YUKARIDAN AŞAĞIYA, AŞAĞIDAN YUKARIYA FAŞİZM
Bir siyasal egemenlik biçimi olarak faşizme ilişkin gerek ülkemizde gerekse dünyada sürdürülen tartışmaların merkezinde faşizmin örgütlenme biçimleri olmuştur. Emperyalist dönemin gerici siyasal eğilimlerinin bir sonucu olarak faşizm, değişik tarihsel dönemlerde ve ülkelerde aslolarak iki farklı biçimde örgütlenmiştir. Aşağıdan yukarı bir kitle hareketi biçiminde siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve sömürgecilik ilişkilerinin bir sonucu olarak faşist devlet aygıtının ve kitle temelinin yukarıdan aşağı örgütlenmesi.
Her politik-toplumsal olgu gibi faşizm de ekonomik-siyasal ilişkilerden bağımsız tartışılamaz. İlk olarak görüldüğü 1. Paylaşım Savaşı sonrası Batı Avrupa ülkelerinde faşizm, aşağıdan yukarı örgütlenmiştir. Kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin toplumun kendi içsel dinamikleriyle, devrimci bir sürecin sonunda kurumsallaştığı burjuva demokratik ülkelerde, tekelci sermaye egemenliği “açık terörcü bir diktatörlüğe nasıl çevirebilir?” Demokratik mücadele geleneğinin güçlü olduğu ve demokratik hak ve özgürlüklerin işçi sınıfının mücadelelerinin kazanımları biçiminde gerçekleştiği bu tip ülkelerde bu “dönüşüm” şüphesiz bir kitle temeli yaratılmaksızın gerçekleştirilemez. Peki burjuvaziyi demokrasi veya faşizm tercihine zorlayan nesnel nedenler hangileridir? Tercihini faşizmden yana koyan burjuvazi bu amacına nasıl ulaşır? Burjuva demokrasisi eğer uygulanabiliyorsa egemenler açısından daha düşük maliyetli bir rejimdir. Egemen sınıfın sömürü olanaklarının yeterli olması durumunda “hukuksal eşitlik” temelinde kurduğu kendi rejimini sürdürmesi geniş kitleler nezdinde meşruluğunu sağlayabilmesini olanaklı kılar. Parlamento bir yönetim erki olarak işlevlendirilebilmektedir ve ‘özel savaş aygıtlarının’ kullanımı sınırlı durumlar için geçerlidir. Ancak egemenler tercihlerin faşizmden yana koyduktan ve faşist partinin iktidara getirilmesinden sonra tüm demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırır. Devlet aygıtıyla faşist partinin kaynaştığı bir süreç yaşanır. Tüm toplumsal ve ekonomik ilişkiler merkezinde devletin olduğu bir biçimde yeniden örgütlenir.
Yukarıdan aşağı faşizm
Kendi kapitalistleşme sürecini doğal biçimlerde tamamlamış metropol ülkelerden farklı olarak sömürge ülkelerde faşizmin örgütlenmesi “yukarıdan aşağı” gerçekleşir. Yani burada burjuva demokrasisini “açık-terörcü bir diktatörlüğe” çevirmek isteyen bir faşist partinin iktidara gelmesi gibi bir süreç yoktur. Emperyalist sömürgecilik ilişkileri sömürge ülkenin ekonomik-siyasal gelişimini çarpıtır. Başından itibaren dışsal müdahalelerle örgütlenen sömürge ekonomisi işbirlikçi egemen sınıfın emekçilere geniş ekonomik ve siyasal tavizler verebilmesini olanaksız kılar. Çünkü yerli egemenler bir yandan emperyalist metropolle rekabet etmek, diğer yandan da elde ettiği karı paylaşmak zorundadır. Yaşanan çarpık gelişme süreci sömürge ülkelerde kriz olgusunun sürekli ve yapısal bir hal almasına neden olur. Bu nedenlerden dolayı egemenlerin, emekçilerin siyasal-ekonomik haklarını sınırlandırmaksızın ve terörist bir yönetim biçimine başvurmaksızın kendi egemenliğini sürdürebilme olanağı yoktur. Zaten demokratik mücadele geleneğinin zayıf olduğu bu ülkelerde devlet faşist bir karakter taşır ve devletin yönetim erki parlamento değil silahlı kuvvetleri öncülüğündeki kurumlarıdır. Yukarıdan aşağı faşizmi klasik faşizm biçimlerinden ayırt eden temel özelliklerden biri de kitle temelinin bizzat devlet tarafından yaratılmasıdır. Tıpkı klasik örneklerinde olduğu gibi, yalan-demagoji aracılığıyla halkın ve bireylerin ilkel eğilimlerini okşayarak kendi kitle temelini yaratır. Sivil faşist hareket olarak adlandırdığımız bu kitle hareketi başından itibaren devlet kontrolündedir. Faşist parti örneğin Almanya’da olduğu gibi egemenlerin dönemsel tercihleri doğrultusunda desteklenen ve iktidara getirilen bir parti olmaktan çok, egemenlerin ve devletin programını hayata geçirebilmek için gerekli meşruluk alanını yaratmak ve tabi ki toplumsal muhalefetin karşısına sivil bir baskı unsuru çıkartmak için kullanılır. Devletin yukarıdan aşağı faşistleştirilmesi süreci aynı zamanda kitle temelinin de yaratılması sürecidir. Sivil faşist hareketin buradaki işlevi bu ikili sürecin işletilebilmesi için uygun atmosferi yaratabilmek için resmi kurumların yapamadıklarını yapmak ve kitle desteği sağlamaktır.
Devletin yukarıdan aşağı faşistleştirilmesi, askeri ve gizli kurumlara dayanarak yapılır. Silahlı kuvvetler ve istihbarat örgütleri yukarıdan aşağı faşizmin örgütlenmesinde kritik bir rol oynar. Bir kez “faşizmin kurumsallaşmasına için” gerekli kurumlaşma yaratıldıktan sonra bu süreç darbe dönemlerinde sıçramalarla ilerler.
FAŞİZM VE DÜNYA PROGRAMLARI
Dosya :
Faşizm ve dünya programları
İnsanlık, 20. yy.’a girerken, daha önceden kökleri atılmış, yeni ve yıkıcı bir ideolojiyle tanıştığında hazırlıklı değildi. 1919’da İtalya’da bir yöntem olarak ortaya çıkan faşizm*, tüm hızıyla yükselerek bir bir ülkelerin iktidarlarını almaya başladı.
1920’lerde başlayan aşırı üretim nedeniyle başgösteren dünya bunalımı, tüm dünya ekonomisini ve siyasi yapılarını altüst etti. Tarım ve sanayi alanındaki uçurumun gittikçe artması, talebin çok üstünde arzın olması, üretilen malların fiyatını düşürdü. Yeni yatırım olanakları olmadığı gibi, eski yatırımlar da etkisizleşmeye başladı. İşşizlik arttı, grevler yaygınlaştı, bütçe açıklarının boyutları arttı. Bütün ülkelerde sağ ve sol muhalef yükseldi, liberalizm kökünden sarsıldı. Demokratik kurumların zayıf olduğu ülkelerde -Avrupa ülkelerinin çoğu böyleydi- sonuç, sağın şu ya da bu biçimdeki diktatoryası oldu. 1919 Mart’ında İtalya’da örgütlenen Ulusal Faşist Parti, yine 1919’da kurulan Alman İşçileri Partisi’nin yerine geçen Nasyonal Sosyalist Alman İşçileri Partisi (NSDAP) gibi faşizm görüntülerinden sonra 1933 Ocak’ında Hitler, Almanya’da şanşölye ilan edildi. (Naziler, Mayıs 1928’deki seçimlerde 800.000 oy alırken Kasım 1932’de 11 milyon 700 bin oy aldı.) 1936’da Franco, İspanya’da iç savaşı başlattı, generaller ayaklandı, Avusturya’da 1933 Mart’ında Dolfuss diktatarlüğü kuruldu, Belçika İngiltere ve Portekiz’de Ulusal Birlik hükümetleri kuruldu. Böylece ‘finans kapitalin en gerici, en şöven, en emperyalist ögeleri’** tarihte yerlerini almaya başladılar.
1900’lerin başında, bu gelişmeler doğrultusunda oluşturulan faşist programlarda ulus, bütün ortaklıkların en üstünüydü, bireyler, gruplar ve sınıflarla karşılaştırılamaz ve en iyi anlatımıyla (falanjistlere göre) evrensel yazgı birliğiydi. Kanın sürekliliğinin ve saflığının korunması (nazizm programına göre) en önemli ulusal görev durumuna getirildi. Bu ilkel duygular etrafında birleşmenin sonucu ise ulusal yayılma, emperyalizm ve sömürgecilikle girilen direkt ilişki anlamına gelmekteydi. Örneğin Nazizm, başarısını, 1929 ekonomik bunalımından sonra önüne geçilemeyen küçük burjuvazi ve sanayi bakımından refaha erişmek isteyen büyük burjuvaziye borçluydu. 1. Dünya Savaşı sırasında emperyalistlerin iç organizasyonu sağlama isteği, Almanya’nın tekelci burjuvazinin yayılmacılık siyasetiyle gireceği ilişkiyi işaret ediyordu. Sonuçta, maden ve çelik tröstslerince sağlanan iç destek, Nazilerin başarısını getirecekti. Ve bu ideoloji, örgütsüz alt sınıfların, yoksulların öfkesini Yahudi orta sınıflara yönelik bir mülksüzleştirme operasyonu içinde kendi kitle desteğini bulmuştur.(Bu yönelim, İtalya için Akdeniz’de “Latin Uygarlığının Kalesi” olma zorunluluğu, İspanya içinse imparatorluk istemlerini haklı çıkartıyordu.)
Faşist programlarda ulus, büyük kültürel geleneği temsil eden dinlerin etkisi kısmen yitirildikten sonra varolan boşluğu dolduracak mistik niteliklerle ifade edilmeye başlanmıştı. Devlet ise “ulusun hukuksal bürünümü” olarak ifade edilmekteydi. Ulusal devlet, ırkçılığın milli politika haline gelmesini öngörmekteydi. Ulusalcılıktaki ırkçı tema öyle ayrıntılarla şekillendiriliyordu ki Nazi ideologları, doğa bilimlerini ırkların eşitsizliğini kanıtlayacak özelliklerle donatmışlardı. Hitler’e göre ırkın çıkarlarıyla bireyin çıkarları bir ve aynı şeydi. Toplumsal problemler ırksal baskıdan doğuyordu, öyleyse sorunu ırkların kurtuluş mücadelesi çözecekti. Programlarda toplumsal eşitsizlik övülüyor, onun doğal bir yasa olduğu söyleniyordu. (Nazizmin Yahudi düşmanlığından sonra İtalyan faşizmi, ideolojik düzeyde 1938’den başlayarak bu düşmanlığı benimsemeye başlamıştı.)
İtalyan faşistleri, İspanyol falanjistleri ve Alman nazistleri, faşizmin özü gereği tek bir ana noktada birleşiyordu: İlkesel bir antimarxsizm. Hatta kuruculara göre bu ideoloji, marxizm karşısında doğan boşluğu doldurabilecek niteliklere göre tasarlanmıştı. Hitler, sosyalizmin kazandırdığı terimleri sık sık kullanıp gerçek sosyalizmden dem vurarak bu dili yüzeyselleştirmeyi amaçlıyordu. Mussolini, iktidarı almadan önce, 21 Haziran 1921 günü Milletvekilleri Meclisi’nde ‘Sosyalleşme, devletleştirme, kollektifleştirme girişimlerine bütün gücümüzle karşı çıkacağız. Bıktık usandık devlet sosyalizminden’ diyordu.*** Bununla beraber evrensellik kavramına da karşı çıkılıyordu. Hitler; ‘Mussolini’yi bu dünyanın büyük adamları arasına koyacak olan şey, onun İtalya’yı marksizmle paylaşmama, tersine onun yıkmak istediği yurdu, enternasyonalizmden koruma yolundaki kararlılığıdır.**** diyordu. Enternasyonalizm, bireyin kendi toprağı ile kurduğu-kurabileceği bağı zedeliyor, bir topluluğa ait olma duygusunu yok ediyor ve dolayısıyla ulusalcılığın tezini çökertiyordu. Faşizm, bu ilkeler doğrultusunda sınıflar savaşımının ulusal dayanışmayla aşılmasını öngörüyordu.
Örgütlenme ilkeleri
Bütün faşist hareketler kendilerini kitle hareketi olarak görmekle birlikte otokratik bir merkeziyetçilik, kendini en net şekilde belli ediyordu. Partide yaptırım temel unsurdu ve partiye bağlı paramiliter örgütlenmeler ve saldırı timleri aynı zamanda bağımsız kitle örgütlerinden de destek alıyordu. Parti içinde ilk başlarda varolan ‘şeflerin altlarını seçmesi’ gibi ilkeler dahi gittikçe etkisizleşmeye, tümüyle “ulusal şef”e endekslenmeye başlanmıştı. Ulusal şef ise sadece tanrıya karşı sorumluydu. Genelde il yöneticilerini denetleyen özel birlikler kuruluyordu. Falanj’ın ( İspanya faşist partisi) Yönetim yetkisine sahip olmayan komisyonların yanısıra NSDAP’de ulusal devletin kurulması aşamasında yöntemlerini geliştirecek saldırı seksiyonu (PO1) ve kurma seksiyonu (PO2) diye ayrılan timler görev almaktaydılar. Aynı zamanda dört tip kitle örgütlenmesi geliştirilmişti: Kadınlar örgütü, gençlek örgütü, marksist sendikaların yerini alacak sendikalar ve meslek örgütleri...
Hitler’in (ve faşist programların) “terörü terörle önleme tezi”, karşılığını SA ve SS’lerde buluyor, aynı şekilde Falanj’da örgütlenen milisler, İtalyan faschilerin “Squadre D’azioneler”i paramiliter örgütlenmeleri oluşturuyordu. Hitler’e göre parti milislerinin gizli örgütlenmeleri hareketin meşruluğunu tehlikeye sokabilirdi. Bu yüzden başarıya ulaşmak için hiç bir ahlaki ilke tanımayacak birlikler, yasal koruma getirilmeliydi.
23 Mart 1919 günü İtalya’da yapılan ‘faşizmin kurumsal doğum eylemi’nden bir ay sonra silahlı ve üniformalı milisler, grev yapan işçilere saldırmışlardı. PNF’nin (Ulusal Faşist Parti) 1921 tüzüğünün yayınlanmasından bir sene sonra faşist squadre’ler ordulaşmaya başladılar. 1922’de kullanılmaya başlanan faşist milis kavramıyla beraber şeflerin atanması, kendi resmi gazetelerini yayımlamaya başlamaları, özel nişan ve yönetim merkezlerine bağlı olarak militer bir bütünlüğe kavuştu.
Örgütlenme modellerinin hemen hepsinde propaganda ve ayinsel öz, birinci sırayı oluşturuyordu. Düşmanı yenilgiye uğratacak her türlü yöntem mübahtı. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte görüntü ve ses yöntemleri hızla kullanılmaya başlandı. Faşist milisler, propaganda ve sindirme amaçlı bir çok insanı katlettiler. İnandırma, özellikle zor kullanımı ile mümkün kılınmaktaytı. (Nazilerin kurduğu siyasi muhaliflerin, kriminal suçluların, homoseksüellerin atıldığı toplama kampları Yahudi soykırımı ile beraber bu yöntemlerin doğrulandığını gösteriyordu.)
1920’lerden itibaren büyük toprak sahipleri tarafından finanse edilen facshilerin yanı sıra gitgide kapitalistlerden para yardımları alınmaya başlanmıştı.
Devlet Örgütü
Faşist programlara göre devlet bir amaç değil araçtı: Ulusal birliğini yaratmak amacıyla kullanılacak bir araç... Korparatif devlet örgütlenmesi fikri ağır basıyordu. (Mesleki, ticari tüm örgütlerin atanmış kişilerce yürütüldüğü, parlamenter sistemin reddi üzerinden koorparasyon temsilcilikleri öngören, kapalı örgütlülükler tarafından yönetilen sınıflar olduğu iddia edilen organizasyon...)
Mussolini’ye göre bireyselcilik karşıtı olan faşist görüş, bireyin bilinci, devletle bağdaştığı sürece insanlardan yana olabilirdi.( Bu yönüyle klasik liberalizme de karşı çıkan faşizm, bireyin gerçekliği olarak devleti öne sürer ve bu anlamıyla totoliterdir, halkın tüm yaşamını geliştirip egemenliği altına alır.)
Mussolini, devlet fikrini Hitler’den daha ön plana çıkarma eğilimindeydi. Nazi ideologları devletle ulusun özdeşliğini savunurken Mussolini, devletin, ulus tarafından yaratılacağı bir dünyadan bahsediyordu. Fakat bu fark, pratik olarak hep aynı sonuçlara yol açtığı için gerçeklik kazanmıyordu. Devletin araç olarak görülmesi, İspanya’da, İtalya ve Almanya örneklerinden uzaklaşıldığı 1942 yılından başlayarak ön plana çıkmıştır.
Devlet formları ne olursa olsun, marxizme bir zemin hazırladığı düşünüldüğü için liberalizm ortak düşmanların başta geleni olarak ilan edilmişti. Buna göre zaten bilinen ve tek olan gerçeklik çoğunluk tarafından verilen bir sonuç olarak öne sürülemezdi. Tek gerçeklik olan “ulus”un zaman zaman oy pusulalarıyla tartışma konusu yapılması ve özerkliği ön plana çıkaran parlementer rejim, yanlış bir özgürlük anlayışına dayanıyordu ve ancak bireye önem vererek ulusal devleti parçalamaya yarıyordu.
Faşist programların tümünde totoliter özellikte olan devletin biçiminin krallık, imparatorluk veya cumhuriyet olması ise hayati bir önem taşımıyordu. Bütün devlet özelliklerini bir arada tutmak için programlar bir otorite çözümlemesi ve toplumsal örgütlenme formu sunmak zorundalardı. “Maddeyi tanrılaştırdığı ve insanı sadece üretim aracı olarak gördüğü” söylenen marksizme ve bireyi kendi haline bırakıp ulusal bilinci yok ettiği savunulan liberalizme karşın öğretinin üç temel noktası sunuluyordu:
1- Bireyin topluluk (ulus) içinde yer edinmesini öneren madde, insanın yazgısının ulusun yazgızıyla çakıştığı durumda geçerli olabiliyordu. Bu, aynı zamanda sonsuz sayıda olduğu iddia edilen sınıflar yerine geçirilen iki ayrı sınıfın çatışmasını da engelleyebilecek bir savdı.
2- İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kabul edilerek davranılması gerekliydi. Böylece ulusun, yönetim kademesinde bulunan bireyler, yetenekli olmak zorundaydılar, yeteneksiz kalabalıkların şansı zorlanmayacaktı.
3- Tüm ulusallık vurgusuna rağmen bireyler arasında sonsuz bir savaşım vardı. Doğal yasa olduğu söylenen bu ilke aynı zamanda tüm dayanışma duygusunu yok ediyordu.
Belirtilen ilkelerle beraber, toplumsal yasa olarak alınan eşitsizliklerin, “ulus” kavramındaki birlik ilkesini bir kenara attığı görülmüyordu. İnsanlar, “kaderlerince” yaşayıp gideceklerdi ve dolayısıyla ‘toplumsal kurtulş’un fikri bile saçmaydı. Bu toplumsal örgütlenme kurallarına bağlı olarak otorite, milletin içinden ayıklanarak yönetim erkine sahip olabiliyordu, yukardan aşağıya işletilen iktidar mekanizmaları ve doğal ayıklama yasaları temelinde her kademede bulunan insanın bir altına ve topluluğa verecek hesabı olamazdı, bir üstüne ise herşeyiyle bağlıydı. Tüm temsil mekanizmalarının reddedilmesinin gerekçesi ise otoritenin denetlenmesi gibi bir tehlikenin ortadan kaldırılmasıydı. Otoritenin başı ise tüm gizemli yönlerinin yanısıra zekayı temsil etmekteydi, o ulusun simgeleşmiş haliydi.
Ekonomi politika
Faşist programlarda ekonomik örgütlenme konusunda yeterli netlik sağlanamamasına rağmen, toplumsal mülkiyet haklarını reddi üzerinden bir hat vardı. Ekonomik altyapının, ancak ulusal görevi yerine getirmek için örgütlenmesi ilkesi, devletin maddiyattan arınmış, manevi ruhuna yüklenen anlamlarla ilgli bir açılımdı. Nazizim, emeğin (özellikle kol emeğinin) saygınlığının geri verilmesi için çalıştığını iddia ediyor, bireyi çalıştığı alana göre değil, ürettiği malın değerine göre değerlendiriyordu. Bu, çalışanlar arasında, ücret koşullarından bağımsız olmak üzere yüzeysel bir eşitliği yanında getiriyordu. Nasyonal sendikalizm, emekçiliğin kol işçiliğiyle sınırlandırılamayacağı ve üretimde bulunan herkesin emekçi olduğunu iddia ediyordu. İspanyol ve İtalyan faşistleri de emeğin sermaye tehlikesinden korunması gerektiğinden bahsediyorlardı. Fakat tüm bunları kazanmak için işçilerin girişecekleri örgütler baştan reddedilmişti. Hitler, nasyonal sendikalizmin sadece bir mesleki kurumunu ifade ettiğinden sözediyordu. Grev ancak üretimin azaltılması demekti, bu konuda kesin yasaklar konulmuştu. İşçilerle işveren arasında sorun olduğu durumda, bunu çözme işi devlete bırakılmıştı. (Tüm bunlar koorporatif devlet özellikleriydi.) Özel mülkiyetin, toplumsal örgütlenmelerin temeli sayıldığı programlarda, patronlar, üretici sayılmaktaydılar. Falanjistler, klasik ulusalcılığa yakın değerler benimsemekle beraber, işçi-patron bütün İspanyolların “dev bir üreticiler sendikası” olarak İspanya’nın çıkarları adına üretim yapılmasını öngörüyordu. Hitler’e göre işçiler “kötü kalpli” patronlar tarafından sömürülmekteydiler, fakat bunun faturası kapitalizme çıkarılmamalıydı. Diğerlerine göre de kapitalizmin törpülenmesi gereken tarafları vardı ama bu asla anti-kapitalizm olarak nitelenmeyecek, küçük reform istekleri olarak başgöstermişti. Programlar kapitalist sistem içerisindeki ilkel düzenlemelere karşı çıkıyorlardı ki bu karşı çıkışlar zaten emperyalizmin “çağdaş” düzenlemelerinin içerisinde yer almaktaydı. Özel çıkarların üstünde bir üretim mekanizması geliştirilmesi, ulusalcılığa özgü bir istek değildi, daha önce klasik sağ ve muhafazakar sağ akımların çok iyi bilinen eğilimleri daha ön plana çıkıyordu o kadar...
***
Söz edilen tüm ilkeleriyle terörcü ve emperyalist yayılmacılık esasına göre örgütlenen faşizmin halk etkinliği çıplak bir gerçeklik olmakla beraber bu konuda tüm dünya hükümetlerinin verdiği açık destekler bir kenara bırakılmamalıdır. Sivil faşizm, kitleleri seferber edecek devlet aygıtları, güç unsurları, bilinçaltına bağlı, kollektif bir hava yaratmayı başarmıştır. Fakat faşizmin yarattığı hezeyan durumunun cevabı, “kanda” değil kader aracılığıyla bir arınma fikrinde ve yaratılan milli sembollerle ortaya çıkarılan ve inandırmaktan çok çarpma işlevi gören heyecanda aranmalıdır. Faşizmin, “öldürülmelerine izin verdiği insan sayısının emsalsizliği değil, ne kadar çok sayıda insanı canlarını vermeye ikna edebildiği”, üzerinde durulması ve varolan halk etkinliğinin incelenmesi için yeterli bir veri olmalıdır.
*Faşizm model olarak olağanüstü devlet biçiminin özel bir rejimi olarak kendini varedebildiği gibi, Bonapartizm ya da çeşitli askeri diktatörlük biçimleri olarak şekillenebilmektedir.
**Komintern’in bu çerçevedeki yorumu ise faşizme karşı proleteryanın birleşik cephesi düzeyinden daha anlamlı bulunan halk cephesi düzeyinde yürütülmesi kararıydı. Burjuvazinin bu durumdaki konumu ve ‘sosyal demokrasiye karşı savaş’ ilkesinin analiz edilmesi ve bu siyasal-ideolojik yaklaşım, sosyal faşizm tezinin ortaya çıkmasının sağlamıştır.
***Faşizm İdeoloji ve Uygulamalarıyla/Roger Bourderon, Sayfa 39
****Kavgam /Adolf Hitler, Sayfa 249
FAŞİZM VE TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİ HAREKET
Dosya :
Faşizm ve türkiye’de milliyetçi hareket
Türkiye’de sivil-faşist hareketin gelişimi
Türkiye’de milliyetçi-faşist hareketin ideolojik düzeyde netleşmesi, Avrupa’daki faşist rejimlerin yükselişinin de doğrudan etkisiyle 1930’ların ortalarına rastlar. Aslolarak bir Türk milliyetçiliği ideolojisi 19. yüzyıl sonlarından itibaren oluşturulmaya başlanmıştır ama bu çok büyük ölçüde dönemin Osmanlı İmparatorluğu’nun etnik dini gerçeklikleri gözetilerek geliştirilmeye çalışılmış bir ideolojidir. Dolayısıyla temel aldığı Türk tanımı ırksal ayrımlardan hayli uzak ve esnektir. Bunun en önemli nedenlerinden biri Osmanlı cemaat yapılarını belirleyen dini-mezhebi ayrım ve ölçülerin insanların aidiyet bilinçlerine de yansımasıdır. Fakat buna rağmen 1800’lü yılların sonlarına doğru Osmanlının, imparatorluk dışında yaşayan Türklere olan ilgisi artmıştı. Çünkü bu Türkler (özellikle de Rusya’dakiler) hareketlenmeye başlıyorlardı. 1900’lü yıllara gelindiğinde Pan Türkizm, hem imparatorluk içinde hem de dışında güçleniyordu, özellikle Jön Türkler bu fikri yayıyorlar, dil konusuna önem veriyorlar ve Farsça yerine Osmanlı Türkçesini öneriyorlardı.
Aynı dönemde Pan İslamizm de güçlenmekteydi fakat Pan Türkizm ile yakınlaşmak bir yana hatta kutuplaşmışlardı. İslami toplum yapısını korumaya yönelimli İslamcılara karşılık Türk milliyetçi akım, İttihat ve Terakki’de temsil edilen Batılılaşmacı hareketin içinde yer aldı.
II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye tarafsız kaldığını söyleyerek her iki cephedeki gelişmeleri izliyordu. Bu sırada Türkiye’deki ırkçı-milliyetçi akımlar Nazi Almanya’sının ve müttefiklerinin büyük fetihler yaptıkları dönemde T.C.’den hiçbir baskı görmemiş hatta desteklenmişlerdir. O dönemde Türk Ocakları, devletin sağladığı en önemli olanaktı. Hareketin ideologları; Nihal Atsız, R. Oğuz Türkkan, Z. Velidi Togan, Nazi yanlısı generaller ve devlet görevlileriydi. O dönemin soy-ırkçıları, Nazilerin, Pan Germenist dünya egemenliği tezini, tüm Turani ulusları birleştirecek büyük Turan devleti teziyle karşılıyorlardı.
Türkiye’de faşist hareketin ilk evresini noktalayan bu “1944 Tevkifatı”nda 23 sanığın arasında Türkeş de vardı. Faşistlerin zulüm olarak gösterdikleri bu olayda sanıkların hepsi 5-6 ay yatıp çıkmışlardır.
1944 tevkifatının 1947’de kesin olarak beraatle sonuçlanmasından sonra yeniden toparlanmak ve örgütlenmek isteyen faşist hareket, içine girilen soğuk savaş döneminin de etkisiyle ırkçı temalardan ziyade ant-i-komünizm ağırlıklı bir propaganda yürüttüler, ancak umdukları ilgiyi görmediler.1950’lerin başında kurdukları örgütler DP hükümetince kapatılmış, saldırganlaşan ideologlar hakkında açılan davalar da mahkumiyetle sonuçlanmıştır. 1950’lerin sonlarına doğru yayın organları kendiliğinden kapanmış veya kapatılmış, dağınık bir hareket vardır. (Bu süreçte Alparslan Türkeş orduda görev yapmaktadır.
1960 SONRASI
27 Mayıs askeri müdahalesini haber veren açıklamayı radyolardan okuyan kişi Alparslan Türkeş’ti. Ordu içinde güçsüz olan Alparslan Türkeş ve ekibi darbe sonrası tasfiye edilmişlerdi. Bunun üzerine içlerinde Türkeş’in de olduğu kendilerine 14’ler diyen ırkçı-turancı görüşleri benimseyenler bira raya gelerek partileşmeyi tartışmaya başladılar. Çünkü darbe yoluyla iktidar olmalarının yolu kapanmıştı.
Cuntacı arkadaşlarıyla birlikte önce yeni bir siyasi parti kurmayı düşündülerse de bir partiye girip onu ele geçirmeyi daha uygun gördüler. Türkeş 31 Mart 1965’te milliyetçi-muhafazakar bir kırsal orta sınıf partisi olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne büyük bir törenle girdi. Türkeş ve ekibi partiye girdiklerinde iki küçük grupla birleştiler; eski CKMP gençleri ve darbe mağduru harbiyeliler. O güne kadar Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde çalışan gençler CKMP saflarına geçmeye başladılar. Bu gelişmeler 5 ay içerisinde meyvasını verdi. CKMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı istifa etmek zorunda kaldı. Partinin 1 Ağustos 1965’teki kongresinde Türkeş rakiplerini ezip geçerek başkanlığa oturan Türkeş, 9 Işık doktrinini ve başbuğluğunu ilan etti. (9 Işık: Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, Toplumculuk, İlimcilik, Hürriyetçilik, Endüstricilik ve Teknikçilik). İtalya’da Mussolini’ye “Duçe” Türkiye’de Türkeş’e aynı anlama gelen “Başbuğ” diyordu partililer. Türkeş partinin örgütlenme modelini Alman nazilerinden aldı; obalar ve oymaklar.
CKMP artık anti-komünistlerin kalesiydi. Başbuğ Türkeş ünlü söylevini o yıllarda verdi; “Davadan döneni vurun”. Türkeş’le birlikte parti programında da değişiklik oldu. Türkçülüğün yanına Müslümanlık da eklendi. Böylece milliyetçi hareket, resmi-Atatürk Milliyetçiliğiyle arasına mesafe koyuyordu. O dönemin ideolojisi Türk-İslam senteziydi. Bozkurt, yerini üç hilale bırakmış, kalpak giyen sarkık bıyıklı “Bozkurtlar” Türkeş’e ve üç hilale karşı çıkarak, Türklerin Araplaştırılacağını, öz benliklerinden uzaklaştırılıp Osmanlı yapılacağını söyleyerek partiden uzaklaştılar. CMKP’nin Türkeş ve arkadaşlarının eline geçmesiyle birlikte Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde yaygın adıyla komando kamplarından bahsedilir olmuştu. 19 Ağustos 1968 tarihli gazeteler Türkeş’in bir demecini yayınladılar. Türkeş demecinde komando eğitimi ile ilgili şunları söylemiştir: “Gençlik kolları çeşitli kültürel faaliyetlerde bulunurlarken kendilerine judo öğretiliyor. Komünistler memleketi sahipsiz sanıp da sokak hakimiyeti kuramazlar. Memleketimizde onların anladığı dilden konuşacak milliyetçi çocuklar var.”
Türkeş komünizmle mücadele ederken komando kamplarıyla yetinmedi. 1965’te kurulan MTGT (Milliyetçi Türk Gençlik Teşkilatı)nin ilk hedefi her fakültede ve yüksek okulda dernekler kurmaktı. Kurulan bu dernekler gençlerden pek rağbet görmedi. Daha sonra Ülkü Ocakları’na dönüştü. Ülkücüler, dünyada ve Türkiye’de solun en güçlü olduğu yıl olan 1968’de eylemlerine başladılar. İlk işleri Ankara Üniversitesi Öğrenci Yurdu’nu basmak oldu. 1969’da liseli gençleri örgütlemek üzere Genç Ülkücüler Teşkilatı kuruldu.
CKMP’nin büyük kongresi 8 Şubat 1969’da Adana’da yapıldı. Partinin adı ve amblemi değişti. İstanbul’da CKMP gençliğini örgütleyen Ahmet Karabacak’ın çıkarttığı “Milli Hareket” adlı aylık derginin ismi beğenilmişti. Türkeş partinin adını Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirdi.
Komando kampları ve Ülkü Ocakları asıl meyvalarını 60’lı yılların sonlarında vermeye başladı. Çünkü Türkiye sol hareketleri işçilerle buluşarak her geçen gün ilerliyordu. Sivil faşisler, solcuların karşısına ilk kez o yıllarda çıkarılmaya başlandı. Bu “sivil güçler” ‘60’lı yıllarda İslamcı kimliğini kullanırken ‘70’li yıllarda ülkücülük daha çok işlerine yarıyordu. Taşlı sopalı saldırılar yerini tabancaya bıraktı.
1970’e gelindiğinde 8 kişi öldürülmüştü ve bunların hepsi sol görüşlüydü. Silah Fehmi Altınbilek adlı bir üsteğmene aitti. (Aradan yıllar geçti. TİKKO lideri İbrahim Kaypakkaya’nın işkenceyle öldürülmesinden, M. Ali Ağca’nın İran’a kaçırılmasına kadar adı birçok olayda geçen Altınbilek halen Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevlidir.)
!960’larda; yükselen sol muhalefeti sivil güçler olarak bastırmak misyonunu üstlenen faşistler, 12 Mart askeri darbesi sonrasında kendilerine ihtiyaç kalmadığından saf dışı bırakıldılar. Ülkü Ocakları kapatıldı. Ülkücüler darbe sonrası yayınladıkları bildirilerinde “Bozkurtların komünizme karşı mücadele vazifesini şerefli silahlı kuvvetlere devrettiğini” yazdılar. Çünkü ordu darbeyi her zamanki gibi solculara vurmuştu.
Dostları ilə paylaş: |