Ötekileştirmek”
2008 Yılının Mart ayında sadece bu başlıklı bir yazı bile yazmışım: “Şu “Ötekileştirmek” Meselesi” başlığıyla.
(Şurada okunabilir: http://www.koxuz.org/anasayfa/node/1079 )
“Jakobenizm”
Bu konuda yazdığım yazılar onlarcadır, sadece şu an aklımda kalan ikisini ifade edeyim “Talat Paşa Jakoben miydi?” ve “Atatürk”ü zikredeyim. Orada şöyle yazıyorduk:
“Atatürk’ün sık sık bir Jakoben olduğu söylenir. Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Bir Robespiyer ya da Marat değil., bir Napoleon’dur.
(Yayınlanmış ama aynı zamanda Köxüz sitesinden de indirilebilen “Geleceği Geçmişten Geçmişi Gelecekten kurtarmak – Denemeler” isimli kitapta ve yine aynı yerdeki “Kemalizm ve Askeri Bürokratik Oligarşi Üzerine Yazılar gibi derlemelerde bu konuda bir sürü yazı bulunabilir.)
“Modernite”
Bu konuda Marksistlerin bu terimi kullanmayıp, genellikle Kapitalizmi tercih ettikleri bilinmeyen bir şey değildir. Ve burada sadece bir sözcük tercihi de söz konusu değildir, sözcükler üzerinden yürüyen bir sınıf mücadelesi, bir ideolojik mücadele vardır. Ben bütün yazılarımda, Kapitalizm ve Modern terimlerini tıpkı burjuva ve demokratik gibi özdeş anlamlarla yüklü olarak kullanırım. Örneğin, Aydınlanma veya ulusçuluktan “Modern toplumun dini” olarak söz ettiğimde bu aynen kapitalist toplumun dini olarak da okunabilir ve bunu zaten belirtirim. Çünkü bizzat bu dini analiz ederken gösterdiğim gibi, modern toplumun dininin bütün özellikleri aslında kapitalizme bağlı özelliklerdir.
Ayrıca bütün bunlar benim ilk defa yazdığım şeyler de değildir. Bunlar Marksist kültürün bir parçası olmuş kavramlar ve kabullerdir. Marksistler bilinçli olarak Modernite yerine Kapitalizm kavramını tercih ederler ve Modernite kavramını kullandıklarında da bunu Kapitalizm anlamında kullandıklarını belirtmeye özel bir özen gösterirler bir yanlış anlama veya anlaşılmama olasılığı varsa.
Çünkü kökleri Durkheim ve Weber’in gerici ve bayağı Sosyolojilerine dayanan “Modernleşme Kuramı” taraftarları bu terimi kullanmayı tercih ederler. Ve Raymond Willams’ın bile dikkati çektiği gibi, sadece kapitalizm sözcüğünü kullanmaktan kaçınmak bile bir sınıf mücadelesi aracıdır17.
“Aydınlanma”
Bu neredeyse Marksizmin Marksist Eleştirisi’ndeki Din ve Ulus teorilerinin temel kavramı. Aydınlanma’nın kendi iddiasının aksine bir din olduğunu ve ulusçuluğun ve ulus’un da bu dinin gerici biçimi olduğunu kanıtlamaya yöneliktir bütün kitap.
Kitabı okumadınız diyelim. Ama Köxüz sayfalarında daha kısa bir zaman önce yazdığım yazının başlığı şudur: “Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi Olarak Marksizm”
Ve orada aynen şunları yazıyorum:
“Unutulan ve unutturulmaya çalışılan gerçek şudur: Aydınlanma da, İslam da, daha doğdukları noktada, ilk adımlarında başarısızlığa uğramış ve egemen sınıflar tarafından ele geçirilip yenilmiş birer projedirler.
Ve tam da bu projeleri birer karşı devrimle yok edenler, birbirlerinin zıttı oldukları yönündeki aynı iddiayı ortaklaşa savunmaktadırlar.
Diğer bir ifadeyle, Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu iddiası, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam bayraklarıyla, Aydınlanma ve İslam içinde iktidarı ele geçirmiş gericiliğin ve karşı devrimin bir iddiasıdır. Ve tam da bu nedenle karşı devrimcilerin ortaklığının bir ifadesidir.
Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özünü ve doğuşundaki idealleri savunan biz ise, onları birbirine zıt değil, aynı soruna tarihin iki ayrı döneminde ve ayrı koşullarda verilmiş aynı özde iki cevap ve çözüm olduğunu söylüyoruz. Ve bu günün koşullarında aynı soruna aynı özde yeni bir cevap sunuyoruz. Budur Marksizm’i İslam ve Aydınlanma’nın sentezi ve gerçek mirasçısı yapan.”
Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Yani benim görüşlerimi biliyorduysanız, yazdıklarımın sizin için bir sürpriz olmaması gerekir.
Ama siz sadece beni değil, Marksizm’i de bilmiyorsunuz.
Burada da yalan söylüyorsunuz. Bunu da hemen kanıtlayalım.
“Yazınızın iddiası heyecan vericiydi” diyorsunuz, peki nedir bu heyecan verici bulduğunuz?
“Modernite, Aydınlanma ve Pozitivizm” arasındaki ortaklıkların altını çizmenin aksine, ilişkisizliği savunan bir pozisyonu savunmak”
Kusura bakmayın ama ancak şimdi olduğu gibi hafızasını yitirmiş, yapısalcı, post yapısalcı, post-modernist bir dünyada gözlerini dünyaya açmışlar ve Marksizm hakkında en küçük bir fikri olmayanlar bunu “heyecan verici” bulabilir. Marksistler için bu üzerinde konuşulmasına bile gerek duyulmayan bir aksiyom durumundadır.
Benim yaptığım sadece o geleneği sürdürmek ve bu günün koşullarında aktüalize etmek ve geliştirmekten başka bir şey değildir.
Marksistler bir buçuk asırdır, Pozitivizm ve Aydınlanma arasındaki ilişkisizliği savunurlar ve Pozitivizme ve ayrıca onu ciddiye alanlara parya muamelesi yapmaktan çekinmezler.
Aslında Aydınlanma’ya ve onun tek gerçek mirasçısı Marksizme karşı bir gerici ve karşı devrimci ideolojiden başka bir şey olmayan Sosyoloji denen sözde bilimin bir gerici ideoloji olduğunu ve bu ideolojinin yönteminin Pozitivizm olduğunu Marksistler daha o çıkarken söylemişlerdir.
Yani Marksistler açısından bir tek sosyoloji vardır: Marksizm. Bütün diğer sosyolojiler ona karşı savaş için geliştirilmiş ideolojilerdir. Marksizm, Tarihsel Maddecilik, Diyalektik Sosyoloji vs. hepsi aynı şeyi ifade ederler. Toplum bilimini.
Bunu ben de Marksizmin Marksist Eleştirisi’nin daha ilk satırlarında yazarım. Örneğin Kıvılcımlı’dan alıntıyla ilk sayfada dipnot düşerim: “Sosyal bilim anlamına gelen gerçek sosyolojiyi, yani Tarihsel maddeciliği burjuva sosyolog uydurmalarından ayırmak gerekir. Marksizm başlıca çalışma aygıtı olan diyalektik yöntemden güç alır. Onun için Tarihsel maddeciliğe Diyalektik sosyoloji adı da verilebilir.” (s.17)
Diyelim ki kim olduğu bilinmeyen biriyim, otorite değilim, Kıvılcımlı bu konuda koca bir kitap yazmıştır benim kuşağımın teorik eğitiminde büyük önem taşımış: “Metafizik Sosyolojiler” diye. Ama o da bir Türkiyeli, namı “Deli Hikmet” olan, dili anlaşılmaz bir Türkiyelidir. Türkiye’de yerli mallar bile Avrupa Malı damgası vurulmamışsa alıcı bulmaz. Bu nedenle, bu görüşlere iç piyasada alıcı bulabilmek için bir Avrupa damgası vuralım, bu arada bilinmeyen ve unutulmuş bir Avrupalı Marksist’i, Karl Korsch, zikredelim.
“Marks ve Engels, gerek isim gerekse içerik açısından “sosyoloji”ye kayıtsız kalmışlardı. Marks, yayımlanmasından otuz yıl sonra Comte’ın Cours de Philosopie Positive adlı eseri hakkında “İngilizlerin ve Fransızların bu herif hakkında bir sürü yaygara çıkartmalarından dolayı” bilgiyi mecburen kaydettikten sonra bile, “Comtizm”e “parti adamı olarak kesinlikle karşı olduğunu” ve “bilim adamı olarak [onu] … fazla kayda değer bulmadığını” ifade etmişti. Bu reddediş, kuramsal ve tarihsel olarak sağlam temellere dayanmaktadır. Marksist kuramın, Comte tarafından kurulan, Mill ve Spencer tarafından yaygınlaştırılan on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın “sosyoloji”siyle hiçbir alakası yoktur. Tersi, yani “sosyoloji”yi modern sosyalizme karşı bir muhalefet olarak değerlendirmek, daha doğru olacaktır. Ancak bu savdan hareketle, son yüz yılda bu bilim dalına yansımış olan çeşitli kuramsal ve pratik eğilimleri, tüm diğer farklılıklarına rağmen, tek düze bir olgu olarak kavramak mümkün olacaktır. (…) Bundan dolayı Marksist toplum öğretisiyle bu modern burjuva toplum bilimi arasında hiçbir kuramsal ilişki bulunmamaktadır. (…)
“Marksist kuramla, “sosyoloji”nin adı henüz konmadığı, ancak “toplum”un, bilginin ve eylemin garip ve bağımsız bir alan olarak keşfedildiği ve tüm anlamıyla algılandığı on yednci ve on sekizinci yüzyılda, İngiliz ve Fransız burjuvazisinin devrimci gelişim devresindeki toplumsal araştırmalarla olan ilişkisiyse çok farklıdır.” (Karl Korsch, Marksist Kuram ve Sınıf Hareketi, s. 29, 30, 31)
Yani bu satırların gösterdiği gibi, Marksizmi biraz bilen biri, aydınlanma ve pozitivizmin ortaklıklarını değil ilişkisizliğini ve zıtlığın savunan bir pozisyonu “heyecan verici” bulmaz.
*
Böylece sorunun esasına geliyoruz. Yani biçimsel gerekçelerin değil, esasa ilişkin uyumsuzluğun gerçek neden olduğuna.
Çünkü aslında Dipnot dergisinin Yayın Kurulu’nun dayandığı toplum teorileri, genetik olarak daha baştan Marksizme karşı savaşmak üzere ortaya çıkmış toplum teorilerinin soyundan gelir. Bugün bütün Dünyada ve Türkiye’de egemenlik kurmuş eğilim budur.
Ben ise, alışılmış ve Marksizm diye bilenen yine kendisi de aslında Marksizm bayrağıyla Marksizme karşı çıkıştan başka bir şey olmayan Stalinist ve Pozitivist sözde Marksizmlerle de ilişkisi olmayan, başka bir gelenekten geliyorum, onu yaşatmaya ve temsil etmeye çalışıyorum.
Bu farkı ve sonuçlarını yine Dipnot’tan bir örnekle göstereyim.
“Yeni bir sosyal bilim” kurma iddiasıyla ortaya çıkmanız bile bu gericiliği yansıtmaktadır.
Biliyorsunuz belki, O. Comte de yeni bilim iddiasıyla ortaya çıkmıştı, bu yeni kurduğunu iddia ettiği bilim özel anlamıyla değil, genel anlamıyla toplum bilimidir.
Bu bilimi daha önce İbni Haldun ve Marks-Engels birbirinden habersizce ve bağımsızca ve neredeyse aynı kavramsal temellerle kurmuşlardır. Ama onlar buna “Sosyoloji” (Toplum Bilim) dememişler, böyle bir adlandırmaya bile ihtiyaç duymamışlar, doğduğu dönemin polemikleri içinde örneğin “Tarihsel Maddecilik”, sonradan gelenler de daha kısa olarak “Marksizm” demişlerdir.
Yani Comte’un yeni bilim kurduğu iddiasının kendisi bile daha doğuşunda, bu bilimi ilk ve doğru kuranlara karşı bir susuş komplosudur.
Aslında Dipnot dergisi de aynı durumdadır.
Bilimde hiçbir şey gökten inmez. Bu yeni toplum bilim, ancak Marksist toplum bilime dayanıp, onun eleştirel bir gelişimi olabilir. Bunun başka bir yolu yoktur.
Benim yazdığım “Marksizmin Marksist Eleştirisi” tam da bunu böyle yapmaktadır.
O halde, yeni bir sosyal bilim iddiasında olanların,
-
Zaten böyle bir iddiada bulunmamaları, “yeni” yi eskinin eleştirisi ve aşılması anlamında kullanmaları gerekir;
-
Marksizm’e, onun tahrif edilmemiş ve çarpılmamış biçimlerine dayanması gerekir;
-
Bu çarpılmamış biçimleri eleştirerek aşması gerekir;
-
Bütün ciddi bilim insanları gibi, daha önce yapılmış bu yöndeki girişimleri ele alıp eleştirmesi gerekir;
-
Şu an bu alandaki en kapsamlı ve iddialı çalışma “Marksizmin Marksist Eleştirisi” olduğundan onunla bir hesaplaşma içinde olması gerekir.
Yani gerçekten ciddiye alınabilecek “yeni bir sosyal bilim” iddiası, ister istemez, sizi biçimsel gerekçeler göstererek reddettiğiniz yazarın fikirleriyle tartışmak zorunda bırakır.
İşte “yeni bir sosyal bilim” iddiası ile benim yazımın sansür edilmesinin ilişkisi buradadır.
“Yeni bir sosyal bilim” iddiası, tamamen bu gelenek ve soy ağacının dışındadır ve ancak orada ortaya atılabilir. Diğer bir deyişle bu ancak “cehaletin verdiği cesaret” ile söylenebilir.
Özetle, “yeni bir sosyal bilim” gibi bir kavramı ve görevi ortaya atan Dipnot Yayın Kurulu ile “Yeni bir sosyal bilim” olamayacağını, ancak var olanın eleştirel gelişimi, yani “Marksizmin Marksist bir Eleştirisi” olabileceğini söyleme iki birbirine zıt duruş, iki farklı gelenek ve metodoloji demektir.
Dipnot dergisi, tıpkı metodolojik atası Pozitivizm’in kurucusu Comte gibi, Marksist geleneğin karşısında bir susuş komplosudur aslında “yeni bir sosyal bilim” iddiasıyla.
Sorunun çekirdeği buradadır.
Ama her zaman olduğu gibi, Pozitivistler ya da Sosyologlar ya da Dipnot dergisinde olduğu gibi, tam da burada muhabereyi kabullenmek daha baştan yenilgiyi kabullenmek olacağından, savaşın kendi mantığı ve yasaları gereğince yapılacak tek şey vardır: susuş ya da yasak. Bu yasak, üniversitelerden Dipnot Yayın Kurullarına kadar bin bir biçimde işler.
*
Son bir nokta kalıyordu. Benim bir Marksist olarak, bugün ortalığı kaplamış, post yapısalcı, post modern, liberal yüzeysel görüşlere ve onların metodolojik ve kavramsal temellerine yaptığım eleştirilerde kullandığım dili, Kürtlere karşı imiş gibi göstermek.
Böylece, biçimsel olarak çapsız, üstüne üstlük ezilen ulusu da hor gören bir sömürgecinin yazısını yayınlamadığınızı söylemiş olabilirdiniz.
Ama bu da hem olgularla çelişir hem de ucuz bir hiledir.
Yazımın dipnotlarında örnek olarak ele alıp eleştirdiğim yazarların neredeyse tamamı Kürt değildir.
Ama zaten, ezilen cinslerin, ulusların, ırkların, özellikle dar alanlardaki ilişkilerde, bu ezilmişliği bir silah olarak kullanarak, sosyolojik bir ezilmişlik durumundan bireysel ve grupsal düzlemde egemen duruma geçmesi yeni ve bilinmeyen bir şey değildir.
Ben Almanya’da yaşadığımdan, ırkçılık üzerine epey uğraşmışlığım ve bu alanda epey yazmışlığım vardır.
Ve eğer gerçekten görüşlerimi bilseydiniz, Kadın hareketinin “Özel Olan Politiktir” şiarını tersine çevirerek yazdığım, Denemeler’e de aldığım, “Politik Olan Özeldir” başlıklı denememden haberdar olurdunuz ve böyle ucuz ithamlara pabuç bırakmayacağımı bilirdiniz.
Şöyle yazıyordum orada:
“İşin ilginci, ezilenlerin çoğu kez kendi ezilmişliklerini, bu ezilmişliğe karşı mücadeleye sempati duyan ezen gruplardan bireyler üzerinde bir egemenlik ve baskı aracı olarak kullanması gibi olgular nedeniyle, toplumsal bir ezilmişlik durumu, kişisel ya da küçük grup ilişkileri alanında, diyalektik olarak tam zıddına döner ve bir baskı durumuna dönüşür. Sosyolojik olarak ezilen bir cins, "sınıf", "ırk" ya da milliyetlerden kişiler, küçük gruplarda pekâlâ bu konumundan dolayı ezen ve egemen duruma geçebilirler o küçük grubun ilişkileri bağlamında. Baskıya karşı tarihsel mücadelenin parolaları, küçük gruplar içinde birden baskının ideolojik araçları haline dönüşürler. Örneğin "özel olan politiktir" parolası, son derece "özel" bir çıkarı veya konumu korumanın ve güçlendirmenin; onu politik gibi göstererek, gerçek çıkarı gizlemenin bir aracı haline dönüşebilir ve dönüşür de. Aslında küçük grupların tarihsel kaderini bu tür sorunlar belirler.”
Daha fazla söze gerek yok.
Demir Küçükaydın
14 Kasım 2010 Pazar
Dostları ilə paylaş: |