Elif geldi kocasının yanına usulca oturdu. Çocuklar da geldiler yanına sokuldular analarının. Ali anlatıyor gülüyor, anlatıyor seviniyordu. Bu uçak işini, çavuşuyla aralarında
âJL
206
OKTADİKKK.
geçeni çok anlatmıştı. Ne kadar çok anlatmışsa bütün köylüye o kadar dinletmişti. Kimse bıkıp usanmamıştı uçmak lâfından. Ayaklarını, perişan anasını, pamuğu, Âdil Efendiyi, deyyus Muhtarı, boynu kaim Delice Bekiri, bitmeyen yolları, hepsini unutmuştu.
«Yürek dediğin yürekse eğer, yerde de olsa yürektir, gökte de olsa, deniz deryada da olsa. Hiç söyleme, çavuşum, dedim, binemem. Varsa eğer, benim yiğitliğim topraktadır. Canımı kuşun kanadına güvenemem. Onun içine binenler, ana kuzusu değil mi, dedi. Çavuşum ,ana kuzusu, dedim. Bizim ordumuzda bunlardan çok, dedi. Arı gibi var. Hani pamuk top-ladıydık bir yerde. Dümdüz bir yerde. Sizin köylü de oradaydı o yıl. Bir pamuğu olurdu oranın, amanallah! Amanallah! Kar yağık gibi dünya. Aklında mı, ortasından tiren geçerdi. Adına Misis derlerdi. Ulu bir su akardı. O düzlüğü bunların yuvası yapmış hükümet. Her ssabah, arılar çiçeğe dağılır gibi, bunlar da yuvalarından dışarı uğrarlarmış avrat. Bin tane, iki bin, üç bin, dört bin tane, say sayabilirsen, öyle çok. Gökyüzünü tutarlarmış. Bulutun aynısı»
Başını göğe kaldırdı. Üç tane gümüş yol, göğün uzağında salınmış kalmıştı.
«İşte avrat, onlar kendilerine böyle yollar yaparlar. Bir daha gelince yollarını şaşırmasmlar diye. Bir yakından görsen onları ağzın ayrık kalır. Her kanadı bir renkte. Mor, sarı, yeşil, kırmızı... Yaradana kurban olduğum, bir ışıldar, renkler bir döner ki alından moruna, bakamazsın. Alaman demiş ki, pravo Türk milletine. Yiğit millet, Demirgrasi millet, akıllı millet demiş, biz, demiş, bunca yılm Alamam olalım da Türklerde bizden çok uçmak olsun, demiş. Avrat sana deyim ki, gece de uçarlar bunlar. Kırmızı, ak, turuncu, yeşil ışık takarlar. Göğün yüzü parıl parıl eden renk renk yıldızlan döşe-nir. Bir görmelisin ki, bunlar hep birden uçarken! Gece görmelisin. O incirlik denen yere varmalısın, bir varmalısın ki... Alarnan demiş ki, bundan böyle, elinde bu kadar uçmak va-riken gayrı bu Türk milletiyle başa çıkılmaz, demiş. Bundan b®yle Türk milletiyle harp edilmez, demiş. Bundan böyle de-
mokrasi sayesinde Türk milleti yaşadı, demiş. Her günde yüz tane uçmak yapan adamın sırtı yere gelemez, arkadaş demiş. Bitti gayrı demiş, Türk milletine harp yok. Nutuk çekmiş ki milletine, yüksek milletim demiş, bakın şu Türklere, ne kadar uçmakları var, harpten kurtuldular, hiç kimse gayrı onlara yanaşamaz. Biz de öyle olalım, demiş. Bizim çavuş da öyle derdi. Gayrı avratlar dul kalmayacak, çocuklar da öksüz. Bu uçmaklar tâ güneşin yanma varırlarmış. Güneşin köylerini görürlermiş. Derdi ki çavuşum, çok kabadayı oğlandı, yiğit adamdı, bu dünyada iş kalmadı, derdi. Yıldızlar gerek bize. Bu uçmakları bir görsen, arının oğul verdiği gibi yuvalarına gelirler. Çavuşum derdi ki, ne bakıyorsun Ali, derdi, daha bunlar uçmak mı? Bunların devi de var. Şu karşıki dağ gibi. İçine üç köyü doldur da tâ buradan Adanaya kadar götür. Çoluk çocuk, sığır inek, at eşek. He vallaha...»
Durdu. Uçaklar üstüne çok çok şeyler ;.öylemek istiyordu. Ama bir türlü bulamıyordu. Ne söylemeli, nasıl anlatmalıydı?
Sonunda:
«Bunlar karanlık gecede ışıklarla bir donanır, bir donanır! Allah seni inandırsın avrat, bir donanır! Göğün yüzünde bir ışık dağı, bir nur dağı gidiyor bellersin. Alimallah öyle»
Sustu. Elif başını eğmiş, gene bitleri kırıyor, köylü çoktan Çukura indi diye düşünüyordu. Çocuklar usulca, gökyüzündeki yollara baka baka analarının yanından kalktılar, ilerdeki çalılığa doğru yürüdüler.
Aradan epey bir zaman geçtikten sonra, Ali:
«Avrat,» dedi, iyice bir gerneşti. Hık güz güneşi kanını kay-
naştırmıştı. «Avrat, köylünün varmasına daha dört gün var.
Bugünden başka dört gün var. Bak şu otlara»
Yanından bir tutam otu tuttu kopardı, karısına doğru uzattı.
«Bak şu otlara. Daha kurumamış. Koca Halil pamuğun açıp açmadığını ne bilir? Ben onu bir gün seyreyledim, nasıl biliyor, diye. Otları çekip çekip köküne bakıyordu. Kurumuş
UKTADIREK
209
mu, diye. Otların kökü kurumuşsa pamuk açmış demektir Çu-kurovada. Yani döngele dikeninin kökü.»
Zaferle elindeki kökü Elifin önüne attı:
«Al bak, kökü kurumuş mu bu otların? Kendi kuruma-mış ki kökü kurusun. Halbuysam ki kuruması gerek kökün. O zaman pamuk açar Çukurovada. Demek ki köylü şimdi de varsa Çukura, oturup pamuk tarlasının kıyısına pamukların açmasını bekleyecekler. Öyle değil mi avrat?» diye bağırdı.
Elif:
«Öyle,» diye onayladı.
«Önümüzde var dört gün, bugünden başka. On gün de açmasını beklerler oturup. Eder on dört gün. On dört günde adam Çukurovaya değil, buradan Çanakkale boğazına, Geli-boluna kadar gider. Benim şaştığım...» Güldü. «Allah Allah, demek olurmuş! Yanılmaz bir Allah. Demek Koca Halil de yanılırmış. Baksana şu otların köküne, yapyaş. Bir ay sonra ancak kurur. Allah Allah! Allahm büyük hikmeti bu. Yeri göğü yaratan, kurban olayım sana!»
Ali gene sustu. Ağzı yukarı yattı, sevinçli bir türkü mırıldanmağa başladı. Güneş gittikçe kızdırıyordu. Üstlerinden gürültüyle bir kuş sürüsü geçti gitti. Biraz sonra yüzü iyice terlemiş, doğruldu.
«Avrat,» dedi, «şu benim eşek kafama bak. Şu akılsız kafama. Ulan eşşek kafa düşünsene ki bu yıl köylü çok erken yola düştü. Baksana ki yollarda in cin yok, ıpıssız. Düşünsene ki Koca Halil bunadı. Eşşek kafa, düşünsene ki Koca Halilde gayrı insanlık kalmadı. Şimdi şu yollar köylüyle dolmaz mıydı? İnsan kum gibi kaynamaz mıydı. Beş altı gün sonra köylü ardımızdan sökün eder. Sizin köylü çok erken gitti. Netsin fı-kara Koca Halil, avrat, nişlesin? Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin. Ben de ne deliymişim, koşturup dururum günlerden beri. Ne akıl benimki de canım?»
Elifin iri kocaman gözleri vardı. Gözlerini iyice açmış, kocasına bakıyordu. Kırpmadan.
«Tüh, Allah belâsını vermesin benim gibi akılsız adamın-
Ulan düşünsene ki otlar daha yamyaş. Yoldan tezikmiş bir tek köyden başka, bir adamdan başka kimse geçmedi. Varırım ki köylü çardaklarını kurmuş tarlanın kıyısına. Elimi belime koyar, gülerim. Gülerim ki gülerim. Selâmünaleyküm der, gülerim. Daha beş gün var pamuğun açmasına. Ben bildim de ondan geciktim, heeey emmiler, derim. Bu yıl Koca Halilin hali hal değil. Onun kusuruna bakmayın, sizi boşu boşuna Çuku-rovanın üvezine yedirdi, derim. Size söylemediğimden dolayı benim de kusuruma kalmayın, derim. Beni kodunuz kodunuz, geldiniz de iyi mi ettiniz, emmiler? Belimden düdüğümü çıkarır ,bir çalarım ki, dağ taş, ağaç çalı oyuna kalkar. Daha on beş gün var, hiç canını sıkma. Bizim önümüzde de dört günlük yol. Yarın akşama Çamurlunun oradayız. Konalgamız Çamurlu düzü, avrat.»
Belinden düdüğünü çıkardı, çalmağa başladı. Ayağa kalktı. Ayaklarının acısını duymuyordu. Gezinerek çalıyordu. Çocuklar çalılıktan koşarak geldiler. Elifin gözleri kocaman kocamandı. Kocasından ayıramıyordu. Meryemceyse düdüğe başını kaldırdı baktı.
Yürü Uzunca Ali, dedi kendi kendine, yürü! Meryemce-yi bu hallere düşürdükten sonra, çal, söyle!
Ali düdüğü ağzından çekip:
«Avrat,» diye bağırdı sevinçle. «Acımdan öldüm. Ne bit kırıp durursun öyle? Bir çorba pişir de, şöyle karnı doyası bir içelim. Anam da acıkmıştır şimdi.»
Hemen anasına koştu elini aldı öptü.
«Güzel anam, hep çektiğimiz benim eşek kafamdan. Daha pamuğun açmasına, köylünün pamuğa girmesine...»
Parmaklarını «bir, iki, üç, dört,» diye saymağa başladı.
«On bir, on iki, on üç, on dört... On dört gün var daha. On dört günde, değil Çukura, adam taaa Çanakkale boğazına varır da Gelibolunu bulur. Çanakkale içinde aynalı çarşı demişler. Ben ne bilirim, inandım o koca köpeğe. Bunadığı hiç aklıma gelir miydi? O Koca Halile... Koca Halil batsın! Geç kalmadık, çok şükür. Dönünce, bundan dolayı Ziyaret cevizine bir telli horoz keseceğim. Allah kabul etsin. Amin»
F. 14
ki
Dört bir yanında dönüyor, o elini bırakıp, onu, o elini bırakıp onu öpüyordu. Bir sevinç kasırgası içindeydi.
Meryemce içinden, kes oğlum kes! Ben de keserim bir tellice horoz köye varınca. Koca köpeğe, o dinsiz imansıza inanılır mı, yavru Alice oğlan, yavrum, sen iyisin, hassın amma...
«Hiç canını sıkma ana. Bu yıl bir toplarım, bir toplarım Çocuklar da büyüdüler. İki misli toplarım, iki, iki, dört.»
Anasından ayrıldı, karısının yanma vardı:
«Ocağa tarhana koydun mu?»
Kadın:
«Bulgur koydum,» dedi.
Ali:
«Bugünlük çorbaya yağ da koy. Anam içsin. Çok zabmıdı fıkara. îğne iplik kaldı. Anam içsin. Yağlı yerini onun önüne sür»
Vardı, yeniden güneşin alnına yattı, ayaklarını uzattı.
Çocuklar gene sevinçle çalılığa, ondan ötede ormana daldılar. Hasan elindeki bıçakla kiraz dallarını kesiyor, değnek yapıyordu.
«Varınca Çukurovaya bir çubuk verir, on tane karpuz alırım, heyt!»
Ummahan dudak büküyor, ağzını burnunu oynatıyordu.
«Yirmi tane de alırım. Kiraz çubuğu için Çukurovada ölürler. Ovada ağaç olmaz.»
Ummahan uzakta, o ne- söylerse söylesin boyuna alay ediyordu.
Hasan:
«Sana da bir tane karpuz verirsem... Sümüğünü çeke çeke ağlar, varır babama söylersin»
Ona öykündü. Sesiyle ağladı. Sonra karpuzu verir gibi etti. Kaptı, Ummahan nasıl yerse öyle çabuk çabuk aç gözlülükle yedi.
Ummahan hiç bir şey söylemedi, yalnız omuzlarını silkti. Ağzını burnunu oynatmağa devam etti.
ORTADIREK
211
«Bir tane de kuş lastiği alırım. Tîbilli çavuş vururum ki, yağlı...»
Dudaklarını yaladı, şapırdattı.
«Ateş yakarım, tuzlarım, közün üstünde bir kızartırım. Yağları damlar. Sen de seyredersin ben yerken, ağzının suyu akar. Varır babama dersin ki...»
Ummahan güldü. Hasan daha çok alındı.
îkisi de çırılçıplaktı. Hasan gittikçe öfkeleniyordu. Çabuk çabuk, uzun kiraz dallarını kesiyor, ölçüp biçip, buduyordu. Gözleri işindeydi.
Ummahan karşısına geçmiş, yalancıktan o da onun gibi kiraz dalı buduyordu. Alnı, bütün bedeni ter içinde kalmıştı.
Hasan göz ucuyla Ummahana bakıyordu. Bakıyor, çileden çıkıyordu. Gergindi. Sonunda başını kaldırdı, çok ciddi:
«Kız,» dedi, «başıma belâ olma. Siktirol şuradan. Bak, çalışıyorum.»
Ummahan az uzağa çekildi, ama takılmalarını* bırakmadı.
«Kız,» dedi Hasan, «bak seni ayağımın altına alır karınca gibi ezerim. Rahat bırak beni. Vallahi ezerim. Şuna bak! Şunun ağzına gözüne. Nolacak? Bak seni döverim. Zaten babamın canı sıkkın. Belâ alma başıma.»
Ummahan bu sırada birden şakayı, her şeyi bırakıp patladı:
«Deli domuz,» diye bağırdı, «biz zaten kendimizi götüre-miyoruz. Atımız öldü, ebemiz öyle kaldı. Babamın ayaklan şişti. Elâlem Çukura indi. Pamukları toplamağa başladılar. Biz varamadan onlar tarlaları bitirip de köye dönecekler. Ba-tasıca. Sen daha burada kiraz değneği yap.»
Hasan da kendini topladı, oralı olmadan:
«Ben,» dedi, «ben değneklerimi sırtıma alır götürürüm.»
Ummahan:
«Onları sırtına alacağına, babamın yükünden ikisini alsan ya» Hasan:
«Vermez ki...» «Vermezkiymiş! İstedin mi?»
Hasan:
«Kız, siktirol başımdan,» diye öfkelendi. «Siktirol.»
Kız gene ağzını burnunu dilini çıkarınca, Hasan yerden bir taş kaptı, arkasından fırlattı. Sonra kaçan kızı ormanda kovalamağa başladı.
«Orospu,» dedi, «sen orospu olacaksın. Deli Bekirin avradı gibi.»
Ummahan durdu, dimdik karşısına dikildi:
«Ne olacağım? De bakalım ne olacağım?»
Hasan bir anda yumuşadı.
«Yalancıktan söyledim onu. Babama söyleme. Sana üç [ karpuz veririm. Bir de yağlı ibibik vururum senin için.»
Ummahan kocaman kara gözleriyle baktı:
«Sen de bir daha öyle deme,» diye tenbihledi. «Babam duyarsa, tutar bacaklarından ayırır seni. Zaten canı çok sıkkın» i Çubukların yanma geldiler. Hasan kesti, yonttu, Umma-I han seyreyledi. Analarının çağırmasını duyuncaya kadar konuşmadan, orada öylece kaldılar.
Vardıklarında, sofrayı serilmiş, ninelerini, babalarını çorbayı kaşıklar buldular. Anaları olukta birşeyler yıkıyordu. He-! men sofraya oturdular. Elif onların ellerine yıkanmış kaşıkları verdi.
«Yavaş olun, çok sıcak,» dedi, «ağzınızı yakarsınız.»
Kendi de oturdu. Çorbayı hepsi de üfleye üfleye içiyordu. Üstü bol yağlı, kırmızı biberli soğanlı bir çorbaydı. Yanmış soğanı tertemiz dağ havasında daha bir kokuyordu.
Az sonra, çorba azıcık soğuyunca, bir tencere çorbayı öylesine çabuk içtiler ki sümürdüler.
Hasan:
«Karnım şişti,» diye söylendi. Karnını iki eliyle çalmağa | başladı. «Davul gibi şişti.»
Ummahan da ondan geri kalmadı. Öğündü:
«Benim de şişti. Davul gibi.» O da karnını şaplaklanaağa başladı.
Meryemce onlara baktı. Çırılçıplak karınlarını döğüşle-rine. îçinden, benim de, dedi. Gülümsedi.
213
Ali onun gülümsediğini görünce yüreğine su serpildi.
«Ana,» dedi, «çok tatlı çorbaydı. Öyle mi? Eline sağlık Elif,» dedi sonra da.
«Ne güzel oldu, ne güzel,» dedi. «Ne güzel oldu bizim köyün erken yola çıkması! Yoksa bu yıl ne yapardım, öyle değil mi, ana? Tam vaktinde yola çıksaydı, her yılki gibi köylü, biz ancak onlar pamuğu toplayıp bitirince yetişirdik bu gidişle, îyi ki Koca Halil yanıldı. Her yılki gibi olsaydı, çoluk çocuk bu yıl perperişan kalırdık. Perperişan! Aç sefil. Adil Efendi de beni...»
Elif ellerini göğe kaldırdı:
«Çok şükür Allahıma, çok şükür,» diye sevindi. «Bir kapı örterse, birini açar demedim mi?»
Ali:
«Çok şükür,» diye tekrarladı.
Meryemce de elini havaya açtı:
«Çok şükür, çok şükür, güzel Allahıma çok şükür. Hiç kimseciklere demiyorum, sana diyorum, kara gözlü Allahım. Çok şükür.»
Hasan gülerek:
«Çok şükür,» dedi.
Ummahan:
«Çok şükür.»
Ali tok bir sesle:
«Ben de korkumdan ölüyordum, köylü pamuğa girdi de, topladı, bitirdi diye. Ne bilirim daha pamukların açmadığını. Nerden aklıma gelsin Koca Halilin bizi erken yola düşürdüğü. Ne bilirim canım, ben ermiş değilim ki. Parmağımı kaklama-dırn ki. Amma azıcık da bilmeliydim. Bu yıl bize en büyük kötülüğü Koca Halil etti, en büyük iyiliği de o etti. Ya erken çıkmasak da gene atımız yolda ölseydi...»
Meryemce hemencicik bağırdı:
«Ölmezdi, ölmezdi. Kızım Elif sana söylüyorum, kimseciklere değil. Kimse üstüne alınmasın.»
Ali:
«Yani, demem o ki, ölmezdi ya, ölseydi, köylü de bizi koy-
zıi
»JrtlAUlKJEB.
sa gitseydi, biz de böyle yollarda kalsaydık, yandıydık. Cayır cayır yandıydık. Ocağım battıydı. Adil Efendi beni yediydi. Parça parça etti de yediydi. Bereket versin Koca Halile, çok şükür bunadı da, erken yola çıkardı köylüyü. Bundan sonra öyle koşmaca yok. Yavaş yavaş gideriz. Biz varırız ki, daha köylü bekleyip durur. Haah.. hah, haaa! Bekleyip durur»
Elif:
«Beklesinler,» dedi. «Bilmezler bizim onların açmamış tarlaların başında beklediklerini bildiğimizi, bilmezler.»
Ali:
«Ne bilsinler.»
Meryemce:
«Elifim sana diyorum, kimseciklere demiyorum. Şimdi köylü o Koca Halillen, o koca hortlaklan konuşmuyor. Herkes yüzüne tükürüyor onun. Pamuk açmadan bir ay önce de yola düşürülür mü bir koca köy? Günah değil mi, dinsiz imansız? Allahm yok mu senin? Köylünün yiyeceği bile yetmez, o kadar güne. Aç kalırlar.»
Ali:
«Yetmesin,» dedi öfkeyle, «yarsın yetmesin.»
Meryemce somurttu.
Elif:
«Varsın yetmesin.»
Hasan:
«Yetmesin.»
Ali bütün bedeninde korkunç bir kırıklık duydu. Bedeninin tüm parçalan ayrıl ıyormuş gibi oluyordu.
«Burada, şu oluğun yanında, iki gün kalırız. Yornuğumu-zu alırız. Benim de ayaklarım iyi olur da, ayağa kalkarsam yarm size şu ormandan yalabuk yaparım ki, cana can katar. Gücümüz yerine gelir, öyle değil mi? Ha burada beklemişin, şu güzel dağda kalmışın, ha Çukurda tarlaların başında. Tarlaların başında kalmaktansa, kalıp sabırsızlanmaktansa, sineğe yenmektense, burada kalmak daha iyi değil mi ana?»
Meryemce:
UKIAJJİKÜK
215
«Gelinim sana diyorum, sen duy,» dedi. «Daha iyi. Daha iyi olmaz mı?»
Hasan ayağa fırladı:
«Ben bir yalabuk yaparım ki...»
Elif sofrayı topluyordu:
«Elini kesme amana. Bak elini kesersen seni öldürürüm.»
Sofrayı kaldırıp, bulaşıkh tencereyi oluğun altına koyup geldikten sonra:
«Ben de yarm erkenden kalkar, yunak kazanını ocağa vurur, şu çamaşırlarımızı kaynatırrım. Çocukların çamaşırla-rmdaki biti sabahtan beri kırdım kırdım da bitiremedim. Bitten görünmüyordu giyitleri.»
Ali birden bir kaşıntı duydu ki bedeninde, şaşılır.
«Amanın avrat,» dedi, «beni de bit almış da, hiç haberim olmamış.»
Hart hart kaşınmağa başladı. . -
Elif:
«Sen, ben, anam, çocuklar, iyice de bir çimeriz. Kirden saçlarım odun gibi oldu.»
Ali:
«Şu ayaklarıma bir tuzlu su yap hele avrat. Anam da şu ormanın sakızlarından, otlarından o merhemden yapsın ayağıma. O merhem gibi var mı? Anamdan başkası da yapamaz o merhemi. Kurşun yarasını iyi eder o merhem değil şişmiş ayağı.»
Meryemce:
«Kızım sana diyorum,» diye sallanarak ayağa kalktı. «Kurşun yarasını beş günde. Yağlı kurşunun yarasını.»
Çocuklara bağırdı:
«Bana bir tutam çam sakızı, bir tutam da mezdeğe sak:-ğı, azıcık kekik getirin.»
Sonra:
«Yok yok, olmaz. Ben gitmeliyim ormana.»
Ormana yönünü döndü. Ağır ağır, iki adım atıp, bir adım
durarak yürüyordu. Beli iki büklümdü. İçinde, çok derinlerde, koyu, karanlık bir su gibi ağır bir korku vardı.
Alinin türküsünü duydu az sonra.
Söyle, dedi, söyle Uzunca Ali! Bu talih sende varken. Koca hortlak bu yıl köylüyü erken yola düşürmeseydi, ağzını bıçaklar açmazdı ya. Çoluk çocuğun aç kalırdı ya. Daha şimdiden dama deyip de ayakların şistiydi ya. El pamuğu topladıktan sonra, sen de Çukura, bu gidişle ancak ulaşırdın ya. Çoluk çocuğumu aç koydu, beni yollarda perişan etti diye benim üstüme de atardın ya. Söyle Uzunca Ali, söyle. Karagözlüm sana bir kere yürü kulum dedi. Şimdi varır, ben de senin ayacıklarma merhem yaparım. Yaparım da sabaha kalmaz ayakların anadan doğmuşsun gibi tazecik olur. Söyle Uzunca Ali, söyle! Benim dizlerim kırılıyor, canım çekiliyor. Karagözlüm yardım et!
Ellerini göğe kaldırdı, bir takım, çocukken bir hocadan öğrendiği duaları okudu. Nedense, her zaman bu duaları söylemezdi.
Uzun Alinin sesi güzeldi, yanıktı.
Ses, dua biribirine karışınca, Meryemeenin burcu bulandı, taştı. Gözleri doldu, boğazı tıkandı.
«Amin,» diye ellerini gökten indirdi, yüzünü sıvazladı.
«Amin, karagözlüm. Tırnağına kurban olduğum, amin. Sen yaptın bu işi. Pamuğu sen açtırmadın. Amin. Amin... Bir merhem yaparım ki Uzunca Aliye, varsın bana ana demesin, Horlasın...»
XII
Çam ağacıyla kabuğu arasında incecik, kâğıt gibi ak bir zar vardır. Kabuğu soyunca bu zar kabukla birlikte gelir. Sonra o da kabuktan soyulur yenir. İşte buna yalabuk denir. Çamdan başka sedirden, köknardan da çıkarılır.
Çiğnerken, kocaman, kekikli, naneli, sakızlı, pınarlı, çiçekli, yarpuzla bir ormanı kendindeymiş sanırsın. Bütün tadıyla, kokusu, rüzgârıyla orman sende uğuldar.
Bu uğultuyu Meryemce bilir. Elif de, çocuklar da bilirler. Yirmi yıl önce Ali Torosun Çukurovaya bakan bu yüzünde, belki de tâ buralarda bir yalabuk soymuştu.
Buralarda iki gün mü, üç gün mü kalmışlardı? O günleri aasıdıkça, daha o ormanı rüzgârıyla, kokusu, nanesi, yaban gülü, yani it burnu, salep çiçeğiyle-, peryavşanı, püreni, yarpuzu, sarı sarı mantıfarı, arı kekiğiyle, çürümüş yaprağı, çürümüş toprağıyla etinde duyar. Tadı damağında ballanır. Ormana karışır gider. Sarhoş olur, başı döner. Kanında yeşil bir orman uğultusu akar.
Bir lokma yalabuk yesin, kirden pastan arınır. Taptaze, anadan yeni doğmuş gibi olur. Ormanlığı duyar. Yepyeni bir dünyaya, uğultulu, kokulu, yıldız yıldız yellerle esip gelir.
Erkendi. Gün bir kavak boyu yekinmişti. Aşağılar, orman buğulanıyordu. Yarı uykuluydu. Yataktan doğruldu. Yorganın üstüne yukardaki çam dallarından azıcık çiğ inmişti. Gözlerini yumruklarıyla oğdu. Sonra sağ ayağını kucağına Çekti, sargısını ağır ağır, korkarak açtı. Sonra da sol ayağını. Topuklarına basarak ayağa kalktı. Döşeğin üstünde bir iki adim attı. Şaştı, sevindi. Ayaklan hiç ağrımadı. Döşekten toprağa indi. Gene ayaklan acımadı. Şişi inmiş, hiç bir şeyi kalmamıştı. Yataktan oluğa kadar yürüdü, önce ayaklarını bir iyice yıkadı. Sonra yüzünü, saçlarını yıkadı. Üç gündür yürü-yememişti. Elif ötede durmuş onun yürüyüşüne bakıyordu, ^t gene yumulmuştu. Bir yerlere bakıyor mu, uyu-
I
yor mu, ne zaman yataktan çıkmış da buraya yumulmuş? Düşünüyor mu? Öfkeli mi? Halinden hiç belli değil. Yırtık bir bez yığını.
Ali sevinçle bağırdı:
«Elif,şu anamın ellerine sağlık. Merhemi ayağıma bir geldi ki... Kurşun yarasını bile bir günde iyi eder. Şu ayaklarıma bak hele!»
Ayaklarını bir iki kere yere vurdu, birkaç adım yürüdü.
«Anadan yeni doğmuş gibi. Kaya gibi maşallah. Anamın elleri dert görmesin. Şimdi bu ayaklan, Alimallah, sırtıma şu dağı da yükleseler, cirit atı gibi tozu dumana katıp inerim. Alimallah ortalığı alaboz duman ederim»
Anasının yanma vardı. Sevinçle önüne diz çöktü. Ellerini ellerinin araşma aldı. Meryemce başını kaldırdı. Yüzü sapsarıydı. Kırış kırıştı. Gözleri iyice çukura kaçmış, kenarları kararmıştı. Burnu titrer gibiydi. İncelmişti.
«Döğüş yok gayri, güzel anam. Beni bağışladın ya. Daha on dört...»
Durdu. Anasının elini bıraktı ayağa kalktı. Uzaktan çocuklar geldiler, yanında durdular.
Hasan:
«Hani ya baba,» dedi, «ayağın iyi olunca, benimle birlikte ormana gelip yalabuk çıkaracaktın? Anam da istedi yala-buktan, ebem de. Ben yedim.»
Ummahan:
«Yalancıktan,» diye söylendi. «Çalıştı çalıştı da azıcık bile çıkaramadı. Hiç bile yemedi»
Hasan:
«Yalancıktan olsun. Ona vermedim de... Gidelim mi baba? Ben köküç yaptım. Ucu keskin.»
Alinin yüzü asılmış, oğlana bakmıyordu bile. Yüzü de gittikçe kararıyordu.
Ama bir canı çekiyordu ki yalabuğu. Ormanı yüreğinde duymanın deliliği... Bugün akşama kadar burada kalmalı ki... Başında ulu yeller, kanında uğultular, fırtınalar. Ormart gibi fışkırmış. Işık gibi gür. Tüm bedeni dinlenirdi. İyice, iyice.
--------.„.„„. 219
«Baba, bir yedim ki, bir hoş ki...»
Baktı ki az önceki sevinçten babasında eser yok. Sustu. Elleri yanlarına düştü. Ummahan ona yaklaştı. Karşısına geçti durdu. Hasan ona bakmadı bile.
Meryemce de. Elif de onu yalabuğa gidecek sanıyordu.
Ali olduğu yerde durmuş karardıkça kararıyor, yüzü öfkeye kesiyordu. Birden hızla fır döndü:
«Ocağım battı, avrat, ocağım söndü. Çabuk çabuk çabuk ol avrat. Çabuk ol, ocağım battı.»
Gözleri dışarı uğramış, öteberiye koştu, toplamağa başladı.
«Amanın avrat, çabuk ol. Yükü toplayalım. Çocuklar siz de.»
Elif ne yapacağını şaşırmıştı. Bu adam deli mi oluyordu? Az önceki neydi, şimdiki ne?
«Topla topla. Vakit geçirmemeli...»
Elif azıcık kendini toplayınca,.Aliyi yeninden tuttu çekti:
«Dur hele, dur hele acelen ne? Noldu sana böyle hemencecik? Dur hele, aklını mı çıvdırdm?»
Ali bağırdı:
«Durmak olmaz, olmaz. Çocuklarım bu kış... Adil Efendi de...»
Sustu.
Elif soru dolu gözlerle ona baktı. Gözleri kocaman kocaman açılmıştı gene.
Ali şaşırdı.
«Çabuk olmalı,» dedi tekrar. «Güzün yağmur eksik olmaz. Güz yağmurları gibi belâ yağmur gördün mü sen? Bir tutarsa perişan eder bizi. Seller alır götürür bizi. Şu dağda bir yağmura tutulmaya gör. Topumuz satlıcan olur da ölürüz. Aman Allah esirgesin. Çabuk olmalı. Çabuk, çabuk, çabuk. Yağmur gelmeden...»
Meryemce ağır ağır ayağa kalktı. Gökyüzüne baktı. Gökte bir parçacık olsun bir bulut yoktu. Dümdüz, mavi, duru bir gök. Uzak
Nişliyor bu itin südüğü, aklını mı çıvdırdı, dedi kendi kendine. Nişliyor bu oğlan? Varıp yola düşmeli.
Kendini yokladı. İyiydi. Bir yerleri ne ağrıyor, ne sızlıyordu. Üç günlük dinlenme onu da dinceltmişti.
Dostları ilə paylaş: |