Demir Küçükaydın’ın Dipnot Yayın Kurulu’na Ayrıntılı İkinci Cevabı
Dipnot Yayın Kurulu’na
Önce bir ilkeyi ve bir olguyu açıkça ortaya koyalım.
Yazdığı yazılardan ekmeğini kazananlar, örneğin gazetelerin köşe yazarları, yazarlarken peşinen redaksiyonun kontrolünü kabul ederek yazarlar. Bu geçerli bir ilke olarak görülebilir.
Ben sizden maaş almıyorum, ücretli bir yazarınız değilim ve yazım karşılığında bir ücret talep etmediğim gibi bunu aklımdan bile geçirmedim, sizin de aklınıza zaten böyle bir şey gelmemiştir. Dolayısıyla bizim durumumuzda olgu bu ilkeyle ilgili değildir.
Yayın kurulları, yazardan bizzat istenmemiş, ama yazarlar tarafından yayınlanması amacıyla gönderilmiş yazılar için elbet bir eleme yapabilir. Bu geçerli bir ilke olarak kabul edilebilir.
Yazıyı ben size kendi inisiyatifimle yazıp, yayınlanmak üzere derginize yollamadım. Yazıyı benden ısrarla isteyen sizdiniz. Dolayısıyla olgu bu ilkeyle de ilgili değildir.
Eğer bu yazı istenirken, “bu yazıyı Yayın Kurulumuz kontrol edecektir” diye bir şerh düşülür ve o koşulda yazı istenirse ve kendisinden yazı istenen yazar da bu koşulu kabul edip yazarsa, bu durumda Yayın Kurulu’nun yazıyı sansür etme hakkı olur. Bu bir ilke olarak kabul edilebilir.
Bizim yazışmalarımızda ise, siz bana böyle bir Yayın Kurulu değerlendirmesi yapılacağına dair en küçük bir imada dahi bulunmadınız. Bana yolladığınız mektuplar ortadadır. Dolayısıyla olgu bu ilkeyle de ilgili değildir.
Bir fikir dergisi bir yazardan yazı istediğinde, bu zaten o yazara karşı peşinen bir eleme yapıldığı anlamına gelir. Yani bir dergi yayın kurulu bir yazardan yazı istediğinde, bu zımnen, yazarın görüşleri bilindiği ve bilinerek istendiği, bunun risklerinin ve sorumluluğunun üstlenildiği anlamına gelir.
Bütün bunlar bir yana, en azından basit bir eşitlik ve adalet duygusu bunu zorunlu kılar.
Niçin zorunlu kılar?
Çünkü kendisinden yazı istenen kişi zamanını ve enerjisini harcayarak o yazıyı yazacaktır; ayrıca önceliklerini değişecektir, planlarını alt üst edecektir.
Yani ortadaki sadece zaman ve enerji sarfı değildir, aynı zamanda bir çalışma planının alt üst olması da söz konusudur.
Tam da bu nedenle, birinden yazı isteyenler, içeriğinin ve biçiminin ne olduğundan bağımsız olarak, yol açacağı kayıplar ve zararlar nedeniyle, o yazıyı yayınlamakla yükümlü olurlar.
Bunlar ayrıca konuşulmasına bile gerek olmayan kurallardır.
Böyle bir durumda, yazıyı yayınlamamak, sözünden dönmektir.
Ve elbet bazı durumlarda sonuçları göz önüne alınarak ve kabullenilerek sözden de dönülebilir.
Çünkü insan hata yapar ve yanlış bir karar alabilir, ilişkilerini yanlış kurabilir, sözüne bağlı kalmanın açacağı büyük zararları görebilir ve açıkça ben sözümden dönüyorum, bunun yol açacağı zararları kapatmayı ve sözümden döndüğüm için ek yaptırımları kabul ediyorum diyebilir.
Siz ise ödeyeceği sözüyle aldığı parayı inkâr eden hatta aksine alacaklı olduğunu iddia eden bir borçlu gibi davrandınız.
Sözünüzden döndüğünüzü kabul etmediğiniz gibi, bir de bu sözden dönüşü savunuyor ve bırakalım bir ceza ödemeyi bir yana, bir de kendisine karşı sözünüzü tutmadığınız kişiyi, “yazın güzel değildi, kalitesizdi” gibi ithamlarla adeta borçlu çıkarmaya kalkıyorsunuz.
Bu ise ekstra yeni bir suçtur.
İftira suçudur bu.
*
Bu durumda ben ne yapabilirim?
Sizi şikayet edebileceğim bir mahkeme yok. (Olsaydı da bu devletin mahkemelerine gitmezdim zaten) “Zamanımı, enerjimi ve önceliklerimi çaldılar şimdi de sözlerini tutmadıkları gibi borçlarını inkar ediyor ve bir de beni borçlu çıkarmaya çalışıyorlar” diye kimden size yaptırım uygulamasını isteyebilirim?
Yapabileceğim tek şey, yaptığınızın nesnel anlamını size anlatmak olabilirdi. Size mektubum bundan başka bir şey değildi. Mektubu tekrar okuyun bütün ifadelerim “yaptığınız bu anlama gelir” demektedir. Yaptığınızın korkunçluğunu size gösterebilmek için özellikle çarpıcı ifadeler kullanılmıştır.
Adaletsizliğe uğramış, kandırılmış ama bunu telafi edebilecek bir yaptırım gücü olmayan bir insanın tanrıya yakarışları, bedduaları gibiydi yazdıklarım. “Allahınızdan bulun”, “İki cihanda elim yakanızda olsun” demiş oluyordum bir bakıma.
Çünkü benim size beddua etmekten, size yaptığınızın nesnel anlamını söylemekten başka hiçbir silahım, yaptırım gücüm yok.
*
Siz elbette nazik ve seviyeli olabilirsiniz. Çünkü sizin konuşmanız bile gerekmiyor. Siz yapıyorsunuz. Elinde yapacak gücü olanların, biz güçsüzler gibi öfkelerini dillerine vurmalarına hiç gerek yoktur.
Sizin elinizde hançer var, arkadan sırtımıza indiriyorsunuz. Biz sırtından hançerlenenler ise, “bu yaptığınız kalleşliktir, arkadan vurmaktır” dediğimizde, “siz ne kadar seviyesizsiniz bizi hayal kırıklığına uğrattınız” diyorsunuz.
Olay budur aslında.
Bu durumda benim için tek çare kalıyor: okuyucuların ve kamuoyunun vicdanına seslenmek; onların sizlerin ne yaptığınızı bilmesini sağlamak; böylece en azından manevi bir baskı aracılığıyla bir yaptırım uygulamak.
İşte şu an bu satırlarda bunu yapmaya çalışıyorum.
*
Peki, sizi böylesine sözünden dönmede ve iftira atmada cesaretlendiren ve böyle davranmaya iten ne?
Sizi cesaretlendiren benim arkasında hiçbir güç olmayan tek bir kişi olmamdır.
Ulusalcılara zaten ilk eğilim olarak ortaya çıktıkları andan beri en ağır eleştirileri yapmış insanım.
Sadece açık ulusalcılara da değil, nesnel olarak ulusalcıların müttefiki durumuna düşen sosyalistlere de.
Öte yandan liberallere de sürekli çatan ve onları ideolojik olarak eleştiren bir sosyalistim.
Ve sadece liberallere de değil, onlarla uzlaşan, onların müttefiki durumuna düşen sosyalistlere de.
Özgürlük Hareketinin desteklerim ama onlar kendileri sanki bu destekten rahatsızlar.
Özgürlük Hareketinin yanında görünen ama onu arkasından vuran ve vurmak için fırsat kollayan Kürt liberalleri ve milliyetçileri zaten yıllardır düşmanca davranmaktadırlar.
İdeolojik düzeyde ise, sadece milliyetçilere ve liberallere karşı değilim; kendini Marksist kabul edenlerin Marksizm diye savunduklarının Marksizm olmadığını söylüyorum ve onları da eleştiriyorum, yani aşağı yukarı piyasadaki Marksistlerin neredeyse tamamına yakınını da eleştiriyorum.
Böylesine ne bir ideolojik eğilim ile ne de bir parti veya örgüt ile uyuşmayan, kafasının dikine giden, sözünü de pek sakınmayan birinin yazısını yayınlamasanız, ona karşı sözünüzü tutmamış olsanız ne olur ki? O kişi ateş olsa cürmü kadar yer yakar. Fazla bir zarara yol açmaz.
Bu nedenle böylesine rahatlıkla ve kabalıkla sözünüzü çiğneme cesareti gösterdiniz.
Benim bu yalnızlığım, bir güce dayanmıyor oluşum sizi böyle davranma konusunda cesaretlendirdi.
Peki, ama niye böyle davranma gereği duydunuz?
Örneğin benim yazımın kalitesiz olduğundan ve bu nedenle okuyucularınıza saygınızdan dolayı yazımı yayınlamadığınızdan söz ediyorsunuz. Ama derginizde yığınla kalitesiz yazı var.
Bu yazılar için neden okuyucularınızı düşünüp onları seviyesizlikten ve konuyla ilgisiz yazılardan korumak için sansür uygulamadınız?
Çünkü onlar kalitesiz de olsa, içeriği sizi fazla rahatsız etmiyordu.
Sizin yazımı sansür etmenizin gerçek nedeni söylediğiniz biçimsel nedenler değil, yazımın özünün içeriğinin sizi rahatsız etmesidir.
Ama bunu açıkça koyacak veya açıkça sizi rahatsız eden bu görüşlerle tartışacak yerde onu sansür ederek mücadele etmeyi seçtiniz.
Bunu da birkaç aşamada yapıyorsunuz. Ama her aşamadaki gerekçeleriniz olgularla ve birbiriyle çelişiyor.
*
Birinci aşamada, Yayın Kurulu’nun böyle bir hakkı olduğu iddiasındasınız.
Bu iddianızın geleneklere, sağduyuya ve adalet duygusuna ne kadar aykırı olduğunu yukarıda zaten göstermiş bulunuyorum.
Ama burada bile hileleriniz sürüyor.
Sizler benden yazı istemenize rağmen ben sizden yazılarımı yayınlamak için istekte bulunmuşum gibi ifadeler kullanıyorsunuz. Yani aslında sizler de ne yaptığınızın ve suçunuzun farkındasınız ve tam da böyle olduğu için ilişkiyi tam tersine sözcüklerle ifade ediyorsunuz.
Aynen şöyle yazıyorsunuz:
“kendi görüşlerini ifade etmesine bir biçimde olanak sunan bir platforma yukarıdan bakan” (Siyahlar benim)
Yani ben görüşlerimi ifade edecek bir olanak ve platformdan yoksunum da siz bana karşı lütufkâr davranmışken ben nankörlük edip ekmek yediğim yere tükürüyorum gibi yazıyorsunuz.
Bunun için fazla söze gerek bile duymuyorum. Sizin adınıza benle yazışan Aydınkaya’nın mektupları ve benim cevaplarım ortadadır.
Yani aramızdaki ilişkiyi tanımlarken kullandığınız kavramların ve ilişkiyi ifade eden yukarıdaki satırlarınızın olgusal bir karşılığı yoktur ve gerçeği tahrif etmekte, çarpıtmaktadır.
*
Burada ikinci aşama geliyor.
Burada da yine benim aslında işlerin nasıl yürüdüğünü bilmediğimi ve bilmem gerektiğini iddia ederek, yine beni suçlu duruma düşürerek, yazıyı yayınlamayarak geleneklere ve adalet duygusuna aykırı bir iş yapmadığınız iddiasında bulunuyorsunuz.
Bu iddianızda bulunurken de yine yazı istemişlik ve istenmeden gönderilmişliğin farkını gizliyorsunuz. Aynen şöyle yazıyorsunuz:
“bize gelen yazıları, gönderen kişinin titri, ünvanı, statüsü ne olursa olsun bu ilkeler temelinde titiz bir okumadan geçirmek de bu iddianın belirleyiciliğinde, haliyle bizim boynumuzun borcu. Yayın kurulunun gönderilen yazıların akıbetine karar verme yetkisi olduğunu zaten okuyucularımıza dergimizin her sayısında ve ayrıca internet sitesinde künyemizin hemen altında ilan etmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla size de malumun ilanını yapmaya gerek görmedik.” (Siyahlar benim)
Burada, çok basit bir hile yapıyorsunuz ve yazıyı sizin istediğiniz gerçeğini atlıyorsunuz. İstenen ve gönderilen yazıların farkını atlıyorsunuz.
Ben size yazı “göndermedim”. İstediğiniz yazıyı size verdim.
Elbette bu verme eylemini Mail ile gönderme biçiminde yaptım.
Ama bu iki “gönderme” birbirinden farklıdır.
Dergi veya yayınlarda “gönderilen yazılar” diye yazıldığında, istenmeden gönderilmiş yazılar kastedilir, gönderme sözcüğü talep olmadan yazı yollanmasını ifade eder, gönderme eyleminin kendisi değil.
Aksi takdirde “gelen yazılar” ya da “bütün yazılar” gibi bir ifade kullanmak gerekir. Ciddi insanlar bu durumda bir yanlış anlamaya mahal vermemek için; alışılmış uygulamalardan farkını belirtmek için “gelen” yazılar veya “çıkacak bütün yazılar” gibi bir ifade kullanırlar.
Siz ise biri talebe dayanmayışa diğeri iletme eylemine vurgu yapan iki farklı anlamın kelime özdeşliğinin ardına sığınarak, “gönderilen yazılar” ifadesi, yazıyı gönderme eylemini ifade edermiş gibi sunarak, bir de üste çıkmaya çalışıyorsunuz.
Bunun adı olsa olsa demagoji olur.
Bizzat internet sayfanız bile bu iki göndermenin farkını vurgular aslında. Yazı göndermek için bir e-mail adresi yazılmış ve sonraki sayıların konuları (3. Sayı: Pozitivizm ve Bilimcilik, 4. Sayı: Soykırım, 5. Sayı: Milliyetçilik) alta konmuş. Açıktır ki burada önceden konular bildirilerek, anonim ve muhtemel yazarlara, bize yazı yollayacaksanız bu konularda yazınız ve bu adrese ve yollayınız denmektedir. “malumu ilan”, elbette bunlar için geçerlidir.
Ben ise, benden istenen yazıyı isteyene yolladım, yani yazımı gönderdiğim mail adresi bile farklıdır. Benden yazı istenmemiş olsa o adresi nereden bilebilirim.
Benim durumumda, yani yazıyı derginin istemesi durumunda, “malumu ilan” yazının sorgusuz yayınlanması; yayınlanmaması halinde borcunu ödemeyen, sözünde durmayanlar gibi yaptırımın peşinen kabul edilmesidir.
Ayrıca benden yazı istendi diye derginizin internet sayfasına veya yayınlanma koşulları sayfasına bakmak zorunda değilim. Benden kişisel olarak yazılmış bir mektupla yazı isteniyor.
*
Üçüncü aşamada bu iki aşamada kullanılan ifadelerle çelişki içinde (çünkü yukarıda görüldüğü gibi burada sanki ben istemeden yollamışım gibi ifadeler kullanılıyordu) benden yazı istendiği kabul ediliyor. Yazımın görüşlerim bilindiği için de istendiği kabul ediliyor: “Sizin görüşlerinizi biliyoruz. Tam da bunun için sizden yazı talebinde bulunduk.” deniyor.
Ama bu sizin daha sonraki gerekçelerinizi çürütüyor. Yani aslında debelendikçe batıyorsunuz.
Görüşlerim biliniyorduysa gerek biçim gerek içerik olarak neyi nasıl söyleyeceğimin de biliniyor olması gerekir. Çünkü benim gerek içerik gerek biçim olarak yazılarımın hepsi size yolladığım yazıyla aynı özelliklere sahiptir. (Bunu aşağıda göstereceğim.)
Şunu deseniz anlarım: “görüşlerinizi bilmiyorduk, ciddiyetsiz davranıp sizden görüşlerinizin ne olduğunu bilmeden yazı istedik, yazınızla karşılaşınca da bunun bizim dergiye ne biçimce ne içerikçe uymadığını gördük. Sonuçlarına katlanma bahasına yazınızı yayınlamıyoruz.”
Aslında bu durumda dürüst ve hak güder insanlar şöyle düşünür ve davranır: “bir yanlış yapıp yazı istemiş bulunduk. Bu yazıyı artık sözümüze uygun olarak yayınlarız ama yanlışımızı ve bu yazı karşısındaki eleştirilerimizi de aynı şekilde dergimizde yayınlarız.”
Böyle yapsanız size söyleyecek sözüm olmaz ve o zaman zaten gerçekten içeriğe ilişkin bir tartışma başlamış olur. (Ama tam da kaçmak istediğiniz bu olduğu için, içeriğe ilişkin bir tartışmayı olanaksız kılmak için yayınlamıyor ve bunu içeriksel değil biçimsel ölçülerle gerekçelendiriyorsunuz.)
Bunu demiyorsunuz ve görüşlerimi bildiğinizi iddia ediyorsunuz.
Aslında burada da yalan söylüyorsunuz, çünkü görüşlerimi bilmiyorsunuz.
Bilseniz benden zaten yazı istemezdiniz.
Çünkü benim görüşlerimi bilerek yazı istediğinizi belirttikten sonra yazdıklarınız benim görüşlerimi bilmediğinizin en büyük kanıtı, yani yalanınızı kendiniz farkına varmadan itiraf ediyorsunuz. Ama bunun da farkında değilsiniz çünkü yazılarımı ve görüşlerimi bilmiyorsunuz.
Bunu biçime ve içeriğe ilişkin birkaç örnekle kanıtlayayım.
Benim yazımı basmayı reddetmenizin en önemli biçimsel gerekçelerinden biri polemik biçiminde yazılmış olması. Benim yazımın “Polemiğin sığ sularında debelendiğim” söyleniyor.
Halbuki benim yazılarıma biraz aşinalığı olan benim polemik biçimini kullandığımı ve sadece kullanmakla kalmayıp bunu savunduğumu, polemiği kötü bir şey olarak görmenin gerici çağ ruhunun bir dışa vurumu olduğunu söylediğimi bilir ve böyle sözler etmez.
Çünkü örneğin daha bundan bir yıl kadar önce, “"Polemik Yapmak" Üzerine Bir polemik ya da Polemik Niçin İyidir ve Sağlık Belirtisidir?” başlıklı “Çatı Partisi” denen tartışmalar içinde, yani Kürt hareketine uzak da olmayan bir alanda bir yazı yazmıştım ve bu yazıyı Köxüz sitesinde de yayınlamıştım. (Aslında bu konuda yazdığım birçok yazı var bu sadece biri.)
O yazıda şöyle satırlar vardı:
“Polemik yapmaya duyulan bu düşmanlıkla, uzun yazmaya duyulan düşmanlık, öyle birbirinden çok farklı değil ve aslında Marksizmin ve Aydınlanmanın o devrimci döneminin gelenek ve kazanımlarının unutulması, onlara karşı gerici bir çıkış, onların reddidir. Çünkü, "uzun yazma" ve "polemik yapma"ya bu karşı çıkışlar aslında: analitik düşünceye karşı çıkışın; onun ifade biçimlerine duyulan düşmanlık olarak görünmesi; metodolojik bir karşı oluşun; o metodolojinin uygulama alanı bulduğu edebi formlara karşı oluş olarak kendini göstermesidir.
Eğer Goethe'den alarak Michael Löwy'nin geliştirip kullandığı "Gönül Yakınlıkları" ("Wahlvervandtschaft") kavramıyla ifade etmek gerekirse, polemik ve uzun yazma düşmanlıkları arasında, aynı gerici tarihsel eğilimden kaynaklanan bir "Gönül Yakınlığı" var diyebiliriz.
Aslında, polemik, Marksistlerin, Aydınlanma'nın ortaya çıkardığı deneme türünü alarak, ona eski yunan filozoflarının diyalog tekniğini de katarak geliştirdikleri bir diyalektik Deneme türüdür.
Deneme türü, bilimsel sorunları ele alışın, dar, alıntı kırkambarı akademik kriterlerin dışına çıkılarak, edebi bir biçimde, daha özgürce, sadece kavramsal düzeyde değil, imgelerle de ele alınması olarak da tanımlanabilir.
Zaten bu nedenle de bütün klasik büyük Marksistlerin eserleri sadece bilimsel değil, esetetiktir, edebidir de. En kuru bilinen Lenin'de bile bu estetik boyutun tadına varılabilir. Hele Marks, Engels, Troçki, Kıvılcımlı gibilerde bu çok açıktır.
Marksistler Deneme türünü alıp, onun en başarılı örneklerini vermekle kalmazlar, onu biraz da kendilerine has polemik tarzıyla harmanlarlar.
Bu nedenle, Polemik, Denemeyle yakın akraba, bağımsız bir edebi tür olarak da kabul edilebilir. Bu türü, bildiğim kadarıyla, en başarılı ve en güzel kullananlar Marksistler olmuştur. Marksizm adeta polemik formu içinde doğmuş, var olmuş ve gelişmiştir.
Marksizmin canlılığını yitirmesi, kendini tekrarlamaya başlamasına ise polemik formunun terki ve unutulması, hatta olumsuz görülüp lanetlenmesi eşlik etmiştir.
Bu bakımdan, Türkiye sosyalist hareketine 70'lerin ikinci yarısında egemen olan ve yaygınlaşan, burada da ifade edilen polemik düşmanlığının, bu tarihsel eğilimin bir görünümünden başka bir şey olmadığı söylenebilir. Yetmişlerin ortasından beri polemik düşmanlığına paralel olarak artık polemikler de görülmemektedir. Altmışlarda ise, o işçi ve sosyalist hareketin yükseliş yıllarında ise, hem polemik düşmanlığı yoktu hem de temel form polemik sayılabilirdi.
Marksizmin polemiği neredeyse temel edebi form olarak kullanmasının nedeni de sanırım şudur: Farklı sınıfsal eğilimleri, görünüş ve ifadelerine kapılmadan, o görünüş ve ifadelerin ardındaki metodolojiden, genel kavramlardan, varsayımlardan hareketle göstermek ve ezilenleri uyarmak olduğu kadar; karşı tarafı ikna etmek için ve karşısındaki ile kişisel değil fikir düzeyinde tartışabilmek için en ideal formu sunmasıdır. Yani ezilen ve yoksul çoğunluğu uyarma ve uyandırma çabası ve sorunu kişiler ve ahlaki düzey değil görüşler ve metodoloji ve politik düzeyde tartışmak. Yani daha da özü modern toplumun ürünü olan ve yine onu aşmaya yönelik özelliklerdir bunlar. Diğer bir ifadeyle siyasi ve ideolojik mücadelede, proletaryanın edebi formudur. Burjuvazinin, kapitalizm öncesinin dinlerine karşı siyasi ve ideolojik mücadelesinde edebi formlarından biri Deneme idiyse, proletaryanınki de Denemeden çıkmış veya özel bir deneme formu olan Polemiktir.
Bu nedenle, Marks, Engels, Lenin, Luxemburg, Troçki, Kıvılcımlı vs. gibi bütün büyük ve yaratıcı Marksistlerin, hepsinin, neredeyse bütün eserleri polemiktir. En akademik biçimler içinde yazılmış görünen eserleri bile, hem bir bütün olarak, hem de dip notlarında, sürekli olarak polemikler sürdürürler.
Polemik olmayan bir tek doğru dürüst eser gösterilemez Marksizme ait. Marksizm polemikler içinde doğmuş ve gelişmiştir.
Marksizmin ana karnına düştüğü meşhur 11. Tezi içeren, "Feuerbach Üzerine Tezler" aslında Feuerbach ile bir polemiktir.
"Kutsal Aile" polemiktir. Marksizmin doğum çığlığı Tarihsel Maddeciliğin ilk açıklaması olan "Alman İdeolojisi", baştan aşağı polemiktir. İlk kez o zamanın en güçlü akımı olan Anarşizme karşı entelektüel zaferler kazandığı ve pazularını geliştirdiği "Felsefenin Sefaleti" polemiktir.
"Kapital", alt başlığı olan "Ekonomi Politiğin Eleştirisi"nin de vurguladığı gibi, Klasik İktisatla, yani Burjuvazinin ekonomi politiği ile baştan aşağı bir bütün olarak Polemiktir. Ve dip notlarında da sürekli polemikler sürdürür.
Bir zamanlar nice kuşakların eğitiminde Marksizmi en derli toplu şekilde anlatan, ilk popülarizasyon denemesi olarak kabul edilebilecek, en sistematik eser olarak okunan "Anti Duhring", Duhring ile bir polemiktir. Marks gibi Engels'in de neredeyse bütün eserleri bir polemiktir.
Geçelim Lenin'e, Lenin'in neredeyse polemik olmayan eseri yoktur. En polemik değilmiş gibi görünen, en skolastik eseri olan "Devlet ve Devrim" polemiktir. "Ne Yapmalı" polemiktir, "Bir Adım İleri, İki Adım Geri" polemiktir. Lenin'inkiler saymakla tükenmez. Lenin de bütün eserini adeta polemik biçiminde yazmıştır.
Lenin sonrasını buradakilerin çoğunun referans olarak almayabileceklerini düşünerek sıralamaya gerek bile yok. Ama onlar da bu geleneği sürdürürler.
Ve bu polemikler öyle hiç de bizlerin burada kullandığımız çelebi dilini; diplomatik nezaket dilini kullanmazlar.
Karşı tarafın fikirlerine en ince zeka oyunlarıyla, en keskin zekaların yaralayıcılığıyla, en delici, en öldürücü darbeleri indirirler. İroni bu polemiklerin, lezzetine lezzet katan, olmazsa olmaz tuzu biberidir.
Polemiğin unutulması ve yitirilmesi ve olumsuz tanımlanması reziletini bir fazilet gibi koyan arkadaşlar, maazallah, Marks, Engels, Lenin'in, otoritelerinin hayranı olmadan, polemiklerini okusalar; mesela metinlerin kime ait olduğu adları gizlenerek arkadaşlara okutulsa, benim de maalesef diplomatik çelebi nezaketinden nasibini almış polemiklerimi "İtici" bulduklarına göre, onları aforoz eder, lanetlerlerdi; onlardan bucak bucak kaçarlardı.
Çünkü klasik marksist gelenekle burada dile getirilen yargılar iki ayrı dünyayı, iki ayrı dili yansıtmaktadırlar
*
Bu vesileyle Lenin'in bir anekdotunu kısaca zikretmek isterim. Hangi kitabında okumuştum hatırlamıyorum ve şu an elimde kitapları yok, bilen varsa ve kaynağı yazarsa sevinirim. Ama sanırım meşhur İkinci Kongre sonrasında. Yanlış hatırlamıyorsam Lenin bu anekdotu bir dip notta anlatıyordu.
İkinci Kongre, biliyorsunuz günler boyu sürmüş, korkunç bir gerilim içinde tartışmalar yapılmış (ve tam da öyle olduğu için o çatışmaların içinden Bolşevikler çıkabilmişti) ve bütün bunlar en illegal koşullarda yapılmıştı. Zaten kongreden önce de yazılı basında aylarca ve yıllarca kitaplarda gazetelerde de polemiklerle bu fikirler olgunlaşmıştı.
(Bizlerin ne entelektüel ne de örgütsel bir başarı elde edemeyeceğimizin bir göstergesi de böyle tartışmaların olmaması ve bizlerin, hiç de tutkulu ve canlı tartışmalar olmayan, sadece diplomatik bir ifadeyle görüş bildirmelerinden öteye gitmeyen, öncesinde de bunların yazılı olarak tartışılmadığı; çok daha elverişli koşullara rağmen, günlerce değil de, iki gün süren ve insanların konuşmalarının, gazetelerin köşe yazılarının bilmem kaç vuruşla sınırlanması gibi, beş on dakikayla sınırlandığı, (Beş on dakikada sadece görüş ifade edilir zaten tartışma, analiz, çürütme vs. olamaz) toplantılar yapmamız ve bunu bir fazilet olarak görmemizdir.)
İşte bu kongrede, bir arada, bir delege ve Lenin arasında bir konuşma geçer. Kongre delegelerinden biri, Lenin'e "ne kadar kötü, ne kadar sert tartışılıyor" vs.. anlamında bir şeyler söyler. Lenin ise, "aksine, ne kadar güzel" der. "İşte herkes fikrini söylüyor. Tutkuyla karşısındakini çürütmeye çalışıyor. Görüşler ifade ediliyor. Ayrılık noktaları ve ortaklıklar netleşiyor" anlamında konuşur. Ve ekler anekdotunda: "bu yoldaşla çok ayrı diller konuşuyorduk" diye.”
Benim yazılarım ve görüşlerim hakkında bir parça bilgisi olan birisi, bu satırların da gösterdiği gibi, benim yazımda polemikler yapmaktan çekinmeyeceğimi bilir ve eğer polemiği kötü bir şey, “sığ sular” olarak görüyorsa benden yazı istemez.
Eğer istiyorsa da o zaman “polemiktir” diye gerekçe göstererek yazımı sansürlemez ve bir de bana cevabında “polemiğin sığ sularında debelenme” ithamında bulunmaz. Çünkü benim polemiğe duyulan düşmanlığı gerici bir çağ ruhunun dışa vurumu olarak gördüğümü bilir. Bir parça olsun iç tutarlılık, bir parça kendine karşı olsun içtenlik bunu gerektirir.
Açık ki, benden görüşlerimi bilerek yazı istediğinizi söylerken aslında yalan söylüyorsunuz.
Öte yandan, polemiği yazımı ret gerekçeniz olarak tanımlarken, aslında benim polemik düşmanlığının anlamına ilişkin tezlerimin doğruluğunun bir kanıtını sunuyorsunuz. Ve daha da ilginci veya sizin açınızdan kötüsü, bunun da farkında değilsiniz.
Diyelim ki, Polemik hakkında farklı düşünüyoruz, ama o zaman yapmanız gereken, benim polemik hakkındaki görüşlerimi veya polemik bir biçimde yazılmış yazımın biçimini dergi sayfalarında eleştirmek olabilirdi.
Siz bütün bunları yapmayıp da, benim yazımı polemiktir, “dergimize ve okuyucularımıza böyle bir haksızlıkta bulunup, büyük iddialarını ortaya koyamamış, mimarisi, anlam bütünlüğü, akışı ve örgüsü oldukça problemli bir yazıya sayfalarımızda yer veremezdik” diyerek utanmazca sansürlerseniz, en ağır sıfatları hak etmiş olursunuz.
Şimdi içerikteki kavramlara ilişkin birkaç örnek vereyim.
Eğer benim yazılarımı ve görüşlerimi bilseydiniz, “ötekileştirmek”, “jakobenizim”, “Modernite”, “Pozitivizm”, “Aydınlanma” vs. konularda daha önce defalarca size yolladığım yazıda ifade ettiklerimi başka bağlamlarda ifade ettiğimi görürdünüz.
Ama ben yine de sağlam gideyim ve hepsine bir örnek vereyim:
“
Dostları ilə paylaş: |