her şeyden iğrenen kasaba ileri gelenlerinin, yeni yetme, görgüsüz, kasaba Belediye Başkanlarının elinden ne yapar yapar, ağızlarından girer burunlarından çıkar, kalıbımı basarım ki, hiç olmazsa bir sokağı masrafım cebinden yaparak, iri çakütaşlarıyla sütbeyaz, benekli nakışlamayı becerirdi. Ne çırakları kalmış bu güzelim elli ustanın, ne kendisi... işte bu kasabalar şimdi bu sebepten ölü. Kokuyor. Sürüngen, çimento, katı. Maymun. Hünersiz. Ve ölünceye kadar birbirleriyle cebelleşen para göz, ne güzel, ne umutluysa üstünden bir kırgın gibi geçen, biribirlerinin gözlerini oyan. rüşvet veren, insan öldüren, yalan söyleyen, durmadan Öğünen, pis lokantalarda sabahlara kadar içen, bar kapatan, zavallı, perişan, hüzünlü, bıkmış bar kızlarına kabadayılık taslayan, kurşun sıkan, öldüren, karılarım, sevgililerini aldatan, karı, çoluk çocuk, hep birden kumar oynayan, hor gören, delirmiş bu kasaba zenginlerinden de, kopmuş, ustayı unutmamayı, çıraklarını el üstünde tutmayı, güzel kişilikli, hünerli bir tadı saklamayı, korumayı, öldürmemeyi bekleyemeyiz. O usta var ya, o anısı bile kalmamış, toptan silinmiş, imi timi iyice bellisiz olmuş ustayı, bu görgüsüz, bu kişiliksiz maymunlar, güzellikte, incelikte direniyor diye, soyadını Soyaslantürk değil de, alçak gönüllü, bana soyadı ne gerek dediği için, kanundur, mecburi soyadı alacaksın, dediklerinde de, boyun kırıp, benim soyadım 'aşçıoğlu olsun, tâ ezelden beri bize Taşçıoğlu derler, dediği için öldürür öldürürlerdi. Belki de salt bunun için öldürmüşlerdir. Ne ki insan, ne ki güzel, bu yaratıklar, bağnazlar, deliler, vıcık vıcık olmuşlar, bu eli kanlı, gözleri dönmüş kasaba Ağa-

376
lan hepsini yıkacaklar, öldürecek, silip süpürüp bir yana atacaklar. Halkın direnmesi para etmeyecek. Kilimi, türküyü, düşünceyi, yüreği, ağlamayı, gülmeyi, sevinmeyi, sevgiyi öldürecekler. Paraları, kasabanın, küçücük, güzelim akar su^nun yanına tek başına diktikleri, çirkin, sipsivri on katlı kendileri gibi ucube apartımanları yaşayacak. Tümden insanlığı öldürecekler. Unutulmuş ustanın elinin hüneri, güzel nakısı bir köşede küskün, yenilmiş öyle kalacak.

Bu çarşının çakıltaşlarını sökecekler...

Çarşının bir ucunda kaynayan pmarm başında çınarlar var.. Dalları uzaklara açılmış, bir büyük alanı örten... Kalın, üç adam elele verse gövdeleri çevrilemez çınarlar. Öbür ucunda da çarşının birkaç dükkan aralıkla, içinde de ulu çınarlar var.

Issız kaldırımlarda karpuz kabuklan, sıcakta, karpuz kabuklarına kırmızı, sarı halkalı eşek arıları, kara benekli sarıca arılar, bal arılan konup kalkıyorlar. Arılar, ince, uzun belli, mavisi belli belirsiz kız böcekleri çarşının ortasmda, yerle bir uçarak, çakıltaşlarını koklayarak dolanıyorlar. Özgür, gelip geçenlerden ürkmeden, karpuz kabuklarına, çakıltaşlarına, limon çiçeklerine, ağaçların üstünde kurumuş kalmış, konuyorlar. Çınarlarda cırlavuk böcekleri öğle sıcağında susup, ikindiye doğru soluksuz cırlayan. Çınarlarda bir kıyamet gününe çevirerekten ortalığı öten kuşlar.

Bu çınarları da kesecekler. Hem de Hacı Kurtboğanın Belediye Başkanı, sonra Milletvekili olan, öğüngen, dalkavuk, cahil, maymun, eşşeoğlu eşşek, köpoğlu köpek yavşak oğlu. Kesecek, kesecek, bu çınarları kesecek.

Bir kız böceği geldi fırıncının omuzuna kondu, bir ileri bir geri mavi uzun tüy fırıncının omuzunda sallandı. Çınarın ötebaşında, akar suyun yanında arabacı ustası demir doğuyor, demiri cazzz diye suyun içine sokuyordu, iri iki kol uzunluğundaki maşasıyla tutarak kırmızı demiri. Suyun yüzü bir süre buğulanıyordu. Arabacı ustası apak uzun sakalı olan, kafası dazlak düşünceli yüzlü, yüz çizgileri derin, kırmızı yüzlü yaşlı bir adam-

377

topak daha ağacc »iiyii-onr



•Ul. JSjrUllZl AUŞctgllU UMULUpiU, UUtguıı, la u^anicui guiiuiu. 11C1

zaman bağladığı gibi bağlamıştı.

Fırıncı:

«Oldu,» dedi. «Oldu. İşte yaptılar dediklerini. Ocağımızı söndürdüler. Demedim mi ben sana koca muhacir, sürecekler Beyleri. Savcı peki demiş.»

Arabacı tuttuğu demiri sudan çıkarmadan, cızırtısı, duma-in bitmemiş:

«Haçan olamaz böyle işler. Memleket var, kanun var. Haçan biz dedik anavatandır, gidelim anavatana. Bak açtılar ne işler başımıza... Dedi kim?»

«Kim diyecek, bütün millet biliyor.»

Arabacı demiri sudan çekip şöylece örsün yanına indirdi. Yanda yörede paslanmış şınalar, kırılmış tekerlek parçaları, tekerlek topları, dingiller, hamutlar, koşumlar, körükler, bir iki çökmüş fayton eskisi, somunlar serpiştirilmişler küllerin, yarı yanmış kömürlerin üstüne. Büyük bir kül yığınını yarıp altından taze bir yeşillik filizlemiş, ortalarında, kocaman, dikenli mor bir çiçek açmış, azıcık pembeye çalan.

Arabacı ellerini kuşağının altına soktu:

«Batacak bu kasaba haçan,» dedi. «Biz dedik vatan ana. Geldik, ne vatan ana!... Vatan ana çok barbar... Barbar Ağalar var. Yok bizim Haçan orada... Böyle... Hiç olmaz, öldürürler, öldürürler hep... Yok iş başka. Yok çalışmak. Yok söz... Çeker altıpatlar, dang dang... Yok havaya, yok ayağa, haçan sıkarlar tam içine gözlerinin... Vatan ana barbar... Öldürsünler, sürsünler... Bakalım... Sen yap ekmek, sıcak, kızarmış, evi pişmiş, yok karışmak, tak tak... Yok, öldürsün...»

Yerden demirini aldı, ocağa soktu, körüğe asıldı.

«Ulan,» dedi fırıncı, «ulan deli muhacir... Ulan sürüyorlar Beylerimizi, ulan Beylerimiz elvan gülün üstüne. Ulan Beyler giderse bu görgüsüz Ağalar hepimizi acımızdan öldürür, kul köle ederler. Nasıl, yok karışmak, dang dang!»

Usta başını kaldırdı:

«Yok oaşica Dır işlen, anca dang dang... Dang dang,» derken, demiri ocaktan çıkardı, örse koydu, döğmeğe başladı, demirden kıvılcımlar saçıldı. Güçlü kollarıyla indirdiği çekicinin sesi tâ çarşının öteki ucundan duyuluyordu. «Bilseydim var böy-]e barbarlık, hem de vatan ana...»

Kambur tellal fırıncıya koştu:

«Duydun mu olanı?» dedi, durmadan ağlıyordu. Küçücük boyu daha küçülmüş, kamburu başından yukarı daha sivrilmiş-ti. Çocuk gibi durmadan burnunu çekiyordu. Gözlerinde o kadar çok yaş yoktu ama, hıçkırıyordu. «Ben, ne yapacağım şimdi? Alçak, vatan haini Kurtboğa... Namussuz... Seksen karısının katili. Hepsini öldürüp Akçasazın bataklığına gömmedi mi? Ben de şimdi, ben de şimdi... Hemen îsmet Paşaya, Fevzi Paşaya tel çekeceğim, onun seksen karısını bir günde boğazladığını söyleyeceğim. Ne zaman olursa olsun. Eskiden olsun. Seksen karısını öldürdüğünü şu kasabada bilmeyen var mı? Şimdi ben ne yapacağım? Tam yirmi yıldır unumu değirmeninden Derviş Bey gönderir. Yağımı çiftlikten Mustafâ Bey verir... Benim şurada kazancım ne ki, Derviş Bey her kasabaya gelişinde cebime bir yirmi beşlik koyar. Ben ona ne yaparım ki, çarşıya geldiğinde koşar atının başını tutarım, çabucak. Götürür hana bağlarım. Ya Mustafa Bey, her zaman evime, her Kurban Bayramı bir koyun gönderir, ben ona ne yaparım, hiiiç... Kalabalığın içinde, düşmanryın gözü kör olsun, derim. Şimdi ben ne yapayım ben... Şikâyet edeceğim, şikâyet edeceğim.» Bas bas bağırıyordu. «Seksen tane karısını öldürdüğünü...» Fırıncı azıcık ürkmüş:

«Delirme yavrum Tellal, ulan oğlum delirme... Kim diyor kanlarını öldürmüş diye? O, karılarını öldürmedi, sürdü sürdü. Candarmaya süngületti. Sus bağırma, başımıza iç açma,» ona öğüt veriyordu.

«Açarım,» diye bağırdı tellal. «Onlar Beylerimizi sürsünler, ben de onlara yapacağımı bilirim.»

378

379


Kambur tellal dükkan dükkan dolaşıp aynı sözleri söylüyordu. Dolaştıkça öfkesi artıyor, sesi yükseliyordu.

Arada sırada bir manifaturacı, bir köşker, bir marangoz

korkuyla:

«Sus kardeş sus,» diyordu. «Bunlar, bunların yapmayacakları kötülük yok. Sus kardeş sus, canından olursun.»

«Canımdan oldum zaten. Malımdan da oldum. Ben acımdan ölürüm, sürünürüm bundan böyle, Beylerimiz sürgüne gidince. Bu kasaba yıkılır Beylerimiz sürgüne gidince... Söyb-yin millet, söyleyin kasabalılar, benden daha iyi tellal çağıran bir tellal çağırınca avazı Hazreti Davud gibi yankılanan, yüreği eriten, taşa, demire işleyen, bir ezan okuyunca yedi dini boşlamış bir mürtedi derakap Müslüman eden bir tellal daha var mı? Bana yazık değil mi? Ben ne yapayım şimdi, iki çocuk okutuyo-ium, Adanada yüksek okullarda, okusunlar da benim gibi olmasınlar, böyle el eline bakmasınlar, Bey kapılarında sürünmesinler diye. Söyle saraç Ağam söyle saraç Ağam söyle! Ben ne

yaparım şimdi?»

Saracın dükkanı yıkık Ermeni örenlerine bakıyordu. Örenlerin duyarlarında kırlangıç, yüzlerce, hızlı hızlı gidip geliyorlar, çığlık çığlığa, keskin sesleriyle ötüşen küçücük deldellicelere karışıyorlardı. Deldellice en küçük bir kırlangıçtan biraz daha büyük, boz, kanatlarının ucu kara, uzun, yırtıcı bir kuştu. Ve bir sürüsünün yuvası saracın köhne dükkanının delikleri, tavan-arasıydı. Saraç bu kuşları çok severdi.

«Haklısın tellal kardeş haklısın. Yerden göğe kadar hakkın var. Bu kasaba, bu Beyler sürgün edilince, Beylerin sürgün edilmesi yıkılası, yerin dibine gecesi kadim bir töredir, töresi batsın, Beylerimiz gidince bu kasaba batar. Bu kasaba ölür. Sonradan görmüşlere, para gözlere, yanlarında bir adamm değeri beş para olanlara, ata binmezlere kalacak. Ata binmezlere, ata

binmezlere...»

Saraç Maraşlıydı. Tâ dedesi Maraştan gelmiş, Çukurova Beylerine sırmalı Türkmen eğerleri, savatlı Çerkez eğerleri yap-

380

ş ve egerıcrı ve uızgınierı, nem üe Keçe Bellemeleri altın işlemeydi. Saracın dedesinden kalmış altın, klaptan işlemeli bir eğeri bir yıldız gibi köhne dükkanın duvarının kurt yemiş, kararış tahtaları üstünde parlıyordu. Ve her sabah saraç bu eğerin altında yere Siz vurup, el kavuşturup niyaza duruyordu. Bir zenaat güzelse, bulunmazsa, kadir kıymet bilmezler yüzünden o zenaat Ölüyorsa, o zenaatın ustasının ölüme giden sanatı huzurunda niyaza durması haktır. Hem de vaciptir. Hem de Kuran hükmüdür, işte gidiyorlar. Son kalan iki soy kişi de gidiyor, gjna yakınsınlar para gözler. Eyer kıymeti, at kıymeti, nakışlı klaptan işleme at takımı kıymeti bilen, yavuz atlara, soylu atlara binen nasılsa bunların, bu sürüngen yalancıların arasında kalmış son iki kişi de gidiyor. Bir onlar, bir onlar kalmıştı attan, eyerden anlayan... Bir onlar. Onlar gittikten sonra, şu bıçağı, şu masatı, şu iğneyi, işte yıldız gibi yanan şu eyerin yanına aşmalı, sonra ölene dek gelip huzurlarında, bu dünyaya güzellik katmışların huzurunda niyaza durmalı.



Saracın geniş, kırışık içindeki alnı boncuk boncuk terle-mişti. Sarkık, kırçıl bıyıkları, uzun boynu, deriden kararmış hünerli uzun, boğum boğum güçlü parmaklan da terlemişti.

Bir düşten uyanır gibi uyandı. Kaldırımın çakıltaşlarınm üstüne, bir karpuz kabuğunun yanma, oraya atılmış mor çiçekli bir hayıt dalının altına üç kızböceği konmuş, soluk alıp veriyorlar, uzun belleri, saydam, gözükür gözükmez mavi kanatlan inip inip kalkıyor.

«Olamaz,» dedi sertçe. «Bu iş olmamalı. Diyorlar ki her şey koca Hakimin elindeymiş.»

«Elindeymiş,» dedi tellal. «O da Savuranların güveyi. Hem de iç güveyi. Savuranlar da Beylerimizin düşmanı.»

«Olsun,» dedi saraç. «Ben ona güveniyorum. Ne oluyor bu tereslere yahu? Öldürüyorlarsa biribirlerini öldürüyorlar, on-!ara ne? Yüz yıldır, iki yüz yıldır biribirlerini öldürüyorlar, kime ne! Can onların değil mi?»

«Akçasaz kuruyor,» dedi kambur. «Beylerin çiftliği de Ak-

381

topak


i daha

ağaca


büyii-

sonı,}


va.)

çasazın kıyılarının yarısını tutuyor. Bunları sürgün etsinler ki... Tüm Akçasaza, tüm Beylerin topraklarına konsunlar. Olan bana oldu, bana oldu,» dedi kambur tellal, göz çukurlarında iki kocaman yaş tanesi. Hıçkırmayı, çırpınmayı kesmişti,

«Bir şey yapmalı,» dedi saraç, çok hüzünlü, ölmüş gitmiş bir sesle. «Elimizden hiç bir şey gelmez mi?»

Tellal, saracın yere yakın tezgahının yanındaki yer iskemlesine oturmuş büzülmüş, bir topacık olmuştu.

«Bir yıl var ki doğru dürüst hiç bir işe elimi süremedim. Oooooh diyecek bir şey yapamadım. Altı Arap atlı Beyler gidip de bu soysuz, bu Allahsız, bu vicdansız, bu dört kitapta katli vacip namussuzlar gelince ben gittim. Arap atlar kalmadı. Beyler kalmadı... Bu son ikisi... Bunlar deli mi, onlar da birbirlerini öldürmeseler, bu iş bitseydi ne olurdu yani...»

Sustu, gene düş içine gömüldü, sarkık, kırçıl, uzun bıyık-

larıyla.

«Olamaz,» dedi tellal, kamburu dikleşerek. «Biribirlerini öldürecekler. Kadim Beylik geleneği budur. Bir Bey kan güdüyorsa sonuna kadar... Yoksa o ölmüştür, insan olan onuruyla

yaşar.»

«Öyle,» dedi saraç. «Haklısın tellal kardeşim.» İnce, keskin, kalem kulaklı Arap atları, Urfadan, Arabis-tandan germiş. Bakmağa kıyamazsın. Süzülür. Kısa bacaklı, uzun, sallı, ince belli Çukurova kısrakları Arap kırması. Tâ kadim zamandan beri Çukurovanın yakışığı. Koşarken ayakları gözükmeyen, karnı yere değen, insandan da akıllı, dost... Bu eyer, altın ışıltıları içinde bu duvarda sarkık bıyıklı saraç ölene dek kalacak, böyle duvarda. Cennette açılmış taze, ışıklı, balkıyan bir bahçe duracak ve saraç, atalarının ruhu için binlerce yıllık, ölen zenaatinin inceliği, güzelliği, aşkı için her sabah gün doğmadan gelip sağ dizini yere koyup, sağ elini yüreğinin üstüne götürüp niyaza duracak. Sonra sonra, saraç öldükten sonra, hayırsız oğlu onu belki bir kumar masasında, belki bir rakı meclisinde, ayağıyla fıldırtarak elli liraya, yüreğinde azıcık güzellik



382

kalmış, ya da kilim dokuyan anası daha ölmemiş bir köylü delikanlıya satacak. «Al al, saraç babamdan kaldı. Moruk sağ olsaydı bunu beş bine de, on bine de vermezdi, al!» diyecek.

Ve dükkanın kapısında Beyler sıra beklerlerdi, yalvarırlar, kese kese altın verirlerdi Ustaya. Usta en güzel kimin atıysa, atını beğenirse en güzel eyeri dizgini, bellemeyi ona yapardı.

«Usta, usta bak, Halepten getireli bir hafta oldu. Bak, beğendin mi?»

«Beğendim, beğendim.»

«Yap öyleyse bu ata bir takım. Uç ayda.»

«Altı aydan önce olmaz.»

«Yoksa, yoksa Usta, beğenmedin mi atı?»

«At güzel ama iş çok. Atın bu kadar güzel olmasaydı bir yılda bile çıkmazdı bu senin eğer.»

«Usta dört ay...»

«Olmaaaz...»

«Usta kaç altm istersen. Dile benden Usta...»

«Beş ay olsun Usta, beş ay... Olur mu? Haydi beş ay!...»¦

«Beş ay. Gül hatırın için, şu yağız atın güzelliği için. Hayırlı oldun.»

Ve atlar koşardı Çukurova düzündü. Şimdi at koşturanları yanaşmalar sürgün ediyorlar, el ilen...

Ne oldu, ne oldu Dulkadiroğluna, Beyazıtlıya, Payaslıoğlu-na, Canpolatoğluna, Kozanoğlu, Çapanoğlu, Küçükalioğluna, Cadıoğlu, Menemencioğlu, Mursaloğluna...? At binenlere, kılıç kuşananlara? Çölün ala gözlü aslanlarına, ceylanlarına... Çocukları kaldı, çocukları kaldı. Çocukları Kurtboğa Hacı oldu. Çocukları Arap atlara, insana, dosta, ele aşirete düşman kesildiler. En para göz bir Ağadan bir tefeciden daha tefeci kesildiler. Avrat oynatıyor, fıkaraya zulmediyor, adam öldürüyorlar. Faize para alıyor, para veriyorlar. Beter oldular beter!

Tellal suskun ayağa kalktı, dükkanın dışına yürüdü. Tefeci dükkanını açıyordu. Uzun boylu, ilk bakışta sarkık, kaim, bir dudağma benzer dudağı gözükürdü, biçimsiz, iri yarı, kalın,.

383


yan

cat--


kaba bedeninde. Gözleri bön öküz gözlerine benzerdi. Uzun boynu bir direk gibi, bükülmeyen... Okuryazarlığı, bönlüğü yüzünden çok geç, okulda öğrenememiş de, dayak yiye yiye askerlikte öğrenmiş, sonra candarma onbaşısı olmuş, sonra da tezkere bırakıp doğuya, dağlık bir bucağa karakol kumandanı olarak atanmıştı. Doğu Anadolunun bu bucağında uzatmalı onbaşı ancak beş yıl kaldı. Doğu Anadoluda bir bucak karakolunda beş yıl kalmak yeterdi de artardı bile. Çok fakirdi onbaşının anası babası. Sonra babası anasını bırakmış, anası da Çukurova düzlüğünde el aralığında sürüne sürüne açlıktan ölmüştü. Onbaşı kasabaya geldiğinde hemen boş bir dükkan buldu. Tahıl almaya satmaya başladı. Durmadan öğünüyordu. Doğudaki bucakta nasıl rüşvet aldığını, köylülere nasıl sopa çektiğini, bir köyün kadın erkek teker teker nasıl sırtlarına bindiğini, köylülerin kuzu kuzu tek tavuklarım, koyunlarını, keçilerini, kilimlerini, keçelerini satıp nasıl rüşvet verdiklerini, rüşveti almayınca nasıl gücendiklerini böbürlenerek anlatıyordu. Tahıl alışverişi sürüp giderken, onbaşı kasabadaki ileri gelenlerle, Kaymakamla, Candarma Komutanıyla, Milletvekiliyle tanışmak, onların rakı masalarına oturmak yolunu buldu. Bunu candarma-lığmda öğrenmişti. Biraz sonra da çağın muhalefet partisi Demokrat Partiye girdi. Köylülere buğdaylığma, arpalığına, pa-mukluğuna para vermeğe başladı. Bir de üç yüz lirasına, beş yüz lirasına, bin lira faize vermeye başladı. Sıkışmış köylüler, tarımcılar, ister istemez güzün kilosu üç yüz kuruş edecek pamukları karşılığında yüz kuruş alıyorlardı. Birkaç ay için, örneğin Mayıstan Eylüle kadarlık bir zaman üç misli kâr ona az geliyordu. Gittikçe sermayesi büyüyor, köylüler onun kulu kölesi oluyorlardı. Seçimlerde çok çalıştı. Ondan para alan köylülerin hiç birisi başka bir partiye oy veremedi. Veremezdi. Ve partisi iktidara gelince, her şey tamam oldu. Onbaşı on dört Mayıs günü radyo başında sabaha kadar içerek, yaşasın demokrasi, yaşasın özgür vatan, kahrolsun Derebeyleri, kahrolsun Halk Partisi, diye bağırdı. On sekiz Mayıs günü An-

karaya gelip Menderesin, Celal Bayarm, elini sıkıp boynuna ağında sesi hiç çıkmıyordu. Liderler onu gülerek, anlayışla karşıladılar onun sesinin çıkmamasını. Kısık, duyulur duyulmaz sesiyle halk kurtuldu, çok şükür bu zulümden kurtuldu deyişini-••

On dört Mayıstan sonra onbaşıya bankalar istediği kadar kredi açtılar. Şimdiye kadar onbaşı on altı köyle çalışıyordu. On dört Mayıstan sonra çalıştığı köy sayısı otuz dokuza, ve dağıttığı para sayısı milyonlara çıktı.

Para alan köylülerin bir kısmı parayı aldıkları yıl, türlü sebeplerden dolayı parayı, ya da sattıkları tahılı veremiyorlardı. Ya dolu vuruyor, ya ot basıyor, ya bir kazaya uğruyordu ürünleri. O zaman faiz altı misline... Bir yıl daha veremezlerse on iki misline çıkıyordu faiz ve köylü artık borcunu hiç ödeyemez hale geliyordu.

Onbaşı ne yapsın buna karşı? Para vermişti ve hakkını istiyordu, alacaktı. Senet sepet, mahkeme, boşver. Onbaşı silâhlı adamlar besliyordu. Bir köylü borcunu vermedi de, hele bir dik-leşti mi, vay haline! O gece evi yanıyor, sığırları bıçaklanıyor, güzel, genç bir kızı varsa dağa kaldırılıp ırzına geçiliyordu. Bütün bunları kimin yaptırdığını köylüler, polis, kaymakam, mahkeme, herkes biliyor, hiç kimse köylülerin ahına vahına ses çıkarmıyordu.

Onbaşı bir seferinde bir köyün yarışım yaktırmış, bu işe de çok çok üzülmüştü. Rakı meclislerinde, milletvekillerinin, kaymakamın, yargıçların yanında, «Çok yandım o köylülerin haline. Başka bir şey gelmezdi ki elimden! Köyü yaktırmak zorundaydım. Yoksa iflas ederdim. Köyü yaktırdım da ne oldu? Sonra ben çektim gene belasını. Köy yandıktan sonra hemen ertesi gün bana geldiler. Çok zarılık eylediler. Yüreğim dayanmadı hallerine. Kış, yağmur açıkta, ayaz da... Benim insan yü-

Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin