KöyliMer de durmadan onunla alay edip onu kızdırıyorlardı.
Sonunda canına tak dedi Ala Temirin, hemen, günlerdir baktığı yola düştü uçarcana yürüdü. Bey onu aynı sevgi, coşkuyla avluda karşıladı. Koluna girecek oldu, Temir onun kolunu silkti attı, kendi önden, Bey arkadan merdivenleri çıktılar. Vardı, sedire, her zamanki oturduğu yere oturdu, ellerini küt
439
diye dizlerinin üstüne koydu. Sert, diken gibi olmuş gözlerini Beye dikti, boynunu da ona doğru uzattı. Bey şaşırmış, ne yapacağını bilemiyor, durmadan: «Hoş geldin Ağa, Ağa, Ağa, Ağa hoş geldin,» diyordu.
Sedire şaşkınlık içinde çöktü.
Ala Temir sert, tok, güm güm, sıtma görmemiş sesiyle başladı:
«Niye vermiyorsun hakkımı, alacağımı arkadaş? Benden aldığın parayla zengin olmadın mı? Bu senin yaptığın ne insanlığa, ne düşmanlığa, ne de alçaklığa sığar. Hemen ver paramı. Vermezsen seni, vermezsen seni, vermezsen seni... Sen bilirsin...»
Cafer Özpolat şaşkınlığından sıyrılıp, alaylı: «Vermezsem ne yaparsın?»
Temir dizinin üstündeki ellerini savurup ayağa fırladı, gözleri dışarı uğramış, boynunun damarları oklava oklava şişmiş:
«Ben bilirim ne yapacağımı, sen de bilirsin,» diye bağırdı. Sesi bütün köyde duyuldu. Köylüler Beyin konağının yakınlarında, dut ağaçlarının altında birikişip kavgayı dinlemeğe başladılar.
«Sen de Bey misin, adam mısın?» diye başladı Temir, canı yanmış. «Senin gibi bir adamı ben kapıma köpek bile tutmam. Benim paramla adam oldun ama, borcunu vermeyecek kadar namussuz, şerefsiz bir kişisin...» «Şükret, şükret ki evimdesin.»
«Evinde olmasam bile ne yapar bana senin gibi alçak, namussuz, kapımda yal verdiğim köpekler?»
Cafer Özpolat da kızdı. Ayağa kalktı, şöyle bir üstüne yürüdü. Birden Ala Temirin sesi iniverdi. Çok ileri gittiğini anlamıştı. Çolunun çocuğunun arasında, karısının yanında ne yaptık böyle adama, ne hakaretler ettik, ite atsan it yemez sözler söyledik.
Hemen yerine oturdu, ellerini dizlerinin üstüne koydu,, boynunu büktü, gene tepeden tırnağa bir yalvarış kesildi.
«Bey,» dedi, «ver benim paramı. Biliyor musun, ben o parayı nasıl kazandım, kan emek? Mırmırık çorbası içerek, ot yiyerek, aç kalarak... Biriktirdim... Sıtmalanarak, sıtmadan titreyerek, gene de işi bırakmayarak. Yıl on iki ay, yağmurda çamurda ölerek, Allah insan olanın başına vermesin böyle bir huyu, ala şafaktan gece yarılarına kadar çalışarak kazandım. Beş kuruş beş kuruş, on kuruş on kuruş, yıllar yılı üstüste koyarak... Böyle bir para yenir mi? Yersen bile seni iflah eder mi sanıyorsun Koca Allah? Yukarda her şeyi bilen Allah yok mu sanıyorsun?»
«Kısa kes,» diye sertleşti Cafer Özpolat. «Kısa...» Böyle demesiyle Ala Temirin ayağa fırlaması, delirmiş gibi söğerek merdivenlere yürümesi, söğerekten merdivenleri inmesi bir oldu. Avluya çıktı, ellerini kollarını sallayarak, bağırarak söğmeğe başladı:
«Ulan senin de, böyle bir fukaranın hakkını yiyenin de... Ulan sen de Bey olacaksın. Senin mezarında yatan o Bey bedenin de... Uian benim paramı yiyeceğine... Ulan, ulan, ulan... Benim, benim paramı, paramı...»
Delirmiş köpürmüş ağzına geleni söylüyordu. Avlunun ortasında dönüyor, kuduruyor, bağırıyor, yırtınıyor, yukardan hiç bir ses çıkmıyordu.
Gün kavuşuna kadar bağırdı çağırdı, yeryüzünde ne kadar hak yiyen alçak Bey varsa hepsine söğdü soğuşturdu. Sesi çıkmaz oluncaya, bir kez gibi tıslaymcaya kadar kapıda bağırdı.
Sonra da birden derecesiz bir korkuya kapıldı. Ortada derin bir sessizlik vardı. Kendi sesinden ürküp avluda deli gibi dönmeğe başladı, sonra birden zınk diye durdu. îçine bir yerlerden bir umut usul usul doluyor, korkusu geçmeğe başlıyordu.
Birden kısılmış sesiyle bağırdı:
440
441
«Bey, bey, Bey... üen naKKimaan vazgeçum. ocum oı-•sun, senin olsun, senin olsun. Anan südü gibi sana helal olsun.»
Çok aşın, çok aşırı gitmişti. Bey bütün bu söğmeleri onun yanma koyar mıydı? Onu mutlaka öldürtürdü ama, ölümden kurtulmanın çaresini bulmuştu. Ne güzel, ne güzel bulmuştu.
Evine gece yarıya doğru sevinç içinde geldi.
Karısı sordu:
«Aldın mı?» dedi.
«Yok,» dedi Temir gözlerinin içi gülerek.
«Ne oldu?»
«Fıkara perişan. Yüreğim bir yandı ki Cafer Beye, buyandı, bir yandı ki... Haline oturup ağlayasım geldi. Bir Bty, bizim Beyimiz, bana o kadar insanlık gösteren, ayağımın dibinde kurbanlar kesen Beyimiz bu hale düşsün... Olmaz. Yüreğim parçalandı.»
«Gene isteyemedin mi?»
«Haline baktım, boynu bükülmüş, bir çocuk gibi dudağını büzmüş ağladı ağlayacak. Ben iyilik altında kalan adam değilim. Alacağımdan vazgeçtim. Senin bundan sonra bana bir tek kuruş borcun yok. Ne zaman başın sıkışırsa da gel. Gelmezsen iki elim yakanda olsun, dedim. Beyimizi, bir tek Beyimizi... Yoksul, aç koyacak değiliz.»
Zöhre sevinçten doldu taştı, kocasının boynuna sarıldı:
«İyi etmişsin,» dedi. «Senden de, senin gibi adamdan da" bu beklenir.»
«Bu beklenir,» dedi Temir Yamaklı. «Bu beklenirdi benden de... Koca Beye...» Gerisim getiremedi. Omuzlarından ağır bir yük kalkmış, tüy gibi yeynimişti. Ömründe ilk olarak sevincinden uyuyamadı. Kanat takıp ucası geliyordu.
Bundan sonra Cafer Bey para almağa gene geldi Ala Te-mire. Ala Temir gene verdi. Eskisi gibi aylarca yolları gözleyerek, umut kesilerek alacağını Beyinin gene getirmesini bekledi. O gene getirmedi. Temir gene yollara düştü, Cafer Bey onu avluda karşılayıp koluna girdi, şölenler verdi. Eli dizi üstünde
bacaklarını bitiştirip töresince sedire, eski yerine kurulup oturdu. Ayaklarını kokulu sabunla uyudular. Tepeden tırnağa yalvarma olup gene Beyin gözlerini içine baktı. Umutsuzluk olup yığılıp kaldı.
Sonra gene eskisi gibi Cafer Beye söğdü, avlusunda ona hakaretler yağdırıp gene bağışladı.
Yıllardır işte bu ilişki hep böyle sürüyor. Temir soğuyor, sayıyor, bağışlıyor. Cafer Bey ne zaman sıkışırsa ondan istediği kadar para alıyor. İkisi de günler geçtikçe zenginleşiyorlar.
«Fırsat bu fırsat Ağa,» dedi Cafer özpolat. «Derviş Bey eniştesini öldürmüş. Bir yanaşmasının üstüne atıyor, köylüler de, hep bir ağızdan Kâmil kendi kendini öldürdü diyorlar ya, sen aldırma. Bu işten kurtulmak için gene çok paraya ihtiyacı olacak Dervişin... Çok paraya... Biz de bu cinayeti kurcalayacağız, ardını bırakmayacağız. Derviş çok tarla satmak zorunda kalacak. Sen hemen ona gitmelisin. Sana verir. Seni takdir ediyor ve seviyor o.»
Temir:
«iyi,» dedi, alt dudağını sündürerek, yaşlı bir atın dudağı gibi sündürerek. «O beni sever. Tam zamanı... Bin yaşa Beyim. Az paraya çok tarla alacağım, bir de Akçasaz... Bin dönüm, on bin dönüm olacak.»
«On bin dönüm,» dedi Cafer Bey. «Hakkımı da unutma.»
«Hakkın başm üstüne,» dedi Ala Temir kasılarak, koluna girmiş Cafer Beye dostça yaslanarak. «Yarın sabah, gün ışımadan Dervişin ordayım.»
«Gün ışımadan,» dedi Cafer Bey...
442
443
38
Böcek çukurda öyle duruyordu. Yalnız sırtüstü düşmüştü. Ayakları yumulmuş, karnına yapışmıştı. Küçük karınca da ortalarda yok. Böceği bırakıp gitmişti. Dün biribirine tutuşturduğu karıncaların hepsi ayrılmışlar, yalnız ince bir sütleğenin dibinde iki küçücük karınca çekişip duruyorlardı.
Karıncalar gene büyük gayretleriyle tanelere asılmışlar sürüklüyorlar, köreye doğru biribirleriyle koklaşarak, arada bir cie çukura inip böceği koklayarak gidip geliyorlardı.
Birden Mustafa Beyin gözleri parladı, sevindi, küçük karınca gelmiş böceği koklamış, böceğin kıskacından yakalamış çekiştirmeğe başlamıştı.
Mustafa Bey:
«Aslan,» dedi, «Aslan küçük karınca, yenilgiyi kabul etmedi. Bakalım ne olacak? Bu küçük karınca da biliyor ki böceği yerinden kıpırdatamayacak. Ama salt yenilgiyi kabul etmemek için değil, yenilmemek için... Eğer şu küçük karınca bırakıp gitseydi bu dev böcek ölüsüne yenilmiş olacaktı. Şimdi savaştığı sürece böceği bir sefer olsun yerinden kıpırdatamasa da yenik değildir.»
Kannca böceğin kıskacına yapışmış, ön ayaklarını sağlama dayamış, arka ayaklan kayarak, tozutarak çekiştiriyor yılmı-yordu.
444
y y uaııannaa nıç görmediği kocaman, kuy-
rukları tüylü mavi halkalı, benekli, kanatları büyük arılar dolaşıyorlar, çiçeklere konup hemen kalkıyorlardı.
Mestan, dışarda hayıt çalısının altında, gözleri yolda, ağzı aşağı, dirseklerinin üstüne çökerek uzanmış, gene Mustafa Beye soğuyordu.
Yapış yapış ağır bir sıcak çökmüştü. Havada kuş bile yoklu sıcaktan. İkide birde bataklık büyük homurtularla kaynıyor, kıyılar, bulundukları yer sarsılır gibi oluyordu. Leylekler uzun kırmızı bacaklarıyla yaylanarak bataklığın kıyısında, ak, sarı, iri açmış nilüferlerin, nergislerin arasında dolaşıyorlardı. Açmış nilüferlerin her bir çiçeği iki el büyüklüğündeydi. Bataklık büyük, görülmedik bir türde, durmadan kaynıyor, derinden soluklanıyor, sarsılıyordu. Bataklığın bir derin soluk alışı gibi gürültüyle kaynayışının sesi büyüyerek Anavarza kayalıklarında yankılanıyor.
Mustafa Bey yıllardır bu bataklığın kıyısında oturur, dolaşır, bu bataklığın içini dışım bilirdi, ama, onun böylesine, kıyılarını sarsacak kadar soluklanışını, kaynaştığını görmemişti. İçinde bir felaket gelecekmiş gibi bir duygu vardı.
Yel Veliyi konağın yörelerinde, yakınlarında Hamdiyle birlikte üç kişiye aratmış. Arayanlar Yel Velinin imine timine rastlamamışlardı. Yel Veli bir yerlere mi gitmiş, yoksa yakalanmış, öldürülmüş müydü? Onun bildiği Yel Veliyse yakalanmazdı. Ne olmuştu?
Bir de evde bir şeyler dönüyordu ama, neydi? Kötü bir şeyler oluyordu. Anası dün gece ona düşmanca, öldürür gibi cieğil de acıyarak, bir umutsuzluk olmuş bakmıştı. İçindeki rahatsızlığı, içini dolduran ha geldi ha gelecek felaket duygusunun sebebini anlamıştı. Anasının gözleri salt umutsuzluk bakıyordu. Bir şeyler dönüyordu ama neydi, ne oluyordu?
Gün kuşluktu. Sıcak gittikçe kızdırıyor, bataklığa, kamışların, ağaçların, otların derindeki karanlık köklerine işliyordu.
Mestan dışardan, ayağa fırlayarak bağırdı:
445
«Gozuktu,» dedi. Hamdı, Ibrahim Ibo, arkasından Mustafa Bey dışarıya fırladılar. Bataklığın derinden, sarsarak fokurdaması sıcağı dalgalandırdı ve kayalıklarda yankılandı.
«Aman görmesin, görmesin, hayıtm içine, hemen, hemen, hemen...»
Hayıtın içine sokuldular. Hüyük üstünde gördükleri atlı aşağı doğru, güneşe gelince gümüş koşumları ışılayarak, usul usul, eğerin kaşına yapışmış, dizginleri atın boynuna atmış geliyordu. Öyle yavaş, at başını düşürmüş uyur gibi yürüyerek, tam yanlarına kadar geldi. Dördünün de parmağı tetikteydi. Ötedeki bataklık iki kere daha fokurdayıp soluklandı. Atlı üzengilere basıp doğrularak, ayağa kalkarak kamışlığın içine, sokuldukları hayıtlara baktı, sonra eyere oturup, onlara doğru, tam üstlerine atını sürdü.
Mestan Beyin kulağına:
«Elimi keserim ki Derviş Beyin adamıdır, bizim yerimizi arıyor. Elimi keserim ki...»
Bey:
«Öyleyse sus da bizi görmesin.»
Hayıtm köküne iyice sokuldular. Atlı atını tam hayıtın dibine kadar sürdü. Eğildi baktı. Gözlerini oğuşturdu, sonra atını kamışlığa doğru, sürdü, sonra da Hemite kalesi yönüne atı-mn başını çevirip doldurdu.
Mestan:
«Gördü,» dedi. «Derviş Beyin adamıydı. Bizi izliyordu. Bana öyle geliyor ki yerimizi buldular. Bizi burada kıstırıp başımıza bir iş açacaklar.»
Mustafa:
«Keski bulsalar, bulsalar da üstümüze gelseler. Gelseler de döğüşerek, birimizden birimiz ölsek. Ya da, en iyisi, ikimiz da adam gibi, döğüşerek, karşı karşıya ölsek...»
«Yok Bey,» dedi Ham di. «Olmaz Bey, olmaz. Ne demek! Biz onu yakalayacağız. Nasıl olsa bir gün bu atlı gibi o da böyle köpek gibi koklayarak üstümüze gelecek... Biz de onu ya-
kalayacağız. Sonracığıma sen çekeceksin tabancanı, namlunun» ağzını tam gözünün ortasına dikeceksin. Ve böyle duracaksın, gir saat, iki saat... Üç beş on... O, gözlerini kapadıkça, ben elimdeki çuvaldızı kaba baldırına daldıracağım.»
Mustafa Bey yorgun, bitkin derinden içini çekti:
«Usandım bıktım,» dedi. «Şu anam olmasaydı, vazgeçerdim bu işten. Öyle bıktım. Bak, ne kadar bir süredir burada bekliyoruz, her gün bu yoldan geçen adam günlerdir bir kere gözükmedi. Böyle kaçan, korkan, korkudan çıldırmış bir adamı ele geçirmek kolay mı? Aaah, şu anam olmasaydı. Aaaah olmasaydı, aaah... Beklerdim, onu uyutur, yakalardım. Yakalar, oynatırdım. Ona, o ölümden bunca korkan adama bir can oyunu oynatırdım ki... Felek de maşallah desin... Dünyalar böyle bir can oyunu görmemiş olsun.» Biteviye içini çeke çeke konuşuyordu. «Ama anam görüyorsunuz, son solukta bir umut olmuş bekliyor. O, Derviş ölmeden ölürse, benim Dervişi yakaladığım neye yarar?»
içini çekerek:
«Neye yarar,» dedi İbrahim Ibo.
«Ölmez,» dedi Mestan. «Karakız Hatun ölmez. Ölemez,. çünküleyim de Derviş Bey ölmeden, onun kesik kellesini görmeden Karakız Hatun ölemez. Dayanır. Dayanır... Ölemez. Bin yıl yaşasa, bin yıl da orada, direğe yapışmış, her gün eli yüreğinde, gözlerini kırpmadan yolumuza dikmiş öyle bekler. Ben onu bilirim. Onun gibi yok. Bekler o...»
«Bekler o,» dedi Hamdi. «On yıl da on beş yıl da bekler o. Ölemez. Mecburen ölemez.»
«Doğru,» diye onayladı Mustafa Bey. «Anam ölemeye-cek... Ama o beklemesi, her an, hiç umudunu üzmeden beklemesi yok mu, beni kahrediyor, öldürüyor.»
Mestan:
«Bakın, bakın,» dedi, «bir atlı daha gözüktü hüyükten...»
«Dur bakalım,» dedi Mustafa Bey.
Atlıya gözlerini diktiler, atlı atını hara kaldırmış geliyor-
446
447
i
«Bir iş var,» dedi Mestan. «Gözüm bu atlıyı ısırır gibi ol-
•oldu.»
«Bir iş var,» dedi Ibo.
«Var,» dedi Hamdi.
«Bugün gelecek,» dedi Mustafa Bey. «Yeter artık, gelsin! Yeter artık, yeter artık.»
«Acep yerimizi buldular mola?»
«Bulsunlar,» dedi Mustafa Bey. «Eğer daha beklediğimiz yeri öğrenmediyse Derviş, yuh olsun ervahına. Yuh olsun, yuh! Bugün gelecek... Bugün bu iş bitecek.»
Bir atlı daha gördü Hamdi, uzakta, Savrun çayının bataklığa karıştığı büklüğün orada, söğütlerin yamnda... Atlı kollarım yukarı kaldırıp kaldırıp indiriyordu. Öğleye doğru atlıyı seçebildiler, sesini duyabildiler. Atlının karartısı atının üstünde küçük bir çocuk karartısı kadardı. Sesi de gürdü, tâ Anavarza kayalıklarında duyuluyordu ama ne dediği, böyle ne çağırıp durduğu anlaşılamıyordu.
Ayağa kalkıp bataklığın kıyısı boyunca durmadan bağırarak gelen küçük adama baktılar. Bugün bir şeyler, bir şeyler oluyordu ama neydi?
Atlı az daha yaklaşınca ne dediğini, kimi çağırdığını açık •seçik duydular. Mustafa Bey kendinde olmadan ürperdi, yüreği çarpmağa başladı, ama kendini çabuk toparladı. Bir felaket geliyordu, daha sabahtan içine doğmuştu, rahat değildi, ama bu felaket ne olabilirdi?
«Aman ölmesin, Mestan?» diye sordu. «Ya öldüyse.» Mestan güvenle:
«Mümkünü yok, ölmez o,» dedi. «Hem bu gelen atlı bildiğimiz birisi değil ki... Konaktan bir haber gelse bildiğimiz biri olurdu.»
«Öyle ya... Bu yabancı.»
448
«Sesi kalın bir çocuk. Bakınsana, atın üstünde bir yum-juk kadar.»
«Mustaa Beeeey, Mustaaa Beeeey! Mustaa Beeeey!» Sesi karşıki kayalıklarda yankılanıyordu. Düzgün, bağırmağa alışmış bir ses. Tatlı, bir uzun Çukurova türküsü söyler gibi, ,. Mustafa Bey bu sesi tamyordu ama nereden? Çok çok ya-jundan tanıdığı, çok duyduğu bir sesti bu. Tanıdığı aşıkları, türkücüleri getirdi gözlerinin önüne, sesi can kulağıyla dinledi ama çıkaramadı. Şimdi sesin sahibinin kim olduğu anlaşılacaktı.
«Mestan, çık da şu geleni karşıla. Haydi çocuklar biz de şu söğüdün dibine gidelim. Gelen adam dostsa da düşmansa da yerimizi bellemesin.»
Mestan hızla atlıdan yana yürüdü, onlar da kalkıp, ötede, Akçasazın bir tümseğinde bir top yeşillenen, arkası kırmızı uzun kamışlarla duvar gibi sarılmış söğütlerin altına gittiler. Mustafa Bey:
«Burası ne serin,» dedi. «Bakın kocaman, şakır şakır, çağ-şaklı bir de çaygara var. öldük kamışlığın içinde. Ne gün giriyor, ne yel. însan soluksuzluktan ölüyor orada.» «Ölüyor,» dedi Hamdi.
«Ölüyor,» dedi İbrahim Ibo. «Ben bu söğüdü iyi tanırım. Üstünde de üç kişi yatacak kadar geniş, yatkm dallar var. Kaçaklığımda bir yaz, tam üç ay bu söğüdün dallarında uyudum. Yatağım kuş yuvası gibi yumşacıkti. Candannalar Akçasazın içindeki tüm söğütleri arıyorlardı da burasını aramak akıllarına gelmiyordu. Burası Çukurovanm cennetlik yeri. Bir de havalıdır, serindir burası, bir incecik yel döner dolaşır, serin, bu söğüdün dallarını yalar geçer.» Mustafa Bey:
«Niye söylemedin de günlerdir o kamışlığın içinde uyuz olduk? Şu gelen yabancı değilse...» dedi.
«Adamı hayitlaxm orada karşılayalım,» dedi ibrahim Ibo. "Hem sırtımızı da Akçasaza vermiş oluruz. Belki gece de bur-da kalırız.»
449
F: 29
I
«Eve gitmeyi hiç canım istemiyor. Anamı öyle görmek, gözümün içine öyle, bakar, melül mahzun, ağlamış ceylan gözleriyle... Artık bu gözlere dayanamayacağım. Dervişi bekleyecck-sek, gece gündüz burada beklemeliyiz bundan sonra. Evden iyi yayla gibi de... Kırmızı kamışların içinde de cibinlik kurarız.» Uzaktan Mestanın yaşlı, öksürüklü, boğuk sesi duyuldu: «Tellal, tellal gelmiş tellal! d ibrahim Ibo:
«Tellal gelmiş Bey,» diye şaşkınlıkla söylendi. «Tellal gelmiş...»
«Bir şey var bunda. Tellal bizi sever sağolsun. Bir yaramazlık olmasaydı, tellal kasabayı bırakıp gelmezdi. Önemli bir
şey olacak.»
Az sonra tellal attan indi. Uyuşmuş bacaklarını açmak için, kısacık, bir top gibi ayaklarının üstünde hoplamağa başladı. Bey ötede, arıların oğul verir gibi biriktiği, kendi boyundaki, ışıklı kırmızı çiçeklerle donanmış sığırkuyruğunun yanında duruyor, merak içinde tellalın devinmelerini izliyordu. Tellal onu görünce koşarak yanına geldi. Elini uzatıp dimdik Beyin elini sıktı dostça. Elini sıkarken tellalın yüzüne bakmaması, bir de bir kasık kaim>ş yüzü, çukura kaçmış, morarmış göz kenarları, titreyen elleri, tere gömülmüş, ağlayan, hemen ağlayacak bir çocuğun dudakları gibi büzülmüş, küskün dudakları, sağ duluğunda-ki daha kabuk bağlamamış taze yarası, yeni yırtıldığı belli pantolonu, çökmüş kamburu Beyin gözünden kaçmadı.
