YAZINIMIZDA BAŞKA BİR SOLUK: YUSUF ATILGAN
Kaim ELBAN
Bir sanatçının okuduğumuz yapıtlarını değerlendirirken, bizim için ipucu olabilecek birtakım bilgilerden haberdar olmamız gerekiyor. Şimdi sanatçıya ilişkin bildiklerimizden kısaca söz ederek konuya girelim.
Yusuf Atılgan, 27 Haziran 1921’de Manisa’nın Göktaşlı Mahallesi’nde dünyaya gelmiş. 1922 yılının Eylül başında Yunanlar Anadolu’dan kaçarken, Manisa’yı da yakmışlar. Bunun üzerine ailesi, Manisa’nın 20 km. uzağındaki Hacırahmanlı köyüne yerleşmiş. Temel öğrenimini Manisa’da tamamlayarak (1936), eğitimini parasız yatılı sürdürdüğü Balıkesir Lisesi’nden 1939’da mezun olur. Aynı yıl, İstanbul Üniversitesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne öğretmen olma hayali ile kaydolur. II. sınıftan sonra askeri öğrenci (burslu) olarak devam ettiği İstanbul Üniversitesi’ni 1944’te bitirir. O yıl Konya-Akşehir’de bulunan Maltepe Askeri Lisesi’ne öğretmen olarak atanır. 1945’te, üniversite öğrenciliği sırasında, Komünist Partisi’yle ilgili etkinliklere katıldığı iddiasıyla yargılanır ve 6 ay hapisle cezalandırılır. Salıverildikten sonra -öğretmenlikle ilişkisi kesildiği için- ailesinin bulunduğu Manisa’nın Hacırahmanlı Köyü’ne yerleşir (1946). Burada evlenip çiftçiliğe başlar. Yazdığı birtakım öyküleri ve yaptığı çevirilerini, İstanbul’daki kimi gazete ve dergilere gönderir. Artık Hume’dan Türkçeye metinler çeviren, Seha Okuş’tan türküler ve Bach’tan kantatlar dinleyen, Ulysses’in İngilizcedeki baskıları arasındaki farklılıkları inceleyebilen, üniversite bitirmiş bir köylü olarak içindeki İstanbul sevgisi hiç bitmez. Tiyatro oyuncusu Serpil Gence ile 1976’daki ikinci evliliğinden sonra, İstanbul’a yerleşir. Milliyet ile Can Yayınları’nda çevirmenlik ve editörlük yapar. Üzerinde çalıştığı “Canistan” adlı romanını tamamlayamadan bir kalp krizi sonucu Moda’daki evinde 9 Ekim 1989’da ölür.
1955’te Tercüman gazetesinin öykü yarışmasına (Nevzat Çorum adıyla) gönderdiği “Evdeki” adlı öyküsü birinci, (Ziya Atılgan adıyla) gönderdiği “Kümesin Ötesi” adlı öyküsü de yedinci olur. İlk romanı “Aylak Adam” 1957-1958 Yunus Nadi Armağanı’nda ikincilik ödülü alır.1 1959 yılında Varlık Yayınlarınca basılmıştır. 1973’te yayınlanan “Anayurt Oteli” adlı romanı, Ömer Kavur 1987’de film yaptığında, film çok ses getirmişti. Canistan adlı romanından başka, öykülerini topladığı bir kitabı ve köyündeki bir dostuna gönderdiği mektupları “Sevgili Halil Kardeş-Köye Mektuplar” adıyla yayınlanmıştır.
Yusuf Atılgan, Türk romancılığında modern anlatımın en iyi örneklerini verdi. Yaşama hep “karşı” kıyıdan baktı.2 Yapıtlarında psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temalarını ustalıkla işledi. Fanatik bir okur kitlesi oluşturdu. Yusuf Atılgan, romanlarında unutulmaz karakterler yaratırken, farklı bir edebi tarz kullandı. Bu yeni roman anlayışı, roman kişisini kahraman olmaktan çıkarıyor, onu kurgunun ve edebiyatın bir aracı durumuna getiriyordu.
Burada biraz durup Atılgan’ın yeni bir tarzda, Türk yazının en başarılı romancılarından biri durumuna nasıl geldiğine bir göz atalım.
Klasik romanlarda olayların yönlendirdiği, olaylarla ilgileri nedeniyle kendilerini tanıdığımız roman kişileri, 19.yüzyılda kendilerini daha çok hissettirmeye başlamışlardı. Bu kahramanların adları, kimi romanların da adları olurken, okuyucu onlarla gülüp onlarla ağlıyordu. Örneğin Don Kişot, Madam Bovary, Terese Raquin, Eugenie Grandet, Goriot Baba gibi. Adlarını romanlara veren bu roman kişilerinin hemen hepsi, okuyucuya adeta birer kahraman gibi sunuluyordu. Bu kahramanların okuyucuya vereceği kimi mesajlar, onları etkiliyor ve romanla bütünleşmelerini sağlıyordu. Böyle olunca da klasik romanlar bir çırpıda okunan, elden düşmeyen kitaplar durumuna geliyordu.
Ancak Marks, Darwin, Freud, Einstein derken, dünya değişti. Artık zaman, Balzak’ın, Flaubert ’in, Hugo’nun zamanı değil, onların romanlarındaki kahramanlar da çoktan ölmüşler. İnsanın bilgi ile kurduğu ilgi sorunsallaşmış, pek çok şey bir sorun durumuna gelmiştir. Giderek gerçeklik kılık değiştirmiştir. Gerçeği araştırma ve anlama yöntemleri de değişmiştir. Bunun üzerine bütün sanatlar kendilerini sorgulamaya başlar:
Ben neyim, ne yaparım?
Bunları hangi araçlarla yaparım?
Bu araçları kullanmaya hakkım var mı?
Gerçeklik nedir? Bilinebilir mi?
Ne kadarı nasıl bilinebilir? Gibi.3
Henry James (1843-1916), Amerikan edebiyatında gerçekçiliğin öncülerinden biridir. Olaylardan çok zihinsel yaşamı yazma eğilimi yüzünden öncelikle kendi ülkesinde eleştirildi. “Romancının “öykü”ye fazla yer vermesinin gerekmediği, karaktere ağırlık vererek de roman kahramanının yaşantısına varılabileceği” yolundaki tezine, Turgenyev’den başka destek bulamadı.
Romanlarında kadının özgürlüğü üzerinde çok durdu. “Daisy Miller” adlı yapıtı ile uluslararası üne kavuştu.
Sanatla dünya arasındaki çatışmayı yapıtlarına konu aldı. Çünkü sanat, klasik anlayıştaki yapısıyla insanoğlunun yeryüzündeki gerçek yaşamını anlatmakta sorun yaşıyordu. H. James o yüzden yapıtlarında, toplumsaldan bireysele, kişisele ve onun iç dünyasına yönelim gösterdi.
Bu anlayışla 20.yüzyıl romanının yolunu açan üç roman yazdı. “Ambassadors” (Büyükelçiler), “The Wings of Dove” (Güvercin’in Kanatları), “The Golden Bowle” (Altın Kupa). Bu üç romanında temalardaki melodramatik öğe kadar olay örgüsüne ve karaktere bağımlılığı aşan bir nitelik vardı. Üçünde de kimi kusurları olan bir uygarlığın (Batı uygarlığının) ancak insanın özel yaşamını ve özgürlüğünü kabul edip ahlaki ve manevi denetime yeterince önem vererek ayakta kalabileceği vurgulanıyordu. Toplumsaldan bireysele ve gerçek demokrasiye… Bu romanlar yalnızca Batı toplumlarının ayakta kalma biçimlerinin felsefî bir incelemesi değil; aynı zamanda-bireyin özgürlüğüne, kimliği ve kişiliğine sahip olacağı- bir toplumsal ahlak anlayışını da inceliyordu. Buna göre Batılı insan ne denli kusurlu olursa olsun, onu kargaşadan kurtaran-sanayi devrimi öncesi-kalıp ve gelenekleri geliştirmeli, birlikte yaşadığı nesnelerin ve yapıların değerini bilmeliydi.
Henry James, bu dünya görüşü ile roman dünyasına getirdiği kimi yeniliklerin öncüsü oldu:
Görüntü ile dramatik sahneyi dönüşümlü kullanmak, belirli bir bakış açısını korumak, kimi bilgileri okurundan saklamak, yalnızca kahramanlarının gördüklerini söylemek gibi.
Olgunluk döneminde, küçük bir grup insanı gerginlik durumunda ele aldı ve insanın psikolojik yabancılaşması, çevresindeki yalnızlığı, sanayileşmenin insan yaşamına getirdiği aşırı sınırlamalar gibi çeşitli bakış açılarından geçmişe dönerek bu insanların öykülerini anlattı.
Bu arada konularını da genişleterek, dar bir çerçeve içinde kişisel çıkarlar ve bireyler arasındaki sorunlarını incelemek yerine, insanların kimliklerini bulma, varlıklarını sürdürme savaşı verdikleri bir toplum ve uygarlık anlayışına yöneldi.
Yaşamının sonunda, insanın içsel yaşamını yansıtmasıyla “bilinç akışı” tekniğinin yaratıcılarından oldu.
Yaşadığı dönemde okuyucusu sınırlı idi. Doğumunun 100. (1943) yılından sonra, yapıtlarına ilgi arttı. 1960’ların sonundan başlayarak, “roman sanatının en büyük ustalarından” biri sayıldı.
Bilinç akışı: Karakterin düşünme eylemini olduğu gibi aktarmaya çalışan bir anlatım tekniğidir. “Bilinç akışsal” yazın, genellikle bir iç monolog durumundadır. Metnin izlenmesini zorlaştıran, karakterin parça parça olan düşüncelerini ya da anlık duygularını yaşatan çeşitli anlam ve noktalama yanlışlıkları ile biçimlenir. Bilinç akışında konuşmacı, kendi kendine konuşur durumdadır ve biz buna sadece kulak misafiri oluruz. Bu iç monologlar, öncelikli olarak kurgusal bir araçtır. 4
William Faulkner, James Joyce, Virginia Woolf; Marcel Pruost, Henry James’in bilinen önemli izleyicileri oldular. Türk romanında Oğuz Atay (Tutunamayanlar), Yusuf Atılgan (Anayurt Oteli), Orhan Pamuk (Sessiz Ev); öyküde Tanpınar, Nezihe Meriç, Vüs’at Osman Bener, Bilge Karasu, Tomris Uyar, Adalet Ağaoğlu, Sevim Burak, Füruzan, Selim İleri, bu anlatım tekniğinden yararlanan Türk yazarlarıdır.
Yusuf Atılgan’ın yapıtlarında hacim bakımından kısalık, dikkat çeken yönlerden biridir. Bunda yazarın olağanüstü sözcük ekonomisi ile yazmasının payı var. Ama böylesine az sözcükle bu denli çok şey anlatmanın, ancak çok iyi işleyen bir teknikle başarılabileceğini söylemek gerekir. Ancak o tekniğin üstüne koyduğu değerleri, birikimleri var Atılgan’ın. Murat Belge, onun yapıtlarında çizdiği karakterleri sağlam temellere oturtma kaygısına bakarak, özellikle psikoloji alanında olmak üzere, sosyoloji ve siyaset konusunda da hatırı sayılır bilgiye sahip olduğuna dikkat çekiyor. Yazar, bu birikimleri ve bizim gereksiz saydığımız kimi ayrıntılarla ilginç sentezlere varırken, anlatımda dengeyi de gözden kaçırmıyor. Yeri geldikçe, roman kişisinin gözünden bir nesnenin getirdiği çağrışımları, roman kişisinin beyninin içine girmişçesine-iç monologlarla- sürdürüyor anlatımını. Onun anlatımındaki bu yenilikçiliği, Henry James izleyicilerinin romanlarını tutkuyla okurken gördüğü “Bilinç akışı” örneklerinden geldiğini söylemek yanlış olmaz. Bu teknik “Anayurt Oteli” ndeki kadar çok olmamakla birlikte, Aylak Adam’da da yer yer kullanılmıştır.
Kendine Yabancılaşan İnsan
Halil Şahan, Yusuf Atılgan’ın köyünde öğretmenlik yaptığı yıllardan, arkadaşıdır. Atılgan’ın yeni yayınlanan mektuplarında yazınsal kişiliği, yapıtlarının yazılış serüveni, toplumla ilişkileri ve insan kişiliği üzerine ilgi duyanlar için aydınlatıcı bilgiler var.5
Halil, “Yusuf Abi’nin konuşmalarında en çok adı geçen düşünür Freud (1856-1939) idi. Ama Freud’un düşüncelerinden çok ayrıntıları kullanışından söz ederdi. Ondan birçok kez, ‘Buradaki bir ayrıntının bağlantısı ileride karşımıza çıkar.’ sözünü duydum. Ama sen Husserl’i oku, derdi.”
Yusuf Atılgan’ın bu bilim ve düşün insanlarından etkilendiği görülüyor. İlk yapıtı ‘Aylak Adam’ın roman kahramanı C’yi, insanı yabancılaştırıcı davranışlar konusunda şöyle konuşturur: “Araçları, kullanılmaları gereken amaçtan sürekli olarak değişik amaçlar için kullanmak gösteriştir. Sağlam adamın elinde çevirdiği baston gibi. İnsan başını güneşten korumak için yapılan şapkanın kadın başlarında yarım limon kadar ufalması gibi. Bir yere çabuk gidilmesi için binilmesi gereken bisiklete, şortlu bacaklarla, caddede gezinti için binmek gibi. …En yakınlarına bile siz diyenler tanırım. Üstelik onları sevdiklerini de söylerler. İnanılır mı onlara? Kibar görünme yapmacıklığı değil de nedir bu?” (s. )
Geleneklere, alışkanlıklara, dar ve geniş çevrelerin insan üzerindeki baskılarına karşı ödün vermeden direnen roman ve öykü kahramanları var Atılgan’ın. Aylak Adam’ın C’si, toplumsal bir kurum olan evliliğe karşıdır. Evliliğin haftanın belirli günlerinde et ete sürtünmekten başka neyi var? diye sorar. Ressam sevgilisiyle ileri boyutlarda bir ilişkisi vardır. Ama evlenmeye bir türlü yanaşmaz. Sürekli erteler durur. Sevişen iki kişinin kurduğu toplum, toplumsal yaratıklar olduğumuza göre, insan toplumlarının en iyisi bu daracık, sorunsuz iki kişilik toplumlar değil mi? diye düşünürken, içinde uyuklayan “Öteki”nin uyanıp sinsi sinsi güldüğü olur. Kimdir bu öteki? “Öteki”nin “ben”i (Başkası’nın Ben’i). Benim gibi düşünmeyen ya da benden olmayan, yeri geldiğinde kendimizi yerine koyduğumuz, onun gibi düşündüğümüz insan, kişi. Bu da Husserl okumalarını anımsatır.6
“Evdeki” adlı öyküsünde, liseyi bitirmiş, kasaba çevresinin kadın ve kızlar için dayanılmaz baskısı altında bunalımlara düşmüş bir kız tipi çizilir. O dar çevrede evli kadınlardan duyduğu hep yakınılan olumsuz koca tiplerini dinledikçe, kendisine uygun bir eş bulunmayacağı karamsarlığı içinde evlilik onun gündeminden kalkmıştır. Ancak kızını evlendirmekten başka derdi olmayan bir anne vardır. Kız, kendisine evlilik için gelecek kısmetler olduğunu duydukça, anasını tersler. “Elalem ne diyor biliyor musun? Bir eksiği var onun. Rezil ediyorsun beni ele güne.” dese de görücü karşısına çıkmamakta direnir. Ana kız iki yabancı olurlar birbirlerine.
Roman ve öykü kişilerinde psikolojik yabancılaşma olduğu, yazarın kendi açıklamasıdır. Anayurt Oteli’nin kâtibi Zebercet, bunun tipik örneğidir. Yazar, Halil Şahan’la bir konuşmalarında, “Zebercet benim. Onu ölümle yaşam arasındaki sınırı aştığım bir zamanda yazdım.” diyor ve ekliyor, “O kitapta ben sevgiyi anlattım; ama sevgi sözcüğünü hiç kullanmadım.” O sevgi Zebercet’ in gecikmeli Ankara treniyle gelen esmer kadına olan sevgisidir. Ancak otelde bir gece kalan bu kadının gelişiyle Zebercet’in tekdüze yaşamında kısa süreli bir değişiklik görünür. Ancak kadını bir daha göremeyince, derin bir yalnızlık içinde bulur kendini. İletişimsizliğin insan ruhunda uyandırdığı kötü duygularla başa çıkamaz. Huzurunu yaşadığı günde bulamayan adama, artık kurtuluş yoktur. Bu huzursuzluk onu öylesine sarmıştır ki yeryüzünde canlı kalmanın bir bakıma suç işlemeden olamayacağını bilmeyen, kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekinir, utanır. Ne ölü ne sağdır. Bu ruh haliyle oteldeki ortalıkçı kadını boğarak öldürür. Sonra bir ceza davasının oturumlarını izlediği günlerin birinde, otel odasında kendini asar.
