Yazılmamış Mektup, 37 Vefa Borcu, 41 Yavrucuk, 45 Bir Bakraç Yoğurt, 49 Mesut ve Muntazam, 57



Yüklə 0,84 Mb.
səhifə3/9
tarix27.01.2018
ölçüsü0,84 Mb.
#40810
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9

VEFA BORCU
Vefasız Eşref ağırlığını bir bacağına vererek yaslan­dığı tezgahtan şöyle bir doğruldu. Eğilip uyuşmaya yüz tutmuş sol yanını biraz ovaladı. ‘Amma da dikilip kalmışım’ diye iç geçirip son bir kere daha kasadaki paraları say­dı. İlk önce binlik, yüzlük en son da on liralıkları düşünülmüş bir özenle yerine yerleştirdi. Tam on bir bin yedi yüz yirmi lira hasılat yapmıştı. Ay sonu yakındı, veresiyeleri de toplarsa ayın dördündeki altmış bin liralık senedi öde­yebilecekti. Bu düşünce onu biraz rahatlattı. Geniş bir iç da­ha çekip dükkanı kapamaya niyetlendi. Emanet duası mırıldanarak kapıyı usulca kilitledi. Çıkarken üç kere ‘Yâ Settâr, Yâ Rahim’ dedi. Her sabah kapı açışında ise besmele çekip bereket duası okur, ardından -yine üçer defa- ‘Yâ Fettah, Yâ Ganî’ derdi.

Vefasız Eşref bu akşamdan başka, on üç gün daha dükkanı besmeleyle açıp kapadı. Dükkan sahibi iki ay önceden ‘Alamancı oğlunun geleceğini, iki aya kadar tahli­ye işini bitirmesini’ istemişti. O da en kestirme yol olarak yavaş yavaş içerdeki malı eritmiş, son ay da sadece devamlı bir iki müş­teriye veresiye vermişti. Bu tahliyeyi kendisi de olumlu bul­muş, belki, yeni bir iş diye düşünmüştü. Demirbaş ola­rak buzdolabı, tezgah ve rafları dükkan sahibine iyi bir fiyatla devretmişti. Tam beş yıl sonra, bir öğle vakti işyerini terk etmişti. Artık, o da bir müşteri olarak mahalleliye karışacaktı.

Vefasız Eşref sıkça yaptığı gibi yine düşünüyordu.

Nice zahmet, geç yatıp erken kalkmalarla dükka­nı bu hale getirmişti. İyi iş yapan bir tezgah kurmuştu. Ama Allah var ya, tam zamanında kurtulmuştu bu işten. Tam beş yıldır, sabahın köründen akşamın karanlığına hep tezgah ardı beklemişti.

Bu durgun, sıkıntılı iş onu iyice çevresinden ko­parmıştı. Tam bir esnaf gibi işine koşturmuştu, zaman olmuş evine bile vakit ayıramamıştı. Arada bakkalda duran âbisi olmasa, içerisini sinekler durak ederdi. Yine de kendini bir türlü dükkana vereme­mişti. Ama ticari yönden işi kavramış, hiç zarara girmemiş­ti. Büyük kısmı dükkan payından karşılanarak, âbisine bir daire almışlardı. Tanıdık bir müteahhit arkadaşa, ayda elli-elli taksit ödenmişti. Bir buçuk yıl sonunda âbisini eve sokmuşlardı. Üç ay önce de kısa süren bir nişanlılık döneminden sonra, kendi düğününü yapmıştı. Kaynatasıyla kurduğu iyi iliş­ki meyve vermiş, kiradan kurtulup kendi evinde oturmaya başlamıştı.

Düzene giren şahsi hayatının yanında, işlerinde de olum­lu gelişmeler beklemekteydi. Bütün olanların yanında -ne yazık- arkadaş ilişkilerini ihmal etmişti. Onun için, çok yakın iki arkadaşının fikir birliği etmesi sonucu vefasız takma adını almıştı. Es­kiden sadece eşref olan adı, şimdi bazı dost sohbetlerin­de Vefasız Eşref alarak anılmaktaydı. İşin kötüsü, bu tu­tumunu değiştirmek için gayret göstermemişti. Mesela, çok yakın iki arkadaşından birine on altı ay süren askerliği boyunca hiç mektup yazmamış, arayıp sormamıştı. Dostu tâ Malazgirtlerde it kopukla didişir, başını belâdan belâya sokarken hiç oralı olmamıştı. Ötekinin işyeri kendine çok yakın olmasına rağmen, yanına iki üç ayda bir -ancak- uğrayabilmişti. Yine bu dostunun düğününe katılmamış, düğün sonrası ev ziyaretini de yapmamıştı. İhmalleri bu ka­darla da kalmamıştı. Son sınıfında öğrenci olduğu Fakülte­ye uğramaz olmuştu. Kaydı silinme tehlikesi baş göstermişti. Hatta daha önceki nişanın bozulmasının, okula olan bu ilgi­sizliğinden kaynaklandığı iddia edilmişti. Dostlarına sürekli soğuk davranmış, kendisi de soğuk karşılanmıştı. Zaman zaman yapılan dost ziyaretlerine cevap vermemişti. Böylece kendisine yapılan gelmeler kesilmeye yüz tutmuştu. Hiç istemediği halde, çevresinde sıradan ki­şiler peydah olmuştu. Onlarla ilişkisine sözde sınır koymuş­tu ama, etkilenmediğini iddia edemezdi.

Bu olumsuz ve içine kapanık tavırlar onun ne­şeli tabiatını hiç değiştirmemişti. Girginliği, hazırcevap tavrı, hemen kendini sevdiren yüzüyle etrafında iyi intibalar bı­rakmayı sürdürmüştü.

Sevilen, güvenilen bir esnaftı. Çok temiz bir arkadaşlık geçmişi vardı. Güçlü hatı­ralar yüzü suyuna arkadaşları ona sadece kırılmış, dudak ucuyla vefasız deyivermişti. Hakkında başka kötü sıfat­ düşünen çıkmamıştı. Onun pek yakında iade-i vefa hissiy­le yanıp tutuşarak eski ve gerçek dostlarına koşması bekleniyordu.

Vefasız Eşref o gün çok şey düşündü. Yirmi gün önce ihalesini kazanıp içini kırtasiye mal­zemesi ve tost-simitle doldurduğu okul kantininde kendi demlediği çayı yudumlarken, bir karara vardı. Akşam çocuklar dağılıp kantini besmeleyle kapatıp eve varınca eşine ‘Aklında olsun, bu cumartesi Sedatlar’a gideceğiz. Özledim köftehoru... Müphem müp­hem konuşuruz da hem’ diyecekti (Sedat dediği Mıstık’tı. Yerli yersiz ‘müphem’ dediğinden adı nerdeyse müpheme çıkmıştı). Genişçe bir gülümsemeyle yüzü açıldı. İçinden ‘hey gidi eski günler’ diye geçir­di. Aslında eski dediği bundan beş yıl önceki heye­can, samimiyet, fedakarlık dolu günlerdi. Kısaca, herkesin birbirine vefa ile borçlu olduğu günleri dü­şünmüştü.

Çalan teneffüs zilinin sesiyle bu halet-i ruhiyeden sıy­rıldı. İki dakika sonra camekânın önünü kaplayacak çocuk çığlıklarına tost-ayran yetiştirmek üzere doğruldu.

Simit için uzanan ilk elin sahibi öğrenci, Vefasız Eşref’i mırıldanır buldu. Gürültü sözleri duymasını engelledi. Kantinci amca sanki şiir okuyor gibiydi. Çocuk üşenmeyip dinleseydi, Vefasız Eşref’in mırıltısını şöyle anlardı:

müphem hislerle bî-tâbım bu gece

türlü hâyilâ sarmış dört yanımı

Bunlar, eski vefalı günlere ait bir murabbânın ilk mısralarıydı.



YAVRUCUK
Hergün, diğerinin aynı, hiç fark yok. Evden oku­la, okuldan eve. Şimdi okuldayım. İşte, giriş zili çaldı. Bir klasörü andıran çantamı koltuğuma alıp çıkıyorum. Dersim 6-A sınıfına. Kapıdan giriyorum. Pat! herkes ayakta. Yâhu gerek yok, kalkmayın; ama öbür hocalar kaç yıldır böyle alıştırmış. Bir aya kalmaz benim derste yapmaz olurlar.

-Merâba arkadaşlar! Buyrun, bir daha da kalkmayın.

-...

Gacurtulu gucurtulu yerleşme sesleri. Kitap ve def­terlerin açılması. Gereksiz fısıldaşmalar. Kulak tıkı­yorum, çok konuşmadıkça öğrencilere ‘susun’ demem.



Sınıf defteri önümde, kalemim elimde:

-Sınıf tamam mı?

-313 yok Hocam.

-N’oldu, gene hasta mı?

-Evet Hocam.

-Peki.


Konuyu yazıp defteri imzalıyorum. Kalkıyorum, bir elim cebimde.

-Arkadaşlar, bugün Dilbilgisi işleyeceğiz. Şu sıradan dört kişi tahtaya... Diğer baştan dört kişi soru soracak.

Dört çocuk, hızlı hızlı tahtaya diziliyor. Dilbilgisi görmeyi, kelime incelemeyi seviyorlar (Ben sevdirdim). So­rular geliyor: ‘çiçeklik, sebzeci, gelin, yavrucuk’

Sorulanlar yazıldı. Her çocuk, kelimeyi parçalayıp kökünü, aldığı eki tire çizgisiyle ayırıyor. Baştaki çocuk, ‘çiçek’in altına fiil kökü yazdı. Hemen uyarıyorum.

-‘çiçek’ fiil köküyse, ‘çiçekmek’ diye bir fiil aramalıyız.

-!

Çocuk, anladı, hemen düzeltip ad yazıyor. Son sı­radaki çocuk, ‘yavrucuk’ kelimesini incelemeye çalışıyor: ‘yavru’ ad, ‘cuk’ fiilden ad yapan ek!



-Oğlum, adın üstüne böyle ek gelir mi?

-Haa... tamam Hocam, ‘addan ad yapan ek’.

-Ha, şöyle!

Fakat, ben değiştim birden. Yavru, yavrucuk! Âh benim yavrucuğum; dört ay önce ölen yavrucuğum...

Doğdu, üç gün oruç adadım. Erkek; sevindik, çok şükrettik. İki abla ve annesi de sevinçli. Herkes mutlu. Mem­lekete telefon edildi. Gelecekler, yoldalar, çok iyi...

Ama rengi soluk ve morluklar var. Pek emmiyor. İkinci gün solurken, göğsü inip kalkıyor. Diğer çocuklarda böyle ol­mamıştı. Bilemiyoruz. Kimin aklına gelir? Böyle şeyler, sanki hep başkalarında görülür.

Üçüncü gün öğlen vakti sağlık ocağından doktor getiriyorum ‘iyi’ diyor. Nabzı, kalbi iyi. Anlamıyor. Akşam yatsıya yakın fenalaşıyor. Şüpheleniyoruz. Komşu kasa­badaki doktora gösteriyoruz. ‘Hemen oksijen çadırına girmesi lazım. Çabuk olun’ diyor. Aman Allahım, durumu ciddi. Bir taksiyle, ile gi­diliyor. Çocuk anasının kucağında. O da bitkin.

Âcil servisteyiz. Evden uzman doktor çağırılıyor. Koşuşturmaca, telaş... Nerede kaldınız, bu vakte kadar soruları... İğne, serum... Çocuk baygın, anne kıvranıyor.

-Gitti yavrum, âh gittii...

-Sus yâhu. Korkma düzelir.

-Âh... Yavrum ölecek!

Sözde soğukkanlı olmaya çalışıyorum. Zaman, mekan, şu bu her şey anlamsız. Telaş telaş... Allah’tan umut kesilmez sözleri...

Serum veriyorlar. İğneler başını ka­natmış. Allahım ne kadar da küçük! İki buçuk günlük daha. Ciğerimiz parçalanıyor. Anası da kötü Yan odada teskin et­meye uğraşıyorlar. Dualar ediyorum. Ciğeryarımız gidecek mi?

Kadın Doktor çıkıyor.

-Kurtaramadık.

-!

Aman Allahım, öldü. Adını bile koyamadan... Başın­da ezan Kur’an bile okuyamadık. Yavrumuz gitti ha!



Başındaki iğneyi çıkarmışlar Annenin durumu daha da kötüleşti. Sarıp sarmalamak için yanına gidiyorum. Zıbınlarını örter­ken, birden bir irkilme! Yutkunuyor. Evet evet yutkundu; yaşıyor! Herkes afalladı. Anası ‘yalan söylemeyin’ diyor. Doktor koşup geliyor.

-Olamaaz... ölmüştü bu çocuk!

-Allah aşkına, bir şeyler yapalım Doktor Hanım.

-Olağandışı bir durum bu. Hiç rastlamadım ben. Getirin serumu ça­buk!

Kalp masajı yapıyorlar. Nabzı atıyor. Oysa beş on daki­ka önce durmuş, ölüm belgeleri hazırlanıyordu. Evet, şimdi atıyor; yaşıyor yavrucuk. Ama maalesef, iki saat sonra kalbi yeniden duruyor. Ben başındayım. Bu sefer, evet, öldü yavrucuk. Ama inanan kim! ‘Az önceki gibi oldu, ölmemiştir’ diyorum. Kucağımda, yeni gelen yoğun bakım doktoruyla üst katlara koşturuyoruz. Solunum cihazına takıyorlar. Ama, yok; cevap yok! Öldü...

-Siz inin, hemşireler getirir.

-Ben götürürüm. Yavrumun ölüsünden mi korkaca­ğım. Biz alışkınız. Ne arkadaşlarımızı, böyle taşıdık biz.

-!

Evet, bir rüya idi. Üç günlük bir rüya. Alışamadan gitti. Bu şehri hiç sevmiyorum. ‘Bu lânet yere gömmem yavrumu, memleketime götüreceğim’ diyorum.



Hemen o sabah yola çıkıp akşam ezanına yetiştim. Hemen gömdük. Artık köy mezarlığında bizim de bir yerimiz var; bizden birisi var. Bir konuk gibi geldi, üç gün eğlendi gitti. Ardından adı Abdullah olsun dedik. Rabbisine en temiz haliyle kavuştu. Allah Rasûlü’nün müjdesi var: Bizi orada şefaatçi olarak karşılayacak. Bununla avunuyoruz.

Dalmışım, çocuklar soruları yapmış ‘oturun’ diyorum. Her insan dalar. Hele babalar... Kanadı kırık, yavrusunu gömmüş, evlat acısı nedir bilenler... Allah sabrı vermeseydi, kullar acaba ne yapardı? Artık bize hoşça bir sabır yakışır.



BİR BAKRAÇ YOĞURT
Yedi gündür yoldaydılar. Son beş saattir de hiç dinlen­memiş, geriye bile dönüp bakmayan yaşlı, sert bakışlı çavuşun ardından gitmekteydiler. Çavuş atlıydı. Eski Zağra’dan yola çıkmışlardı. Altmış sekiz kişiydiler. Bir buçuk gündür de açtılar. Yolda ne buldularsa yemişlerdi. Yola çıkışlarından iki gün sonra, azıkları tükenmişti. Rastladıkları garip çiftçilerden kuru ekmek almış, meyve ağaçlarına dalmış, yaban çiçek kökü yemişlerdi. Daha şimdiden erken yaşlanmış gibiydiler. Oysa sorsan en yaşlısı on sekizinde ya var ya yoktu. Sabah konakladıkları köyde üç arkadaşlarını ağır hasta bırakmışlardı. Üçü de cılızca toy çocuktu. Ağır yaralı olmadan ağır hasta olmayı öğrenmişlerdi. Yalnız değildiler, Eski Zağra ile Yeni Zağra arası insan kaynıyordu. Ama, bunlar ayakta sürüyen ceset gibiydi. Yazık, bir mezarları bile olmayacaktı. Bunlar bozgunun ilk işaretiydi. Bu ahvale göre 1878 yılı ve sonrası çok çetin geçecekti. Her şey olabilirdi. Neler olmamıştı ki...

Yarısına yakınında silah vardı. Çoğu da kendi baba yadigarı şeylerdi. Silahın cephe gerisinde dağıtılacağı söylenmişti. Başlarında perişânî, yamru yamru fes, feslere sarılı işlemeli basit sarıklarla garip bir kafiley­diler. Çoğunun çakşırı yamalıydı. Sağlam olanlar da yolda yırtılmıştı. On beşe yakınının yüzünde yeni ter­lemiş bıyık seçiliyordu. Sessiz, vakûr, bitkin ama yıkık olma­yan bir duruşları vardı. Savaşa gidiyorlardı!

Yolun ucunda bitiveren yaşlı kadını, hepsi gördü. Kadın kambur, buruşuk -ama- nur yüzlü, giyimi eskilikli, en az seksen yaşında bir nineydi. Sarkık elinde beyaz örtüye sarılı bir bakraç tutuyordu. Gelenleri beklermiş gi­biydi. Çavuşun işaret ettiği iki acemi ninenin yanına seyirtti. Koşarak gittiler denemezdi, ancak gay­rete gelip hızlanarak vardılar. ‘Nine, bir şey mi is­tiyorsun?’ diye soracaklardı. Demeye kalmadan, yaşlı kadın elindeki bakracı uzattı.

-Alın kızanım, şuncağızı katık ediverin.

-...

İki delikanlı da iki gün oluyor açtı. Bakraca, zemzeme kavuşmuş hacı gibi sarıldılar.



-Allah razı olsun...

-Sizden de kızanlarım...

-Cepheye gidêriz. Eski Zağralıyız.

-İyi ya, mâşallah... Bir sığırcığım var, sütünnen yoğurt yapıverdiydim. Size nasipmiş.

-...

Ve yaşlı kadın konuşmadı. Aksak, yorgun, sürüyen adımlar ve en az askerlerinki kadar düşük omuzlarıyla in gibi görünen evine doğru bir hayal yalnızlığında süzüldü.



Sevinçle koşuşan askerleri bir şey tuttu, duraladılar. Çavuştan bir hareket yoktu. İfadesiz, müphem nazarlar uygun bir yüz aradı; bulamadı. Bakışların bir karara vardığı anlaşıldı. Bakracı, en sondaki Yetim Hüseyin’e verdiler. İlk molaya kadar o taşıyacaktı. Hiç durulmamış gibi kafile ye­niden yola koyuldu.

İlk mola iki saatin sonunda verildi. Hava hafiften çisemeye durmuştu. Koca bir çınarın gölgesine sığındılar. Oturuldu. Bir ikisi hemen erzak tedarikine çıktı. Çoğunun buna bile gücü yoktu. Birkaçı arabadan kepenek alıp sarındı. Açlık, onlarda garip bir ürperme uyandırmıştı. İki mandanın çektiği kağnı top mermisi yüklüydü. Kalan örtü ve bir kilim kalıntısını yüke serdiler. Beş dakika içinde hepsi ancak yarım saat sürecek çalıntı bir uykuya daldı. Bir türlü dinmeyen inilti sesleri bu yorgunluk uykusunu, bu ölümcül serilmeyi önleyemedi. Fakat kimse bakracı sormadı. Yetim Hüseyin bir kuytuya çekilip elde bakraç öylece oturdu. Uzaktan ufkî sesler halinde top gürlemeleri duyulu­yordu. Üç saate kalmaz, bir gedik bulup geçer ve ilk karakola varırlardı. O da uyudu.

Kuşatmayı gece aştılar. Sarma buralarda şiddetli değildi. Rus henüz arkaya dolanamamıştı. En sonunda sıhhiye çadırlarının bulunduğu yere erdiler. Durmadan öksüren dokuz kişi hemen hekime iletildi. Bitkin ve açtılar. Kuru çavdar ekmeğini beş kişiye bir somun bölüştüler. Çavuş bakracı alıp doğruldu. Palaskasını, serpuşunu çekiştirdi, silahını kavrayıp yürüdü. Sert bir selam verdi: ‘On yedinci Fırka’dan İhtiyat Çavuşu Deliormanlı Kasım. Altmış sekiz acemiyle, cepheye vasıl olduk ku­mandanım!’ dedi. Mülazım Hekim Ömer Fâik yüzünde bir haftalık sakal, hırpânî gi­yimli, en az elli yaşında, çizmeleri sarı sakızdan arınmamış adamı süzdü. Selamını alelusûl geçiştirdi. Bu, Tıbbiye son sınıf talebesi Tekirdağlı bir zabitti. Harp çıkınca cepheye gönüllü gelmişti. Yaralı ve hastaları sordu. Mühimmatın, gece yarısı sevkiyatı ile yola çıkacağını söyledi. Ace­milere hemen silah dağıtılacağını, çok şehit olduğundan silah sıkıntıları bulunmadığını ve yine durumun vahâmetinden ötürü talime de lüzum kalmayacağını anlattı. Hemen si­perlere revan olunacaktı. ‘Durum vahim be Çavuşum! Hem de pek vahim’ dedi. Çavuş, o sert selamını verip çıktı. Mülazım ancak gittikten sonra, çavuşun daha girer­ken kıyıya bıraktığı örtüye sarılı şeyi fark etti.

Sıhhiyenin üç gün yetecek çavdar ekmeği vardı. Yaralılar için hususi surette temin edilmişti. İçinden ‘yoğurtla şu ekmekler ne iyi yenirdi’ diye geçti. Yese kimse görmezdi. Zaten günde yarım dilim tayın ayrılmıştı. Ama bu nefsî arzuyu hemen kovdu. ‘Neler düşünüyorum, ben böyle olursam, neferler ne hale düşer?’ deyip silkindi. Kalkıp çadır kapısına doğruldu. Orada bitiveren tüysüz birisine seslendi.

-Onbaşı, şu bakracı yaralı çadırına götür, dağıtılsın. Tayında yoğurt var.

Onbaşı, emri yerine getirdi. On dakika sonra yine Mülazım’ın karşısındaydı.

-Yemediler Kumandanım. ‘Siperdekiler daha aç. Biz­ler yatıp keyif sürer olduk. Biz dahi şehitlik kurarız. Onlara verilsin’ dediler.

-...


Onbaşı böyle söyledi, içlendi, burkuldu, sarsıldı ve ağladı. Genç Zabit de ‘Hey Allahım’ deyip çoktandır ku­rumuş gözyaşlarını bir kere daha içine gömdü. Daha ne­lere şahit olacaktı acaba.

Gece yarısı, göğü yarıp yıldızların infilakı gibi geceyi aydınlatan ve her düştüğünde feryatların yeni bir türküsünü çağıran top gülleleri altında sevkiyat başladı. Her yer diz boyu bataktı. Gündüz çiseleyen yağmur akşam bir tûfana dönmüş, yolları, geçitleri, bentleri balçığa çevirip susmuştu. Sinsi bir ka­ranlıkta, hain gölgelerin bakışı altında, yapışkan bir ses­sizlik içinde cebrî yürüyüşe geçildi. İhtimal, yarın yine güneş çıkacak ve ortalığı dünkü gibi yeniden kasıp kavuracaktı.

Mülazım yoğurt bakracını bizzat eliyle ve ancak mübarek bir emanete gösterilecek bir ihtimamla, cepheye giden kafile başı başka bir çavuşa teslim etti. Bakraç, yaralı çadırından Bolulu Rasim adındaki bir neferin ‘Biz­ler gidiciyiz. Nemiz kaldı ki fani dünyada. Şu kuşçuk canımızı dahi fedaya azmetmişiz. Bu nimeti en uçtakilere verin’ demesi ve diğerlerinin de yemeyi reddetmesi üzerine kutlu bir emanet gibi, yine bir aç askerin elinde olarak müphem yolculuğuna sabaha kadar devam etti. Hiç kimse örtüsünü açıp bakmadı. ‘biz de açız be yesek’ demedi, kimse ağzını şapırdatmadı, kimse yutkunmadı. Oysa, günler oluyor açtılar. Hepsi, tayın yokluğunda palaska ve tüfek kayışı kemirmişti. Şikayet eden yoktu. Neferinden paşasına kadar herkes derin bir sükut ve tevekkül içindeydi. Hatta, bir söylentiye göre Osman Paşa bile taâmını yemiyormuş. ‘Bize de asker tayınından verin. Tayın yoksa, biz dahi açlıktan teslim-i can ideriz. Lakin moskofa teslim olmayız, vesselam’ diyesiymiş. Bunu, bütün asker duymuştu.

Edirne’de ordu toplandığı, on güne kadar da imdat ge­leceği söyleniyordu. Devlet-i Aliyye zayıftı. Ama askere zayıflık yakışır mıydı; Osmanlı çöker bozulursa hu­dutlar kime kalırdı; Rus ırz namus dinler miydi; iki dilim ekmek için bozgunculuk olur muydu; fazladan yenecek bir lokma Mahşer’de nefislerden şikayet etmez miydi; ölecektin de neden yedin beni, dayanamadın mı demez miydi; nice öksüz, yetim kırılırken dağ gibi delikanlıya aş dilenmek yakışır mıydı; tok karınla yenen kurşunun tadı mı olurdu; bir kuşçuk can için dünyaya mihnete değer miydi; cennet meyveleri dururken, Allah katında rızıklanmak varken bir yudum yoğurda tenezzül mü olurdu?

*

Bursalı Kâzım kumral, palabıyıklı, genç irisi, gözünü budaktan sakınmaz bir serdengeçtiydi. Herkes ona bu tabiatından ötürü deli derdi. Yedi kere yaralandığı halde sahra hastanesinde yatmamıştı. Yarasını kendisi sarmış, tek koluyla tüfek tutmuş, pervasız nâra atıp hücumlara kalkmıştı. Nâmı ordu içinde yayılmıştı. İşte bugün gene muharebe kızışmıştı. Rus, durmadan takviye alıyordu. Çar bile cepheye gelmiş, beyaz at üstünde İstanbul’a girmeyi kuruyordu. Gün yine zorlu geçecekti. Şehitlere mezar kazacak vakit bile bulunmuyordu. Toplar gürlüyor, lağımlar patlıyor, nice can uçup gidiyordu.



Öğle sıcağı bastırıyordu. Güneş yukardan kızgın alev saçan korlu bir topaç olmuş, sanki yere iki mızrak boyu yaklaşmıştı. En ön saftaydılar. Çavuşları şehit olalı yedi gün geçmişti. Bölüğü o yönetiyordu. Siperi tuttuklarında yüz yirmi kişiydiler; şimdi ise ancak kırk kişi kalmışlardı. Yine daha dün Osman Paşa yanlarına gelmiş, hepsinin omzunu sıvamıştı. Deli Kâzım’ın övgüsünü o da duymuştu. Hatta, buraya sadece onu görmeye geldiği söyleniyordu. Nişan beratı yazılmasını emredince, sevinç uman Paşa’ya buğulu gözlerle bakmış ‘Ne haddimize Paşam’ demiş, susup başını öne eğmişti. Bu konuşma, kesif kurşun sağanağı ve top gürlemeleri altında yapılmıştı.

Şimdi yine taarruz başlamıştı. Rus siperleriyle ara­larında elli adım ya var ya yoktu. Bugün yine beş şehit vermişlerdi. Deli Kâzım sık sık ‘âh akşama bir dayansak’ diyordu. Herkesten sakladığı bir sırrı vardı; gece ‘yarma’ olacaktı. Bu, kim bilir kaçıncı teşebbüstü ve sonuncu da olmayacaktı. Son yarmada Paşa’nın esir düşeceğini, o kötü kaderi kim bilebilirdi. Paşa oradayken yâver kulağına deyivermişti bunu. Bu Kâzım için büyük bir şerefti. Yarmaya o da katılacaktı. Paşa bizzat ‘Bizim Kâzım’ı yanımda isterim’ diye em­retmişti.

Bir ara silahlar sustu. Bu çok oluyordu. İki taraf da gizli bir anlaşmaya uyar gibi bir müddet ateşi keserdi. Bu aralıkta yaralılar taşınır, kurşun atılmazdı. Ama batar­yalar asla susmazdı. Deli Kâzım iki gündür bir şey yememişti. Son yedikleri de kara çavdardan bir tayın ekmeğiydi. Susuzluktan dudakları çatlamıştı. Gücünün pazularından bir mayî gibi akıp gittiğini hissediyordu. Kıpırdadı, sırtını çamurlu siper duvarına yasladı. Tüfeğini sıvazladı, kütüklüğüne baktı. Daha mermisi çoktu, açılmamış iki sandık mühimmat vardı. Ama ya sonrası? Düşünmedi; Allah kerimdi. Herkes müphem gözlerle birbirini süzüyordu. Bu nebzecik ara­larda konuşulmazdı. Hepsi kurbanlık koç gibiydi. İşte, Deli Kâzım’ın hemşehrisi Küçük Hafız yine aşka gelmişti. Bu genç, yarı meczup bir Allah garibiydi. Kurşun atarken bile ezberden Yâsîn okuyordu. Ona ‘Bizim Cennetlik’ der­lerdi. Kâzım ‘hadi’ der gibi baktı. Küçük Hafız uzun bir besmele çekerek Fetih Suresi’ni okumaya başladı. Canlandılar; sanki siperlere nur yağıyordu. Sığınaklardan ‘Allah’ sesleri yükseldi.

Deli Kâzım iç geçiriyor, gözlerinde sabit nazarlar ışıldıyordu ‘şimdi başlar kefereler’ diye baş salladı. Bu yeniydi: Son on gündür böyle sessiz anlarda Türkçe tercümanla teslim çağrısı yapılıyordu. Bu istihfamdan henüz kurtulmuştu ki, o yine o iğrenç ses duyuldu: ‘Hey Turkoz... Açsiniz vire, teslim olin... Gelin vire, sicak ekmek yiyin. Bizde ekmek çoktir... Alin alin...’

Sipere, yağmur damlası şiddetinde üç somun ekmek düştü. Yine tam bu esnada, yan dehlizden bir acemi; pejmürde kılıklı, çökük avurtlu, sarı bakışlı, çatlak du­daklı bir aç adam göründü. Bu sürünen gölgenin elinde bir bakraç vardı. Zavallının haykırmaya mecali yoktu; fısıldadı: ‘Hey yoldaşlar, Osman Paşa bu nimeti size yollamış’. Siperdeki kırk kişi, bu kırk beli bükük adam kıpırdadı. Serap görmüş bedevî misali bakracın etrafına zikir halkası gibi üştüler. Bez örtüyü açtılar: Bir bakraç yoğurt! Sanki kevser nimeti... Gönülleri açıldı. Bir ikisi, az önce düşen ekmeklere de uzanacak oldu, ama bir haşin bakış onları durdurdu: ‘Moskofun artığına el uzatmak ha!’ Deli Kâzım’dı bu. Garipler boyun büktü. Derlendiler; kaşık şeklini almış parmaklar tam bakraca daldırılıyordu ki, yine o mel’un ses işitildi: ‘Çok var vire, gelin, teslim olin’. Deli Kâzım daha durmadı, elde bakraç kalktı. Gaziler vaziyet aldı; tüfeklere yapıştılar, bakışlar karardı, kambur sırtlar, düşük omuzlar dikleşti, ağızlar yumuldu. Hepsi, bir bozkurt gibi, atılmaya hazır doğruldu. Deli Kâzım gürledi:

-Bre kefereler, bre moskof dölleri... Siz bizi aç mı, sanırsınız hâ!

-...

-Biz her öğün taze yoğurt yiyoruz be! Kuru ekmeğe talim eden sizsiniz. Alın da görün.



Top gürlemelerini bastıran bir nâra koyverip bakracı Rus siperlerine fırlattı. Bakraç elli adım ötedeki sipere vardı. Bağıran tercümanın başına indi. Kara dinli kâfir sendeleyip düştü. Sonra, bakraçtaki yoğurt çağladı, coştu coştu... Bütün siperi kapladı: Vardı, tüfek mekanizmalarını bozdu. Coştu, siperde sel oldu. Neye uğradığını şaşıran düşman korkup afalladı, kargaşa aldı yürüdü; bozuldular. Deli Kâzım daha durmadı:

-Gaziler... yoldaşlar durman, urun!

-Koman ha!

-Yettim!


-Yâ Allah... Bismillah... Allahuekber...

-Hücum hücum...

-Atılın, gün bu gündür...

Nâra, feryât, çığlıklar... Kükreyiş bütün mev­zilere yayıldı. Toplar bir başka gürledi, kurşunlar bir başka vınladı. Kendileri kurt gibi oldu, koyun gibi pusan Rus siperlerine hücuma kalkıldı. Çok can kırıldı. Pek çok ga­zi billur bir sunaktan ecel şerbeti içti. Başlar, kollar, el­ler dört yana savruldu. Bir tûfan, bir kasırga esti kim, tek canlı komadılar. ‘Allah Allah’ sesleri arşa yükseldi. Ve sonra, sanki Al­lah’ın rahmeti tecelli etti: Yağmur, kurumuş dudak ve ya­nık bağırlara serinlik serpti. Deli Kâzım ardına bakmadan tâ en önde vuruştu. İçlere daldı, doyumluk aldı, tutsak getirdi.

Yarma gece yarısı başladı. Deli Kâzım yine en ön­deydi. Her yanından kanlar sızıyordu. Daha nice yiğit des­tanlar yazıyordu. Ama kader... Osman Paşa’nın atı vuruldu. İleri atılmış Deli Kâzım geri döndü. Kalkan oldu; kur­şunu bitince süngüyle, o da kırılınca eline geçen bir kılıçla parçaladı, vur­du, kesti, yıktı. Ama, nâmert bir vınlama tam on sekizinci kâ­firi gebertirken belini büktü. Kurşun sırtından girmişti. Çöktü, debelendi, ırgalandı, nâralandı... Son bir ham­le etti. Son kâfirin böğrüne giren hedefini bulmuş kılıcını göremeden düştü; son kere düştü. Tam dokuz yerin­den kan boşandı. Sonra dindi; Hakk’a yürüdü. Dudağı­nın kıyısına bir tebessüm takılı kaldı. Canlı ele geçmedi. O an, bir âlem göçtü. Son kere bir kutlu kucağa atıldı. Vardı, ruhu sükun buldu. Bunları kimse bilmedi.

Paşa kurtuldu ‘mukadder değilmiş’ dendi. Anlaşılan, imdat gelmeyecekti. Paşa, çadırında dîvan duran kumandanlara ‘Dayanırsak, sonraya huruç kurarız’ dedi, ‘münâsiptir’ de­diler.

Son yarma harekâtına kırk sekiz saat kalmıştı. Paşanın yaralanıp esir düşeceği bozguna daha vakit vardı.

Gök yeniden gerildi. Ağır ağır yaklaşan gebe bulutlar Türk mevzilerinin üzerinde karar kıldı. Şimşek çaktı, yıldırımlar düştü. İlk yağmur damlası Deli Kâzım’ın bu karanlık mehtâbı seyreden kanlı alnına değdi. Sonraki rahmet damlaları da ötekilerin üzerine... Ve yağ­mur sabah ezanına kadar dinmedi.



Yüklə 0,84 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin