Yazı daha güÇLÜ adimlar iÇİN • Manşet Akıntıya karşı Bir adım daha



Yüklə 0,52 Mb.
səhifə11/13
tarix07.01.2019
ölçüsü0,52 Mb.
#91754
növüYazı
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   13

Onu biz yarattık!

Tüm bunlardan bahsetmişken Ahmet Kaya'ya değinmeden geçmeye gönlümüz elvermedi. Onun bu ülkede müzik icra eden kimseler arasında en "tutarlı" çizgiyi yakalamış kişi olduğu söylenebilir..! Ahmet Kaya'nın müziği, bir "mişli geçmiş zaman" övgüsüdür.

Ahmet Kaya'nın, dinleyicileri arasına her döneminde yeni bir sınıfsal sosyal katmanı kattığı görülür. Başlangıçtaki solcu hedef kitlenin yanı sıra,varoşlar ve varoş alt kültürü, sonra kentli orta sınıf ve onun büyük şehir yalnızlığı ve tüm bunları içinde barındıran bir dil. Tüm bu sosyal, sınıfsal kategoriler için farklı farklı, söylemler. 12 Eylül'e karşı direniş sergilemeyen ya da darbeye cepheden bir karşı koyusu örgütleyemeyen aydınların (tabii bu tüm aydınlarımız için geçerli değildir) olduğu bir dönemde, keskin söylemlerle insanların güvenini kazanmıştır. 12 Eylül 80'den 80'lerin ortalarına kadar açık askeri faşizm koşullarını yaşayan halk ve devrimcilerin, umutlarını ve söyleyemediklerini de ifade etmiştir. Ya da en azından öyle olduğu sanılmıştır. "Başkaldırıyorum" gibi sert ve cüretkar ifadelerle bir anda, birçok insanın ilgi odağı olmuştur. Zaten muhalif sanatçıların müzik yapması çeşitli yöntemlerle engellenmiş, bu durumun sonucu olarak da Ahmet Kaya kolay ve hızla sahiplenilmiştir. O günden bugüne sözleri ve müziği muğlaklık üzerine kurulmuş parçalar üretir. Kaya'nın mahpusluk söylemi binlerce tutuklunun duygularına tercüman olmuştur. Ağlama Bebek albümünde bu ifadeye daha yoğun, rastlanır.

Ahmet Kaya dün olduğu gibi bugünde daha sol kültürle tanışmamış, birçok insana kendisininki gibi bir düşünce biçimini dayatmaktadır. Milyonlarca kişiye ulaşan müziği ve açıklamalarıyla Türkiye Solunun, sakat ve dejenere olmuş yüzünü yansıtmaktadır. Ve bu sakatlıkları yeniden üretmektedir. Örneğin "delikanlılık, "bağrı yanıklık ve isyancılık öğeleri oturtulmuş bir söylemle milyonlarca insanın geri kimliklerini okşamaktadır. Çünkü Ahmet Kaya'nın isyanı arabeskten ödünç alınmış bir isyan söylemidir. Bu isyanın mevcut düzenle bir alıp vereceği yoktur. Bu isyanın ucu açık, altı boş bir duygu ve kavram olarak ifadelen-dirilmesi, dinleyiciye Ahmet Kaya dinleme eyleminin bir isyan ediş biçimi olarak sunulması; gerçek isyanın içinin boşalmasına neden olmaktadır, Arabeskten farklıymış gibi görünmesinin birkaç nedeni ise bariton bir ses ve sol jargondur. Ve bu durum insanları yanıltmaya yetmektedir.

Ahmet Kaya sert bıyıklı ve delikanlı söylemiyle, erkek egemen solun bir karikatürü gibidir. Fakat bu meselenin komik olmayan bir yanı vardır ki ,o da; Ahmet Kaya Türkiye sol hareketi için büyük bir fenomen durumuna gelmesidir. Medyatik bir şahıs olarak yaptığı her açıklama, halkın devrimcileri, Ahmet Kaya'nın özdeşiymiş gibi düşünmesine yol açmaktadır. Aslında bu durumun tek örneği de o değildir. O durumu karakterize etmesi bakımından en uygun örneği teşkil ettiği için, yazımızın konusu olmuştur. Ülkemiz solunda hala terk edilmemiş çarpıklıklar, hem müzikal bağlamda hem de siyasal söylem olarak Ahmet Kaya ve müziğinde vücut bulmuştur. Özgün müzik furyasına adını yazdırmış herhangi bir kişinin söylem çözümlemesi yapılırsa bu açıkça görülecektir.

*Gurme: Lezzet uzmanı

**prozodi: melodi ve güfte uyumu

TOPLUMSAL MUHALEFETTE MESLEK ODALARI
TOPLUMSAL MUHALEFETTE MESLEK ODALARI

Tüm dünyada, 1950'lerde, sanayi ve teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkan yeni meslek türleri, kaynakların ve eğitim olanaklarının toplum yararına değerlendirilmesi ve devletin teknik danışman ihtiyacı, yeni bir toplumsal düzenleme olarak meslek odalarının kuruluş sebebini oluşturuyor. Meslek odaları, meslekte iç birliği sağlamanın yanı sıra belli normlar çerçevesinde mesleki denetimi oluşturmakla, aynı zamanda meslekleşme sürecine katkısıyla önemli bir yer tutmaktadır. Üretimi, bilgi zeminine oturtmak gibi bir avantajı bulunan odaların yarı ö-zerk yapısı, örgütlenme kolaylığı sağlamaktadır. Çalışanların kendi uzmanlık alanlarında yalnız kendi iradeleri ile çalışmaları, meslek odalarının varlık sebebidir. Yarı ekonomik tipte örgütlenmeler olması dolayısıyla, o mesleğin toplumsal konumunu, ekonomik çıkarlarını gözetmesi, odaların amacı, olarak geçse de bu örgütlenmeler, toplumsal statü bağlamında siyasetin içinde yer al maktadır.

Alınan kararlar, ülkeyi ve toplumu ilgilendirdiği oranda , mühendislerin, doktorların, eczacıların ve diğer meslek gruplarının etkinliği de artmaktadır. Toplumsal alanda uygulanan politikalara kaçınılmaz olarak müdahale eden, meslek grupları bu politikalardan etkilendiği oranda politika yapmaktadır.

Meslek odaları, mevcut siyasi yapıya koşut yeni bir örgütlenme anlayışı içerisinde doğmuştur. Özellikle TMMOB kurulduğu ilk dönemde* tam bir meslekçi anlayışın hakim olduğu seçkinler kadrosunun etkisi altında çalışma yapmıştır. 1950'li yıllar mücadeleyi tanıma yılları olarak, adlandırılır. Sanayinin planlanmaya çalışıldığı kısmi demokratik ortamda mesleksel özerklik talebinin ön plana çıktığı 1960 yılları meslek odalarının toplumsal muhalefet alanında önemli yollar kat ettiği dönemdir. Ancak bu dönemin sonunda artan özel okullarda verilen eksik öğrenim sonucunda mezun olan pek çok mühendisin bulunması, mühendisliği kitle mesleğine dönüştürmüştür. 60'larda verilen mücadele sonucunda özel mühendislik okullarının devletleştirilmesi sağlanmış, 55 ilde yapılan günlük iş bırakmalarla, meslek odaları örgütsel bakımdan etkinliğini kanıtlamıştır. Yanlış mesleki uygulamalara yapılan müdahalenin de etkin olduğu 1970’li yıllarda devletin bazı meslekleri etkisizleştirme çabaları sonuçsuz kalmış ve meslek odaları kapsayıcı bir politik mücadeleyle kendini var etmiştir. Ancak '80 darbesinden sonra meslek odalarıyla ilgili yasa değiştirilmiş ve kamu kuruluşlarında çalışanların odalara üye olma zorunlulukları kaldırılmıştır. Valilere bu konuda denetim adına olağanüstü yetkiler verilerek, delegeliklerde yaş sınırlaması getirilmiş ve TMMOB'nin kuruluş yasasındaki amaç maddesi daraltılmıştır. 12 Eylül ortamında, doğan boşlukta küçük girişimci ideolojisi yayılmış, dolayısıyla meslek odaları, 80'den sonra ancak lokal etkinliklerle çalışmalara başlayabilmiştir.

90'lı yıllarda, milyarlarca dolarlık dış borcun yarattığı iç pazar genişlemesi teknik elemanların her zamankinden daha fazla sistem-e entegrasyonuna yol açtı. Örgütlenmedeki göreli rahatlama, sosyal alandaki mücadelenin tansiyonunu düşürdü. 80 öncesinde 50.000'leri bulan mitingler düzenleyen meslek odaları, son yıllardaki kısmi toparlanmaya rağmen, bugün kitlesel etkinlik ve birliktelik sorunlarıyla karşı karşıya. Ancak toplumsal muhalefet içerisindeki etkinlik iyi politikalarla örülmüş durumda. Meslek odaları, hem uzmanlık alanındaki yanlış politikalara müdahale etmesi, hem de verdiği demokrasi mücadelesi açısından önemli bir yer tutuyor. Demokrasi platformları, özelleştirme karşıtı yapılanmalar içinde yer alan odalar, kaçak yapılanma, çarpık kentleşme, enerji santrallerinin dağıtım şebekelerinin özelleştirilmesi, sağlık hizmetlerinin paralılaştırılması politikalarına karşı çıkıyor.

Ülkenin ihtiyaçlarını karşılayamayan okullarda eğitilen mühendisler, kitleselleştikçe istihdam imkanı azalmakta ve her türlü şart altında çalışma yaşamını kabul etmektedirler. Mühendisler, alınan siyasi kararların altına imza atmak durumunda kalmış ve bu kararları sistem içinde uygulayan ücretliler konumuna düşmüşlerdir.

Yeni dünya düzeninin gelinen boyutunda özellikle uzmanlaşılmış mesleklerde ciddi krizler yaşanmaktadır. Devletin üretim alanından çekilmesiyle teknolojiyi üreten değil, kullanan konumunda bulunan Türkiye'de 'entegrasyon' politikası sonucu, bazı alanlar, rant ekonomisinin ve ideolojik saldırıların odağı olmuştur. Elektrik enerjisinin üretim-iletim ve dağıtımının özelleştirilmesi, en büyük rant getiren anlaşmalardan biri olmuştur. Bu alanda, maliyet ve satış arasında hemen hiç bir hizmette olmadığı kadar (4 misli) fark var.

Elektrik, Mimarlık, Makine, İnşaat v.b. odalar ise ideolojik saldırılardan en çok etkilenen odalar. İmza yetkisine sahip olabilmek için meslek odasına kayıt olma zorunluluğu, odalarda gerici ve faşistlerin azımsanamayacak kadar yoğunlukta olmasına sebep olmaktadır. Fakat burada duyulan sıkıntı ise, imza atılacak proje söz konusu olmadığı için üyelerinin sayısı düşük olan odalar... (4 büyük odanın ödentileri TMMOB bütçesinin % 76'sını oluştururken diğer 18 oda, % 24'ünü oluşturuyor.) Toplumun ekonomik, politik ve toplumsal yapısında görülen değişiklikler, örgüt yapılarını da etkilemektedir. Durağanlaşmanın sebebi olarak merkezi yapı görülmekte, sermayenin yönlendirmesi sonucu elitist mesleki örgütlenme çabaları, ön plana çıkmaktadır. Bu, mesleki disiplinlerde bulunan, tamamen piyasa koşullarına göre çalışan ve odaları, sistemle ilişki kurmak anlayışı içerisinde gören iki ayrı anlayışın yönelimi... Denetim yetkisinin sadece gelir sağlamak yönünde kullanılması gerektiğini düşünenler, meslek odalarının imza verdiği projelerden rant sağlanabileceğini savunuyorlar. (TMMOB'nin 4 trilyonluk gelirine bakıldığında bu görüşün kaynağı rahatça anlaşılabilir.) Bu anlayışlar, aynı zamanda o mesleği yapanları birbirinden ayrıştıran, kitle-selliği güçsüz kılan bir etki yaratmaktadır. Çünkü her meslekte görülen statükocu tavır, egemen ideoloji ve uygulamalarla birebir örtüşmektedir. Bu açığı değerlendiren siyasi iktidarlar, her dönemde 'uzmanlaşmış' ve yanlış mesleki uygulamalara prim veren kadrosunu ayakta tutmayı tercih etmiştir.

Meslek odaları açısından örgütsel sorunların iki yönü var: Birincisi, daha geniş üye kitlesinin örgütsel faaliyete en etkin biçimde katılamaması**, ikincisi mesleki disiplinlerin birbiriyle iletişimsiz çalışması. Kamu alanında çalışan 70.000 mühendis ve mimar ise Türkiye'de mesleki üretim yapılamadığı için 'işsiz' konumundalar.

Tabip odalarının geneline, Orman Mühendisleri Odası'na ve son seçimlerle beraber, Elektrik Mühendisleri Odası'nın İstanbul Şubesi'ne hakim olan faşist ve gerici anlayış karşısında bir takım çalışmalar başlatan meslek odalarının bazılarının gündeminde ise aşağıdan yukarıya işleyişin oturtulması yer tutuyor. İllerdeki şubelerden önce işyeri, üniversite, ilçe ve illere bağlı işyeri temsilciliklerinin oturtulması, tüm meslek odaları için kaçınılmaz bir gereksinim haline gelmiş bulunuyor.

Meslek edalarının geçmişte olduğu gibi bugün de demokrasi gücü olarak varolması ve sahip olduğu zengin olanakların bu şekilde ' değerlendirilmesi, sosyalistlerin acil görevlerindendir.

*TMMOB 1957 yılında 9 odayla kuruldu.

*TMMOB'nin 250.000 kayıtlı üyesine rağmen sadece 5000 çalışanın odayla doğrudan ilişkisi var. EMO'nun İstanbul'da 15.000 üyesi obasına rağmen son seçimlere kanlan üye sayısı 1800'le sınırlı.

EVDE DE İSYAN
EVDE DE İSYAN

'Kent havasım solumak, Ortaçağ'da olduğu gibi, İnsanı özgürleştirmeği yerde, hasta ediyor artık."

Herkesin herkese yabancılaştığı dünyada, kapitalizme ve yabancılaşmaya karşı " oluşturulan küçük direniş odaklan aslında öğrenci evleri. Gerek ev içi ilişkiler, gerekse çevreyle (komşularla) kurulan ilişkiler; dünyayı ve yaşamı dönüştürme çabasının ayrıntı örnekleri olarak çıkıyor karşımıza. Öğrenci evi ve getirdikleri/götürdükleri konusuna geçmeden önce 'öğrenci evleri öncesi" üniversite öğrencisinin barınma sorunu ve bu yaşam alanının özelliklerini görmek gerekiyor.

Üniversitenin kazanılmasıyla gündeme gelen sorunların başlıcası (hatta ilki) barınma! Üniversiteyi kazananın bu sorunu ilk çözüş yöntemi ise genellikle yurt..! Yurt, sosyal devletin(!); üniversiter yaşamı bir bütün olarak görmesi sonucu, üniversitelinin barınma ve beslenme sorunlarına getirdiği bir çözüm. "Çağdaş, laik, sosyal hukuk devletimizin(!)" parasız eğitim(!) anlayışıyla, barınma konusunda geliştirdiği en ucuz seçenek üstelik. Elbette bu ucuz seçeneği kullanırken ödenmesi gereken, maddi olmayan bedeller göz önüne alınmazsa... Örneğin üniversiteli özgür bireyin yurda giriş ve yurttan çıkış saatlerinin kısıtlanması, (bu konudaki cinsel ayrıma hiç girmiyoruz) üniversitelinin okuyabileceği kitaplar dergiler, dinleyebileceği müzik hakkında getirilen resmi/gayri resmi yasaklar, vs. vs. Yani ucuz ve rahat barınma yeri olarak gösterilen yurtlar bir zaman sonra (cezaevinden farksız bir hale geliyor muhalif birey için. Bu tarz bir baskılanmayı birlikte göğüslemek durumunda kalanların oluşturacakları, yaşamı (yurt yaşamını) dönüştürmeye yönelik örgütlenmelerin hem yurt yönetimince hem de diğer "yurttaşlarca nasıl karşılanacağı tahmin edilebilir herhalde.

Gittiği kentte yanında kalabileceği bir akrabası olmayan üniversiteli için tek bir seçenek daha vardır: Öğrenci evi!

Telaffuz edilmesiyle, insanda bir düzen dişilik aykırılık düşüncesini çağrıştıran öğrenci evleri, kuşkusuz bunu hak ediyor. İşin kötü yanı; bu çağrışımın emlakçılar, ev sahipleri ve apartman "sakinleri" tarafından da yapılıyor olması. Nereden çıktığı belli olmayan bir gelenek sonucu ülkemizde (özellikle büyük kentlerde. İlginçtir namus, ar haya sözcüklerinin daha sık telaffuz edildiği taşrada bu geleneğe daha az bağlılık olduğu görülür) bekara ve öğrenciye ev verilmez. Düzene başkaldırının temel alanlarından biri olan evlerin, öğrencilere verilmemesinin altında sermayedarların (ev sahiplerinin) düzeni korumak gibi bilinçli bir seçimleri mi yatıyor yoksa bu ortak tavır tümüyle bir içgüdüye mi dayanıyor belirsiz. Zaman zaman öğrencinin; eve iyi bakamayacağı, zaman zamansa çevrenin ar ve haya duygularını inciteceği ön-yargısıyla açığa çıkan toplumun' öğrenciye bakışı, öğrencinin toplum nezdindeki yeri açısından öğretici olsa gerek. Taranan, bombalanan örgüt evlerinin(!) genelde öğrenci evi olması bir tesadüfle değil, söz konusu önyargının devlet tarafından kullanılması ve öğrencinin (ve evinin) meşruluğunun yitirtilmesiyle açıklanabilir herhalde. Öğrencilere kiralanan evlerin genelde zemin katta ya da yeraltında olması ise hem bunu bütünleyen hem de öğrencinin toplumsal yaşamdaki yerini cıcığa çıkartan bir durum. Normal(!) ailelerce yaşanamayacak, ancak kapıcı dairesi gibi toplumsal sınıfların alt tabakasında yer alanlar tarafından kullanılabilecek özellikteki evlerin öğrenci evi olarak düşünülmesi sınıf savaşımında kimin cephesinde olacağımızın göstergesi değil midir?

Muhalif cepheden bakınca, "ötekiler"in düzen bozuculuk konusunda düşündükleri doğru gibi görünüyor aslında. Evini yaşam alanı olarak gören üniversiteli alternatif yaşam düşünü bu vesileyle ortaya koyarken, gündelik yaşamdaki totalitarizmin "duvarları"nı zorluyor. Öğrenci, evi dekore edişinden odalar kullanış amacı ve stiline kadar pek çok konuda apartman "sakinleri" ile ayrı düşüyor. Zira oturma odası, salon, yatak odası gibi kalıplaşmış ev bölümleri; öğrenci evinin odalarını yetersiz kalıyor. Çünkü öğrenci evlerinde odalar ve salon, hep, çok ve farklı amaçlarla kullanılıyor.

Bu bakış açısıyla ev, sıradan bir barınma, aygıtı değil, yaşam alanı; gündelik yaşamda her gün farklı biçimlerde karşımıza çıkan "ayrıntı devrimlerin örgütlenme yeri olarak görülebilir. Özel yaşamın da gözetilmesiyle ortaya çıkan paylaşımlar, ortaklıklar devrim ve sonrası için fikir verebilir. Tam olarak "Devrim... Hemen şimdi!" demeye yaraşır yaşamanın ve örgütlenmenin adresi haline gelebilir öğrenci evleri. Yaşamın gözeneklerine inilen doğal komünler... Tek tipleşmeye karşı kapitalizmin göbeğinde, apartmanlarda açılan bir savaş cephesi...

Kurmayı düşündüğümüz dünya hakkında fikir veren öğrenci evi, bu konuda bazı ayıpları da taşımıyor değil. Eve gelen öğrenci olmayan biri evi tanımlarken mutlaka "yıkanmayan bulaşıklardan, biriken çöplerden, kirli lavabolardan" söz açacaktır. Nitekim öğrenci evi tanımlaması, diğer özellikleriyle birlikte (hatta daha baskın olarak) kirlilik anıştırması yapmaktadır. Aslında öğrencilerin kolay ev bulamamasının ana nedenlerinden biri de bu. Toplumsal yaşamdaki totalitarizme karşı çıkan gençlik, "işin temizlik öğesini" de pek ihmal etmiyor gibi görünüyor öğrenci evlerine bakınca. Bazen zamansızlıktan ama sıkça isteksizlikten kaynaklı olarak öğrenci, evine bakmayan bir insan nitelemesine reva görülüyor.

Bu yine anlaşılabilir bir durumken daha vahim sorunlar da görülebiliyor. Yaşamı ortaklaştıramadığı için bozulan arkadaşlıklar, dağılan öğrenci evleri hepimizin yanı başındadır. Eve yapılan harcamalar yüzünden çıkan tartışmalar, eve gelip gidenler konusunda yapılan kavgalar gündelik yaşamda devrim girişiminin başarısızlık örnekleridir.

Öğrencinin evinin olması ona özerklik getirdiği gibi yaratıcılık şansı da tanıyor. Ev arkadaşlarını, evin muhitini ve kalacağı odayı seçme şansına sahip olan öğrenci ("Özerklik, diğerleriyle çok farklı türden ilişkilerin seçilebilirliği temelinde, kendi kaderini tayin etmeye ilişkin temel bir demokratik idealdir."); kolektif yaşanan alanlar dışında (Ör. salon, mutfak, banyo) kendi öznel mekanında yaratıcılığını da dilediği gibi kullanabiliyor. Yani yaşayacağı yeri/alanı kişi kendi yaratıyor ve yaşıyor!

Her başkaldırı hareketi gibi "öğrenci evi ayaklanması" da kendi kültürünü yaratıyor zamanla. Dinlenen müzikten giysilerin seçimine ve paylaşımına uzanan geniş bir yelpaze içinde konuyu değerlendirmek mümkün. Yaşam alanı olarak görülen her öğrenci evinin kaset arşivinde klasik sol kasetlerin dışında dikkati çeken birkaç isim çoktan ortaya çıktı bile: "Tüketilen müzik" piyasasında alçakgönüllü devrimler yaparak müzik yaratma özelliğine sahip oldukları görülen bu isimler rastlantı sonucu ön plana çıkmıyorlar tabii ki. Yaşamı algılayıştaki ortaklığın eseri bu seçim.

Yaratılan yeni kültür ev işlerinin paylaşımında da gösteriyor kendini. Bulaşıkların yıkanması, yemeğin hazırlanması, ev temizliği gibi birçok ev işi komünal bir paylaşımla yapılıyor. Yeteneklerin ve ilgilerin göz önüne alınmasıyla ortaya çıkan bu iş bölümü, düşlerdeki toplumu anlatmıyor mu aslında..?

Diğer bir kültürel özellik de "Halkların 'Kardeşliği" sloganıyla özetlenebiliyor öğrenci evlerinde. Türk, Kürt, Arap, Laz, Rum... Pek çok halk kültürü öğrenci evi özelinde, kardeşlik sloganını yaşama geçiriyor.

Tüm bu değimlerin sonucunda ortaya çıkan manzara şu: Kapitalizme karşı, bu tek taraflı savaş ilanının cephelerini genişletmek gibi bir derdin olmadığı görülüyor. Yani, öğrenci evinin komşusu öğrencilerden rahatsız ve ne yazık önyargıları daha da pekişik. Savaş ilan eden taraf meşruluğunu sağlayamamış durumda yani. Yabancılaşmaya, kapitalizme karşı açılan bu anlamlı savaş, gündelik yaşamda yaratılan bu büyük devrim girişimi toplumsallaştığı ölçüde anlam kazanacak elbette. Yoksa, öğrenci evi, kapıdan girerken kapitalist ilişkileri ayakkabılığa bıraktığımız, günlük korunma alanımız olmanın dışına çıkamaz gibi görünüyor. Önemli olan günün beş-on saatinde kendimizi iyi edeceğimiz korunaklı alanlar yaratmak değil; yavan ilişkilerin bağrında sisteme açtığımız savaşı kazanımlarla, alanı genişleterek sürdürebilmek! Yani inadına isyan, inadına isyan!



ASİLER SOKAKTA
ASİLER SOKAKTA

Endonezya'da patlak veren halk ayaklanması faşist diktatör Suharto'yu tahtından etti. Ayaklanma üniversite öğrencilerinin yeni liberal saldırganlığa karşı isyanıyla başladı. Şimdi ABD emperyalizmi ve Endonezya egemen sınıflan halk düşmanı politikalarım yeni yüzler, yem siyasal güçlerle ayakta tatmaya çalışıyorlar. Halkın yarattığı bu deprem düzeni de yıkacak mı bunu sonra göreceğiz. Ancak sonuç ne olursa 'yeni dünya düzem" Endonezya'da şiddetli bir sarsıntı yaşadı.

Endonezya’nın bugünkü duruma nasıl geldiğini ve halkın Suharto'dan neden bu kadar nefret ettiğini anlayabilmek için ülkenin geçmişine biraz göz atmak yeterli.

Farklı dini kökenlerden gelen ve 250 çeşit dil konuşan tam 206 milyon insanın yaşadığı bir takımadalar ülkesi Endonezya. 400 yıllık Hollanda egemenliğinden 1940'larda kurtulur fakat bu kez de Japonya'nın zulmü başlar. 1945'te Japonya'nın yenilmesiyle bağımsızlık şansını yakalamasına rağmen ülkenin içinde olduğu durum pek iç açıcı değildir. Sukarno (Endonezya'nın eski Devlet Başkanı) o dönemde komünizmi yeni seçmiş olan Çin ile yakın ilişkiler kurar ve 1965'te Çin güdümlü Komünist Partisi'nin başlattığı ayaklanma (Sukarno'nun bu ayaklanmayla bağlantılı olduğu söyleniyor) o an Genel Kurmay Başkanı olan Suharto tarafından bastırılır. Bu ayaklanma 500 binden fazla komünistin öldürülmesiyle bastırılabîlmiştir. Ve Suharto 1967'de ordunun da desteğiyle başkan koltuğuna oturmuştur.

Suharto iktidarının ilk yıllarında petrol sanayinin büyümesi ve 1970'lerde petrol fiyatlarının üç kat artmasıyla Endonezya'nın ulusal petrol şirketi de büyük bir güç haline geldi. Ancak bu gelişmeler ne halkın karnını doyuruyor, ne de üzerindeki baskıyı azaltıyordu. Suharto'nun ailesi ve yakınları ise her geçen gün daha da zenginleşiyorlardı.

Suharto ve rejimi öteden beri üniversite gençliğinin tepkisiyle yüz yüzeydi.Ancak bu tepkiler uzun bir süre güçlü bir halk muhalefetiyle bütünleşmedi. Peki ne oldu da, bu kez üniversite gençliğinin eylemi rejimi sarsabildi ve Suharto'yu alaşağı edebildi? Ve yine nasıl oldu da Endonezya halkı, göz kırpmadan ölüm kusabilen askerlerin ve polis güçlerinin üzerine üzerine yürüyebildi?

Yeni yıla girilmesiyle birlikte tüm Asya ülkelerini sunun ekonomik kriz Endonezya yi da etkiledi. Protestolar ülkenin parasında yapılan büyük devalüasyonla ve banka kriziyle had safhaya ulaştı. IMF katı ekonomik tedbirlerin uygulanması koşuluyla ve Clinton yönetiminin de desteğiyle 43 milyar dolarlık bir yardım sağladı. Fakat Suharto rejimi IMF'in en vahşi taleplerinden bazılarını uygulamada duraksadığı için 3 milyar dolarlık ödeme ertelendi.

Suharto'nun 10 Mart'ta Halk Danışma Meclisi tarafından yedinci kez başkan seçilmesi üzerine binlerce öğrenci diktatörün istifası talebiyle sokakları doldurdu.

Öğrenciler düşük ücretle işçi çalıştıran iş yerlerine karşı eylem yaptı. Duke Üniversitesi'nde yapılan eylemler sonucu üniversite yönetimi üniversite takımındaki sporcuların formalarının buradan alınmayacağını duyurdu.



Nisan 98

10 eylemci öğrencinin kayboluşu Suharto rejimine karşı gösterileri bastırmak ve öğrencileri yıldırmak amacıyla büyüyen bir saldırı kampanyasının son işareti oldu. Baro avukatları öğrencilerin bir gösteride polisin saldırısı sonucu kaybolduğunu söylüyor. Polis ve ordu ise bu konuda bilgileri olduğunu inkar ediyorlar. Avukatlar birçok öğrencinin işkence gördüğünü ve tutuklandığını belirtiyor. Devletin çeşitli ağızları (örneğin Suharto'nun danışmanı) polisi ve orduyu daha ileri gitmeye ve öldürmeye teşvik ediyor; "Biz buna şok tedavisi diyoruz. Bir isyanı bastırmanın şok tedavisi dışında bir yolu yoktur" diyor.

Polis ve ordu, öğrenci eylemlerine kampus içinde kaldığı sürece müdahale etmedi. Ancak protesto hareketi sokağa taşmaya başlayınca kampüsler de polisin saldırı hedefi haline geldi. Polis, Yogyakarta'daki Gadjah Mada Üniversitesi'ne girerek göz yaşartıcı gaz ve coplarla öğrencilere saldırdı. Üniversite rektörü şiddetten güvenlik güçlerini sorumlu tutarak sonraki eylemlerde kampus dışında kalmalarını istedi.

Suharto diktatörlüğü bir taraftan öğrenci liderlerine kur yapıp onları resmi tartışmalara çekerken, diğer taraftan politik eylemcileri tutukluyor ve sokaktaki polis ve asker baskısını kurumsallaştırıyor:

18 Nisan'da Cakarta fuar alanında bakanlar ile 39 kampüsten seçilen 60 öğrenenin katılımıyla halka açık bir forum gerçekleştirildi. Forum, Endonezya'nın en çok bilinen ve en büyük üniversitelerinden olan Endonezya Üniversitesi, Bandung Teknoloji Enstitüsü ve Gadjah Mada Üniversitelerinden bir tek temsilcinin bile bulunmadığı bir toplantıydı. Askerlerin, hükümet temsilcilerinin, rektörlerin politik ve ekonomik "araştırmacıların" sayısı öğrencilerden kat kat fazlaydı. Bunların dışında Ekonomi Bakanı, Sosyal Hizmetler Bakanı ve Silahlı Kuvvetler Başkanı da tartışmada hazır bulundu.

Organizasyonda kilit rolü General Wiranto oynuyordu ve aynı zamanda öğrencilerle tartışmaya hazır eğitimli komutanlara da sahipti. Sosyal Hizmetler Bakanı, Suharto'nun kız kardeşi ve aynı zamanda çok zengin bir iş kadını olan Rukmana, öğrencilere reformları uygulaması için hükümete daha fazla süre vermeleri çağrısında bulundu"

Gösterilerin yoğunlaşma eğilimi gösterdiği dönemde Eğitim ve Kültür Bakanı devlet üniversiteleri yönetimlerinden kampüste politik etkinliklerin uzun süreli yasaklanmasını istedi. Bakan, protestoculara karşı uygulanacak yaptırımları destekleyeceklerini söyleyerek 61 öğrencinin ismini verdi. Rejimin asıl endişesi ise kısıntılar sonucu sarsılan ve yüksek fiyatlar nedeniyle temel tüketim maddelerinden yoksun kalan işçi sınıfının eylemlere destek vermesi idi. ABD'de yayınlanan Business week dergisi "Ordu göstericilerin kampüsten çıkmalarını önlüyor, dolayısıyla işçilerin ayaklanmaya katılımı önlenmiş oluyor" diyerek bu korkunun uluslararası sermaye tarafından da paylaşıldığını gösteriyordu. Bu arada işçiler de bir genel grev çağrısını tartışıyordu.

Sosyal bir patlamayı önlemek için Suharto Dünya Bankası'ndan 5 milyar dolarlık bir gıda yardımı aldı ve özel şirketlerden işten çıkartmaları azaltmalarını istedi. Bunun üzerine bazı şirketler işçileri atmadı fakat ücretlerde kısıntıya gitti. Japon otomobil devi Toyoto'ya bağlı Astra şirketi 4000 işçiyi işten çıkardı. Suharto'nun oğlunun elinde olan Cıtra Bimarta şirketi 1400 işçinin maaşında % 30 kesinti yaptı. Aynı zamanda işsiz köylülerin şehre giriş çıkışı yasaklandı, çalışma kağıdı olmayanlar polis ve asker tarafından şehre alınmamaya başladı. Çinliler nüfusun % 3'ünü oluşturmalarına rağmen ticaretin % 70'ini ellerinde bulunduruyorlar. Kısıntılar, artan yoksulluk, sertleşen yaşam koşulları ve işsizlik geçen seneye oranla iki katına çıktı. Ulusal para olan Rupi % 350 oranında değer kaybetti.Endonezyalı işadamları dış borçları ödemekte zorluk çekiyor, işsiz sayısı 18.7 milyona ulaştı. Bu sayı küçük ve büyük işletmelerin işten çıkartma ve kapatılmalarıyla artacak gibi görünüyor. IMF'nin temel tüketim mallarındaki sübvansiyonunun kesilmesi talebinin gerçekleşmesiyle beraber fiyatlarda bir patlama olacak ve bunun sonucunda yaklaşık 7.5 milyon Endonezya' lı şiddetli yiyecek sıkıntısıyla karsa karşıya kalacak.

Endonezya'nın askeri rejimine karşı öğrenci protestoları, şiddetli baskılara ve Suharto'nun "derse dönün" çağrısına rağmen sürdü. Öğrencilerin eylemleri daha yürekli hale geldi, enflasyon ve işsizliğin pençesindeki işçiler ve toplumun diğer kesimleri sokaklarda buluşmaya başladılar. Polis ve ordu gösterileri kampus dışına taşırmamaya çalıştı. Jambi ve Mataram'da göstericilerin üniversite dışına çıkmaya çalışması sonucu şiddetli çatışmalar çıktı. Medan'da polis üniversiteye girerek öğrencilere ateş açtı.

En önemli eylemlerden biri 23 Nisan'da yapıldı. Yedi üniversiteden çıkan öğrenciler "Düşük ücretlere son" ve "Suharto istifa" sloganlarıyla sokakları doldurdular ve çevredeki herkese eyleme katılma çağrısı yaptılar.

Endonezya Hıristiyan Üniversitesi'nden çıkan 500 kişi yola oturarak trafiği kapattı. Yüzlerce polisin, silahlarıyla etraflarını sarması üzerine öğrenciler geri çekildi.

Bugün öğrenci muhalefetine karşı Suharto ve bakanlarının çok yüksek şiddet uygulamamasının nedeni bu tip hareketlerin bir sosyal patlamanın kıvılcımı olabileceği korkusundan. Şu anda az sayıda işçi ve ev kadını yükselen fiyatlara karşı öğrenci eylemlerine katılıyor.

Suharto rejimi henüz ordunun tüm gücünü öğrencilere karşı konumlandıramadı ancak birçok eylemci ve öğrenci lideri tutuklandı veya kaybedildi. Endonezya yasaları Suharto'nun eleştirilmesine ve politik gösterilere karşı çok sert kanunlar içeriyor.


Yüklə 0,52 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   13




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin