BİZ YOLUMUZU YÜRÜYEREK YAPARIZ
[Ne Bilim, Ne devrim; Bilimsel Devrim ve Devrimci Bilim (II)]
Ontolojik Bir Bölücülük Oyunu
Marx’ı okumamak ve yeniden okumamak ve tartışmamak yanlış bir şey olacak;
okullarda yapılan şu ‘okuma’ ya da
‘tartışma’ların ötesinde hem de.
Bu, giderek daha da yanlış olup çıkacak,
kurumsal, felsefi ve siyasal sorumluluktan kaçınmak olacak.
Dogma makinesinin ve Marksist ideolojik aygıtların (devletler, partiler, hücreler,
sendikalar ve daha başka
öğretim yerleri) ortadan kalkmakta olduğu şu sıralarda, bu sorumluluktan kaçmak için hiçbir özrümüz olamaz, olsa olsa mazeretler
uydururuz yalnızca. Bu olmaksızın, gelecek de olmayacak.
Marx olmaksızın, gelecek de olmayacak.
Jacques Derrida
Marx, bilimci midir, devrimci mi? Sanki bir nevi indirgemecilik oyunu oynanıyor. Bu oyunda, çelişkiyi keşfetmece, ikilik yaratmaca ve bölmece gibi işlemler pek rağbet görüyor. Hem de, bir “bütünleme” ustası olan Marx’ı, artık Marksizmle birlikte birbirinden ontolojik olarak ayrılmaz olan “devrimcilik” ve “bilimcilik” gibi kategorilere bölerek oynanıyor bu oyun. Her nedense, ille de bunlardan biri olmak gerekiyor?! Bilimcilik mi, devrimcilik mi? “Elinin körü!” Yani kör pratik anlamında. Pratik kör olunca, hakikati de görmüyor. Oysa, Marx, ünlü tezlerinin ikincisinde, bir yandan skolastik felsefenin kutsal gericiliğinin tasallutu altında can çekişen geleneksel bilimin ve artık devrimci barutunu yitirmiş burjuva bilimin tarihsel çağının sona erişini ilk kez haber verirken; öte yandan da, bilimsel olanakları kötüye kullanan burjuvaziye, tarih sahnesinden çekilmesi için son kez mühlet veriyordu. Çünkü, birincisi, Marx’a göre, ileri kapitalizmin çelişkisi, üretken gücün gelişmesine karşıt olarak kullanımını kısıtlamasından kaynaklanmaktadır. Bu durum, esas olarak, bilimsel ilerlemeye engel değil, bilimsel ilerleme ürünlerinin kötüye kullanılmasıyla ilgili olarak modern sanayi ve bilim ile çağımızın toplumsal ilişkileri arasındaki uzlaşmazlık olarak belirir.”(1) Bizi toplumsal devrime götüren bu çelişkinin çözüm sürecinde Marx, ikincisi, “sürekli devrim”i salık verir, devrimi belirli bir sonranın gerekliliği olarak değil de, bir eli kulağındalık olarak belirtir hep, eğer devrim zamanı açan ve boydan boya geçen bir şeyse, onun en baş özelliği mühlet vermektir, daima mevcut bir talep olarak kendini yaşama verir.”(2)
Şöyle diyor ikinci tez: “İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır.”(3) Marksizmin geleneksel bilimden epistemolojik olarak koptuğu bu mühlet anı, aynı zamanda Marx’ta ikilik ve çelişki arayanlara da Marx’a özgü alaycılıkla seslenir: “Aradığınız çelişkiyse, buldunuz; var oluşunuzdan beri hep bir çelişki içindesiniz. Sizde, bende, herkeste, her yerde ve her zaman çelişki en temelde vardır. Onu, tanrıların kusursuz ve tutarlı yaratıcılığının kutsal mekanlarından yeryüzünün kusurlu ve çelişkili, ama mutlaka yaratıcı insan pratiklerine getiren ilk felsefe şehidi Prometaus’a şükranlar olsun.” Mesele çelişki ve ikiliklerin olmaması değil, mesele çelişki ve ikiliklerin yaratıcılığının kavranması ve bu yaratıcılığa güvenmektir.(4)
Epistemolojik Bir Bozguncu
Proletarya devrimleri,
durmadan kendi kendilerini eleşirirler,
her an kendi akışlarını durdururlar,
yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş
gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin
kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler,
hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve
yeniden korkunç bir güçle yeniden karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler,
kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler,
ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat
koşullar bağırıncaya kadar:
Hic Rhodus, hic salta! (5)
Karl Marx (6)
İşte devrimci proletarya en büyük eserini inşa ediyor ve bir çılgın devrim bilimci anbean onu keşfediyor. Ya da bir devrimci, devrimin itkisiyle çıldıran proleter kitlelerin bu en çocukça eserini, akıllı uslu bir devrimci hareketle görünür kılıyor.(7) Burada açıkça sınıfları temsil eden somut insanlar ve toplumsal tipler, doğrudan doğruya politik mücadeleye ve devrimci hareketin kavramsal cephaneliğine götürüyor. Elbette burada kentler bir laboratuar ve politik iktidar da bir deney tüpü değil; ama, zaten Marx da, geleneksel anlamda bilimci değil. Marx’ın bilimciliği daha çok bozgunculuğundan gelir.
Kapital özünde bozguncu bir yapıttır. Bilimsel nesnelliğin yollarını işleyip zorunlu sonuç olarak devrime varmasından çok, bilim düşüncesinin kendisini alt üst eden kuramsal bir düşünme kipi içerdiği için bozguncudur. Bilim de düşünce de el sürülmemiş olarak çıkmaz Marx’ın yapıtından, hem de sözcüğün en derin anlamında, çünkü bilim kendi kendini köklü biçimde dönüşüme uğratan bilim olarak, bir kılgıda durmaksızın gerçekleşen bir başkalaşım kuramı, üstelik bu kılgı çerçevesinde gerçekleşen hep kuramsal bir başkalaşım olarak belitlenir Marx’ın yapıtında.”(8) Bundan böyle burjuvazi, daha baştan beri kendi yarattığı bilimleri, kendine has bilimi olan sınıfsal bilimi sona erdirmekten tamamıyla yoksun kalacaktı. Daha bunalım teorisinde kuramsal düzeyde bile başarısızlığa uğrayacaktı. Burjuvazinin tükendiği yerde (burjuvazinin sınıfsal konumunun ta kendisidir.), bilim ve devrim yoluna devam edecektir.9)
Bir Bilimcinin Alet Çantasında “Parti” Olursa
Marx, “paradoksal görüngüsellik” felsefesini, yani, hiçbir şey göründüğü gibi değil ve görünüşle gerçeklik çelişmektedir anlayışını alıntılar, üstlenir ve partileştirir. “Şeylerin görünen biçimi ile özü doğrudan çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu.”(10) Marx 1865’te işçilere verdiği bir seminerde, “sadece şeylerin uçucu görüntüsünü yakalayan günlük deneyimle yargılanırsa, bilimsel hakikat her zaman paradokstur”(11) diyor. Felsefi bakımdan Marx’ın “görünüş ve gerçekliğin bölündüğü bir Platoncu çizgide düşündüğünü söyleyen Cohen (12), Marx’tan Lenin’e uzanan çizginin altını çiziyor: “İşçiler emeklerinin ödüllendirildiği görüntüsünü ciddiye alır. “Platon’u Marx’a getiren bu anlayış; Marx’ı Lenin’e; teoriyi devrimci pratiğe; bilimi partiye ve Alman İdeolojisi’ni Ne yapmalı’ya getirmektedir. Elbette Platon’un “mağara allegorisi”ndeki filozofun ustalığı, Lenin’in devrimci partisindeki görünür kılma ustalığının yanında hesaba katılacak denli değildir; üstelik devrimci parti, bilimi bir değişim silahı olarak örgütlemektedir. “Bilgi ve kuramla, pratik arasındaki ilişkiyi, ulusal, siyasal ya da ütopyacı ideallere değil de, tarihi ve ekonomik-toplumsal yapıyı, felsefi ve bilimsel irdeleme yöntemiyle de alarak, sınıf gerçeğine ve mücadelesine dayandıran ve dolayısıyla, devrimci etkinlikte, entelektüellerin rolünü ve eylemle aralarındaki ilişkiyi en net ve kesin bir şekilde ortaya koyan dünya görüşü, Marksizm’dir.”(13)
“Tarihsel maddecilik, proletarya devriminin teorisidir.” Ancak Lenin, -ona göre devrimin güncelliği düşünce ile pratiğin bağını oluşturmaktadır- meseleyi tek bir boyuta indirgeme ve tarihsel maddeciliğin gerçek metodolojik zenginliğini ve toplumsal evrenselliğini sınırlama yolundaki her tarihi çabaya en sert biçimde karşı çıkmıştır.” Lenin’in üstünlüğü, özünde teorik olan bir tavrın pratik doruğuydu. Bu tavır, Lenin’de daima, içinde davranılan belirli bir durumun toplumsal-tarihsel özgüllüğünün kavranmasıyla doruk noktasına erişir. Bir Marksist olarak Lenin için, “somut durumun somut çözümlenmesi” ‘saf’ teorinin karşıtı değildir, -tersine- hakiki teorinin doruk noktası, teorinin gerçekten uygulandığı, -bundan dolayı- pratiğin dönüştüğü noktadır.” Marx’ın 11.tezinin en mükemmmel cisimlemesini Lenin’in eserinde bulmuştur.”(14)
İşte öngörünün ve görünür kılma ustalığının yöntembilimi: Eğer ilke olarak doğru sayılan bir karara varmak istiyorsan, sadece olguların o dolaysız durumunu düşünüp taşınmakla hiçbir zaman yetinemezsin. Böyle bir durumun yaratmış olduğu o çoğu kez gizli dolayımları arayıp bulmaya çalışmalısın. Dolaysız durumların gizli dolayımları vardır; yani, olgu salt empirik değildir. Ve her şeyden önce bu dolayımdan doğacak ve gelecekteki pratiği belirleyecek olan faktör ve dolayımları da önceden görülebilir. Ütopyacılık ve idealizmle taban tabana zıt olan bu metodoloji, ancak Marksizmin bütünleştirici ve birikimci (cumulative) yaklaşımıyla geliştirilebilir. Ne salt empirik, ne salt rasyonal; ne salt tümevarımcı, ne salt tümdengelimci; yani, bilim tarihinin bütün olanakları devrimci bilimin hizmetinde toplumsal devrime koşmaktadır.
Marx, Devrimbilimin Kepler’idir
Bilim tarihi, aynı zamanda bir devrim tarihi olarak, Aristoteles ve Ptolemy’den sonra, Copernicus’un astronomi çalışmalarını (“Güneş merkezli sistem”), haklı olarak, modern bilimin çığır açıcı devrimci girişimleri arasında sayar. Ve öncülük misyonunu, gene haklı olarak, Galileo’ya verir. Ancak arada çok önemli bir bilimci vardır ki, -Johannes Kepler- gezegenlerin hareket biçiminde asıl devrimci kopuşu (eliptik hareket) simgeliyordu. İşte o kişi, astronominin Marx’dır. Eğer bilim adamlarının gayretleri herhangi bir maddi devrim yaratacak olursa, ki, maddi bir devrim hiçbir zaman sadece maddi değildir, açılan çığırlarda başka bir çok anlamda da paralel devrimler yaratır: toplumsal, siyasal, ekonomik devrimler, hayat tarzlarında, bireysel davranış biçimlerinde devrimler...
Eğer hepimiz,
sözgelimi solucanların genetiğiyle ya da atom teorileriyle, arkadaşlarımız, ya da seks hayatımız kadar tutkulu bir
biçimde ilgilenecek olursak, o zaman, açık ki, iki değil
sadece bir kültür olacaktır.
Şairler hem nükleik asitle hem de
nazlı sevdalılarıyla ilgili şiirler yazacaklar;
araştırmacılar da bu şiirleri okumayı keyif verici,
hatta bilgilendirici bir şey olarak göreceklerdir.
Ama fiziğin hipotezleri ve genetikle kimyanın verileri
sadece belli bir azınlığa önemli görünmektedir.
İnsanların çoğu tutkulardan arındırılmış gözlem olarak
bilimle pek, açıklayıcı kavramlardan oluşan
akılcı bir sistem olarak
bilimle ise neredeyse hiç ilgilenmemektedir.
Aldous Huxley (15)
Güzel fikirler ve güzel sözler; ancak bunlar tüm güzelliğini, deyim yerindeyse, devrimci bilim hareketinin ödediği kefaretlere borçludur. 20.yüzyıl eleştirel teorisi, bilgilerimizin üretilmesinde toplumsal bir değerin gözetilmesi ilkesini, epistemoloji ilkesi olarak tamamıyla Marx’a borçludur. Marx, bu epistemolojik ilkeyi ‘insanal özgürleşim’ gibi, bütün insanlığın hayallerinin hizmetine sunmuştur. Ve daha neler sunabilir! Örneğin, uzun süre ihmal edilen Marksist yöntemin antropolojide yaşanan sıçrama, işte bu, ‘düşünce biçimi ile yaşanılan (somut) dünya arasındaki bağları kavrama’ noktasında oldu. Sahip olduğu özgürleşimci epitemolojisiyle Marksizm, antropolojiye ne kazandırdıysa iletişime de onu kazandıracak: İletişim bilimin gerçekleştirebilmeye son derece ‘elverişli’ olduğu aynı kavrayışı, özgün bir toplumsal teori ile yapabilmesini sağlaycak; yani, onu toplumsal teori ile donatarak bağımsız bir bilim olma yönünde sevk edecektir.”(16)
Ama bunun için, Bourdieau için söylendiği gibi, “sosyoloji bir dövüş sporudur”; analiz ve eleştiri, toplumbilim ve militanlık birleşmeli ve tutkuyla dövüşmeli...
Devrim Filozofundan Devlet Filozofuna
Ya da nereye istersen oraya; birikim derya deniz, herkese yeter! Marx’ın doktora tezinin hemen ardından kapadığı üniversite kapısı, son yıllarda Marx’a ardına kadar açılıyor. “Batı siyaset felsefesinin görkemli tapınağı, şimdi Marx’ı büyük bir filozof olarak ağırlıyor”; ama tehlikeli biçimde: Hoşgörünün maskesinin ardında, başkaldırının susturulması, ayaklanma, öfke, devrimci atılımı esinleyen gizli gücün elden geldiğince etkisiz kılınması saklanıyor. Marksizm ta en derinlere varıncaya dek siyasetten arındırmaya yönelik sermaye/devlet patentli bir operasyonla karşı karşıyayız. (Onurlu akademisyenlere saygıyla, onları bu operasyonun dışında tutuyoruz.) Yani dövüşmesini bilmeyen bir Marx ve düşünmesini bilmeyen bir proletarya (Ne mümkün!) isteniyor. 19.yüzyıl Marksizmini pozitivist/bilimselci; 20.yüzyıl Marksizmini dogmatik tahakkümcü (17) bulan bu yaklaşımlar, şimdi yeniden Marx’a dönüyorlar. Elbette kuşa çevirerek. Herkes kendi konumuna göre özgün biçimde yorumladı. Zaten Marx ne söylüyordu: “Görelilik, bir özneye göre değil, özne, göreli konumlara ve perspektife göredir. Başka bir deyişle, insan, perspektiflere ve bakış açılarına yerleştiği anlarda belli bir dünya algısına, düşünceye bu hakikatin çerçevesine sahip olur.”(18)
Örneğin başka bir açıda yaklaşacak olursak, “Marksizm özel tarihsel önemini, modernitenin diyalektiğinin iki ana toplumsal hareketinin temel entelektüel kültürü haline gelerek kazandı: işçi hareketi ve anti-sömürgeci hareket.” “Komintern, sömürgeciliğe Marksist bir yorum getirilmesini ve bunun yaygınlaşmasını sağladığı gibi, anti-sömürgecilik ve Marksizmin özdeşleştirilmesini de mümkün kıldı. Fakat sonuçta, komünistlerden çok daha fazla miktarda, Marksist bir lügat kullanan milliyetçilerdi.”(19)
Marx, Gerisinde Birçok Şantiye Bırakan Ebedi Yeniden Başlamanın Filozofudur (20)
Bu devrimlerde, ölülerin dirilmesi;
eskilerini taklit etmeye değil,
yeni savaşımları ululamaya;
gerçeğe sığınarak onların çözümünden kaçınmaya değil,
tamamlanacak, yerine getirilecek ödevi muhayyilede
çıkartmaya; devrimin hayaletini yeniden çağırmaya değil, devrim ruhunu bulmaya hizmet eder.
Karl Marx
Marx’ın işi bizim çağımızı açıklamak değildir. Marx’ın önemi, birinin kendi çağını ‘anlamak’ ve ‘açıklamak’ için ne yapabileceğini bize öğretecek son sistematik düşünceyi içeriyor olmasında yatıyor. Başka (hangi düşünür) kim kalkıp da kendi savlarının ilerde dönüşüme uğraması çağrısında bulunmakta ki? Bu, Marksizmin sadece zenginleşmesi değil, kopuş ve yeniden yapılanma sonuçlarını hesaba katmak anlamına gelmektedir. Aradan bunca zaman geçti. “Bizler, uygarlıklar, ölümlü olduğumuzu biliyoruz artık.”(21) Devrimciler, soyut, mutlak, mükemmel, evrensel doğruların ve bilimin peşinden gitmiyor. Kapitalizmin saf kategorileri ve bilimin soyut ilkeleri de devrime hizmet etmiyor.
Marx’ın ruhu demeyi göze alacağımız şey içinde konuşmak yalnızca; bugün bizim sahip olduğumuz deneyime de öncelemelere de onun ulaşma olanağı yoktu demek, neredeyse onu kendi öngörüleriyle alıntılamak, üstlenmek ve onaylamaktır zaten.(22) Marx, sürekli devrim önermişti. Sürekli devrimin en güzel şiiri Shakespeare’in dizelerinde öncelenmiştir. Lenin, evrensel bir Shakespeare şiirinin; yani “sürekli hazır oluş”un ete kemiğe bürünmesidir. Tüm yaşantısı, sürekli eylem, kendisi ve karşıtları için çözüm yolu olmayan bir durumun var olmayacağına kesinlikle inandığı bir dünyada verilen kesintisiz bir mücadeledir. Bundan dolayı, Lenin için yaşantının temel ilkesi olarak geçerli olan: daima eyleme, doğru eyleme hazır bulunmaktır.(23)
Gene akşam, savaşan yaşlı Dünya’nın üstüne akşam karanlığı çöküyor gene. Marx’ın “ihtiyar köstebeği”, gene ünlü köstebek; hala kazmaya devam ediyor. Toprağın derinliklerine eski devrimlerin yıkıntıları gömülüyor: Şuradaki, Avrupa’nın korkulu rüyası, Paris Komünü’nün yıkıntıları; şuradaki, Kışlık Saray somutunda Dünyayı bir kez ele geçiren Bolşevik devriminin yıkıntıları ve şuradaki, kırlar adına kentleri kuşatan Çin devrimin yıkıntıları... Ve koşullar bizzat gene bağırıyor: “Hic Rhodus, hic salta!”
Ve burada da Marx’ın gösterdiğini görünür kılan genç devrimcilerin çağrısı... Rodos’u görünür kılan devrimci eylemdir: Alıntılıyoruz, onaylıyoruz ve üstleniyoruz! Yol’un açık olsun İhtiyar, gözün arka’da kalmasın: Rodos’u görüyoruz, takla bizim işimiz!
1 K.Marx, Seçme Yapıtlar, c.1
2 Blanchot’tan aktaran Jacques Derrida, Marx’ın Hayaletleri, Ayrıntı Yay., İstanbul 2001
3 K.Marx, “Feuerbach Üzerine Tezler”, Alman İdeolojisi Sol Yay., Ankara, 1999
4 Marx’ın sözleri tam olarak böyle değil; ama söyleseydi, böyle söylerdi. Onun gençlik çalışmalarından ve mektuplarından “uyduruldu”. Ayrıca, diyalektik için bak. F.Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yay., Ankara, 1979 ve V.I.Lenin, Felsefe Defterleri, Sosyal Yayınları, İstanbul
5 “İşte Rodos, İşte takla!” “İşte hendek, işte deve” gibi, meydan okuyan, yiğitliğe davet eden bir Latin atasözü.
6 K.Marx, Lois Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yay., Ankara, 1990
7 K.Marx, 18 Brumaire, a.g.e.; Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol Yay., Ankara, 1996 ve Fransa’da İç Savaş, Sol Yay., Ankara, 1991
8 Blanchot, a.g.e.
9 György Lukacs,Tarih ve Sınıf Bilinci, Belge Yay., İstanbul, 1998
10 K. Marx, Kapital, c.2, Sol Yay., Ankara
11 K.Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Ücret, Fiyat ve Kar, Sol Yay., Ankara, 1992
12 Gerald A. Cohen, Karl Marx’ın Tarih Teorisi, Kavram Yay., İstanbul,1998
13 Selahattin Hilav, “Entelektüeller ve Eylem”, Cogito, s.31, İstanbul, Bahar 2002
14 György Lukacs, Lenin’in Düşüncesi, Belge Yay., İstanbul, 1979
15 Aldous Huxley, “Edebiyat ve Bilim”, Cogito, s.31, İstanbul, Bahar 2002
16 Göksel Aymaz, “Kitle İletişim Çalışmaları ve Antropoloji”, Defter, s.45, İstanbul, Kış 2002
17 Ahmet İnsel, “Marx’ı Unutmak”, Yeni Yüzyıl, 8.10.1995
18 Ulus Baker, “Marx’ın Bir Çift Sözü Var”, Aşındırma Denemeleri, Birikim Yay., İstanbul, 2000
19 Göran Thernborn, Modernliğin Diyalektiği:20.Yüzyıl Marksizminin Mirası”, Birikim, s.84, İstanbul, 1996
20 Etienne Balibar, “Marksist Felsefe veya Marx’ın Felsefesi”, Birikim, s.84, İstanbul, 1996
21 Poul ValÈry,Tinin Krizi, Afa Yay., İstanbul
22 J.Derrida, a.g.e.
23 György Lukacs, a.g.e.
ANADOLU’DA DEMOKRATİK ÜNİVERSİTE MÜCADELESİ
Demokratik öğrenci hareketi üzerine yapılan tartışmalardaki cümlelerin özneleri, çoğunlukla büyük kent üniversiteleri olmuştur. Üniversitelere yönelik düzenlemelerin en üst boyutuyla hayata geçirildiği yerler olması, bu oranda da üniversiter çatışmaların daha derinden yaşanması bakımından anlaşılabilecek olan bu tartışma kurgusu yaklaşım biçimi olarak doğru olmakla birlikte unutulmaması gereken en önemli nokta Türkiye üniversitelerinin nicel olarak çoğunluğunu oluşturan Anadolu üniversitelerinde yaşanmakta olan üniversiter gerçeklikler ve bu gerçekliklerin demokratik üniversite mücadelesi adına taşıdığı değerdir. Kesin olan şudur ki Türkiye üniversitelerinde gerçekleşecek olan yapısal dönüşümler tek başına büyük kent ya da Anadolu üniversitelilerinin çabalarıyla değil, bir bütün olarak farklı dinamiklerle beslenen ve tek bir özlem için girişilen mücadele süreçleriyle gerçekleşecektir.
Anadolu’da Kent ve Üniversite İlişkisi
Kapitalist üretim ilişkileri ve bu ilişkiler çerçevesinde şekillenen toplumsal ilişkiler, Anadolu kent yaşamının derin sınıfsal ve sosyo-kültürel çelişkiler barındırmasına yol açacak nitelikte değildir. Metalaştırma, büyük kentlerde ilişki biçimlerinin önemli bir bölümünü kapsayabilir hale gelerek bu kapsam oranında farklı yaşam biçimleri (apartman yaşamıyla beraber gelen komşuluk ilişkilerinin ortadan kalkması süreci en basit örneklerden birini temsil ediyor) ortaya çıkarırken bu durum Anadolu’da daha yavaş hayat bulmaktatır. Anadolu’da kapitalizmin "insansız toplum projesi" hedefiyle çelişen yardımlaşma, dayanışma gibi toplumsal duyargaların görece gelişkinliği farklı kültürel katmanların oluşumunu silikleştirir ve bu da kent genelinde meta ilişkilerinin etkisini zayıflatır.
Anadolu üniversiteleri ise, kentteki toplumsal yapıdan farklı olarak Türkiye’nin dört bir yanından gelen üniversiteli gençlerin dahil olarak oluşturduğu çok renkli bir sosyal ortama sahiptir. Bu bir araya geliş şekli, daha başlangıcından itibaren, farklı sosyal-kültürel dinamiklerden beslenen üniversiteli topluluğun özgünlüğünü gösterir. Üniversitelilerin ilk dönemini karakterize eden davranış biçimi, artık eskisi gibi devam ettirilemeyen geçmiş yaşantının bir karikatürünü oluşturma çabası şeklinde tanımlanabilir. Memleket ziyaretlerinin sıklığını ve yoğun olarak hissedilen "sudan çıkmış balık olma" duygusunu basitçe bir adaptasyon sorunundan öte, bir birey olarak kendini gerçekleştirme sürecinin ilk tepkisel krizleri olarak tartışmak daha anlamlıdır. Büyük kentlerden gelen öğrenciler, imkanları geniş bir ortamdan çok daha dar bir ortama geçişle, hapis olmuşluk hissine kapılıp bu anlamda kendini var edebilmekte zorlanırken bu zorlanışın en temel nedenlerinden biri, büyük kentlerle Anadolu arasındaki, tüketim sunumunun nicel ve nitel farkıdır. Egemenlerin, gençliğin tüm özgürleştirici dinamiklerini eriterek düzen-içi sanal bir dünyada kontrol altına almak için sunduğu tercih yelpazesi, büyük kentlerden gelen öğrenci için birçok yönü ile gerçekle yüzleşme anlamını taşıyor. Televizyonun, bilgisayarın (v.b.) gerçeklik namına konuşarak anlattığı hikayeler, bizzat muhatap olduğu gerçekler karşısında yıkılırken kendine alternatif olarak çizdiği yolun sanallığını gören üniversiteli, gerçekliğini yitirmeyle beraber bir arayışa girer. Edindiği kültürü yaşatmanın nesnel imkanlarının gelişkin olmayışı (sunum yetersizliği) ve yaşatmayı denemesi halinde karşılaştığı baskılar, bilincinde ilkel bir yerden de olsa, sunulan kalıpların eleştirisine dönüşür. Öte yandan diğer Anadolu illerinden gelen öğrenciler açısından kriz, tüketim ilişkilerindeki değişim değil kültürel ilişkilerdeki değişimdir. Çok doğal olarak Anadolu’nun farklı kentlerinden gelen üniversitelilerin kimlik krizini yansıtma biçimi büyük kentlerden gelenlerinkinden farklılık göstermekte, sonuç taşınan kültürün gelinen yeni ortamda çözülmesine karşı geliştirilen bireysel veya örgütlü tepki olarak karşılık bulmaktadır. Dışa karşı kültürel bir zırh oluşturan hemşeri grupları, içe dönüklüğün örgütlü görünümüdür. Gençliğin doğasında olan devingenlik ve değişime daha açık olma özelliğinin bilimle kurulan bir aydınlanma ilişkisiyle birleşmesi aslında Anadolu kentlerinin yeni misafirlerinin üniversiteli olmalarıyla beraber kişiliklerinde şekillenen geçiş süreçlerini, Anadolu’nun tozuna toprağına bulanmış üniversiteli aydınların var olma süreçleriyle özdeş kılar.
Üniversitenin ve bilimin toplumsal yaşamla kurabileceği özgürleştirici bir ilişki biçimini reddeden ve engelleyen mevcut iktidar biçimi, doğaldır ki bu yönelimini Anadolu kent yaşamı ve üniversite yaşamı arasındaki ilişkiye de yansıtır. Her türlü faşist baskının ve sermaye saldırısının uzun yıllardır açık hedefi olan Anadolu üniversitelerinde, emperyalizme ve faşizme karşı mücadelede üniversitelilerin oluşturduğu duyarlılık egemenler tarafından bir türlü eritilemezken, üniversitelilerin bu kontrol altına alınamayan potansiyelinin kent yaşamıyla buluşma (en azından iletişim kurma) ihtimali, egemenler için ciddi bir tehlike oluşturduğu için üniversiteliler kent dışı kampuslarda hem birbirlerinden (sosyal ortamların yok edilmesi, fakültelerin birbirinden uzaklaştırılması v.b.) hem de halk ile fiziksel iletişiminden koparılmaya çalışılmaktadırlar. Hali hazırda kentli ile üniversiteli arasında rahatlıkla gözlemlenebilen bir güven problemi söz konusudur. Kentli durumun nedenini, günün gençliğinin hovardalığında ve kendince üniversite ilişkilerinin çürümesinde arar. Toplumsal alanda yıpranan üniversiteli kimliğine karşı duyulan tepki, üniversitelilerde oluşan karşı tepkiyle birleşip karşılıklı bir güvensizlik ilişkisine dönüşür. Güvensizlik kendisini, kurulması zorunlu olan piyasa ilişkileri dışında, birbirini tamamen dışlayan ve görmezden gelen ya da bazı tahammülsüzlük noktalarında, fiziksel çatışmalara dahi dönüşebilen etkileşimlerle gösterir. Evde kalan öğrenci, komşu ve ev sahibinin önyargılı yaklaşımı, el ele tutuşan bir çift, mahallelinin saldırgan tavrı ile karşılaşırken kendisini üretmekte ciddi zorluklar yaşayan ögrencileri, kimi zaman evlerin içinde ya da tek bir mekanda ufak birimler halinde bölünme tercihine itebilir. Okula bile gitmeden tüm gününü evde geçirmek, dışarıya çıkmak istememek, ögrenci apartmanlarını tercih etmek, bir nevi gettolaşmış bu ufak öğrenci birimlerinin davranış biçimlerine örnek gösterilebilir.
Yerli halk ile üniversiteliler arasındaki kopukluk, egemenlerin elinde çok yönlü bir saldırının aracı ve amacıdır. Anadolu’da baskı ve denetim araçlarının beslendiği kaynak olan yalnızlaş(tır)ma karşılığını tek başına kentliler ve üniversiteliler arasındaki ilişkide bulmaz. Kent muhalefeti ve üniversiter muhalefet arsında da çok boyutlu bir parçalanma söz konusudur. Tabiatıyla kent muhalefeti olmadan başlı başına yeterli bir güç olamayan öğrenci muhalefeti, çoğu Anadolu şehrinde, kent muhalefet ile birleşmede zorluklar yaşar. Geleneksel örgütlenmelerin yaşadığı çürüme ve potansiyel kaybı ile birlikte, önemli ölçüde muhalefet etme yetisi körelen cılız kent muhalefeti, şehirdeki baskılar karşısında kamuoyu oluşturarak baskıyı işlevsizleştirmede ciddi yetersizliklere sahiptir. Her anlamda demokratik muhalefetin zayıflığı, polis idare işbirliğinde de kendisini gösterir. Üniversite içerisinde öğrencilere yönelik saldırılarda öğretim görevlileri örgütlenmeleri ve sendikaların tepkilerinin yetersizliği, idarenin tam anlamıyla polis vazifesini yerine getirebilmesinde önemli bir etkendir. Genelde polis ve sivil faşist saldırıları ile birleştirilerek etkinleştirilen soruşturmalar bu kapsamda değerlendirilebilir. Büyük kent üniversitelerine nazaran soruşturmaların daha etkin olmasının temel nedeni, muhalefetin bileşenlerinin bir bütün halinde ve güç olarak duramaması ve üniversite muhalefetinin giderek kendi içine daralarak yalnızlaşmasıdır. Soruşturmalar, operasyonlar, (özellikle yurtlarda) faşist saldırılar, baskılanma belli bir doygunluğa erişinceye dek birbirini takiben sürer. "Gözden uzak" bir şekilde baskılanan muhalefet, mekan darlığı nedeniyle de zorluklar yaşar. Kentlerin kendi özelliklerinden kaynaklı olan baskı ve denetimin yoğunlugu, yalnızlaşmanın etkileri ile birleştiğinde, egemenlerin elinde özel bir silaha dönüşür.
Sermaye Saldırıları ve Üniversite
Anadolu’da meta-piyasa döngüsüne hapsolmuş bir üniversite kent ilişkisinin tesisi noktasında hedeflenen; hızla sömürü alanını genişleten sermaye ile organik ilişkilere giren "girişimci üniversite" modelinin hayata geçirilmesidir. Doğrudan piyasalaştırılması öngörülen Anadolu üniversitelerinde, bilgi alım satımı, sermaye grupları ile kurulan yakın ilişkiler, yerel anlaşmalar v.b. ile üniversitenin dokusuna tamamen işleyip üniversiteli kimliğini eritmeyi önüne koyan egemenler, büyük kent üniversitelerinden farklı bir yapıya sahip Anadolu üniversitelerinde farklı bir süreç işletiyorlar. Eğitim niteliğinin düşüklüğü, nitelikli öğretim elemanlarının eksikliği ve imkan yoksunluğu, sermaye yararına teknoloji ve bilgi üretiminde ciddi handikaplar oluşturduğu için ilk etapta sermaye, üniversitede (imkanlar dahilindeki yerel-bölgesel ölçekli anlaşmalar, ufak çapta bilgi üretimi, personel transferi ve eğitimi v.b. haricinde) fiziksel görünümü ile girmeyi, yani daha tam anlamıyla ele geçirilememiş olan bir mekanı pazarlaştırmayı hedefliyor. Bu hedefin en somut örneği Anadolu’da adeta ot gibi biten Meslek Yüksek Okullarıdır. Meslek Yüksek Okulları Anadolu’daki yeni pazar alanlarına ucuz iş gücü sömürüsü ile girmeyi hedefleyen sermayeye bu hedefi doğrultusunda geniş imkanlar yaratmaktadır. Sermaye ve üniversite yönetimleri el ele vererek üniversitenin ve halkın tüm birikimlerini bir sömürü pazarına hapsetmeye çalışmaktadır.
Üniversite bu uygulamalar ile bir yandan kentin ekonomik ilişkilerine sermaye adına aktif müdahalelerde bulunan bir konuma getirilmeye çalışılırken diğer yandan da sermayenin doğrudan kendisine yönelik saldırılarıyla da karşı karşıyadır. Görünür bir sömürü işbirliği halinde olmayan sermaye üniversite yönetimleri ilişkisi üniversitelerdeki en belirgin halini Yeni Yök Yasa Taslağında bulmaktadır. Üniversitenin taşınır, taşınmaz tüm mallarının piyasaya sunulmasını ve işletme hesabı uygulamasını içeren tasarı, Anadolu’nun ellerindeki kısıtlı araca rağmen üniversite sermaye ilişkisini büyük kent yönetimlerine şapka çıkartacak kadar büyük bir ustalıkla hayata geçiren "köylü kurnazı" üniversite yönetimlerini üniversitelilerle doğrudan karşı karşıya getirecektir. Anadolu üniversitelerinde üniversiteliler, henüz içselleşmemiş olan sermaye olgusu karşısında çoktan ilk tepkilerini vermeye başladılar bile. Şimdilik hoşnutsuzluktan ve ne olup bittiğinin kavranmasına yönelik çabalardan kaynaklanan kıpırtılar Anadolu’da sermaye-üniversite organikleşmesinin denemesinin yapıldığı bir dönemde sermaye karşıtı hareket için ciddi bir potansiyel oluşturuyor.
Denetim ve Üniversiteliler
Anadolu’daki üniversite öğrencileri bulundukları yerelin sosyal ve politik geleneğine bağlı olarak farklı denetim ve gözetim biçimlerine tabi tutulurlar. Bu farklılık "Cumhuriyet" gazetesi okumanın, uzun saçlı bir erkek öğrenci olmanın üniversite muhalefetine dahil olmak anlamına gelmesine yol açıp sadece saçın uzunluğu dahi toplumun en gerici kesimlerine ya da üniversite yönetimine karşı sürdürülen bir özgürlük mücadelesinin simgesi haline gelebilmesini öngörür. Anadolu üniversitelerinde yurtlarda baskıcı uygulamalar, faşist saldırılar en üst seviyededir. Yurt yönetimi, sivil faşistlerle alenen ortak hareket eder. Barınma imkanı, en azından yurdun sınırları içerisinde, belli bir ıslah programına bağlanmıştır. Gerek düşünsel gerekse fiziksel olarak tasvip edilen sınırların dışına taşılması halinde yurt yönetimi ve sivil faşistler, kendi yasalarını uygular. Özgürlük mücadelesinin iğneyle kuyu kazarcasına verildiği üniversitelerde, yurtların ortak mekanları olan televizyon odalarında ana haber bültenlerine verilen tepkiler "gizli örgütlerin" göz temasları ya da mimiklerle kurulduğu mekanlar olabilmektedir.
Anadolu’da Demokratik Üniversite Mücadelesi Yükseliyor!
Henüz cisimleşmese de varlığını hissettirmeye başlayan sermaye saldırılarının gün geçtikçe üniversiter unsurlarda yarattığı hoşnutsuzluklar, gerici faşist üniversite yönetimleri ve polis terörü demokratik üniversite mücadelesi tarafından üniversite iktidarına geri dönecek bir silah potansiyelini barındırmaktadır. Egemenlerin yoğun denetim, baskı ve terörünün beslendiği kaynak olan Anadolu kentlerinin nesnel özellikleri (nüfusun ve üniversitelilerin uğrak mekanlarının sayıca az ve darlığı) aynı zamanda nesnel olarak üniversitelilerin bir arada olmalarının koşullarını da besler, bu durum üniversiteye ya da üniversitelilere yönelik saldırılara karşı geliştirilen refleksleri olumlu yönde etkiler.
Tüm ülkede sarsıcı etkileriyle yaşanan yeniden yapılandırmanın yarattığı huzursuzluğun ve tepkilerin üniversite alanında doğru bir programla örgütlenmesinin imkanlarının genişlediği bu dönemde, şimdilik dağınık ve örgütsüz olan demokratik üniversite muhalefetinin gelişmesi, kapsayıcı araçlarının artması ile beraber militan, örgütlü bir öğrenci hareketinin ip uçlarını ortaya çıkartmıştır. Kökleşmiş araçların ve mücadele alışkanlıklarının bulunmadığı Anadolu üniversiteleri özellikle öğrenci hareketinin yeni dönemini zenginleştirme noktasında önemli katkılar sunmuştur. Soruşturma, paralı eğitim, YÖK ve savaş gibi gündemlerde özgün muhalefet tarzlarını oluşturan demokratik öğrenci hareketinin özneleri, hücre tipi hapishaneler sürecinde olduğu gibi yoğun terör ortamında dahi sokak eylemlerinden vazgeçmemiş bunun sonucu olarak da üniversiteden atılma ya da uzaklaştırmalarla sonuçlanan soruşturmalara, gözaltı ve işkence gibi baskılara maruz kalmıştır. Ayrıca öğrenci hareketinin genel gündemlerini ele almakla yetinmeyip kendi gündemlerini öğrenci hareketinin genel gündemleri haline getirecek mücadele süreçlerini renkli kampanyalar ve militan eylemlerle şekillendirmişler, Anadolu kentlerinde sermaye ve faşizm karşıtlığının örgütlenmesi sürecinde anlamlı adımlar atmışlardır.
Türkiye’deki toplumsal mücadelelerde Anadolu halkı ve üniversitelileri önemli sınavlardan geçmiştir. Tarihe Anadolu aydınlanması olarak geçen süreçlerde bugün en gerici yanlarıyla üniversitelileri karşına almasının bizzat egemenler tarafından örgütlendiği Anadolu halkı özgür, bilimsel eğitim, demokratik üniversite ve demokratik bir ülke mücadelesinde üniversitelilerin yoldaşı olmuş, üniversitenin ve halkın zengin potansiyelleri Anadolu toplumsal yaşamını ve üniversiter yaşamı özgürleştirmiştir. Türkiye’deki demokratik öğrenci hareketini yüreğinin, bileğinin ve bilincinin gücüyle iten Anadolu üniversitelileri ise tüm baskılara ve sermaye saldırılarına karşı hep o güvenilir ve ağır başlı tavırlarıyla kendi rüzgarlarını yaratmaya başladılar bile!
Dostları ilə paylaş: |