«Sen burada yornuğunu al, yavru. Çok ırak ellerden geldin, tyice yornuğunu alınca, seni bir çiçeğin üstüne koyuveririm. Şimdi senin ayakların, ellerin, kanatların nasıl da ezim ezim eziliyordur!»
Gülümsedi: ! «Dur orada,» dedi. «Dur yavru. Güzel bir çiçek bulunca...»
!" Köyüne doğru sevinçle gidiyordu.
VIII
Elif Aliye yetiştiğinde öğlen geçiyordu. Alinin ince yüzü uzamış, kararmıştı. Gözleri dumanlıydı. Sıkıntılı.
Bazı yüzler vardır, içini saklar saklar da, sonra birden boşanıverir. Yüz bütün bentlerini yıkar. Bütün ışıkları sönmüştür artık. Alinin yüzünün bentleri yıkılmıştı. Yüzünde yorgunluk, keder, acı elle tutulurcasma donmuş gibiydi.
Ali yükün altında iki büklümdü. Elifin yüreği yanıyordu. Yürüyüşünden, ayaklarını kaldırmağa gücünün yetmediği besbelliydi. Sürünüyordu.
Yorgun, bitkin, başını arkaya döndürmeden, duyulur duyulmaz bir sesle:
«Elif, sen misin?» diye sordu.
«Benim.» diye of çeker gibi karşılık verdi Elif. «Uzun gitmedin mi gene? öğlen geçiyor.»
Ali hırsla:
«Geçsin,» dedi. «Varsın geçsin. Köy başını aldı da gitti. İmi timi yok. Neredeyse ulaşacaklar pamuğa. Vardılar varacaklar. Varsın geçsin,» diye yere kurumuş bir tükrük attı. Alnından şıpır şıpır ter damlıyordu.
Elif, duyulur duyulmaz:
«O Koca Halil de olmaz olaydı,» dedi.
Ali:
«Duymadım. Ne dedin?» diye sordu.
Sağ eliyle alnını silerken, bir an durdu.
«Bu gidişle biz ancak elâlem pamuğu toplayıp bitirdikten sonra varırız. Elimize de bir bok geçmez. Şu çektiğimiz de boşa gider. Yürü. Yürü avrat. Çocuklar yorulmadılar ya.»
Hasan:
«Hiç yorulur muyum ki! Heeeyt,» diye babasının önünde koşmağa başladı. Kız yorulmuştu, somurtuyordu.
«Anam cevizin altında mı kaldı?»
«Yok. Yola düştü geliyordu. Kuş gibi uçuyordu. Sonra
152
OBTADIREK
yoruldu mu ne, yolun kıyısına oturdu. Fıkara netsin! Gücünün yettiği kadar sana yük olmamağa çalışıyor. Amma... Belki de yola düştü, bize yetişmeğe çabalıyor. Dur ana, etme ana, dedim. Dinlemiyor. İlle de yürüyor»
Ali, bir zaman yürüdükten sonra, ormanın kıyısında durdu. Uzaktan orman, yağmur bulutu gibi kararıyordu. Toro-sun ormanına gelmişlerdi artık. Yaz ortasında bile buz yapardı buralar.
«Konalım mı Elif? Ne dersin?» Elif:
«Konalım. Bu gece burada donmazsak. Bereket odun çok. Sen gelene kadar ateş yakarım ki...»
Ali sırtmdakini indirdi. Bir derin soluk aldı. îki elini beline verdi, gerindi. Kemikleri çatırdadı. Ayakları yanmış gibi acıyordu. Sol ayağını kaldırdı baktı. Altı delinmişti. Delikten küçücük, keskin taşlar girmiş, tabanını kesmişti. Yükü yerleştirdikten sonra:
«Ben anamı bilirim Elif,» dedi. «Çok iyi bilirim. O, bana düşman değil. Elden ayaktan düşmesi zoruna gidiyor. Benim sırtıma binmesi öldürüyor onu. Savaşı, düşmanlığı bana değil, kocalığa. At da bahane. At kendiliğinden, yani Koca Halil binmeden de ölseydi, ben de onu gene öyle sırtıma bindir-seydirh, bundan daha çok düşman olur, gene benimle konuşmazdı.» Elif:
«Meryemce anam da bir hoş karı. Adam kocamaz mı? Elden ayaktan düşmez mi hiç» Ali:
«Anam daha kocalığa alışamadı. Azıcık suyuna gitmesen, öldürür kendini. Kız, görmedin mi, bir güne bir gün saçı kınasız durdu mu?»