Coşkusunu, merakını belli etmeden tellalın getirdiği kötü haberi bekliyordu.
«Hoş geldin. Ne var ne yok?»
Başı yerde.
«İyilik sağlık.»
«Beni nasıl buldun burada?...»
«Eve geldim bu sabah erkenden, daha gün doğmadan, yaya, koşarak... Eve gelince seni sordum, yerini bilmediier, söy-leyemediler. Yalnız Akçasazda dediler. Ben de bağıra çağıra
bulurum, dedim. Karakız Hatun bana bu atı verdirdi. Konuştuk.»
«Ne? O seninle konuştu mu?»
«Konuştu ya... Hep merak ediyor, bu şafağa karşı neye »eldim diye bana soruyordu. Konağa vardığımda herkes uyuyordu. Karakız Hatun bir direğe yapışmış, ayaklarını altma alıp bir sandalyanin üstüne tünemiş, gözlerini de tam buraya dikmiş, öyle, taş gibi, direğe bitişmiş gibi duruyordu.»
«Ne söyledin?»
«Hiç bir şey söylemedim. Yalnız kasaba Ağalarının beni öldüreceklerini söyledim. O da Mustafayı ara bul da seni öldiirt-mesin, dedi. Gözlerini hiç mi hiç buradan ayırmıyor, kırpmadan hep bu yöne bakıyordu. Ben de sizin burada olduğunuzu anladım, ata bindim, bu yöne sürdüm.»
Mustafa Bey:
«Bir dakika kardeş,» dedi. «Hele sen şuraya bir otur, din-Icnedur, ben geliyorum.»
Kamışlığa girmesiyle çıkması bir oldu. Tellal onun geldiğini görünce ayağa fırladı:
«Otur, otur,» dedi Mustafa Bey ona sevgiyle. «Otur kardeşim. Daha cebelleşiyor. Aslanlar gibi. Tutmuş kanadından böceği... Aslanlar gibi, yılmıyor, usanmıyor, bıkmıyor.»
Tellalı elinden tutup kamışlığın içine soktu, karınca köre-siııin oraya götürdü:
«Bak şuna, şu küçük karıncayı görüyor musun? Bak sürüklemeğe çalıştığı böceğin büyüklüğüne, bak bak. Günler önce bu böceği bu karınca sürükleyip getirdi, işte bu çukura düşürdü. Çukurdaki böceği o gün bugündür bir kere olsun yerinden kıpırdatamadı. Ama yılmıyor, bıkmıyor, böceğin yöresinde dönüyor, çekiştiriyor, bir yolunu arıyor. O böceği bu küçük karınca mutlaka bir gün bu çukurdan çıkaracak. Bunun hiç bir mümkünü çaresi yok.»
Elinden tutmuş tellalı gene dışarı çıkardı.
«Seni kim öldürecek?»
'fl
450
451
«Ağalar.»
«Neden? »
Tellal sorunu baştan sona en küçük ayrıcalıklarıyla anlattı. Bitirdiğinde yüzü kıpkırmızı olmuş, ter içinde kalmış, soluğu taşıyordu.
«Öldürecekler beni, varsın öldürsünler, vız gelir. Demirci var... O demirci benim kardaşımdan ileridir, çocuklarıma bakar, onları kimseye muhtaç etmez, okutur adam da eder çocuklarımı. Ben bu yüzden hiç mi hiç ölümden korkmuyorum.»
«Demek bizi sürecekler. Bugün, yarın mı? Eli kulağında ha? Dervişin haberi yok mu?»
«Mahir Bey Kabakçıoğlu dedi ki bana... Aman aman, amanı bilin mi Tellal Efendi... Amman amman... Amman... Ben gidersem Ağalar küsüm kaparlar, sen git, sen her şeyi benden iyi anlatırsın, önce Mustafa Beye, sonra Derviş Beye git, onlara durumun vehametini anlat. Hem kendilerini, hem akrabalarını, hem de obalarını, aşiretlerini Edirneye, Karsa sürecekler, salt tarlalarına, çiftliklerine, Akçasaza konmak için.»
«Yaa, öyle mi?»
Mustafa Bey, yüzü asılmış, endişeli, düşünürken birden bir kahkaha patlattı, kasıklarını tuta tuta, gözleri yaşararak gülmeğe başladı.
«Demek heybetle otomobilden indi, hışım gibi senin üstüne yürüdü. Hah hah hah... Hah, hah, hah, haaah, erkeğe hele erkeğe, yiğide hele yiğide... Tabancayı alnına dayadı... Hah hah hah... Sen ne dedin? Ne, ne, ne-dedin?»
Hepsi birden, başta tellal makaraları koyvermişler, gül ha gül ediyorlardı.
«Sen de dedin ki... Çök, bas ulan alçak tetiğe... Namlu alnına dayalı, soğuk soğuk... Bas ulan, çök ulan, çökmezsen ananı avradını... Sarardı, dondu kaldı ha... Hah, hah, hah...»
Yeniden, yeniden... Yeniden durup durup Kurtboğanın tabanca çekmesini ona anlattırdı. Gözlerini sildi. «Oh öldüm, oh
öldüm gülmekten,» dedi. «Son yıllarda hiç böyle gülmemiştim, jjay karı celladı korkak teres hay! Hay para göz hay!»
«Beni öldürecek ama Bey,» dedi. «Beni öldürtecekler. korkmuyorum. Varsın öldürtsünler, nam olur. Demirci olmasaydı arkamda yanardım. Vız gelir ölümüm bana. Ben ölümden çok geçtim. Kanıksadım. Ben çok öldüğümden dolayı, çok çok, çok çok, ölüm bana koymuyor, bir de gözüm arkamda kalmayınca... Güle oynaya giderim ölüme.»
Bey tellalı teselli edemiyordu. îş bu kerteye gelince Ağalar tellalı mutlaka öldürtürlerdi. Kader de beter bir kaderdi bu. Mustafa Beyin aklına hemen bir düşünce geldi.
«Bana bak kardeş,» dedi. «Sana bir teklifim var. Şimdi ben sana başka bir şehirde yaşayabileceğin bir para...»
«Olmaz,» diye ayağa fırladı tellal, «işte bu olamaz.»
«Dur kardeş, dur celallanma! Dinle ki ne diyeceğim.»
«Bana bak Mustafa Bey, bunu sen teklif etme hiç olmazsa. ••»
«Sen bizim yüzümüzden öleceksin.»
«ölürüm,» dedi tellal. «Ölürüm, ölürüm ama arkamdan tellal canını kurtarmak için, bir pis canını kurtarmak için, korktu da terki diyar etti dediremem. Ve de, hem de arkamdan bir can için anama avradıma söğdüremem. Bari sen Mustafa Bey, sen...» Atına doğru öfkeyle yürüdü. Durmadan: «Bari sen... Sen... Sen... Bari sen...» diyordu.
Mustafa Bey:
«Dur,» dedi, «dur. Dur kardeş, dur! Kusura kalma, yanlış miadın. Onu demek istememiştim.»
Kolundan tuttu, irileşmiş, bir heybet gibi olup, kamburu ortadan yitmiş gitmiş tellalı döndürdü. Tam bu sırada yoldan tozu dumana katmış, doludizgin bir atlı geçiyordu. Atlı yakınlarından doludizgin geçerken Mustafa Bey onu tanıdı.
«Bu Süleyman Sami,» dedi. «ibrahim Ibo yetiş arkasından, o da bizi arıyor.»
«Onu da Kabakçıoğlu yolluyor,» dedi tellal.
452
453
ibrahim Ibo ata atladı, arkasından sürdü Süleyman Satni-nin. Az sonra iki atlı geri geldiler.
Süleyman Sami attan iner inmez Beyi kucakladı, bağıra bağıra:
«Sizi sürüyorlar Bey, Bey, Bey sizi sürüyorlar. Bugün değilse yarın, bugün değilse yarın... Yarın, yarın... Sizinse hiç bir şeyden haberiniz yok. Sürüyorlar.»
Dostları ilə paylaş: |