Atılgan’ın burada roman kahramanının ruhsal dünyasıyla ilgili ayrıntıları verişi, Freud’un ayrıntıları veriş tekniğindeki gibidir. Öteki roman kahramanlarındaki yalnızlık, güvensizlik, kendine yabancılaşmışlık, mutsuzluk özelliklerinde olduğu gibi.
Zebercet ’in, yapıtın sonuna doğru otel hizmetçisi kadını girdiği cinsel ilişkinin sonunda boğarak öldürmesi, köy halkından Ahmet Kuruca’nın “kız oğlan kız” karısını gerdek gecesinde öldürmesinin sürdüğü cinayet davasına seyirci olarak gidişi ve sonunda otelde intihar edişi, roman kahramanının içinde bulunduğu ruhsal çarpıklığın ilginç ayrıntılarıdır. Yazar bunları anlatırken, nesnel, yansız ve gerçeklere uygun olması kadar, anlatılan olay ile kişilerin gerçekliğine de önem vererek yazmayı, ilke durumuna getirmektedir.
Eleştirmenler, Zebercet’in ruhsal durumundaki çarpıklığı ve onun trajik sonunu, içine düştüğü iflah olmaz bireysel yalnızlığına bağlıyorlar. Ancak yazarın o denli etkileyici, pek sıradışı bir psikolojik insan gerçeğini yineleyerek anlatması, karmaşık bilinçaltı dünyamızda nelerin yaşanabileceğini, etkileyici biçimde gözler önüne sermektedir.
Buradan şuraya gelmek istiyorum. Sait Faik, “Sanatçının toplumun ham insanları için yazarken amacı, onlara hoşça vakit geçirtmek değil; o büyük kitleyi olgunlaştırmak olmalıdır.” derken ‘sanatın insanı değiştirmek’ gibi bir görevi olduğunu vurgular. Rauf Mutluay, o vurguyu biraz daha geliştirerek şöyle tamamlar: “Aslında Atılgan’ın bütün kahramanlarında “bir bakışlık” ilgiye bütün varlıklarıyla hazır, mutsuz, yalnız, yoksun kişilikler var. (…) Sanatın görevi, insana bakmayı bilmek, insanları tanımak, tanıtmak, sevdirmek değil mi? “Anayurt Oteli” ile Yusuf Atılgan’ın ulaştığı başarı işte bu: Aramızdaki her insana saygıyla bakmayı öğretmek. Doğal gerçekçiliğin kimi irkiltici betimlemelerinden tedirginlik duymamaya kendinizi alıştırırsanız, bir solukta okuyacak, boyuna düşünecek, kendinizi arayacak, insanlara karşı bilmeden işlemiş olduğunuz suçları da düşüneceksiniz. Ben bu kitap kadar kendimi aramama neden olan bir uyarıcı tanımadım.”(YAA, s,190, 192, 193.)
Yusuf Atılgan, yazınımızda okurunu olgunlaştırmada az; ama etkili yapıtlar vermesiyle iz bırakanlar, unutulmayanlar arasındaki yerini almıştır. Okurlarının hiç bitmeyeceği inancındayım.
Kaynakça
Yusuf Atılgan, Bütün eserleri, Yapı Kredi Yayınları, son baskılar, İST.
Yusuf Atılgan, “Sevgili Halil Kardeş- Köye Mektuplar” Edebi Şeyler yayını, 2014, İst.
Kasım Küçükalp, “Husserl” Say Yayınları, 2010,
Mermi Uygur, “Edmund Husserl’de Başkasının Ben’i Sorunu” YKY’de 2007 İst.
Mehmet Aydın, “Kayıp Zamanın İzinde, Ahmet Hamdi Tanpınar ”Doğubatı Yay.2013,
Orhan Hançerlioğlu, “Felsefe Sözlüğü” Remzi Kitabevi, İst.1989
Komisyon: “Yusuf Atılgan’a Armağan” İletişim Yayınları, İst.1992.
Murat Belge. “Zebercet ’ten Cumhuriyet’e “Anayurt Oteli” Bilgi Üniversitesi yayını, Aralık 2015, İST.
Dostları ilə paylaş: |