Elif gülümsedi. Ali de. «Neredeyse gelin olup da zülüf kesecek» Ali sırtını ağaca verdi. Hasan kuru odun toplajnağa gitmiş, bir köknarın altına boyunca odun yığmıştı. Bir de periler evi koparmıştı. Periler evi çıradan da iyi tutuşurdu.
Hasan kibriti çalmış, periler evini tutuşturacakken, Ali onu gördü:
«Ulan» diye bağırdı. «Ulan! Silktin mi onu? Onun içi böcek dolu. Yuva o. At onu. Çırayla tutuştur»
Hasan öteye gitti, elindeki otu silkti. İçinden yüzlerce uğurböceği döküldü. Baktı ki olacak gibi değil, dökülen böcekler-bitmek tükenmek bilmiyor, gittikçe dökülüyor. Elinde-kini uzağa fırlattı. Yanındaki çamın balta yarası almış gövdesinden bir çıra kopardı, tutuşturdu.
Alinin canı hiç gitmek istemiyordu. Oturdukça da çözülüyor, her bir yerleri sızlamağa başlıyordu. Biraz daha oturunca kalkamayacağını anladı. Uykuda sıçrarlar ya, öyle ani bir kararla ayağa fırladı.
«Ben gidiyorum» dedi, yola düştü.
Elif arkasından yetişip eline bir dürüm ekmek verdi.
«Acından öldün. Ye!» dedi. «İçine peynir sardım. Çökelek...»
Ali onun yüzüne bakmadan elindeki dürümü aldı yürüdü. Koşarcasına gidiyordu.
Elif uzun zaman orada durdu. Arkasından baktı:
«Netsin neylesin fıkara,» dedi. «Netse neylese faydasız. Biz bu gidişle Çukura ininceye kadar el pamuğu toplar da, bitirir de... Belki de köye dönerken karşımızdan gelirler. Bu kış Çukurda kalsak mı?»
Konak yerine döndü. Suya tarhana ısladı. Ali kimbilir ne zaman gelirdi? Belki gece yarısı, belki de gün ışırken... Oca-ğm yanma oturdu. Başını dizleri üstüne koydu. Çocuklar yanında habire konuşuyorlardı ama o hiç bir şey anlamıyordu.
Hasan:
«Ana kele» dedi, «ebem dağda tek başına korkmaz mı?»
Ummahan:
«Korkmaz işte» dedi. «Korksaydı biz yanında kalırdık.»
Hasan:
«Sus bire» dedi. «Sana demiyorum. Ana, Korkmaz mı?»-
Elif duymuyordu. Hasan dürttü:
154
ORTADİREK
«Korkmaz mı? Hışt, hışt ana! Korkmaz mı? Korkmaz mı diyorum sana, ana?»
Kız:
«Korkmaz, korkmaz,» diye karşılık veriyordu ona boyuna.
«Ana kele, sana diyorum, korkmaz mı?»
Sert dürtmüştü. Elif başın kaldırdı, apak, donuk gözlerle,
ne dediğini bilmeden:
«Korkmaz,» dedi, başını dizlerine koydu.
Hasan somurttu:
«Yah! Korkmazmış. Bir korkar ki. Ödü düşer»
Ummahan:
«Korkmaz işte,» diye üsteleyince, Hasan saçlarına yapıştı. Kavgaya başladılar.
Ana yeniden başını kaldırdı, ölgün bir sesle: «Ne istiyorsunuz batasıcâlar? Bizim derdimiz bize yetmiyor mu ki?» dedi, başını geri koydu.
Analarının bitkin sesi çocukları ürküttü. Orada, mahzun, kederli gözleri yerde durdular kaldılar.
Ali hem yürüyor, hem de boyuna kendi kendine söyleniyordu.
«Yarın değilse öbürsü gün, yarın değilse öbürüsü... Yarın değilse... pamuğa girerler. Bir de bereketliyse pamuk. Vay anam vay! Herkes bir etek parayla döner. Vay kara başım vay. Vay ocacığı batasıca kem talihim vay! Satılmazsın ki satalım, atılmazsın ki atalım. Bu gidişle, bir yolu üç kere yürürsen, varılır mı Çukura. El beni bekler mi? Girerler pa-i muğa. Girerler de bir toplarlar ki... Adil Efendi Müslümanım demez, evin kapısını söker de borcunun yerine alır götürür. Tarladaki yanık sabanı bile alır. Evdeki unu, çuvaldaki bulguru bile alır. Yarın değilse öbürsü... Muhtarda da insaf var mı ki? Salmayı bile birinciden atar. Düşman. Yarın değilse
öbürsü gün...»
Adımlarını, içinden boyuna söylediği, öbürsü gün temposuna uydurmuş, hızla gidiyordu. Aklına ikide bir, bir ağıt takılıyor, dilinin ucuna kadar geliyor, ama Ali koğuyordu onu. Ağlatıcı, kocaman adamı taşın üstüne oturtup hüngür hüngür
v i AJ-rj.rv.Cf
ağlatacak bir ağıt. Osmanın Ağıdı. Osman, Alinin halasının oğlu olurmuş. Uzun bir yolculuktan gelirken, Meryemçil belinde borana tutulmuş, boran içinde iki gün, iki gece yürümüş, sonra kesilip kalmış. Ölüsü karın altından tâ ilk baharda çıkmış. Mevsimin kış olmadığına seviniyordu. Bu ağıdı en güzel Sultanca Kan söylerdi. Söyler ağlardı. Tek başına kim yola çıkarsa, her zaman onun önüne geçmeğg, onu gönderme-meğe çalışırdı Sultanca Karı.
Üşüdü yavrum üşüdü Ne kötü yerin kaşıdı Kıyma kadir mevlam kıyma Dört kızımın bir çeşidi.
Kapıya bayrak dikmedin Sinsin ateşi yakmadın Yernik giden ergen oğlum Kınalı parmak sıkmadın.
îçten içten ağıt işliyordu. O ittikçe, bir korku gölgesi gibi, ağıt yüreğini bırakmıyordu. Ağıt bir suyun altından ağır ağir yüze çıkar gibi çıkıyordu. Sonunda türkü yüze çıktı. Ali yanık, belâlı, ağlatan türküyü yollara söyledi, söylerken gözleri doluyordu.
Bu ağıdı hiç bir zaman böyle dertli, böyle yakıcı söylemedim, diye düşündü. Yarın değilse öbür gün. Yarın değilse öbürsü gün, diye düşündü. Hiç bir çıkar yol bulamıyordu.
Yarın değilse... Köylü... Deli Bekir gözünün önüne geldi. Bu yıl pamukta olsaydım, yetişebilseydim, Delice Bekir Ağa Efendi, avradınla sana bir şapka dokurdum ki... Ayaklarını havadan indirmezdim, Alimallah.
Sonra böyle kötü şeyler düşündüğünden dolayı utandı. Allah görmez mi adamını? Allahım, tüm kusurlarımı bağışla sen. Güzel Allahım, aslan Allahım. Ama şu Deli Bekir de çok s. Ona boynuz takmazsak olur mu? Tüm köyün delikan-
156
lıları... Ha dedik, bir kerecik de biz. înad için. Avrat Osmanlı, hayır sahibi. Deli Bekirin gözünün önünde bile donunu indirir. İndirir de gelin yiğitlerim, der. Vallahi der. Şu Çukura erken bir gün de inersem, ahdim olsun aslan Allahım, sana bir kurban keserim. Bir koca horoz. Hemi de kırmızı. Tez günde ulaştır beni Çukura. Sen beni tez günde Çukura ulaştırır-san, ben de bu yıl Delice Bekir itinin karısına dokunmam. Madem ki bu işe* rızan yok, Allahım. Alâmetler öyle gösterdi. Ben de parmağından bile tutmam o avradın. Ha dedim ki inat için. Köylüye bunca zulüm edenin avradını... Madem istemezsin, ben de...
Koşuyor, yorulunca yürüyor, dinleniyor, yeniden koşmağa başlıyordu. Ziyaret cevizinin doruğu görününce, anamla ha şimdi karşılaşırım, ha biraz sonra karşılaşırım, diye yavaşladı.
Ziyaret cevizinin yanma ikindiyi az geçe geldi. Anasını orada, önünde ateş, kendisini bekler bulacağını sanıyordu. Bulamayınca şaşkına döndü. Korktu. Dudakları, kuş kanatları
gibi titriyordu.
Cevizin altında epey bir zaman düşünerek kaldı. Esen serin yel terini kurutunca kendine geldi. Anam geride, geldiğim yolda kalmıştır, dedi. Ben önünden geçerken de ses çıkarmamıştır. Ben de sağıma soluma bakmam ki! Anamın ne suçu var? Cümle suçlar bende. Ne olurdu, Koca Halili ata bindir-meseydim. Belki de at ölmezdi. Gözlerindeki acılığa dayanamadım. Gözleri çıksın koca dümbüğün. Elilen birlikte o da beni şu yüce, ıssız, ıpıssız dağın başında kodu da gitti. Suç bende. Suçun hepiciği, tümü bende. Anam bir tek lâf etmese de, ağzıma sıçsa da yerden göğe kadar hakkı var. Ama ben önünden geçerken, gördü beni. Madem ki konuşmuyor, haydi konuşmasın diyelim, bir öksürüverseydi. Öksürmez. Allah onun öksürüğünü ağzından alıverse de, ben de elinden kurtul-sam. Tövbe, tövbe Allahım, bin kere tövbe! Kimsenin ölümü • istenmez. Neden beni buralara kadar yordu? Sırtıma binmek istemiyor, varsın binmesin. Beni buralara kadar yofmak, süründürmek insanlığa sığar mı? Varsın binmesin. Sonra, bel-
ki buralardadır, şu çalıların içindedir. Belki uyumuş kalmıştır şuralarda. Belki yolda uyumuş kalmıştır, diye düşündü. Bağırmağa başladı. Var gücüyle bağırıyor, sesi dağdan dağa yankılanıyordu.
«Anaaaa! Anaaaa! Ana! Ana! Ana! Ses ver bana! Seni almağa geldim. Ses ver hatun anam. Ses ver güzel anam. Ses ver de bana, konuşma. Şu yanındaki ağaca, arkandaki kayaya, ayağıyın altındaki toprağa, çürümüş, dökülmüş yapraklara, dallara konuş. Tek konuş da, ses ver de. Ses ver, anam! El yarın değilse, öbürsü gün pamuğa girecek. Beni üzme, ana! Bir boktur yedim, atını öldürdüm. Tüm suç bende, güzel anam! Kusurumu bağışla. Allah huzurunda söylüyorum ki suç bende. Ses ver, ana! Anaaaa!...»
Epey zaman bağırdı. Durdu, dinledi, gene bağırdı. Hiç bir yerden bir çıtırtı çıkmadı.
«Burada olsa, bu kadar bağırmağa dayanamaz, ses verirdi,» dedi kendi kendine. «Gâvur değil ya. Onda da insan yüreği var.»
Anasının orada olmadığına iyice inandıktan sonra, gerisin geri geldiği yola düştü. Her on beş dakikada bir duruyor:
«Anaaaa, anaaaa!» diye gücünün yettiği kadar bağırıyordu. Sesi kırık, yaslı, yılgındı. Gittikçe boğazından çatal çatal çıkıyor, gevrekleşiyordu.
«Anaoooo! Anaooooo! Bir kere ses ver de, bir daha verme. Bana söyleme. Altındaki toprağa de ki, toprak de, güzel anam, ben buradayım toprak de.» ^
Gece yarıyı geçerken konak yerine geldi. Bir ağacm altında yanan ateşi gördü ilkönce. Yaklaşınca da karısının, başını dizlerine koymuş karartısı çarptı gözüne. Heyecanla uzaktan bağırdı:
«Anam geldi, öyle mi Elif?»
Elif uykulu başını kaldırdı, sesin geldiği yana döndürdü. Ali olduğunu anlayınca da hemen ayağa fırladı.
«Anam geldi, öyle mi Elif? Geldi değil mi?»
Elif karşılık veremedi. Ne diyeceğini bilemedi. Aliden yana koştu. Ali karısının elini tuttu, sevgiyle sıktı.
158
ORTADİREK
«Anam ne zaman geldi?»
Elif yutkunuyordu.
cNeden ses vermezsin? Anam gelmedi mi yoksa?»
Elif, bitkin bir sesle: «Yok. Gelmedi. Göremedin mi » Ali ateşin başına, ölü gibi yığılırken: «Yok,» dedi, «yok. Göremedim. Anam batsın. Anam Al-lahm gahrı gazabına uğrasın.»
Karşı karşıya oturdular. Uzun zaman sustular kaldılar. Sonra Ali başını kaldırdı, gözlerini karisinin yalımdan
kızarmış yüzüne dikti:
«Ne oldu şu anama? Bu gece vakti nerede kaldı dersin?» Elif karşılık vermedi. İçin için ağlıyordu.
Neden sonra:
«Şu çorbayı içsek de yeniden yola düşsek. Anamı arasak.
Bu gece o oluverir. Canavarlar parçalar»
Ali:
«Hiç canım istemiyor çorbayı, ama...»
Kadın tencereyi Alinin önüne doğru sürdü. Ekmeği de yanma getirdi. Eline de bir tahta kaşık verdi. Ali kaşığı tutacak halde değildi. Çorbayı ağzına götürürken, neredeyse elinden düşecekti kaşık.
Birkaç kaşık içtikten sonra, kaşığı yanma koyuverdi. Ağır, ellerini toprağa dayayarak, sızlayan bedenini yukarı kaldırdı.
İnler gibi:
«Haydi, kalk avrat. Haydi kalk yürü!» dedi.
Elif:
«Ya çocuklar uyanırlarsa?»
Ali:
«Sabaha kalmaz döneriz.»
Yeniden, Ziyaret cevizine doğru yola koyuldular.
Uzaktaki ormandan bir rüzgâr sesi, belli belirsiz bir uğultu geliyordu. Arada bir, bir yel dalgasında çam, köknar, per-yavşan, yarpuz kokusu geliyordu burunlarına. Çok uzaklarda, belki de ormanın arkasında bir çakal pavladı.
Ali yürüyordu ama, uykudaydı. Yol düzdü. Esikli kesikli olsa, Alinin yuvarlanması işten bile değildi. Yola çıktıklarından bu yana durup da biribirlerine bir çift söz bile etmemişlerdi. Elif bir adım önünden gidiyordu Alinin .
Ali, yarı uyur, yarı uyanık hayallıyordu. Şimdi, diyordu, bir yağmur yağmalı Çukurovaya, ortalık sel sele gitmeli. Bir zamandı, tâ çocukluk günlerindeydi. Uçsuz bucaksız, mora çalan bir deniz. Kumluk. Bir sabah güneş çıkmış, gelmiş o kumluğun üstüne oturmuştu. Deniz eritilmiş altına kesmişti. Bir altınca çalkalanmış, sonra güneş kalkıp gidince, deniz deniz olmuştu. Ak köpüklü. Deniz dedikleri de kocaman, bir hoş sudur. Dünyanın ötesi.
Şimdi bir yağmur yağmalı. O yılki gibi. Çardakları sel götürmüştü. Pamuk tarlasının orada, ilerisinde bir kavak ormanı vardı. Allahm bir hikmeti. Bir orman ki, şu Torosun çam, kamalak ormanından beter. Belki on misli. Karşısında durup dersin ki, şu Çukurovada üç şey var. Düz, esiksiz kesiksiz bir ova. Bu ucuna "yumurtayı koy, öteki ucundan seyret. Bir de mosmor kesiliveren, turuncu oluveren, türlü renge durmadan giriveren, nerede başlayıp, nerede bittiği belirsiz, ne olup, ne olmadığı bilinmez ulu deniz. Bir de bu kavak ormanı. Arkasından bir su akarmış derler. Ulu. Köyler, bentler, ormanlar, tarlalar, portakal bahçeleri varmış derler. Uçsuz bucaksız. İnsan öteye, denize kadar, arkaya Torosa kadar, kavak ormanı sanır dünyayı. Bütün bir dünya kavak ormanıdır, dersin. İçinde yılanlar, kaplumbağalar. İçinde sırtlanlar, uzun kuyruklu tilkiler, şeytan gözlü çakallar. Bilinmez, görünmez yaratıklar... Periler, cinler...
Bir yağmur yağmalı. Öyle bir yağmur, evleri, ağaçları, çardakları kökünden söküp götürmeli. O ulu suyun yüzü çerden çöpten gözükmemeli. Boz, bomboz toprak gibi akmalı. Su değil, çamur akmalı, doğrucası. At kuyruğu nasıl dökülür, sicimler nasıl gerilir yukardan aşağı, öyle bir yağmur yağmalı. Kavakları, toprağı, yeri yurduyla, kaplumbağası, tilkisi, kurdu, atı, ineği, cini perisiyle nasıl alıp götürmüştü su? Tâ denize kadar. Öyle bir yağmur yağmalı.
160 ORTADİREK
Denizin ötesinde bir hüyükteydik. Gün yeni ışımıştı daha. Biz çıpıldık su içinde, tüm pamuk ırgadı biribirimize sokulmuş, sabaha kadar orada titremiş durmuştuk. Yağmur azıcık olsun, bir göz açıp kapayıncaya kadar olsun dinmemişti.
Tan yerleri ışıyıp, gün doğanda ne görelim? Öteden, ovanın üstünde bir kavak ormanı, dimdik, bir tek ağacı bile eğilmeden, düşmeden, olduğu gibi denize doğru akıp gelir.
Irgatlar donmuş. Yağmur hışım gibi durmadan iniyor. Herkes kendisinden umudunu kesmiş. Titre ha titre. Yağmur dinmezse hüyükte kalıp donmaktan başka çare yok. Hüyük-ten inip bir köye sığınmak da var. Ama bir köye ulaşmanın mümkünü yok. Köylerle hüyük arasını seller basmış.
Yağmur perde perde güneşle aramızı, denizle aramızı kesiyor. Böyle yağmur düşman başına. Ama şimdi öyle bir yağmur yağmalı.
Baktık, kavak ormanı aktı geldi, denizin kıyısına yanaştı. Kim ne derse desin, Koca Halil akıllı adam. «Bakın uşaklar,» dedi, «bu Allahm büyük bir hikmeti. İnsanlara gösterdiği büyük bir mucizat. Bakın uşaklar...»
Ötedeki kayalıktan bir puhu üç kere öttü. Onun arkasından da bir Yusufçuk birkaç kere «Yusufcuuuuk!» çekti.
«Alîahın hikmeti demezlerse buna, bu yağmura, hiç bir şeye demezler. Bakın hele, bakın şuna, Cmgıloğlunun bir dünya kadar kavak ormanını toprağıyla kökünden sökmüş. Kökünü değil, tümden toprağıyla birlikte sökmüş, alıp getirir.» Köylüler, tan yerleri ışır, yağmur altındaki sellere ışık vururken tüm Çukurova su altında ışıldarken, canlarını unutup gözlerini yürüyüp gelen kavak ormanına diktiler. Kavak ormanı yürüdü yürüdü, denizin kıyısına geldi. Hüyüktekiler, içlerinden, burada, şu denizin kıyısında, şu orman durur inşallah, dediler. Her bir kavak nazlı kızlar gibi salınır, gün ; ışırken, doludizgin boşanmış yağmur altında.
Gözlerini deniz kıyısına diktiler. Bir an orman deniz kıyısında durur gibi oldu. Sonra birden, en öndeki ağaçlar, denizin içine devriliverdiler. Sonra onların arkasından başka bir sıra geldi devrildi. Sonra gelenler perde perde devrildiler-
Durmadan, öteden, uzaklardan, dimdik ağaçlarıyla kavak ormanı aktı geldi, devrildi. Aktı geldi, perde perde devrildi. Gece karanlığına kadar devrildi. Yağmur dinmedi.
Aklında, gönlünde bir kavak ormanı, telli, durmadan akar, gelir denizin kıyısına, bir an durur, sonra hooop devrilir. Yağmur bir hafta sürdü. Orman aktı geldi, bir hafta durmadan denize devrildi. Köylüler gelip, bizi hüyükten kurtar-masalardı, çoluk çocuk hepimiz kıkırdayacaktık.
Ayağına bir taş takıldı. Uykulu, bitkin Ali, az daha kendini toplamasaydı yüzü koyun yere kapaklanacaktı.
Elif hemen vardı, kolundan tuttu. Daha epeyce sessiz yürüdüler.
Sonunda Ali karısına tatlı, okşar, kadife gibi yumuşak bir sesle:
«Avrat,» dedi, «o yağmur aklına geliyor mu? Hani, kavak ormanı sel gibi denize aktıydı. O yıl sizin köy Çukurdaydı, değil mi?» Elif:
«Aman herif, Allah göstermesin o günleri bir daha. Bizim köy üç gün yağmur altında döndü durduydu da, bir köye ula-şamadıydı. Her yer karanlık bir geceydi.» Ali:
«Şimdi, bu gece, ya da yarın, bir yağmur yağmalı Çukura. O yağmurdan daha beter bir yağmur yağmalı. Tüm ağaçları kökünden sökmeli. Yağmur bir hafta sürmeli. Bir hafta, on gün de ırgatlar tarlaya giremez. O zamana kadar da biz ulaşırız onlara... Benim şimdiki gibi aklımda, yağmurdan bir hafta sonra tarlalara vardık ki ne görelim, tüm pamuklar dökülmüş, toprağa karışmış, çiftlik sahibi tarlaya baktı baktı da göz yaşlarını tutamadı, o kadar ırgadm karşısında, çoluk çocuğun içinde, «hey koca AUahım, bana edeceğin bu muydu? Buysa senin hiç adaletin yok», diye hüngür hüngür, çocuklar gibi burnunu çeke çeke ağladıydı. Biz de tarlaya girdik, toprağa çamura karışmış pamuğu topladıydık. Topraklı pamuk a§ır çeker. O yıl, her yılkinin iki misli para kazandıydık. Şim-
F. 11
162
di, Elif, şu koskoca Çukurun üstünü bir bulut Örtmeli. Kapkara, yağlıymış gibi parlayan bir bulut. Bir yel esmeli ki, bir şimşek çakmalı, gökyüzü kütür kütür etmeli. Ondan sonra ulaşmalıyız. Adil Efendiye o zaman borcumuzu da veririz, bir etek de para yanımızda kalır»
Elif:
«Bizde de öyle olduydu. Pamuk kurşun gibi ağır çekiyordu. Çiftlik sahibi topladığımızın yarısını ancak verdiydi. Gene de her yılkinden iki misli kazandıydık. Aman, Allah etmesin, herif. Öyle bir yağmuru Allah bir daha kul olana göstermesin. Çukura inen köylülerin, ırgatların yarıdan çoğu has-talandıydı. Hastalananlar iflah olmadılar. Kışın köyde birer ikişer, birer ikişer ölü ölüverdiler»
Ali:
«Bizde de,» dedi. «Bizde de öyle olduydu. Amma şimdi, yarın sabah bir bulut örtmeli Çukurun üstünü. Buz gibi bir yel esmeli. Esmeli de tozu dumana katmalı. O yağmurun iki misli, üç misli, bir yağmur yağmalı. Sicim gibi inmeli, hışım gibi inmeli. Gökyüzü öyle bir.»
Elif korktu, kocasının bu zalimliğinden ürktü: «Aman herif,» dedi, korkulu bir sesle, «aman herif, ağzından yel alsın. Yazık değil mi elâlemin çocuklarına? Etme Ali. Yağmuru batsın. Gene yetişir, gene toplarız, Allah ne rızk verdiyse. Kısmetimiz ne kadarsa...»
Ali:
«Gökyüzü gürlemeli. Gök gürlemesinden bir koyunların, bir de kaplanların ödü kopar derler. Kaplanların ödünü koparacak bir gürleme. Davul gibi, bin tane, iki bin, on bin davulu bir arada çalar gibi gürlemeli.»
i Elifin korktuğunu biliyor, kendi de korkuyor. İstemiyor-
du ama, söylemekten de öyle bir tad alıyordu ki şehvet gibi. Yorgun bedeni sarsılıyordu.
i «Öyle bir yağmur olmalı ki, hani Çukurda iki su var, Sey-
| hanla Ceyhan derler adına, onlar gibi yüz bin taee suyu gökyüzüne çıkartmalı da, oradan, hep birden tarlalara boşaltmalı-
Öylesine yağmalı yağmur, Nuh Efendimizin tufan seli gibi taşmah ortalık»
Elif:
«Aman herif, etme, kurbanın olayım. Sabi çocuklara hiç yüreğin yanmaz mı? Bizim de çocuklarımız var.»
Ali hınçla:
«Yanmaz,» diye gürledi. «Bana ne! Elin çocuğundan bana ne! Ben bu yıl yağmur yağmazsa, pamuk tarlası yüzü göre-mem. Görsem de, bir hafta görürüm. O da borcumun beşte birini ödemez. İlle yağmur olmalı. Tufan gibi.»
Elif:
«Çok çalışırız. Bir hafta bile olsa, elin iki misli çalışın-
ca.
Ali:
«Baksana,» dedi, «şu batasıca Meryemceye. Ölmedi de kur-tulamadım elinden. Kimbilir nereye gitti? Bu böyle olursa, el pamuğu bitirir, biz yollarda daha uğraş babam uğraş. Başka çaremiz yok. Bir yağmur yağmalı ki... Hey babam heeey! Ah yağmur! Hey, güzel Allahım, sen iyi bir yağmur ver, sana bir kurban keseceğim. Tellice, bir kırmızı horoz. Yağlı. Hey güzel Allahım, bir yağmur! Göğün dibi delinmiş gibi olsun.»
Elif, neredeyse ağlayacaktı. Ama biliyordu ki, Ali bunu yürekten değil de kahrından söylüyor.
Ali de hiç durmuyordu: «Kavaklı yağmur gibi» diyordu. «Hey koca Allahım» Elif kurtulmak için:
«Belki şu yolun kıyısına, bir yere düşmüştür de anam, sesi çıkmaz olmuştur fıkaranm. Kulak verelim de, sesini duyarız belki. Ana, ana! diye de seslenelim.» Ali, sesinin çıktığı kadar, yırtmırcasma: «Anaoooo! Anaooooo!» diye bağırdı. «Olmaz olsun, ne duy-duyduğu var, ne bir şey. Nereye gitti ola şu anam da? Başına bir hal mi geldi ki?» Elifi kolundan tuttu:
«Onu sağlam bulursam, bilirsem ki bu gece bana bir oyun oynadı, anam avradım olsun, onun burnundan bunu fitil fi-
164
ORTADIREK
!
til getiririm. Ne ana derim, ne baba. Fitil fitil. Fitil de fitil.»
Elif hiç bir söz söylemedi. îlk olarak Aliden anasına karşı böyle bir söz duyuyordu. Şaşırmış kalmıştı.
«Gece gündüz, atımı öldürdü diye ye beni, bitir beni, didik didik et beni, parça parça et beni! Bir söz söylesem, gece gündüz yalvarsam, sözüme karşılık verme, bitir beni. İt gibi şu yolu senin yüzünden on kere yürüyüm, tabanlarımın altı yara olsun...»
Ali öfkesinden soluyordu.
Elif:
«Etme Ali, etme! Anandır. Boyunca günaha girersin sonra. Allah indinde cünhalı düşersin. Cehennemin kızgın tohtu boynuna geçer. Ana hakkı. Südünü sana haram eder de bedduasını alırsan, çocuklarımız da iflah olmaz»
Ali:
«Olmasın olmasın! Hiç olmasın! îflâh olmasın. Ben de cehennemin ortasına düşeyim de cayır da cayır yanayım. Aldım, kabul ettim cehennemi. Eğer o bana bu gece bir oyun ettiyse, ben de, şu Torosun başında, kurdun kuşun, sırtlanın canavarın ortasında onu koyup da gitmezsem anam avradım olsun. Allah huzuruna çırılçıplak cehennemlik çıkayım. İki zebaninin ortasında. Gâvur gibi de cennet yüzü görmeyim. Hiç de dirilmeyim. Duydun mu dediklerimi? Ana dedikse analığını bilsin.»
Elif:
Dostları ilə paylaş: |