Yaşar Kemal



Yüklə 3,3 Mb.
səhifə16/23
tarix04.11.2017
ölçüsü3,3 Mb.
#30623
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   23
kuluymuş gibi. Bütün çocuklar. Hem de Mustanı döverdi, küçümserdi: İşte
Mustan da dağa çıkmıştı, Halil de... Mustanın adını kimse anmıyor, Halili kimse
dilinden düşürmüyordu. Çök Mustan tetiğe.
 
 Mustan gidiyor geliyor, deli poyrazın içinde dört dönüyor. Elini çabuk tut
Mustan, bu gece bu işi yapamazsan bir daha hiç. Bir daha hiç.
Halili öldürürsen, bütün oba, dünya sana lanet etmez mi? Ceren kız, öteki
obalar, bu dünyayı sana dar etmezler mi? Halil ölsün, başka bir şey istemez.
Yeter ki Halil ölsün.
 
 Çök Mustan tetiğe.
 
 Bir sabah uzun bir minareden sabah ezanı geliyordu. Çukurovada,
Çukurköprüde, Sumbas suyunda... Halil al bir atın üstünde, elinde mavzeri.
Mustan yayan yürüyor, it gibi, Halil atlı. Halil onunla hiç konuşmuyor. Derviş
Beyin evine varıyorlar, onu uyandırıyorlar. Gür sesli Halil: Uyan Bey, diyor,
vaktin geldi. Yiğit, gözü pek. Akmaşat bizim kışlağımız. Ver bize
kışlağımızı, senin ne hakkın var? Derviş Bey, gözleri korkudan yuvalarından
fırlamış: Canıma kıyma Halil, diyor. Soylular, senin gibi soylular cana
kıymaz. Bir Akmaşat için. Bilmiyordum Akmaşatın sizin kışlağınız olduğunu.
Varsın sizin olsun. Öldürme beni. Çoluk çocuğum var. Yarın sabah göçü çekin,
yerleşin Akmaşata.
 
 Göçü Akmaşata çekiyorlar. Göç gümbür gümbür konuyor Akmaşata. Halil
üstüne türküler söylüyorlar Çukurovalılar. Bizimkiler türkü söylemeyi
bilmezler. Onların da türkü gibi yüzü gülüyor. Kimse Mustanın yüzüne
bakmıyor. Halilin yanında ha var, ha yok. Çök Mustan tetiğe: Bas! Bas gitsin...
Halil'in kanı yere gölleniyor. Uzun bir çukur. Çukurda Halilin upuzun ölüsü. Dal
gibi. Ölü gibi değil. Tepeden, insanı karşısında yok eden, güvenli, ölü gibi değil,
alay eden. Sürmeli gözleri kapalı, ölü gibi değil, Çukurda yatıyor. Murt çalıları
üstüne... Ağır kokulu. Onun üstüne taş toprak. Halil toprağın altında. Halil
gülümsüyor. Al kanı toprağın altından fışkırıyor. Mezarının üstünde binlerce
arı... Altın arılar. Kanatları vızıltılı. Parlak, ışılayan, titreyen, titreyen ışıklar.
Çelik yeşili. Çelik ışıltısı sarı...
 
 Haydar Usta, Demirciler Ocağı piri... Kimsenin önünde, dedelerin, ermişlerin
önünde niyaza varmaz, ama Halilin önünde yerlere kapanır, kimdir, nedir bu
Halil? Çök Mustan tetiğe. Bas gitsin!
 
 Elleri titremiyor. Yüreği bir kuş gibi kafesinde çırpınmıyor. Açık seçik
düşünüyor. Halil sağ oldukça herkes ölü. Ben de, sen de ölüyüz. Çök Mustan
tetiğe.
 
 Poyraz üşütüyor. Gün ışıdı ışıyacak. Namlu Halilin alnında. Halil Cereni
kucaklamış, bir yandan bir yana dönüyor. Halil bütün kızları, en güzellerini
kucaklamış. Bütün kızlar, Yörük kızları, Çukurovalı kızlar, şehir kızları Halil
nereye gitse durur bakarlar, sevdalı... Hayran kalırlar, gözlerinden aşk akar.
Ağlarlar.
 
  Mustan, Mustan, Mustan...
 
 Mustan gitti Resulu uyandırdı, usuldan:
 
 Gel hele kardaş, dedi. Benim gücüm yetmedi Halili öldürmeye. Gel hele
şuraya.
 
 Resul uyuyan Halilin yanından usulca sıyrıldı, Mustanın arkasına düştü,
pınarın başına geldiler.
 
 Yüzünü yuda uykun açılsın. Resul yüzünü yıkadı.
 
 Neredeyse gün ışıdı ışıyacak. Çok dövüştüm kendimle, Halili öldüremedim.
 
 Uyumuyordum, gördüm, dedi Resul. Gittin geldin, gittin geldin.
 
 Öyle, dedi Mustan. Elim varmadı. Hani ya, eski arkadaş. Amma velakin, o
yaşadıkça ben ölüyorum. Amma Halil senin kimsen olmaz. Bilmez tanımazsın.
Sen de bundan böyle benim öz bir kardeşimsin, al şu tüfeği, çök tetiğe. Benim
gücüm yetmedi. O yaşadıkça ben ölüyüm. Herkes de ölü. Sen de ölüsün. O
yaşadıkça bütün gençler ölü. Bir o dolduruyor yeryüzünü. Bütün dünya ölü.
 
 Resul onun Halili niçin bu kadar öldürmek istediğini bir türlü anlayamamıştı. O
anlatmış anlatmış, Resul bir türlü anlayamamıştı. Ver şu tüfeği de öldürelim,
dedi, soğukkanlı, şu kuşu, karıncayı, arıyı, sineği öldürelim dercesine.
Tüfeği aldı. Mustan da onun kepeneğini aldı, kovuğun yanına uzanıp kepeneğe
sarındı, yüreği kulağında, gözleri kapalı bekledi. Resul birden içinde acı,
bilmediği, bütün bedenini, yüreğini titreten bir duyguyla sarsıldı. Ne oluyordu?
Ona hiç böyle bir şey olmamıştı. Elleri yandı, elindeki tüfeğin kundağı yandı.
Deli gibi orada birkaç kere fır döndü. Tetiğe çöktü. Mustan bağırarak kendini
yerden yere attı. Kıvrandı, çalıları, kayaları çırmaladı. Resul iki el daha ateş etti
Mustana. Halil, şaşkın uyandı, tüfeğine sarıldı. Resul bir kayanın ardına kendini
attı ...
 
 Dur Halil, diye bağırdı. Beni öldürme. Mustanı ben vurdum. Mustan
kendisini oradan oraya atıyor, ellerini, toprağı ısırıyordu. Halil onun üstüne
kapanmış:
 
 Kardaş, kardaş, Mustan, nasıl kıydılar sana! diye onu kucaklıyordu.
Mustan inliyor, bağırıyor, kan içinde kalmış, toprağı, kayaları, çalıları, ellerini
dişliyor çırpınıyordu.
 
 Senin öcünü, öcünü alacağım. Senin öcünü kimsede bırakmam, kardaşım
Mustan.
 
 Gün ışırken Mustan üç kere, kopacakmış gibi gerindi, dişleri dişlerine geçmiş,
bir harman yeri kadar toprak kana bulanmış, deşilmiş çırmalanmış. Kaskatı
kesildi kaldı.
 
 Öteki yeni gelmiş adamlar, durmuşlar, uzaktan ölü Mustanı, kanlanmış
kayaları, kan göllenmiş toprağı, Mustanın eti sıyrılıp lime lime olmuş, ak
kemikleri dışarı fırlamış ellerini seyreyliyorlardı.
 
 Halil ölünün yanında oturmuş kalmış, kanlı sağ elini toprağa dayamış,
susuyordu. Gözlerini de Mustanın ölüsüne dikmişti. Gözlerini kaldırdı,
karşısında Resulu gördü. Şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi. Sonra birden ayağa
fırladı, tüfeğini kaptı.
 
 Resul hiçbir şey olmamış gibi, dudaklarının kıyısındaki kıvrımda belli belirsiz
bir gülümseme, soğukkanlı:
 
 Dur Halil, dedi.
 
 Sesi öyleydi ki, öylesine bir güven taşıyordu ki Halil olduğu yerde durmak
zorunda kaldı. Şaşkınlığı daha da artmış orada kalakaldı. Dur kardaş, Halil.
  
 Döküle döküle Sarıçama geldiler. Sarıçamın ot bitmez kepirliğine kondular.
Süleyman Kahya ala, şafakta şöyle bir durup kurulmakta olan çadırlara baktı.
Yorgun, bitkindi herkes ortalıkta çıt yoktu. Çakılan çadır kazıklarının boğuk küt
kütü ala şafağı dolduruyordu. Ne bir çocuk ağlıyor, ne köpek ürüyordu. Sevinçli
bir gülüş bu obadan başını almış çoktan çekmiş gitmişti: Gün ışıdı. Yırtık,
yarım, solmuş, kirlenip çamurlanmış, eğri büğrü dikilmiş çadırlara Süleyman
Kahya bakamadı. İçi götürmedi. Bir de bu çadırlar gözüne az gözüktü. Yanında
Koca Tanış vardı. Küçük, yaşlı, kirpiksiz gözlerini durmadan doğan güne karşı
kirpiştiriyordu. Islak, buruş buruş olmuş çadırlar gittikçe kızdıran gün altında
buğulanıyor, kuruyordu. Keçeleri, kilimleri, yatakları çadırların önüne
sermişlerdi. Süt çoktan sağılmış, çadırların önünde kara kazanlarda kaynıyor,
ortalık ılgıt ılgıt süt kokuyordu. Her şey ekşimiş bir ıslak, bir ter kokuyordu. Her
üç dört çadırın önüne saclar kurulmuş, kadınlar hamur yoğuruyorlar, yufka
açıyorlar, küçücük saclarda pişiriyorlardı çabuk çabuk. Öğleye doğru uzaktaki
su sızağında çamaşıra gittiler. Çırılçıplak çocuklar sıcakta sevinçsiz, gülmez,
başıboş, oyunsuz dolaşıyorlardı. Tokaç sesleri ta uzaklardan duyuluyordu. Bir
tek kadın, o da Ceren, çadırdan burnunu dışarı bile çıkarmamış, süzgün, yaşlı,
ölü, yeni kurulmuş çadırın köşesine, eğmesinin dibine yumulmuş, orada
kalakalmıştı. Süleyman Kahya yanındaki Koca Tanışa çadırlarda bir eksiklik.
olup olmadığını sordu. Altmış çadır yolda döküle döküle kırk dokuza inmişti.
Sakarcalı Ali evini barkını almış, Dumluda, kime kimseye bir şey söylemeden,
obadan ayrılıp gitmişti. Koca Ali Anavarzada kaldı. Kepenekli Mustafa,
Ayıdöven Hıdır, Azapoğlu Hacı, Kürdoğlu Durmuş Anavarza yörelerinde Lek
Kürtlerinde kaldılar... Salman, Hemite köprüsünü geçtikten sonra çoluk çocuk
ağlaşarak, yollarını çevirip Bahçe üstüne gittiler. Bütün bu olanları Süleyman
Kahyaya söylemeye kimsenin dili varmıyor, gücü yetmiyordu.
 
 İşte böyle böyle, dedi, derinden içini çekerek Süleyman Kahya. İşte böyle
böyle, azala azala küçüldük Koca Tanış. İki bin çadırdık, bin kaldık. Bin
çadırdık beş yüz, beş yüz çadırdık, yüz, yüz çadırdık altmış. İşte şimdi de... İşte
böyle böyle tükeneceğiz. Gidenlerden birisi geri gelmedi. Nereye gittiler, ne
oldular? Hiç kimseden bir ses soluk çıkmadı bir daha.
 
 Çıkmadı, dedi Koca Tanış.
 
 Böyle böyle, bir gün kimse kalmayacak. Kalmayacak, dedi Koca Tanış.
 
 Gün gibi ortada.
 
 Koca eli, obayı, koca Türkmeni, Yörüğü, Aydınlıyı, Horzumluyu, ulu şanlı
günleri böyle rezil gömmek de, ardında bir ağıt yakmadan, ölümüne bir destan
düzemeden, mezarında sazlar çalamadan, it ölüsü gibi gömmek de bize kaldı.
 
 Bizde, bizim elimizde can veriyor Koca Türkmen, dedi Koca Tanış.
 
 Ne kara günlere doğurmuş bizi anamız. Doğurmaz olasılar. Bir ağıt gibi
konuşuyorlardı.
 
 Türkmenin anlı şanlı günlerinde türküler, ağıtlar, destanlar vardı. Toylar,
düğünler, gelenekler vardı. Ulu semahlar, mengiler vardı. Üç gün üç gece süren
cemler vardı. Aşıklar, kavalcılar, destancılar vardı. Her evde masal söyleyen,
ağıt yakan bir yaşlı Türkmen anası vardı. Kilim, halı dokuyanlar, keçe dövenler,
kılıç yapanlar, pirler, ocaklar vardı. Kök boya yapanlar, gümüş, eyer, palan
yapanlar... Ünü İrandan Turana, ünü Umurdan Şama ulaşmış ustalar vardı.
Beyler vardı ki, ulu şanlı kartallara benzer. Bir ovaya inince velilerin, paşaların
karşı çıktığını...
 
 Azala azala, tükene tükene gelmiş bitivermişti her şey. Söz daha önce bitmişti:
Türkü, oyun, destan, ağıt, Nastettin Hoca, Koca Yunus, semah, cem daha önce
bitmişti. Kırk yıldır can çekişiyordu tekmil Türkmen mağrıptan maşrıka kadar.
Her şey daha önce bitmişti.
 
 Neye inat ediyoruz? diye sordu Süleyman Kahya. Bir ölü var kokmuş, yüz
yıllık bir ölü, biz ille de bu kokmuş ölüyü gömmeyeceğiz, diyoruz.
 
 Koca Tanış:
 
 Ölüyü çoktan gömmeye gömerdik ama Süleyman Kahya, ölüyü gömecek bir
mezarlık toprak bulamıyoruz da kırk yıldır sırtımızda taşıyoruz bu ölüyü, dedi.
 
 Kırk yıldır, dedi Süleyman Kahya.
 
 İçine bir acı çökmüştü. Acıyla birlikte dayanılmaz bir korkudan da içi
titriyordu: Sarıçam dedikleri hiç tekin bir yer değildi. Buraların adamı sertti,
açgözlüylü, yabanıldı. Hangi Türkmen obası buraya konmuşsa başına onulmaz
belalar almıştı. Gün kuşluk, daha görünürlerde kimsecikler yoktu ya... Yoktu
ya...
 
 Süleyman Kahyayla Koca Tanış çadırların arasında dolaşıyorlar, gördükleri
Yörüklerle şakalaşıyorlardı. Sürü aşağıdaki kırlıkta üst üste binmiş, sözüm ona
yayılıyordu. Süleyman Kahya böyle üst üste binip ovada kalmış sürüyü,
kepenekli çobanları görünce yüreğinde bir ağırlık, içinde hiçbir zaman yuyup
arıtamayacağı bir kir duyardı. Payas altından ta buraya kadar bu sürüye
Çukurovalıların yeşil, göcek olmuş ekinlerini yaydırmışlardı. Öçle, öfkeyle,
Payas altından buraya kadar bu sürü bir yangın gibi, bir talan ordusu gibi
ekinleri yiyerek, yok ederek gelmişti.
 
 Koca,Tanış, dedi inledi Kahya, şu bizim yaptığımız da iş mi? Geçtiğimiz
yerleri, tarlaları yangın yerine çeviriyoruz. Çukurovalı bize düşman olmasın da
ne yapsın. Fakir fıkaranın, düşkünün, yetimin hakkını koyun sürülerimize
yediriyoruz. Çukurovalı ne yapsın? Bizi, ekin hırsızlarını başlarına taç mı
etsinler?
 
 Koca Tanış:
 
 Süleyman Kahya. Süleyman Kahya, dedi. Koyunların yayıldığı, girdiği
ekinler iki üç misli gür biter. Koyun kutsal bir yaratıktır. Ta Adem babamızdan
bu yana. Çukurovalı bunu bilmiyor. Üstelik de Allahın göğ ekinini bize
satıyorlar.
 
 Biz hırsızlıyoruz.
 
 Koca Tanış kızdı:
 
 Onlar da bize ayağımızı basacak bir toprak parçası bıraksınlar. Biz
Çukurovaya bin yıldır inip çıkıyoruz. Bizim hiç mi hakkımız yok bu
Çukurovada?
 
 Hiç hakkımız yok, hiç kimsemiz yok.
 
 Bu sulara biz ad verdik, bu dağlara, bu yerlere... Çukurovanın her taşı, toprağı,
kayası bir Yörük obasının adını taşır. Şu Çukurova bizim değil miydi? Nerden
sahip oldular, ne için, nasıl sahip oldular kışlaklarımıza, ne zaman, nereden
geldiler? Kimden istediler, kimden aldılar, ne kadar para döktüler, ne kadar
koyun verdiler de sahip çıktılar kışlaklarımıza? Biz Çukurovada var iken bunlar
nerdeydiler? Süleyman Kahya güldü:
 
 Bizimleydiler. Oğlumuz, kızımız, elimiz obamızdı bunlar. Tükene tükene
nereye gittik, ne olduk, dersin? Onlar biziz. Biz bize zulmediyoruz Çukurovada.
Kınını kesen kılıcın kendisidir. Kınını kesen, aramızdan tezikip gidenlerdir. Beş
yıl sonra, beş yıla kalırsak, varırsak köyünün yakınına Sakarcalı Alinin, elinde
sopası ilk kovalayan bizi o, olacak. Bize ilk vuran o, o olacak.'
 
 Süleyman Kahya birden vurulmuş gibi, öfkeli, heybetle ortada durdu: Gözlerini
yıkılmış, kurulmamış, telekleri yolunmuş, tüyleri karmakarış olmuş, başı bir
yanda, baş mı olduğu belli olmayan, ayakları, kanatları bir yanda, belli olmayan,
bir kartal ölüsüne benzer çadıra dikti.
 
 Çabuk kurun Halilin çadırını, diye bağırdı. Çabuk kurun Beylik çadırını.
Çabuk çabuk... Bu çadırı böyle benim gözüm görmesin. Ben daha ölmedim.
Bağırıyor, ileniyor, çadırların arasında bitmiş, son bir kutsal öfke gibi dolanıyor,
fır dönüyordu.
 
 Delikanlılar hemen koştular, çadırı kurmaya başladılar.
 
 Ben daha ölmedim, ölmedim, ölmedim! Ben ölürsem Beylik çadırını
kurmayın, tuğu, davulu, damgamızı taşıyan bayrağı da, benim ölümü de suya, ya
da köpeklerin önüne atın. Köpeklerin, köpeklerin, köpeklerin önüne...
 
 Birden bir çadırın içinde, bir mağara ağzı gibi karanlığında Cerenin başını
gördü. Baş bir an düşte gibi bir göründü, sonra yitti. Süleyman Kahya daha çok
köpürdü:
 
 Ben sağken bu Cerene de, Cerene de dokunmayacaksınız. Bir karış toprak için
bu oba bu kadar alçalamaz, alçalamaz. Ceren bir obanın en güzel kızı. Son
güzelliğimiz, gönülsüz kimseye verilemez. Bırakın kızın yakasını, bırakın. Ben
sağ iken Cerene, Cerene, Cerene, Cerene kimse dokunamaz. O oğlan da, o
Oktay da bir daha bu obaya adımını atarsa yüzsüz, alçak, onursuz, karı, adımını
atarsa bu yaşımda, kendi elimlen öldürürüm onu. Herkes Cerenle konuşacak.
Herkes... Emrediyorum.
 
 Bunca yaş yaşamış, bunca yıldır Karaçullu obasına kahyalık etmiş Süleyman
Kahya şimdiye kadar bir kere olsun emrediyorum sözcüğünü ağzına almamıştı.
Ceren giyinip kuşanacak, hemen, bugün, şimdi obanın ortasına bir gün gibi
doğacak.
 
 Ceren ölüp giden eski Yörüğün, son çakan en güzel ışığıydı. Sönerken,
biterken Ceren gibi bir ışıkla birlikte sönmek, ölürken böyle bir güzellikle
bitmek...
 
 Yorulmuştu. Bacakları titriyordu. Neredeyse yere düşecek, boylu boyunca bu
kadar kişinin önünde kara toprağa serilecekti. Eğer bu iş olsaydı, Süleyman
Kahya böyle bir rezaletten sonra topraktan bir daha doğrulamazdı.
 
 Herkes Süleyman Kahyanın bu öfkesine şaştı. Kırk yıldır onu böyle
görmemişlerdi. Süleyman Kahya kendisini çadırına zor attı. Yüzü sararmış,
boncuk boncuk terlemiş, körük gibi soluyordu.
 
 Koca Tanış onun yanında:
 
 Dur hele Süleyman, dur hele kardaş, dur hele hay yiğen, diyordu. Dur hele,
dur hele...'
 
 Ölümü, ölümü, ölümü istiyorum. Derin bir soluk aldı, yeşil, koyu, aydınlık
gözleri kocaman kocaman açıldı: Kadir mevlam nasip eyle ölümü, ölümü,
dedi. Bundan sonra yaşamışım ki neye yarar. Onuru, insanlığı elinden alınmış,
çürük bir ören gibi her gün duvarından bir taş düşen, bir çadır eksilen... Her gün,
her gün tükenen. İnsanlığı da, onuru da, mertliği, yiğitliği de beraber tükenen...
 
 Gözlerini kapadı. Koca Tanış bir çocuk ölüsüne bakar gibi ona bakıyordu.
Koca Tanış onun başında ne kadar bekledi, belli değil... Süleyman Kahyanın
yaşlı bir adamın derin uykusuna daldığını, derin derin soluk aldığını gördü.
Usulca yanından çadırın dışına kaydı.
 
 Çadırın kapısında, Ceren de içinde, oba bir soluk kesilmiş bekliyordu.
 
 Uyudu, dedi Koca Tanış. Böyle büyük öfkeden sonra yaşlılar hep uyurlar.
Ya da ölürler. Süleyman içerde uyuyor. Gürültü etmeyin. Güldü. Ben de
uyumaya gidiyorum.
 
 Obayı çoktan beri ulaşamadıkları, tadamadıkları taze, yeni bir hoş bir sevinç
sardı. Ta eski günlerden kalan. Eski günler, Yörüğün Yörük olduğu günlerden
bir gün gelmiş gibi oldu ortalık.
 
 Biraz sonra Ceren giyinmiş kuşanmış; ortaya çıktı. Herkesle konuştu. Herkes
onunla konuştu. Bütün oba gülüyor, eğleniyor, şakalaşıyorlardı. Koyunlar
kesildi, yemekler pişirildi, sıcak yufka, sofralar kuruldu. Çoktan beri yemek mi,
dert mi yediklerini bilemeyenler, boğazlarından lokmalar aşamayıp dizili
kalanlar, iştahla yemek yediler, eski günlerdeki gibi.
 
 Süleyman Kahya uyuyordu. Onu uyandırmamak için obadan çıt çıkmıyor, ağır
ölçülü, birikmiş bir sevinç toprağın altından akan duru bir sır gibi obanın
yüreğinden akıyordu.
 
 Birden sevince büyük bir sevinç daha eklendi. Avcılarbaşı Kamil:
 
 Duydum, diyordu. Bir köylü söyledi bana... Haydar Usta kılıcı ünü büyük
Ramazanoğluna götürmüş. Ramazanoğlu kılıcı görünce, bir bakmış, bir, bir daha
bakmış. Sabahtan akşama kadar bakmış. Hayran kalmış. Şu yıkılası dünyada
demiş, böyle güzel kılıç yapanlar da kalmış mı, demiş, dize gelip Haydar
Ustanın önünde niyaza durmuş. Eeey, Demirciler Ocağı piri Haydar Usta,
ellerin, oban, aşiretin dert görmesin, demiş. Beni düşünüp de bu kılıcı İsmet
Paşaya götürmeyip de bana getirdiğinden dolayı sağ ol, demiş. Sağ ol, var ol,
sağ al, var ol, demiş. İşte böyle demiş. Bu kılıç benim Ramazanlı Beyliğimi
değil, koca Osmanlı ülkesini değer, demiş. Var git, sana Yüreğir toprağında,
Aladenizin kıyısında, suyu bol, ekini gür, otu çok bir kışlak verdim. Var git
obanı al götür oraya, beğendiğin yere kon. Büyük toyluk eylemiş. Haydar
Ustaya koyunlar kuzular, bir de iri bir dana kesmiş. Baklavalar döktürmüş,
davullar çaldırmış. Haydar Ustaya demiş ki bir hafta benim konuğumsun,
Demirciler Ocağı piri evime gelirse, evimin, ulu konağımın beti bereketi artar.
Uğuru artar. Bir hafta kal ki ulu konağımda üstümüze ışık yağsın, demiş.
Oba dinliyor, oba söylüyor, oba bir ağız olmuş konuşuyordu. Akşama kadar
türlü türlü rivayetler çıktı. Her söylenti her obalıyı sevinçten titretiyordu.
 
 Yok, yok, Ramazanoğluna değil de Temir Ağaya, Ağa paşaya gitmiş. O da
çok sevinmiş, kılıcı görmüş, görünce dili tutulmuş, hayran kalmış, üç gün üç
gece yemeden içmeden kılıcı seyreylemiş, sonra Haydar Ustanın huzurunda
niyaza durmuş. Bu kılıcı iyi ki Ramazanlıya, benim can bir düşmanıma
götürmedin, götürüp de ulu Türkmenin onur bildirisini ona vermedin, bana
bağışladın, demiş. İyi ki İsmet Paşaya götürüp de ulu Türkmenin bağlılığını
onun ayaklarının dibine sermedin. O bir Osmanlıdır. Ben kökü derinde bir Kürt
fıkarasıyım. Bizim kökümüz kutsal topraklı Horasandadır. Biz de Ağa olduksa,
adamlıktan çıkmadık. Biz de al yeşil bayrak çektik Horasandan bu yana...
 
 Ramazanlı olsaydım bu kılıca iller verirdim. Osmanlı olsaydım ülkeler
bağışlardım. Amma velakin benim de toprağım çok. Toprağımın beğendiğiniz
yerine konun. Sizin olsun. Kılıcı öpüp öpüp ağlıyormuş.
 
 Oba bölük bölük toplanmış, her bölükte ayrı bir hikaye.
 
 Yok, yok İsmet Paşa demiş ki böyle kutsal bir kılıç elime geçmiş olsaydı,
daha eskiden, ben Yunanla harp ederken, vatanı kurtarırken, ben, hem de Kemal
Paşa, hem de padişahımız, ulu Kayıhanlı soyu. Horasan eri, Hacıbektaşı Velinin
el verdiği, değil Yunanı, Çini Maçini, Hindi Horasanı, şol Arabistanı, İngilizi,
Fransızı tüm alt eder, zapt ederdim. Benim belimi büken elimde böyle bir kılıcın
olmaması oldu. Gene de geldin, gene de yetiştin Haydar Usta. Dar zamanda...
Urus üstüne seferim var. Al sana nereden, nereden istersen bir kışlak. Haydar
Ustanın önünde koca İsmet Paşa niyaza durmuş.
 
 Hikayeler kızıştıkça kızışıyor. İşler gittikçe karışıyor, hikayeler gittikçe karman
çorman oluyor; hangi sözü kimin söylediği belli olmuyordu. Obada bu
hikayelerin hiçbirisine inanmayanlar çoğunluktaydı ama ağızlarını açamıyorlar,
coşkun sevinç seline karşı çıkamıyorlardı. Hikayelere en çok inanmayanların
yüreğinde bile bir umut yeşermiş, bir umut ışığı parlamıştı.
 
  Oldu, diyorlardı. Haydar Usta bu kadar geciktiğine göre bir şeyler becerdi,
diyorlardı. Yoksa deli mi Haydar Usta? Ne sürünüp dursun oralarda? Bir şey
edemeyince dönüp gelirdi. Öyle değil mi?
 
 Öyle öyle, diyorlardı hiçbir söze katılmayanlar da...' Süleyman Kahya bu
coşkun sevince uyandı. Olanı biteni ona da anlattılar. Süleyman Kahya yalnızca
gülümsedi. Hiç konuşmadı. Hiçbir yorumda bulunmadı. Obanın sevincine o da
yürekten, candan, her şeyi unutarak katıldı.
 
 İki gözü iki çeşme, yollar boyunca yitiğine, Keremine ağlayan Keremin anası
da acısını unuttu:
 
 Oğlum dedesiyle bile gitti, soylu dedesiyle bile gelecek, dedi avundu.
 
 Gelecek ya, gelecek, diyorlar da başka bir şey demiyorlardı.
 
 O gece en güzel düşlü, en aydınlık, kuşkusuz, endişesiz, korkusuz uykusunu
uyudu bütün oba, yediden yetmişe.
 
 Haydar Usta, Haydar Usta, ocaklar ocağı, demirciler piri, can kurtarıcı, Yörük
güvencesi Haydar Usta...
 
 Çoban Ali öteki çobanlarla birlikte fundalığın içinde sürüyü yayıyordu. Uzakta,
obanın çadırlarının konduğu sekinin oralarda bir atlı karartısı gördü. Karartı ağır
ağır, durmadan obanın yöresini dolanıyor, geniş halkalar çiziyordu. Çoban Ali
bu atlı karartısını uzun bir süre seyretti: Ne olabilirdi? Bir türlü bulamadı. Gözü
bağlı bir dolap beygiri gibi obanın dört bir yanını dolanıp duran bu atlıya bir
türlü akıl erdiremedi. Öteki çobanlara:
 
 Çocuklar, dedi Çoban Ali, siz burada bekleyin, ben şu atlı karartısına
gidiyorum. Neymiş ola bu? Merakımdan çatlayacağım. Delirmiş mi, dolanıp
duruyor.
 
 Koşarak atlının döndüğü çizgiye ulaştı. Gür sesiyle: Selamünaleyküm, dedi.
 
 Atlı atının başını çekti, yavaşça, duyulur duyulmaz: Aleykümselam, diye
karşılık verdi:
 
 Atlı bir cana hasretti. Atının başını çekmiş bekliyordu: Çoban Ali ona yaklaştı:
 
 Sen kimsin atlı? diye sordu. Bu gece vakti buralarda ne dönüp durursun?
 
 Atlı:
 
 Yaklaş hele kardeş, diye inledi. Beni tanırsın. Kim olduğumu bilirsin.
 
 Çoban Ali ölü sesin sahibinin kim olabileceğini aklından geçirdi.
 
 Oktay Bey sen olmayasın? diye sordu. Atlı:
 
 Benim kardeş, dedi. Sen kimsin? Ben de Çoban Aliyim.
 
 Yan yana durdular. Çoban Ali:
 
 Sana kötü bir haberim var. Seni öldürecekler. Süleyman Kahya sana çok
kızmış. Obaya emir verdi, seni severim. Sana yüreğim acıyor. Durma. Durma
kaç. Seni birisi görmesin. Obanın adamının canı burnunda. Seni görmesinler,
bütün hınçlarını senden çıkarırlar. Durma, durma, durma buralarda. Durma
kardeş, durma kardeş, hiç kimsenin gözüne gözükme. Seni görürlerse bir iki
demez, hemen öldürürler.
 
 Öldürsünler, diye inledi Oktay Bey. Bundan sonra yaşamışım ki, neye yarar.

Yüklə 3,3 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin