PİYASANIN EGEMENLİĞİ ALTINDA SÖMÜRGE TİPİ ÜNİVERSİTELER
Üniversitlerde, çökmüş bir sistemin yeniden düzenlenmesi telaşı yaşanıyor. Yani tarihi, politik iktidarın ihtiyaçlarına göre yaşadığı değişimlerle yazılan üniversiteler yeni bir dönemine giriyor. Bizler bunu gazetelerden yalnızca rektörlerin mali özerklik tartışmaları, üniversiteden kiralık bilim insanları ya da paralı eğitimin can yakıcılığı olarak takip ediyoruz fakat aslında tüm bu olanlar üniversitenin küresel sömürgecilik sistemi içinde çok fonksiyonel bir güç olarak konumlandırılması çabaları.
Neo-liberal politikalar etrafında mali sermayenin küresel egemenliği örgütlenirken bu "kutsal" görevi IMF, WB, WTO, OECD gibi uluslar ötesi kuruluşlar YAPISAL UYUM programlarıyla yürütüyorlar. Mali sermayenin direktiflerini uygulayamayan her alan yapısal uyum programları çerçevesinde yeniden işlevlendiriliyor. İşte üniversitelerde yaşananlar emperyalist kurumlarca hazırlanan bu programların öngördüğü değişimler ve yönelimler.
Sömürge Ülkelerin Sömürge Üniversiteleri
İster WB ister IMF eliyle olsun uluslararası literatürde "gelişmekte olan" ya da "az gelişmiş" diye vasıflandırılan ülkelerde uygulanan yapısal uyum programları hem ekonomik hemde toplumsal açıdan çöküşe yol açıyor.
Paralılaştırma saldırısı yapısal uyum programlarının uygulandığı bütün sömürge ülkelerde eğitim sisteminin çökmesine neden oluyor. IMF programları sonucunda Sahra-Altı Afrika'sı ülkelerinin yaklaşık yarısında ve Latin Amerika ülkelerinin %60'ında eğitim harcamaları düşme gösterdi. Uygulanan politikalar toplum içi eşitsizliği gitgide arttırıyor. Sri Lanka' da nüfusun en fakir %20'sinin yüksek öğretimden faydalanma oranı sadece %12 iken en zengin %20'sinde bu oran %32. Zenginle yoksul arasındaki uçurum ve gittikçe artan yoksulluk halklara yaşanılamaz bir dünya sunuyor.Türkiye'de eğitime ayrılan pay '81 yılında %12,9'ken 2000 yılında bu oran %9,3'e düştü, öğrenci başına yapılan harcama OECD ülkelerindekinin dörtte biri. Dünyada eğitime 7 milyar, savunma harcamalarına ise 781 milyar dolar harcanıyor. "Tüm eğitim kurumlarına girişte eşitliği sağlamak"1 yalanı yazılı sözleşmelerde kalırken eğitim sistemi mevcut eşitsizliği derinleştiriyor ve nitelik olarak da gittikçe kötüleşiyor.
Metaların döngüsü içine hapsedilen eğitim sistemi içinde üniversiteler ayrıcalıklı bir konumda ve üniversiteleri ticarette bir özne haline getirme çabaları devam etmekte.
Dünya Bankası içinde yer alan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'nın ekonomik ve sosyal gelişimi için insan ve sosyal sermaye yetiştirecek eğitim sistemini örgütlemeyi amaçlayan, vakt-i zamanında içinde Kemal Derviş'in de bulunduğu MENA grubu Tunus için hazırladığı yüksek öğretim projesinde, sorunu devletin merkeziyetçiliği altındaki işleyişin yarattığını söylüyor ve şu çözümleri üretiyor;
· Modüler akademik organizasyon
· Merkeziyetçi karar almanın parçalanması
· Öğretim, araştırma, eğitmen eğitimi ve değerlendirme süreçlerinin birbirinden ayrıştırılması
· Finansal sistemin genişlemesi, sosyal ve öğretim servisi maaliyetlerinin düşürülmesi, öğretim personelinin rasyonel kullanılması ve özel sektörün daha çok teşvik edilmesi
Dünya Bankasının Tunus yüksek öğretim sistemi için öngörüleri oluşturulmak istenilen üniversite modelinin ipuçlarını veriyor; merkeziyetçi yapının parçalara ayrıldığı ve her parçasının sermayenin hizmetine açıldığı üniversiteler. Türkiye'de yürütülen "demokratikleşen YÖK ve üniversiteler" safsataları da burada anlamlanıyor. Üniversiteler hem Türkiye'deki gibi ideoloji karşıtlığı üzerinden egemen ideolojiyi yeniden üretip, fikrini topluma yayarken hem de para, bilgi ve bilgili insan kaynağı olarak sermayenin serbest kullanımına açılıyor.
Girişimci Üniversite Modeli ve Kar Alanı Olarak Üniversiteler
YÖK başkanı Kemal Gürüz üniversiteler için "serbest pazar ekonomisinin arz ve talep koşullarına uymak zorundadır" diyor. Birisinin Kemal Gürüz'e her hangi bir fabrika ya da şirketten değil, bilimin mekanları üniversitelerden bahsettiğini hatırlatması gerekiyor. Aslında YÖK başkanı sermayenin üniversiteye girişinde üstüne düşen görevi yerine getiriyor.
"...üniversitelere bürokratik yönetim engeline takılmadan görevini yerine getirirken yeni girişimlerde bulunma gücü ve daha çok özerklik verilmesi...yasaların öğretim üye ve üniversitelere kendi şirketlerini kurmalarına olanak verecek şekilde değiştirilmesi gerekir."(2)
Paralı eğitim uygulamaları bugün üniversitelerin şirketleştirilmesine ve her alanından kar edilmesine kadar uzandı. OECD dünyada neo-liberal politikalar daha ilk yıllarını yaşarken "üniversite ve yenilenme" konusunda şunları önermiştir;
- Yeni şirketler kurma (üniversitenin üretken firma projeleriyle idari ve finans işlerine doğrudan katıldığı)
- Küçük ve büyümekte olan şirketlere yardım
- Büyük bilim tabanlı firmalara işbirliği
- Gelişmiş sanayilere yardım (3)
Kısacası piyasayla bütünleşmeyi öngören bu rapora İngiltere'nin Manchester Üniversitesi ilham kaynağı olmuştur. Manchester üniversitesince holding olarak kurulmuş Vuman, ticaret siciline kayıtlı müdürler kurulu olan bir şirket. Vuman'ın görevleri arasında yapılacak olan buluşları değerlendirmek ve üniversite bilim adamlarına fikirlerini ya kendi başlarına ya da bir firmayla birleşerek ticari bir uygulama alanına dönüşebilecek bir ortam hazırlamak var. '80'lerde öneri halindeki bu değişiklikler bugün uygulamada ve üniversiteler ticari bir döngünün içine hapsedilmiş vaziyette. Özel üniversitelerse alışveriş mantığının üniversitelerde en pişkin şekilde işlediği yerler.
Sömürgecilerin Yeni Keşfi; İnsan Sermayesi
Şubat krizinden sonra Türkiye'ye bir kurtarıcı olarak atanan Kemal Derviş Dünya Bankası başkan yardımcısıyken MENA eğitim raporuna hazırladığı girişte şöyle yazıyor; "Ortadoğu ve Kuzey Afrika imalat sektörü üzerinden dünya pazarında yer alan ülkeler. Bu nedenle küreselleşen piyasaya entegrasyon için insan sermayesi geliştirilmelidir." Sermaye üniversitelerin sadece parasal kaynak değil kalifiye iş gücü kaynağı olduğunu da keşfetti. Ve yetkin iş gücü ihtiyacına göre üniversiteleri yeniden yapılandırıyor. Yeni YÖK yasa tasarısıyla birlikte üniversitelerde yapılması öngörülen elit ve kitle üniversiteleri insan gücünün kalitesine ve ona yüklenecek işleve göre ayrıştırılmasının bir örneği.
OECD kendi dahilindeki ülkelerde yüksek öğretim kurumlarının endüstriyle ilgili olarak kendisinden beklenilen fonksiyona göre çeşitli alanlarda uzmanlaşmasını istiyor. OECD'nin bu konuda örnek gösterdiği ülke Fransa; Louis Pasteur (Strasbur) üniversitesi araştırmalarını ulusal ve uluslar arası faaliyetler olarak küçük ölçekte yürütürken, Haute Alsace (Mulhouse) üniversitesinde araştırma aktiviteleri daha çok bölgesel endüstriye hizmet ediyor. Bir diğer örnek de Finlandiya hükümetinin kalkınma bölgelerinde (Dulu, Kuopi, Joensuu vb.) yüksek öğretim kurumları kurma politikası. Hükümet bununla bölgedeki kalifiye iş gücünü koruduğunu ve endüstriyel yapının gelişmesini sağladığını söylüyor.
Üniversitelerin çeşitli alanlarda uzmanlaşmaları sömürge ülkelerde uyum programlarının öngördüğü bölgesel fonksiyonlara ve mevcut üretim modelinin ihtiyaçlarına göre değişiyor. Örneğin, Türkiye'de tekniker eğitimi ve Meslek Yüksek Okulları üzerinde yapılan değişimler yapısal bir dönüşümün sonucu. Burada tarımın tasfiyesiyle ortaya çıkacak göç tehlikesini ve açıkta kalan ucuz iş gücünü istihdam etmek için yeni sanayi bölgeleri oluşturuluyor. Meslek Yüksek Okullarıysa bu bölgelerde bulunan ve esnek üretim modelinin gereği olan KOBİ'lerin daha teknik donanımlı fakat ucuz elemanlarını yetiştiriyor.Türkiye'de tekniker eğitimine 1953 yılında başlandı. Ancak tekniker eğitimi stratejik bir yönelim olarak 16 Nisan '84'de YÖK'le DB arasında imzalanan "Endüstriyel Eğitim Projesi" ile uygulamaya koyuldu. Bu anlaşmanın hedefi "endüstrinin ihtiyaç duyduğu tekniker ve meslek elemanlarını gelişmiş ülke standart ve kalitesinde yetiştirmek olarak belirlenmiştir. Bu anlaşmadan önce sayısı 44 olan MYO'ların sayısı bugün 409'a yükselmiştir ve yaklaşık 1,5 milyon üniversite öğrencisinin %51'i buralarda eğitim görmektedir. MYO'ların işleyişiyle ilgili yalnızca DB ile değil bazı üniversitelerin bir grup küçük ve orta ölçekli firmaların problemleriyle uğraşırken uzmanlaşmasını isteyen OECD ile ve AB ile de birtakım anlaşmalar imzalanmıştır. Bunlardan biri de 2001 yılı itibariyle Milli Eğitim Bakanlığıyla AB'nin MEDA (Avrupa Akdeniz Ülkeleri İşbirliği) çerçevesinde hazırlanan Leanaro Da Vinci programıdır. Bu programın amaçları şöyle;
- Bütün düzeylerdeki meslek öncesi eğitimle bireylerin; özellikle gençlerin beceri ve yeterliliklerinin iyileştirilmesi
- Özellikle teknolojik ve örgütsel değişimi takviye etmek için sürekli eğitimi ve yaşam boyu beceri sağlayacak imkanların sağlanması
- Yeni istihdam alanları, rekabet ve girişimcilik dikkate alınarak mesleki eğitimin toplumların yenileşme sürecine katkısının arttırılması
Her ne kadar ilk iki maddede bireyin gelişimi ve sürekli eğitim vurgusu yapılsa da üçüncü maddede tüm bunların rekabet ve girişimcilik esası dikkate alınarak söylendiği ortaya çıkıyor. Bütün bu anlaşmalar en somut şekline yeni MYO yasasında kavuştu. Bu yasayla üniversitelere giriş hakkı meslek lisesi mezunlarının elinden alınırken çocuk emeği sömürüsü de kanunlaştırılıyor.Yasayla oluşturulan organize sanayi bölgeleri içinde çırak eğitim merkezlerinden atölyelere, MYO'lara ve bölgesel sanayiinin fabrikalarına kadar birbirini bütünleyen alanlar bulunuyor. Buralarda mevcut sanayi kolunun ihtiyacı olan bilgi ve ucuz ama yetkin iş gücü de meslek yüksek okullarında yetiştiriliyor.
İnsan sermayesi konusunda uluslararası kuruluşların müdahalelerine iyi bir örnek de fen-edebiyat fakültelerinden formasyon hakkının alınması ve bu fakültelerden ortaya çıkan işsizler ordusu. YÖK-DB Hizmet öncesi öğretmen yetiştirme çalışmalarına '94 yılında başlanmış '96'da yeniden gözden geçirilip genişletilmiş ve '97'de en önemli adımı atılıp Fen-Edebiyat fakültelerinden formasyon dersleri kaldırılmıştır. Sermaye için tekniker ve mühendislik eğitimi ne kadar gerekliyse sosyal bilimler eğitimi de o kadar gereksiz. Fen-Edebiyat fakültelerinin uzman, araştırmacı, bilim insanı yetiştirilmesi gerekiyorken bunu hiçbir zaman başaramadıkları ya da istemedikleri için bu fakültelerin öğrencileri öğretmen olabiliyordu. Ancak artık bu da yok çünkü ülkede bu kadar öğretmen açığı varken öğretmen olmanın koşullarını da IMF, DB gibi kuruluşlar belirliyor.
Teknolojik Bilgi ve Patent Hakları
Üniversiteler teknolojinin sürekli yenilenmesi ve rekabeti arttırması sonucu sermayenin sürekli yenilenme zorunluluğuyla birlikte sermaye için verili donanımı kullanılacak yerler oluyor. AR-GE faaliyetleriyle sermayenin hizmetine açılan ve teknolojik bilgiye indirgenen bilim toplum yararına olmaktan çoktan çıktı. Sömürge ülkelerin üniversitelerinde yerli tekelci burjuvazinin haddine düşen kadarıyla bilim üretilse de AR-GE faaliyetleri patent hakkı konusunda önem kazanıyor. Tabii ki patent hakkını alan yine uluslararası sermaye oluyor. 1988-1998 arasında verilen 7277 patent hakkının yalnızca 519'u yerli sermaye geri kalan 6758 patent yabancı sermaye tarafından alınmıştır. Benzer şekilde Hindistan yazılım sektöründeki beyin göçü ve patent cenneti olarak slikon vadisinin arka bahçesi gibidir. Patent hakkının alınışı bilginin kullanımını ele geçirmeyi sağlıyor. 1995 yılında WTO bünyesinde gerçekleştirilen az gelişmiş ülkelerin gümrük duvarlarının kaldırılması ve zihinsel mülkiyetin patentleştirilmesi (fikri mülkiyet hakkı) anlaşmasıyla bir teknolojik buluşun patentini alan kişi-kurum 20 yıl boyunca bilgiyi gizli tutmak hakkına sahip oluyor. Yani güzide bilim insanlarımızdan biri örneğin bir hastalığın tedavisini bulur ve buluşunu satarsa bu toplumun o buluştan 20 sene daha faydalanamaması anlamına geliyor.
Bir diğer önemli nokta da üniversitelerde yapılan anlaşmalara küresel sömürü ve egemenlik sisteminin yön verişi. Tübitak-MOS (İsrail Bilim Kültür ve Spor Bakanlığı) arasında imzalanan bilim ve teknoloji de işbirliği uygulama protokolünde "NATO, OECD, AB Çerçeve programı, EUROKA ve EUROMED gibi uluslar arası organizasyonlar çerçevesinde Türk-İsrail araştırmacı ve araştırma kurumları arasındaki işbirliğinin cesaretlendirilmesi" maddesi bulunuyor. İsrail-Türkiye arasındaki ilişkilerin biran önce sıkılaştırılması ABD'nin Ortadoğu'daki kanlı hesaplarının bir parçası elbette ki.
...
Üniversitelerde paranın iktidarı üstündeki tartışmalar devam ede dursun sömürgeciler çoktan yeni üniversite modellerini oluşturdu ve bilimin mekanlarına savaşını açtı. Paralı eğitimin öğrencileri üniversite kapısından geri çevirecek kadar yakıcılaşması, üniversite mezunu olmanın kalifiye eleman ya da işsiz olmak anlamına gelmesi ve bilimin tekellerin elinde rekabette hatırı sayılır bir güç olması ... Üniversiteler bugün sömürgecilerin elini her zamankinden daha çok hissediyor. Ancak üniversiteye ve gençliğe karşı açılan bu savaş da ne IMF ne WB ne de YÖK düzeninin baskıcı ve sermaye lehine uygulamaları hiçbir zaman doğası gereği meta olamayacak bilimi ve insanı kendi çıkarları doğrultusunda kullanamayacak!
KAYNAKLAR
(1) MEB-AB uyum mevzuatı çalışmaları www.meb.gov.tr
(2 )OECD ' 96 raporu
(3) OECD 1984 Sanayi-Üniversite Haberleşme ve İşbirliğinin yeni şekilleri
(4)DB Tunus eğitim raporu, www.db.gov.tr
(5)DB MENA projesi, www.db.gov.tr
(6)Eğitim ve kapitalizm, Fuat Ercan
(7)Eğitim Niçin YÖK Nereye Üniversite Nasıl, ÖES
(8)Piyasa Güçleri ve Küresel Kalkınma-Renee Prendergast
(9)İSO Dergisi Haziran 1999
(10)İSO Dergisi Temmuz 2001
(11)Nokta Dergisi Mayıs 2001
(12)Türkiye 'de Mesleki veTeknik Eğitimin Yeniden Yapılandırılması TÜSİAD Şubat '99
SÖMÜRGE ÜNİVERSİTESİ VE POLİTİK BİR ÜNİVERSİTE HAREKETİNE DOĞRU
Ülkemizde bilginin metalaştırılmasıyla başlayan üniversitenin yapılandırılması süreci, metaların, sermayenin ve emek gücünün özgül hareketlilikleri sonucunda, artık bir "küresel sömürge üniversitesi" modeline ulaştı.
Sömürge üniversitesinin egemen kampında yer alanlar, tıpkı yüzyıllar önce kendilerini "Evrensel Akıl" yerine koyan sömürgeci atalarının yaptığı gibi, emperyalizmin yeni küresel istilasını "halka iyilik" diye sunuyorlar. Yanlarında taşıdıkları incik boncuklara iliştirilmiş "biraz" bilimle istilalarını meşrulaştıran ve süreklileştiren eski sömürgeciler, yenilerine ilk "sömürge bilimleri" ve "sömürge akademilerini" miras bıraktılar. Yarı-sömürge Osmanlı Üniversitesi, Batı'yla ticaret ve yeni merkezileşme (modern bürokrasi) sarmalında rasyonalist eğitim sisteminin karşısına dikilen engellerle boğuşarak oluşmuştu. Cumhuriyet üniversitesi, ulusal kalkınmacılık, yeni sömürgecilik ve soğuk savaş ortamında oluştu. Kapitalist dünya "küresel sömürgecilik" sistemine doğru ilerlerken, "küresel sömürge üniversitesi" ise, sermayenin sınırsız yayılmacılığının yarattığı yeni çatışma alanlarında oluşmaktadır.
Küresel Sömürge Üniversitesi
Mali sermaye ve emrindeki emperyalist kurumlar, üniversitenin de sınırlarını ihlal ederek ve üniversitenin yönetimine doğrudan müdahale ederek yeni "kar ve kadro" gereksinimini en şımarık biçimlerde tatmin etmektedir. Küresel sömürge üniversitesinde bilginin değişen niteliğinin yanında, öğrenci profili değişmekte; öğretim elemanları proleterleşmekte ve aydın kimliğini kaybetmekte; üniversite çalışanları ise yeniden proleterleştirilmektedir. Böylece, üniversite, sınıf mücadelesinin doğrudan bir alanı haline gelirken, buna bağlı olarak, üniversitede özgün bir politik hareketin temelleri de genişlemektedir.
Sömürge üniversitesi bir proleterleştirme aracıdır. Gerek üniversitede üretilen bilim, teknoloji ve her türden üniversite olanağının üretimde ve toplumsal yaşamda kullanılmasıyla, son yıllarda toplumsal bir dalga olarak gelişen proleterleştirmeye -yoksullaştırma, işsizleştirme- hizmet ederek, gerekse yeni prolertaryaya "adam" yetiştirerek üniversite proleterleştirme aracı olarak işlev taşımaktadır. Üniversite gerçek anlamıyla bir "sınıf okulu"na dönüşmektedir. Neoliberaller, yönetici sınıfların (sistemin) gereksinim duyduğu insan profilini iki sınıfta topluyorlar: bir yanda, "insan sermayesi" olarak anılan bilgi ve becerilerle donanmış geniş bir orta sınıf, diğer yanda ise, en iyi olasılıkla, üretim vasfı gerektirmeyen, geçici ve "esnek" işlerde düşük ücretler karşılığı çalışan, "toplumsal açıdan dışlanmış", proletarya-artığı olarak nitelenebilecek bir kesim. Bunların tümü birden yeni proletarya (yeni işçi kitlesi) olarak adlandırılabilir. Sömürge üniversitesinin işlevlerinden biri olan eğitim işlevinde, işte bu amaca uygun kadrolar yetiştirilmektedir.
Öte yandan, sömürge üniversitesi eğitim ve araştırma işlevlerinin giderek bir birinden ayrıldığı süreçlerde şekillenmektedir. ODTÜ, İTÜ gibi teknik üniversitelerde "teknokent", "teknopark" gibi dev araştırma laboratuvarlarının kurulduğu; üniversitede neredeyse Ar-Ge'cilik diye bir sektörün doğduğu bir zamanda, "bilginin taşeronlaştırılması"ndan söz etmek artık sıradan olaylar arasında yer almaktadır. Üniversitede taşeronlaştırma sadece üniversitede çalışan emekçilerin taşeronlara peşkeş çekilmesi şeklinde değil, esas olarak üniversitenin araştırma işlevlerinin taşeronlaştırılması şeklinde olmaktadır. Araştırma ve eğitim faaliyetlerinin birbirinden ayrılması, sermayeye karlı bir alan açmasının yanında, daha önemlisi, proleterleştirme dalgasının üniversiteye özgü bir biçimi olan öğretim elemanlarının/bilimcilerin (aydınların) proleterleştirilmesi sürecinin maddi temelini oluşturmaktadır.
Aydın Kimliğinden Proleter Kimliğine
Toplumsal (sosyal) haklar kataloğu, toplumsal devrimin gündeme getirdiği ve toplumsal devrimin ilk evresinin yenilgisinden sonra küreselleşmeci kapitalizm tarafından hızla tasfiye edilen haklar kataloğudur. Küreselleşme, toplumsal hakların yıkımı çerçevesinde düşünülürse, toplumsal karşı devrimdir. Doğaya meydan okuduğu ilk devrimden sonra, insanın yaşadığı "en kral" devrim olan sosyalist devrim yenildiğinde, sosyalizm karşıtı olan her şey iyi bir fikir gibi görünmüştü. Aristoteles'in dediği gibi, "halkın desteğini yitiren bir kral, kral değildir artık". Küreselleşme salgını toplumsal devrimin yağmalanmasını doğuran bir karşı devrim olarak yeryüzünü sardığında, yağmacılık bir suç olarak görülmedi. Sermayenin, dolayısıyla malların emeğin sınırsız dolaşımı anlamına gelen küreselleşme, yağmacılığı toplumun bütün hücrelerine kadar götüren yeni türden modern bir yayılmacılık politikası gündeme getirmektedir. Bu sınır tanımayan yayılmacılığın önündeki bütün engelleri "düşman" konseptinin içine alan sermaye sınıflarının en büyük düşmanı, hemen kendi sınırlarında mevzi tutmuş olan "toplumsal haklar sistemi"dir. Toplumsal haklar sistemi, bir zamanlar üzerinde yükseldiği "sosyal devlet", sınıf ve kitle sendikacılığı, toplu sözleşme, kitle partisi, toplumsal yarar, refah devleti uygulamaları demek olan kamu/halk yararına uygulamalar; eğitim, sağlık, beslenme ihtiayaçlarının devletçe karşılanması gibi temeller üzerinde yükselen bir sınıf mücadelesi dinamizmi ve bir devrim pratiğiyle gelmişti insanlığın gündemine.
Bu dizginsiz saldırı karşısında, gücünü ve meşruluğunu şöyle ya da böyle toplumsal haklar sisteminden alan en gerisinden en ilerisine kadar bütün aktörler hareketlenmeye başladı. "Toplumsal kazanımların savunusu noktasında negatif bir karakter sergileyen bu hareketlenmelerin içinde sosyal devletçilerden tutun da, kıdem tazminatlarını kaybetmek istemeyen işçilere, orta sınıf statüsü bozulan esnaflardan toprağını kaybeden köylülere kadar herkes var ya da olabilir. İşte üniversiteden yükselen honutsuzluk, tepki ve protesto hareketlilikleri bu noktada anlam bulmaktadır. Bunlar, sermayenin yayılmacı sistemini, onun neoliberal görüşlerinin ve dayattığı gerici faşist iktidar rejimleriyle birlikte devrimci bir eleştirisini yapan ve alternatif bir sistem uğruna devrimci bir üniversite/toplumsal hareket örgütleyen aktörler değiller. Savunmacı/tepkici karakteri dolayısıyla negatif bir karakter sergilemektedirler. Sermayenin onlara dayattığı bu "yeni statü", yani kiminin metalaştırılması, kiminin proleterleştirilmesi, kiminin yeniden proleterleştirilmesi, kiminin işsizleştirilmesi onlar açısından "geçmiş güzel günlere özlem" şeklinde geri duygular ve özgün devrimci ("yeni-lenmiş") bir varoluşun inkarı şeklinde toplumsal/politik bir sınıf durumu ortaya çıkarmaktadır. Sermayenin bu yıkıcı saldırısı karşısında devrimci bir toplumsal sınıf olarak kendini yenileyemeyen (toplumsallaşamayan) bu kesimler, diyelim ki bir "aydın" olarak kendi kültürel bağlamından soyutlanmaları ve sermayece tasarlanmış bağlamlarda yönlendirilmeleri nedeniyle özgür varoluşuna güvenini yitirip onursuzlaşmaktadır. İnsanın özgür varoluşunun (insanlık onurunun) somut bir biçimi olan "aydın onuru" kaybedilince, tıpkı işini kaybeden birinin işsizliği utanç konusu yapan burjuva anlayışın etkisiyle "sömürgeleşmesi" gibi, sömürgeleşmekte, özvarlığı çarpılmakta, kişiliksizleşmektedir. Artık onun, aydın kimliğiyle -insanlık onuruyla- tek bağlantısı geçmişe dönük geri çağrışımlar/gidişlerdir.
(Yeri gelmişken değinelim. Öğrencinin, öğrenci statüsünde bulunduğu sürece, proleterleşmesi söz konusu değildir. Yaşama, küçük burjuva-aydın niteliğiyle katılır. Onu her zaman "doğru"nun yanında olmaya yönelten bu idealist karakteri sürmekle birlikte, üniversitenin bir proleterleştirme aracına dönüşmesi, onun politikleşme dinamizmini güçlendirir.)
Bu yeni bir proletaryadır, yeni proletarya, proleterleştirilen öğretim elemanları, araştırma görevlileri, ve yeniden proleterleştirilen üniversite çalışanlarından oluşmaktadır. Proletarya, emeği sermaye tarafından sömürülen herkesi, ezilenlerin hepsini tanımlayan genel bir kavramdır. Sorun şu ki, emek, ister maddi ya da maddi olmayan emek, isterse kafa ya da kol emeği olsun, toplumsal hayatı üretir, yeniden üretir ve bu süreçte sermaye tarafından sömürülür. Emek fabrika duvarları dışına çıktıkça ve proletarya bütün genelliğiyle, her yerde bütün gün boyunca üretir hale geldikçe sınıf mücadelesi, üniversite dahil, hayatın bütün alanlarında patlama potansiyeli taşır.
Aydın kimliğinin "devrimci" yeniden kazanımı ancak, yeni proleter-aydının devrimci bir sınıf olarak kendini var etmesine bağlıdır. Artık devrimci bir proleter aydın olarak, özgün bir sınıf bilinci ve politik bir örgütlenme sürecine girmelidir. Böylelikle parçalanarak proleterleştirilen aydın, devrimci bir çizgide yeniden proleterleşerek toplumsallaşır.
Üniversite, Sınıf Mücadelesinin "Doğrudan" Alanı Haline Geliyor
Üniversite daha büyük bir politikleşme potansiyeli yaratmaktadır. Sermayenin üniversiteyi sömürgeleştirmesi, burayı sınıf mücadelesinin "doğrudan" bir alanı haline getirmektedir. Bütün üniversiteli ezilen ve sömürülenler sisteme karşı potansiyel politik bir güç haline gelmektedirler. Önemli olan, bunların politik bir hareket haline gelmesidir.
Önce hatalı bir yaklaşıma değinelim. Üniversiteli güçler bilginin metalaştırılmasının, üniversitenin piyasalaştırılması ve sömürgeleştirilmesinin otomatik/kaçınılmaz sonucu gibi kavranmaktadır. Yenilgi psikolojisinin ürünü olan bu yaklaşım, sistemi ve üniversiteyi işgal eden emperyalist faşist güçleri yücelten, kendi gücünü görmezden gelen bir bilinç biçimi doğurmaktadır. Sanki üniversiteliler, varlığını sisteme borçlu güçlermiş gibi algılanmaktadır. Sömürge üniversitesi üniversiteli güçleri yaratmaz; tersine, sömürge üniversitesi üniversiteli güçlerin yaratıcılığı üzerine kurulmaktadır. Burjuva ideolojisinin hegemonik etkisi sonucu, üniversitelileri bizzat kendi emekleri sonucunda ortaya çıkmış devasa esere yabancılaşarak, tıpkı ürettiği maddi malları patronun mallarıymış gibi gören işçi misali, kendi gücünden gönüllü olarak egemenler lehine feragat etmektedir.
Özgün politik bir üniversite hareketi birleşik mücadele sürecinde olgunlaşabilir. Farklı mücadele alanları ve bu alanlara özgü sınıf ve toplumsal kesimler nitelik olarak birbirinden ayrı, ancak aynı bütünü tamamlayan güçler olarak aynı mekanda birleşik mücadele potansiyeli taşımaktadırlar. Birleşik mücadele basitçe öğrenci, öğretim elemanı ve çalışanların; yani öğrenci ve yeni proletaryanın bir araya toplanıp birleştirilmesiyle oluşmaz. Birleşik mücadele, üniversitenin her bileşeninin özgün politik hareketinin yaratılmasıyla olanaklı hale gelebilir. Bu, üniversitede farklı çatışma alanlarının beraber varlığı anlamına gelmektedir. Avrupa'daki öncülerine bakarsak, öğretim elemanlarının öğrencilerle paralı eğitime karşı ele el yürüdükleri direnişleri, "yeni bir ideal, yeni bir dünya peşinde koşmayan korporatist direnişler" olarak nitelemişlerdi. Direnişlerin mesleki çıkarları hedefleyen yanıyla, Ortaçağ'da lonca örgütlenmesi olarak doğan "lonca üniversite"yi çağrıştırdığı vurgulanmıştı.
Elbette "bu tehlike", hareketin negatif döneminde, tarihsel/gerçek bir hareket noktası olarak inkar edilemez. "Paranın bir kullanım biçimine mi, yoksa para sistemine mi karşı çıkmalı?" seçeneğinde olduğu gibi, sorun, bu hareketin pozitif olarak neye dönüşebileceğidir.
Önceleri sadece bir aydın hareketi niteliği arz eden öğretim elemanlarının, artık proletaryanın bir üyesi olarak devrimci bir sınıf hareketi niteliğinde örgütlenmesi gerekmektedir. Büyük çoğunluğu örgütsüz olan; ama son yıllarda kısmen dernek ve sendika çatılarında örgütlenmeye başlayan öğretim elemanlarını zor ve zahmetli bir mücadele süreci bekliyor. Üniversite çalışanları, şimdiye dek emek hareketinin en gözden ırak kesimini oluşturmuştur. Örgütsüzlüğü ve köksüzlüğü dolayısıyla taşeron firmaların sürekli iştahını kabartan bu kesim, son zamanlarda hızla yeniden işçileştirilmekte, işsizleştirilmektedir. Gene kısmen sendika çatısında örgütlenmeye çalışan bu kesimin özgün bir proleter hareketin parçası olarak örgütlenmesi, zorlu çatışmalara bağlı olarak gelişecektir. Ve elbette, gene, üniversite hareketi denince, akla ilk gelen politik özne öğrenci hareketidir. Üniversite hareketinin tarihsel birikimini temsil eden öğrenci hareketi, demokratik öğrenci hareketi/devrimci gençlik hareketi boyutlarında politik kitlesel bir güç olarak örgütlenemediği sürece, üniversite bileşenlerinin birleşik hareketi sürükleyici dinamizmini kaybetmiş demektir. Kısacası, birleşik mücadele sayesinde üniversitedeki farklı çatışma alanlarının özgül hareketleri tekil/bütünleşmiş hareket olarak gelişebilir.
Üniversitenin bütün hücrelerinde üniversitelilerin içselleşmiş emeği bulunmaktadır. Üniversiteli devrimci hareket gücünü ve meşruluğunu buradan almaktadır. Bu gerçeklik, üniversite hareketini toplumsal devrim hareketiyle aynı devrimci hareket çizgisinde bir araya getirmektedir. Proleterleştirmenin toplumsal bir dalga olduğu göz önünde bulundurulursa, üniversitenin dışında gelişen çok düşük ücretlerle ve sefil çalışma koşullarına karşı çıkan hareket tarzı üniversitenin ayrılmaz bir parçasıdır.
"Güç ve meşruluk, emek ve ortaklıktan gelmektedir"
(İmparatorluk).,
Üniversitenin zengin bilimsel entelektüel birikiminin ve toplumsal servetin bir ve aynı süreç içinde ve birbirlerini tamamlayacak şekilde sömürgeleştirilmesi ortak/birleşik hareket biçimlerinin nesnel temelini oluşturmaktadır.
Ayrıca, faşist terör sistemi, en ciddi politikleşme eşiği olarak üniversitenin önünde durmaktadır. Elbette, üniversitenin (daha çok öğrenci hareketinin) meşru kitlesel bir güç haline gelmesini kısıtlayan inceltilmiş yöntemler geliştirilmektedir.
"Çağdaş dünya yepyeni sansür modelleri geliştirmiş bulunuyor. Bir devlet ya da temsil ettiği güçler, artık söylemleri sansür etmek, araştırmaları yasaklamak zorunda değil. Üretim, dağıtım ve nakil araçlarını sınırlamak yeterli. Bu (geniş anlamıyla) yeni sansür her yerde var ve Kant'ın zamanındakinden çok daha kompleks bir yapı arz ediyor. Hatta üniversitede bile, görünüşte üniversite dışı kuvvetler (basın, vakıflar, mass media) hep gitgide artan bir etki yapıyorlar."
(Derrida)
Ancak, resmi/sivil faşist terör hepsinden önemlidir. Polis terörünün olmadığı koşullarda, üniversiteden aldığı güçle öğrenci hareketi rahatlıkla toplumsal temelini genişletebilmektedir. Gene de polis terörü üniversitenin politikleşmesini engelleyebilecek bir niteliğe sahip değildir. Çünkü bütün kısıtlamalara karşın, sistemin sürekliliği açısından üniversitelilerin hareket alanının genişleyebileceği bir etkinlik zemini hep varolacaktır.
Politik Harekete Doğru
"Üniversiteler çeşitli dönemlerde, farklı üretim biçimleri içinde belli sınıfların ideolojik sarmalları içinde kurumsallaştılar ve özgül yapılarda ifadelerini buldular. Ya da toplumsal kriz dönemlerinde ve devrimci atılımlarda karşıt güçlerin kavga alanı haline geldiler." (Taner Timur) Üniversite tarihi açısından yeni bir tarihsel eşikte bulunuyoruz. Devrimci atılımlar potansiyeli taşıyan bu eşikte üniversite, yine karşıt güçlerin kavgasına sahne olmaktadır. Bir tarafta, halkın kültürel potansiyelini, bilim ve teknoloji üretimini küresel sömürgeciliğin hizmetine sunan uluslararası mali sermaye ve onun uzantısı/işbirlikçisi tekelci burjuvazi, bizzat ve olanaklarıyla devlet ve aydınların en gericilerinden oluşan bir kast, diğer tarafta ise, halkının kolektif onurunu ve toplumsal kurtuluşu temsil eden özgür üniversiteliler mevzilenmektedir.
Gücünü üniversitenin içsel üretiminden, yaratıcılığından ve halkından alan ikinci mevzidekilerin karşısında birincilerin hiç şansı görünmüyor. Birincilerin ikincilere olan askeri/teknolojik üstünlüğüne karşın, acemi yığınlardan oluşan bu yeni baldırıçıplakların aslında tek engeli, devrimci politik bir hareketin onların siperlerini tahkim etmeyişidir. Hiçbir sistem ezilenlerine altın tepside devrimci güçler bağışlamaz. Ezilen kitlelerin devrimci özneler haline dönüşmeleri devrimci hareket süreçlerinde/pratiklerinde oluşur. Devrimci sınıf mücadelesi bu pratiklerde ivme kazanır ve bu sınıfların koşullarını dönüştürür. "Politik iktidarı ve toplumsal düzeni değiştiren devrimci sınıfları, sistem değil, devrim süreci yaratır.”
Dostları ilə paylaş: |