SAVAŞ REJİMİNE YASAL KILIF
SAVAŞ REJİMİNE YASAL KILIF
CEZA YASASI UYGUN ADIM!
Bugüne değin 72 yıldan beri ceza adaletini sağlamak işlevini gören, bireysel ve toplumsal yaşamımıza yön veren, 1 Mart 1926 tarih ve 765 sayılı TCK'nın yerini almak üzere Adalet Bakanlığı'nca oluşturulan bir komisyon tarafından hazırlanan 496 maddeden oluşmuş yeni ceza yasası ön tasarısının Bakanlar Kurulu'ndan da geçerek bugünlerde yasalaşma sürecine girmesine birkaç satırlık sıradan haberler arasında yer verilerek geçiştirileceğini hiç beklemiyorduk doğrusu..."
Ceza Hukuku ve onun yasası tartışmasına cumhuriyetin askeri mahkemelerinde görev yapan bir yargıcın serzenişiyle girmiş bulunduk.
Ceza Yasası; insan haklarını, demokrasiyi, tüm temel hak ve özgürlükleri, coğrafyasında yaşayan herkesi doğrudan ve yakından ilgilendiren bir karaktere sahiptir. Başka bir anlamda Ceza Hukuku insanlık tarihinin özel bir aynasıdır. Suçun ve cezanın felsefesini içeren ceza yasaları, insanlık tarihinin adaletsizliklerini, eşitsizliklerini, haksızlıklarını olduğu kadar daha onurlu, daha insani bir sosyal yaşam biçimine ilişkin gelişmeleri de yansıtır.
Türkiye'nin gerçeği; ceza hukuku olgusunun, bu olguyu yaşama geçiren baskıcı ceza yasalarının, bu yasalar ile özgürlük mücadelesi arasındaki uyuşmazlığın, bu uyuşmazlığın görüldüğü Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin ve hakiminin ve savcısının ve siyasi polisinin, çembere alınmaya çalışılan muhalefet hareketlerine karşı yargı mekanizmasını işlevli kılmasının gerçeğidir.
Mussolini İtalyası'nın ve faşizminin değirmenine su taşıyan ceza kanunu, 1926 yılında Fransızca metninden çevrilerek Türk Ceza Kanunu adını almıştır.Geride bırakılan yetmiş iki yıl içerisinde, TCK tam elli dört kez değişikliğe uğramıştır. Yönetime gelen her siyasi iktidar, baskıcı konumunu perçinlemek için kendisine yakın çevrelere tasarılar hazırlatmış, tasarıları meclis komisyonlarına taşımış ve milli mutabakat ruhuyla yasa değişikliklerini gerçekleştirmiştir.
En asgari demokratik istemlerden, boyutlu ve gelişkin siyasal önermelere, toplumsal projelere değin tahammülsüzlüğünü zoruyla gösteren, bu sosyal hareketliliği sindirme çabasında olan savaş rejimi; baskıya ve yasağa doymuyor. MGK patronluğunda inşa edilmeye başlanan yeniden yapılanma sürecinde devlet güçleri, yargı silahını öne sürmeyi ve 1985 yılından bu yana kesintili olarak tartıştığı TCK taslağını günümüzün sübap yasası durumuna getirmeyi düşünmektedir.
MGK tarafından yayınlanan muhtıra niteliğindeki bildirilerin hemen ardından yürütmesi durdurulmuş hükümet, irtica ile mücadele başlığıyla yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılayan baskı yasalarını meclis komisyonlarına sunmuştur. Vergi Reformu Kanun Tasarısı, Sosyal Güvenlik Kurumları Kanun Tasarısı, Sermaye Piyasası Kurulunda Değişiklik Tasarısı, Mahalli idareler Reformu Kanun Tasarısı, Sendika Yasa Tasarısı ile eşzamanlı anılan TCK Tasarısı; baskının güncelleştiği koşullarda muhalefet çizgisini çevreleyen yeni bir kalkışmanın unsuru olarak değerlendirilmelidir.
Hükümetin kamuoyuna yine demokratikleşme, yine hukuk reformu adıyla sunduğu TCK tasarısı; 594 maddesi ve 3500 hükmüyle yürürlükte olan TCK 'dan daha geri uygulamaları, daha ağır cezaları içermektedir. Toplumsal barışın ve adaletin güvencesi olmaktan uzak bu suç ve ceza politikası, yasal eşitliği gerçek eşitlikten üstün tutmakta ve varsılları yoksullara karşı savunan ayrıcalıkları koruma işlevini üstlenmektedir. Dolayısıyla bu özdeki ceza hukuku, eşit olmayanlar arasında eşitliği ve özgürlüğü sağlamaktan çok, eşitler arasındaki eşitliği ve özgürlüğü güvenceye almaktadır.
Yasaya bakıyoruz, çeteyi göremiyoruz!
Tasarının ikinci maddesinde geçen "Ceza kanunlarını bilmemek mazeret sayılmaz. Ancak..." hükmüyle devlet büyüklerinin "Vatan için kurşun atan, kurşun yiyen şerefliler" listesinde yer almak isteyen tetikçi çete mensupları bu azmettirmeyi, davranışlarının haklılığında ispat unsuru olarak göreceklerdir. Önceki metne "ancak" çekincesinden sonra eklenen hüküm, çete suçlarına örtülü bir af olanağı getirecektir.
Sistemin çürümüşlüğünü yansıtan açık çete faaliyetlerine tanınan hukuki koruma olanaklarından birisi de tasarının 442. maddesinde ifade edilmiştir. Maddenin ikinci fıkrasıyla devlet içindeki çetelere tanınan himaye yasallaşmaktadır. Gördükleri devlet hizmeti nedeniyle bu hizmete ilişkin bilgileri açıklamaları suç sayılan kişilerin, devlet adına işlendiğini bildikleri suçları ihbar etme zorunluluğu, bu düzenleme ile ortadan kaldırılmıştır. Böylece cürmü ve faili bilen devlet görevlileri, hukuk dışı operasyonları (1000 operasyon) gizleme, yargı organlarına bilgi vermeme hakkına kavuşmuş olmaktadır. Yasal düzenlemenin bu yönü, derin devleti güvenceye almış, koruma alanına ve yasal zırha sokmuştur. Katliam sanığı Abdullah Çatlı'nın sahte kimlik, yeşil pasaportla dolaştığını bilen ve gören sanıklar hakkında açılan dava bu hüküm ile düşmüş olacaktır.
Açığa çıkmış devlet-çete ilişkisinde ve yasadışı yürütülen operasyonlarda ihbar zorunluluğu, gözetilmezken; devletin bekasına, iç ve dış siyasal yararlarına ilişkin belgelerin tahrip edilmesi, açıklanması, çalınması, casusluk a-macıyla kullanılması ağır yaptırımlara tabi tutulmaktadır. Susurluk raporu ile yoğunca tartışılan devlet sim kavramı yeni tasarıda da kut-sanmaktadır. Bu çelişkili-hükümlerin tartışılması bir yana devlet sırrı tanımının sınırlarını belirlemenin güçlüğü ve belirlenecek cezanın keyfiliği şeffaf devlet tartışmasını bir başka bahara bırakmıştır.
Ardı kesilmeyen provokasyonların ayakta tuttuğu bu çürümüş sistemi besleyen, sistemin kol kanat gerdiği mafya tipi yasa dışı oluşumlar, tasarının getirdiği yeni düzenlemelerle cesaretlenecektir. Silahlı gözdağı verme eylemleri, kalpazanlık, gasp ve uyuşturucu ihracı suçlarına öngörülen ceza indirimleri, adaletsiz ceza tipleri olarak yasa tasarısındaki yerini almıştır.
Batılı, uygar, çağdaş ceza sistemlerini örnekleyerek kopartılan "idam cezasını kaldırıyoruz!" yaygarası; yargısız infazların, faili meçhullerin sözüm ona yaşanmadığı, çağdaş, demokratik bir hukuk devleti tasviri içinde yapılıyor. İdam cezasının kaldırılması ilkin ö-nemli bir adım olarak görülse de, hemen arkasından, ağırlaştırılmış ve sıkı güvenlik rejimi altında geçecek, 30 yıl fiilen hücrede kalmayı öngören düzenleme getirilmiştir. İnsan onuruyla bağdaşmayan bir hücre cezasını içeren bu hüküm, şimdilerde bitirilmeye başlanan hücre tipi cezaevlerini inşa etmiştir.
TCK'nın 125, 146 ve 147. maddelerini karşılayan tasarının 356, 365 ve 375. maddelerinden cebir unsuru çıkartılmıştır. Anayasayı ihlal suçunu düzenleyen TCK'nın 146. maddesinden farklı olarak cebir koşulunu içermeyen ve yalnızca teşebbüs etme ölçütünü getiren tasarının 365. maddesi, anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik her türlü kanuna ve hukuka aykırı yolu cezalandırmıştır. Hakime geniş takdir yetkisi tanıyan, suçun ve cezanın etki alanını genişleten bu hükümle; anayasanın değiştirilmesini önermek, maddelerin değiştirilmesini istemek, bu yönde düşünce ifade etmek ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektirecektir.
Terörle Mücadele Yasası'nın ünlü 8. maddesini karşılayacağı iddia edilen 356. maddenin üçüncü fıkrası "Devletin bağımsızlığını azaltma" tabirinden ötürü tüm demokratik kanalları tıkayan sonuçlar doğuracaktır.Muhalif önermelerin, politik çıkışların bu madde kapsamında ele alınması durumunda; örneğin ulusal üstü belgelere gönderme yapmak, devletin yurttaşlarına karşı işlediği suçlarda uluslararası düzlemde araştırmalar yapılmasını istemek, bu tür suçlarda ulusal yargının yetkili olmaması gerektiğini savunmak, Birleşmiş Milletler ve İşkence İzleme Komitesi'ni cezaevlerinde ve karakollarda inceleme yapmaya çağırmak, OHAL uygulamalarıyla, boşaltılan ve yakılan köylerle ilgili uluslararası kamuoyu ve kurumlara başvurmak suçu ve yaptırımını doğuracaktır.
Tasarı kimi düşünce suçlan için ortam yaratmıştır. 359. maddeyle "milli yararlara karşı hareket" suçu ilk kez işlenmiştir. Ceza hukukunun yasallık ilkesine aykırı olan bu yeni suç tipi, son derece belirsiz bir içeriğe sahiptir. Yanı sıra uygulamada hakimin eşit olmayacak kararlarından ötürü keyfiliklere yol açabilecek bir deyimdir. Örneğin birinci dünya savaşı sonrasında Ermenilerin soykırıma uğradıklarının basın yayın yoluyla propagandasının yapılması suç sayılacaktır. Resmi görüşlere aykırı her düşünce bu içeriğiyle cezalandırılacaktır.
İşkence suçunun cezası kısmen ağırlaştırılmış, ancak BM işkence sözleşmesine uygun bir düzenleme getirilmemiştir. İşkence, devlet görevlilerinin kontrolünde ve sistematik bir yöntemle işlenen bir suç olduğu halde, elimizdeki tasarı işkencecilerin sorumluluğunu, genel işkence suçunun bir fıkrasını da eritmeye çalışmaktadır. Polisin işkencesi ile bireyler tarafından yapılan işkence aynı kapsamda ele alınmaktadır. Yine kutsal devlet anlayışının yansıması olarak çocuğa işkence yapan kimseye memura işkence yapandan daha az ceza verilmesi benimsenmektedir.
Düşüncenin ifade edilmesinin önündeki engeller kaldırılmamıştır. Yeni düzenleme ile düşünceleri nedeniyle mahkum olanlara ilişkin kampanya açmak, kişisel anlamda olumlu düşünceler ifade etmek de cezaevinin kapısını aralamaktadır. Böylece toplumun bütünleşmesine engel olmak amacını güden faaliyetler yaptırıma tabi tutulmaktadır.
Askere dokunma yasağının sürdürüldüğü tasarıda, halkı askerlikten soğutma suçu cezasıyla kendisini ifade etmektedir.
"Örgütlenmiş Suçlu" adıyla yeni bir kavramı tartışan 45. madde, böylesi bir tanım eksikliğinden hareketle , suçlunun örgüt mensubu olması koşulunu ve bu eylemi yapma şeklini dikkate almayacaktır. Oysa bu tanım, yasallık ilkesine aykırı olarak, içeriği ve kriterleri bütünüyle hakimin takdir yetkisine bırakılmıştır. Tasarı bir yandan iştirak halinde suç işleyen herkesi örgütlenmiş suçlu olarak değerlendirmekte ve belirsizliği ile kişi hak ve özgürlüklerini yok sayacak niteliğe bürünmektedir.
İlgili tasarının örgüte yardım adlı bir başka bölümünde de örgütsel faaliyette bulunan kişilere, yakın akrabalarının kişisel yardımda bulunması değerlendirilmiş ve suç olarak kabul edilmiştir. Son durumuyla örgüte yardım yataklık tanımı yapılan eklemelerle şöyledir: " yardımlar, dernek, siyasi parti, işçi ve işveren ve meslek kuruluşlarına ve bunların yan kuruluşlarına ait bina, lokal, büro veya eklentilerinde veya öğretim kurumlarında veya öğrenci yurtlarında veya bunların eklentilerinde yapılırsa ..."
Çürümüşlüğü ve kokuşmuşluğu ayyuka çıkmış, sürekli bir darbe ortamını ayakta tutan savaş rejimi; yolsuzlukların ve çeteci faaliyetler konusunda kısmen de olsa tartışma yürüten basını da kontrolü altına almaktadır. Tasarıda "bir kısım medyanın yargısız infaz yaptığı" ifadelerine yer verilmektedir. Düzenleme yasallaştığında, MGK brifinglerine1 ve ültimatomlarına ek olarak bir suç ve ceza tipi, sansür gerçeği yaratılmış olacaktır. 451. maddenin gerekçesinde "adaleti kamuoyu etkisinden kurtarmak ve sükunetle çalışılmasını sağlamak gereklidir" görüşüne yer verildi.
Tasarı, yürürlükteki yasa gibi mala karşı işlenen suçları, kişisel varlıklara (fiziki bütünlük, onu, özgürlük) karşı işlenen suçlardan da* ha ağır şekilde cezalandırılmıştır. Mala karşı işlenen suçlar doğrudan ve kendiliğinden takip edilirken diğer gruptaki suçların çoğunun takibi şikayete bağlanmıştır. Bu anlayışın insana ve insan haklarına değer verdiği iddia edilmeyecektir.
Bir diğer düzenlemeyle "hakime saygısızlık suçu" türetilerek yasallık ilkesini çiğneyen, yargıçlar diktatörlüğüne yol açabilen keyfiliğe uygun olan hükümler getirilmektedir. Söz konusu 453. madde, hakaret derecesine var-masa da saygıyı zedeleyici el yüz işaretlerini, jestleri, slogan atmayı, duruşma salonunda yumruk sıkmayı, zafer işareti yapmayı cezalandırmaktadır. Bu maddeye ruh veren .mantık kışla mantığıdır. Hakaret içermeyen, hakaret gibi değerlendirilmesi mümkün olmayan bir davranışı "saygısızlık" diyerek cezalandırmak yalnızca sübjektif bir anlam taşır.
TCK tasarısı öngördüğü yüzlerce yeni hükümle; devlete, zora, baskıya ait kavramları mutlaklaştırmıştır, onları korumuştur. Bireysel hakları ve özgürlükleri devletin bütünlüğüne yönelik bir iç tehdit olarak algılayıp bunların kapsamını daraltmıştır. Düşünceyi, kitabı, mizahı, şiiri, yan yana gelen insanları, insanlığın güzel ideallerini ve buradan süzülecek düzen dışı ve düzen karşıtı her eğilimi belirli suç kalıplarına dökmüş ve bir ceza terörü yaratmıştır.
Değişiklik tasarısı, oluşumunda ve yasalaşmasında tüm tartışma zeminlerinden koparılmakta ve apar topar yasalaştırılmaya çalışılmaktadır. Silaha, şiddete, hücreye en yakın anlayışlarla biçimlendirilen tasarı, önümüzdeki dönemlerde DGM'siyle, hakimiyle savcısıyla, işkencesiyle, tabutluğuyla, infazlarıyla bu savaş rejimi içinde kendini hissettirecektir.
Özgürlüğün, barışın, eşitliğin mücadelesini veren toplumsal muhalefet hareketinin tüm güçleri bulundukları cepheden yoğunlaşan bu saldırıları savuşturacak ve mücadelenin yasasını yazacaklardır.
TOPLUMSAL MUHALEFETE YARGI BARİKATI,
TOPLUMSAL MUHALEFETE YARGI BARİKATI,
Gençlik mücadelesinin son iki yılı biriktirdikleri ve hareket ediş' tarzı açısından son derece önemlidir. Devletin saldırı programlarını işlettiği bu iki yılda gençlik de bu saldırılar karşısında oldukça sağlam bir noktada durabilmiştir. Gençlik lehine gelişen mücadelenin seyrini ve meşruluğunu bozmak niyetiyle, faşist saldırılardan, soruşturmalara, yüzlerce yıllık hapis cezalarına, polis infazlarına kadar geliştirilen türlü saldırı biçimleri karşısında gençlik çubuğu tersine bükebilmiştir.
Öğrenci hareketi 95 yılıyla özelleştirme karşıtı duruşunu açık bir biçimde sergilemiştir. Bu karşı duruşun çok somut, açık, net taleplerle; harçlara hayır, harçları ödemiyoruz, yönetimde söz ve karar hakkı gibi; herkesin anlayacağı biçimde ete kemiğe büründüğü, olağanüstü meşruluğun sağlandığı, herkesin kendini rahat ve özgürce ifade ettiği, sokak eylemlerinin arttığı bir dönemde bu akış devlet tarafından bozulmak istenmiştir. Terörist yöntemlerle gençliğe yönelen devlet, onun aktif unsurlarını 96 yıl cezaya mahkum ederek hareketi törpülemek ve daraltmak ihtiyacı duymuştur. Bu saldırı karşısında kısa bir dönem hareket kabiliyetini yitiren gençlik çok geçmeden kendini toplayıp gereken adımları atmıştır. Gençliğin ilk adımı bunun harekete yönelmiş bir saldırı olduğunun bilincine varmak oldu. Böyle bir bilinçle davasını sahiplenen gençlik, ayakları altından kaydırılmak istenen meşruiyet zeminini her ne pahasına olursa olsun yeniden yaratmak için harekete geçti. Taleplerinde ısrarlı ve aynı zamanda kararlı davranarak davanın bütünsel bir saldırı programının bir parçası olduğunu vurgulayarak kamuoyu yaratma çalışmalarına başladı.
96 yıl davası ilk aylarında öğrencilerin tek tek özel çabalarıyla kamuoyunu bilgilendirme haberdar etme biçiminde örülmeye çalışılmıştır. Bu sürede davayı anlatan broşürler, kitapçıklar, kasetler ve öğrencilerin taleplerinin yer aldığı dosyalarla ve daha birçok veriyle milletvekillerinden, aydınlara, sanatçılara, gazetecilere, tüm demokrasi güçlerine gidilmiş bu konuda ilmek ilmek duyarlılık örülmüştür. Yoğun kamuoyu çalışması sayesinde giderek öğrenciler dışında da inisiyatifler davayı doğrudan sahiplenir hale gelmiştir. Bu dava özelinden başlayarak açığa çıkan ve yayılan duyarlılık aslında barış, adalet, özgürlük, demokrasi talepleri etrafında oluşan muhalefet cephesi özelliğini taşımaktadır.
Böylelikle öğrenci hareketine dönük saldırı programının sadece bir parçası olan 96 yıl hapis cezası davası ve bu davanın süreciyle gençlik yeni bir mücadele tarzını daha hayata geçirmiş ve bu tarzı başarılı kılmıştır.Bu dava süreci gençlik hareketi açısından da toplumsal muhalefet açısından da çok öğretici olmuştur.
Bu dava süreci boyunca gençlik tüm muhalif güçlerle yeniden ilişkilendi. Bu dava aracılığıyla toplumda adaletten, barıştan, özgürlükten yana olanlarla bir cephe yaratılmaya çalışıldı. Bugün artık 96 yıl davası iki yıl öncekinden daha farklı bir anlam ifade etmektedir. Artık sadece gençliğin, gençlikte de koordinasyonun davası olmayıp tüm toplumun davası olmuştur. Bu süreçte gençliğin davasına dört elle sarılması toplumun tüm kesimlerine örnek olmuş, onlara bir mesaj verebilmiştir.
Verilen mesaj hem politik nitelikte olup hem de mücadelenin araç ve yöntemleri üzerinedir. Politik olarak DGM'leri kapsamaktadır. DGM'ler savaş rejiminin yasal şiddet organlarıdır. Devletin güvenliğini sağlayan bu mahkemeler onun milletle bölünmez bütünlüğünü de koruma görevini üstlenmişlerdir. Ülkemizde her türlü eylem devlete yönelik tehdit oluşturduğundan DGM'lerin işi de toplumsal muhalefetle uğraşmak olmuştur.
DGM'ler ve çalışanları çoğu zaman kolluk güçlerinin yerini tutmaktadır. Toplumsal davaların birçoğunda herhangi bir "taşkınlığa" önlem olarak salon dışında bekletilen çevik kuvvete paralel olarak mahkeme heyeti de hakimler de içeride aynı oranda şiddet timsali olabilmektedir. Her gün gözümüzün önünde örneklerinin yaşandığı bu duruma ilişkin açık bir örnek de geçtiğimiz günlerde yaşandı. Aydın'da görülen Baki Erdoğan davasında mahkemedeki sivil polislerin terör estirmelerine ve gazetecilere saldırmalarına mahkeme heyeti göz yummuştur. Yani aslında polise açık destek sunmuştur. Bu ve bu gibi davalar aynı zamanda ülkedeki faşizmin seyrini de bize açıkça göstermektedir.
Ülkede görülen tüm davalarda devlet, muhalefetle psikolojik savaş da yürütmektedir. Bütün örneklerinde görüldüğü gibi toplumsal davalar uzun zaman süreçlerine yayılarak yıldırma, bezdirme yöntemleriyle kitle psikolojisi bozulmaya çalışılmaktadır. Bugün önemli davalardan Gazi davası dördüncü yılına, Göktepe ve 96 yıl davaları da üçüncü yıllarına girmiştir. Özellikle ülke gündemlerinin hızlı işlediği ve toplumsal bellek zayıflığı göz önüne alınırsa bunun ayrı bir öneminin olduğu görülür.
DGM'ler kitle örgütü temsilcilerini yargılamakta, öğrencileri yargılamakta, aydınları, sanatçıları yargılamakta ancak kimsenin buna sesi çıkmamaktadır. Bu öyle olağanlaşmış, öyle kanıksanmıştır ki devrimciler tarafından bile "devrimcilerin görevi devrimcilik, devletin görevi cezalandırmak, devlettir yapar" biçiminde hatalı bir algılayış haline dönüşmüştür. Ülkedeki solun yargı sistemini atlayarak cezaevleri üzerinden siyaseti icra edişinin doğal bir sonucudur aslında bu algılayış. Düzeninin bütün kalıplarının dışında olan gençlikten bu olağanlaşmış hali kırmaya dönük ilk tepki 96 yıl davasıyla gelmiştir. Adaletin kollarına atılı-nacak özgür bir ülkede yaşanmadığı için gençlik kendi adalet anlayışını ve onun cephesini yaratmak zorunda kalmıştır.
Gençliğin bu tepkisinin anlamı özünde devleti ve onun yargı sistemini karşısına almaktır. Yasal şiddete karşı meşru muhalefet cephesi, toplumun her kesimiyle adalet ve özgürlük kavramları üzerinden yeniden ilişkile-nen gençlik bir adalet cephesi yaratmayı başarmıştır. Yaratılan cephe aynı zamanda Göktepe, Manisa, Gazi davalarının da cephesidir.
Gazi davası gibi toplumsal muhalefet açısından son derece önemli olan, önemi bakımından 96 yıl davasından daha fazla yaygınlaşmış olması gereken bir dava klasik sol çizginin kurbanı olmuş toplumsallaştırılamamıştır. 96 yıl davası ile birlikte yanlış olan bu sol çizgide toplumsal muhalefet adına ve yararına kırılma yaratılmıştır.
96 yıl davasında gelinen nokta 17 Aralık, 18 Mart eylemleriyle davanın hem gençlik tarafından hem de toplumsal muhalefet tarafından sahiplenildiğini ve ortak bir "dava sorunu" haline geldiğini göstermiştir. Yaratılan meşruiyet etkisini göstermiş ve "mecliste açılan pankart" davasında Yargıtay'ı bozma kararını vermeye zorlamıştır. Öğrencilerin yeniden yargılama sürecindeki ilk duruşması da, duruşmayı izlemeye ve takipçiliğini yapmaya gelenlerin profili düşünüldüğünde dava sürecinin öğrenciler tarafından başarıyla yürütüldüğünü gösterir niteliktedir.
Önümüzdeki süreç göstermektedir ki öğrenci gençlik aynı kararlılıkla davayı yürütmeli, hatta iki katı enerjiyle hareket etmelidir.
NE ÜTOPYADAN VAZGEÇEREK NE GERÇEKLERE TESLİM OLARAK...
NE ÜTOPYADAN VAZGEÇEREK NE GERÇEKLERE TESLİM OLARAK...
DEVRİMİ YAŞAMAK
Karanlık bir dönemden geçiyoruz. Sistemin içinde bulunduğu krizin hesabı, her zamanki gibi tüm halka ödettirilmek üzere... Akşamları haber bültenlerini midemiz bulanmadan izlemek olanaklı değil, gazetelerden üzerimize kan sıçrıyor; çetenin tek tutuklu sanığı Sami Hoştan'ın bırakılmasıyla toplumun bir kesiminin umut bağladığı 'kazadan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacak' rüyasının, Semdin Sakık'ın 'iftiraları'yla hedef gösterilen Akın Birdal'ın uğradığı vahşi saldırı, Kızılay'da, devletin grevsiz sendika yasasına ve polisin İsrail usulü gaz bombasına direnen binlerce kamu çalışanına cumhuriyet tarihinin en büyük davasının açılması ve diğerleri; işten çıkarılan burjuva köşe yazarları, çalarken kantarın topunu kaçıranlar, PKK'li oğlunun ölümüne sevinen milletvekili...
Bırakın solculuğu, biraz vicdan sahibi olanlar için bile ne kadar o-nur kırıcı! Bütün bunlar, tek bir sonuca işaret ediyor: Toplumsal kurtuluş umudu, gittikçe etkisizleştirilmeye çalışılıyor, bütün bir toplum olarak bir başka yaşamın ışığını gittikçe daha zor seçer oluyoruz.
Halkın değerler sisteminde ciddi bir erimeye yol açan böylesi saldırı dönemlerinde 'devrimci' olmak her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır ve her zamankinden daha zorludur. Bu yüzden yazımızın konusu sadece 'devrimci' olmak...
Üvez Ağacının Kökleri Derinde Olmazsa Başı Göğe Ermez
Devrimci, özgürlüğü seçen ve politik eylemin insanı özgürleştirici niteliğini yaşayan ve yaşatan bireydir. Bilindiği gibi baskı altında, zor ve onur kırıcı koşullarda yaşayan herkes, kendiliğinden bir akışla devrimci ol-naz, hatta 'devrimci' saflarda yer alsa bile devrimci olmayabilir. Devrimci olmak her-şeyden önce bir tercihtir, baskının tüm yok edici, köleleştirici, onur kırıcı, yozlaştırıcı etkilerine karşı özgürleşme eylemini seçmektir. Devrimci, özde insanı insanlığından uzaklaştıran tüm baskı mekanizmasına, bu mekanizmanın tüm ideolojik aygıtlarına karşı; ancak kendisini kurban ederek huzur içinde yaşayabileceği toplumsal düzeni reddeder. Kendisini yeniden bir başka biçimde var etmeyi tercih eder.
Varolanı reddetmek, tercihin ilk adımıdır. Çünkü insanın kendisini yeniden var etmesi, kendisini özgürleştirme eylemi, kişinin tek başına gerçekleştirebileceği bir süreç değildir. Nasıl ki bir insan tüm varlıklarla kurduğu ilişkilerle değişip onları değiştirerek varoluyorsa, kendi yeniden varolma eylemi de bir toplumsal düzende gerçek bir görüntü kazanır. Politika bu toplumsal düzenin en yoğunlaşmış ifadesidir, kişi ancak devrimci politik eylem içinde 'özgürleşebilir'. Çünkü politik mücadelenin kişinin kendini ve toplumu yeniden var etmesi konusunda yarattığı imkanlar, tüm diğer alanlardakinden daha belirleyicidir.
Başarı, Yaşama ilkelerini Yaymaktır
Devrimci, politik eylemin özgürleştirici niteliğini yaşayan ve yaşatan bireydir. Devrimci politik eylemin özgürleştirici özelliği, siyasi iktidarın ele geçirilmesinden kaynaklanmaz sadece. Politik eylemin hedefi olan devrim, iktidarı ele geçirme fiili olduğu kadar onun özünü bugün fiilen hayata-geçirmektir aynı zamanda. ( Ve 'devrim hemen şimdi', 'hayatı bütünlüklü algılamak' gibi argümanların, slogan ve eylem biçiminden öte, başka şeyleri çağrıştırması gerekir devrimcilere...) Kişinin kendisini gerçek ve özgür bir insan olarak yeniden kurabilmesinin, başka hiçbir yaşama biçiminde varolmayan olanaklarının, politik eylem alanında bulunması da buradan kaynaklanır işte.
Devrim siyasi iktidarın ele geçirilmesinden ibaret olmadığına göre, politik eylemin (devrimcilik eyleminin) konusu tüm yaşamdır. Devrimci, yirmi dört saatini politik bir insan olarak yaşayabilen bireydir. Bu, bütün yaşam anlarının politikayla doğrudan ya da dolaylı bir ilişkisi olduğu bilinciyle, yaşamla ilgili her konuda 'devrimci' olabilme şansıdır. Sözün özü, devrimci insan sadece politik etkinliğiyle değil, tek bir adım atışıyla dahi bu aşağılık düzenin küçük bir parçasını değiştirdiğini bilendir. Çünkü yaşam bir bütündür, süreklidir ve bilinç, bu süreklilik içinde gelişir, yücelir. Dolayısıyla başarı, kişinin yaşama ilkelerini kendi dışına yaymasıyla doğru orantılıdır, sadece politik eylemin doğrudan ürünüyle değil... Devrimciliğin zorunlu bir 'iş' olarak görülmesi bu konudaki hataların başında gelmektedir. Böyle algılamalar, gelecek için kurulacak dünyanın bugününü anlamsızlaştırmakla kalmayıp her zaman sıcak tutulması gereken coşkuyu ve umudu da yok eder, altı boş birer imge haline getirir.
İnsanın birey olma mücadelesinde her kişinin hayatının ayrı mecralarda aktığını kabul etmek en doğrusu olur. Bu, kollektif yaşamı etkisizleştirmek değil, zenginleştirmek anlamına da gelir aynı zamanda. Böyle bir durumda insanın hayatındaki en küçük çabalar bile küçümsenemez. Çünkü devrimcilik, bireylerin tek tipleştirilmesi değil kollektif bir kurgu içerisinde, başka hayatların zenginliğini değerlendirmektir. (Sözü edilen kollektivizm, altı boş ve sadece ortak politik hattın yarattığı bir birliktelik değildir.)
Marksist politika anlayışının en ayırt edici noktası, bireylerin özne konumlarını değiştirmesidir. İnsan kendini gerçekleştirebilmek istediği için devrimci olmayı tercih eder. fakat günümüzde, solcular, sadece olanak sorunlarıyla değil, tarz ve anlam sorunlarıyla da karşı karşıyadır. Bu koşulları tümüyle kendileri yaratmasalar bile tüm bunlardan kurtulmak için yine kendileriyle başbaşadırlar.
Son olarak politika-örgüt-birey ilişkisine değinmekte yarar var. Politik eylemin özgürleştirici niteliğini gerçek anlamıyla ortaya çıkaran, örgütlülük bilincidir. Fakat, yanlış algılamalar ve aktarımlar sebebiyle 'örgütlenmenin özgürlüğü kısıtladığı' önyargısının yıkılması yine gösterilecek gündelik yaşam pratikleriyle gerçekleşecektir. Çünkü örgütlenmek sayı hesap yapmaktan çok, ilişkilerin özgür normlara kavuşturulması demektir. Dogmaları tamamen dıştalaması gereken sol politika ne yazık ki kendi 'dogmalarını zaman içerisinde yaratmıştır. Fakat devrimci olmak, öğrenilir; ezberlenmez, dolayısıyla inanç değil bilinç işidir.
Devrimci bir insanın ne olduğu ve ne olmadığı üzerine söylenecek çok şey var. Üstelik egemen kültürü ortadan kaldırmak adına bir çok açıdan, kendi içinde bir kez daha üreten Türkiye solundan, niteliksiz bir kültürü devralan gençlerin söyleyecek daha çok sözü vardır.
Dostları ilə paylaş: |