KAHVENİN ÖNÜNDEN GEÇEN KADIN
Gerdek yorgunu Mim Şevki, cuma sabahı evde tutunamayıp kendini kahveye attı. Sabah dolanmasını, el öpmeleri bilerek ihmal etmişti. Uyku mahmurluğu ve saçlarından tüten buğularla sokaklardan geçip damatlık elbise ve bastığında gıcırdayan iskarpinleriyle kahveye oturdu.
Gece dünyanın en lezzetli yemeğini yemişcesine karnı toktu. Bu garip açlık umurunda bile değildi. Önceden pek tanımadığı -pekini bırak hiç tanımadığı- bir kızcağızla halvet olmuştu. Askere gitmesine on gün kala, şehre yakın Akpınar Köyü’nden Hacı Hüseyin’in kızı Safiye’yle söz kesilmişti. Görücüye gittiğinde kızı epey uzaktan, yüzünün yarısı örtülü, bol şalvarlı ve yere bakan gözleriyle hayal meyal görmüştü. ‘Tamam, beğendim. Siz münasip gördünüz ya’ demiş, söz kesilip nişan takılmıştı. İki yılı aşan askerlikten sonra nihayet şehre gelmiş, babasının nalburiye dükkanında tezgah ardına geçmişti. Saçları henüz uzamaya durduğunda düğün günü gelip çatmıştı. Kızı arabalar, hısım akraba erkek ve kadınları, davullu zurnalı olarak getirmişti. Damadın gelin alıcıya gitmesi âdetten değildi. Düğün sırasında da Safiye’yi doğru düzgün görememişti. Düğün, şehrin yeni hizmete giren belediye salonunda değil, evlerinin büyükçe bahçesinde yapılmıştı. Mim Şevki, kendi düğününde bir misafir gibiydi.
Mim Şevki, düğün süresince geceleri teyzesigillerde yatıp kalkmıştı. Çünkü gerdek öncesi damadın ev civarında dolaşması da âdetten değildi. Mim Şevki konuşması kıt, kendi halinde, toy, biraz da safça bir delikanlıydı. Ömr ü hayatında hiç bir kıza alıcı gözle bakmamıştı, o taraklarda bezi yoktu.
Karısı olacak kıza da eni konu bakmış değildi. Hepsi aynıydı kızların. Küçük kasabalarında öğretmen, memur karısı hariç etekle gezen, saçı açık kadın yoktu. Bunlar da Mim Şevki’ye göre başka türlü bir şeylerdi.
Açık saçık konuşan arkadaşlarından hemen uzaklaşırdı. Sıkılırdı; gereksiz lam-cimdi bunlar. İnsan babasının yanında durmalı, gelen müşterilere iyi davranmalı, kireci, duvar boyalarını, çiviyi, şunu bunu eksiksiz vermeliydi. Akşamları eve vaktinde varmalı, sofraya oturmalı, şükürle kalkmalı, az oturulup üst kattaki türbe yalnızlığını yaşayan odada uyunmalıydı. Sabah kalkıp namaz kılınmalı, işe gidilmeliydi. Açılacak kepenkler, dışarı dizilecek çuvallar, sandıklar, silinecek raflar... İş.. iş...
Mim Şevki’nin diğer delikanlılara ters düşen görüşleri ve değişik bir hayat tarzı vardı. Bir asır öncesinde yaşıyor gibiydi. Sanki değişik zamanda doğmuş birisiydi. Kasabada yeni açılan ahır bozması sinemayı da itimada şâyan bulmuyordu. Sinemaya gitmek hem gereksiz, hem de terbiyesizce bir şeydi: Bir sürü adam karı yan yana oturuyor, kapkaranlık bir yerde beyaz perdeyi seyrediyordu. Ne vardı yani; manasız şeylerdi bunlar. O babasının yap dediğini yapar, yapma dediğini de öldürsen de yapmazdı. Akşamları babasıyla radyodan acans dinlerlerdi. Babasının verdiği izahatları kavramaya çalışır, aydınlanırdı. Biraz saf, epey toy, kendi âleminde yaşar, yirmi üç yaşında, 1945’lerin gençlerinden bir çocuk...
Mahalleden bir kıza rastlasa, başını eğer, kızarır, elleriyle ceplerinde bir şeyler arıyor gibi yapardı. Kıpırdanır, kızın geçtiğine kanaat getirince uzunca bir oh çekip yoluna devam ederdi. Onu herkes severdi. Bir ara -askere gitmezden önce- sakız çiğnemeye merak sarmıştı. Babasının ‘sakız çiğnersen sakalın gürleşmez hâ’ uyarısını işitince, azar duymaya meydan vermeden bu kötü huydan vazgeçmişti. Sigarayı denen mereti ise ağzına koymuşluğu yoktu. Dünyaya mihnetsiz, hayata meyilsiz, etrafa ilgisiz ve biraz -fazla- sakin bir delikanlıydı.
Mim Şevki askerden hiç dayak yemeden terhis olmuştu. Seyrekçe olan sakalları asker ocağında gürleşmişti. Tezkereden sonra, babasının modeline uygun ve tırtıklı bir çizgiyi andıran seyrek bıyığını bırakmıştı. Her yönüyle ideal bir damat adayıydı. Epey varidatları vardı: Üç katlı köşkü andıran ev, kasaba meydanında dükkanlar, göçtükleri köyde geniş araziler, kirada beş daire, çevre yolunda irili ufaklı yedi tane arsa... Bilinen kasaba zenginiydiler. Babası bankaya para koymazdı. Her Müslüman gibi faizin haram olduğunu bilirdi. ‘Parayı yatırmak olmaz; rızkın onda dokuzu ticarettedir. Hem karpuz değil ki yata yata büyüsün’ derdi. Üç günlük dünyaya tamah etmezdi. Babasını partiye kaydedip idare heyetine seçmek istemişler ama o ‘bunlar karışık iş’ deyip geçiştirmişti.
Mim Şevki de babasını örnek alıyordu. Babası ne yaparsa iyisini yapardı. Mim Şevki’ye kasabadan münasip kız bulunamamıştı. Böyle işlere annesi bakardı. Kadın işiydi bunlar. En sonunda, annesinin hala torunlarından Akpınarlı Safiye’de karar kılınmıştı. Onlar da köklü sülaleydi.
Mim Şevki gençken ihtiyarlığını yaşayan biri gibiydi. Hayatı zembereğe bağlanmış gibi tekdüze ve aşırı düzenliydi.
Bugün ilk defa kahveye gidiyor dense yeriydi. Ara sıra uğrar çay içip oturur, yan masalardan kulağına çalınanları duyup sıkılır, kahveciden para üstünü alıp ayrılırdı. Pek çevresi yoktu. Çocukluk arkadaşlarıyla karşılaşınca konuşur, fakat onlara ayak uyduramazdı. Kendisi için bir iki kere pısırık dendiğini duymuştu. Diyenlere kırılmıştı. Asıl kendileri pısırıktı onların be! Kendinin nesi vardı sanki... Ama yine de rastladıkça hal hatır sorardı. Düğününe bile çağırmıştı. Daha ne yapsındı.
Anası oğlunun böyle erkenden, habersizce, kahvaltı etmeden, hem de kahveye gitmesine şaşıp kalmıştı; n’olmuştu çocuğa? Baba ise ‘Gerdek şaşkınıdır, bırak açılsın biraz’ demişti.
Taze gelin Safiye pek mahçup olarak ve gözlerini yerden kaldırmadan ‘emanet’i sofada bekleşen hala, teyze, yenge karışımı kadın topluluğuna kendi elceğiziyle verdi. Sonra, cesaret bulup kaynasının elini öptü. Kaynana ‘mâşallah kızıma’ deyip gelinini alnından öptü. Alt katta oyalanan baba da haberi alınca sevinip gururlanmış evden ayrılmıştı. Onun eli artık akşam yemeği zamanı öpülürdü. Kaynatanın evden çıkışıyla, Safiye Gelin de gerdek çamaşırı yıkamak için alt kat taşlığa inebilmişti.
Mim Şevki o gün işe gitmedi, dükkana uğramadı, üst üste pek çok çay içti, yalnız oturdu, kimseyle konuşmadı, manalı bakışları görmezden geldi. Sıkıldı; cuma vakti kalkıp namaza gitti. Çıktı, gene kahveye döndü. Evlerinden üç sokak aşağıdaki mahalle kahvesi bugün pek tenha idi. Sarmaşıkların gölgelediği dışardaki bir sandalyeye ilişti. Kendisinin de değişik, hatta acaip bulduğu düşüncelere yeniden daldı. Üstünde tuhaf bir hafiflik vardı.
Gece, yarı karanlık odada karısı olmayı bekleyen canlı bir gölgeye dokunmuş, öpmüş sevmiş, sahip olmuştu. Lakin konuşmaya cesaret edememişti. Ancak heyecandan kaynaklanan titremeleri hatırlıyordu. Kendinden daha utanık diğer oda sakiniyle solukların müziğini dinleyip uyumadan sabahı etmişlerdi. Sabah ezanıyla yatak arkadaşına bakmadan ve aceleyle kalkmış, gusletmiş, giyinmiş, sofada bekleyen kadınlardan kaçar gibi fısıldaşmalara aldırmadan, hızlı adımlarla evden çıkmıştı. Şimdi neredeyse hiç uğramadığı şu kahvede, kırk yıllık müdavim gibi oturmakta ve manasız, müphem nazarlarla caddeyi seyretmekteydi.
Caddeden türlü kılıkta erkek, kadın, çocuk geçiyordu. Boş seyrine bir saat devam etti. Eve gitmek! Bu, korkunç olacaktı. Ne derler, nasıl bakarlardı; insan utanmaz mıydı? Ah bir arkadaşı olsaydı... Recep Amca’nın şimdi de yanında olmasını ne kadar isterdi. İmam nikahtan sonra gidince Recep Amcası onu bir kıyıya çekmiş ve içerde neler yapacağını usulünce anlatmıştı. Bu çok işe yaramıştı. Eğer o memnû sohbet olmasaydı, Mim Şevki’nin hali haraptı.
Taze gelin Safiye, ikindi vakti kaynası ve yanındaki diğer hısım akraba kalabalığı kadınlarla evden çıktı. Nişan düzerken alınmış manto ve beyaz eşarbıyla yeni yüksek ökçeli ayakkabılar giymişti. İlk defa şehirli bir kadın kılığındaydı. İlk yüz metrede ökçeli ayakkabılara alıştı. Ama işte aksilik bu ya, yan kaldırımı inerken ayağı sürçtü. Ökçesi kaymıştı, duraladılar. ‘Ana siz beklemeyin, yetişirim ben size’ dedi. Ayakkabıyı çıkardı, oynayan topuğu yerine oturttu. Ayağı da bertilmemişti. Doğrulduğunda ise kimseleri göremedi; alt sokağa indiklerini sandı. Taze gelini sanki sokakta unutmuşlardı. Aşağı çarşı yoluna, kahvelerin olduğu tarafa yöneldi. Arar gözlerle yürüdü ama anasıgiller ortada yoktu. Yeniden ‘nereye kayboldu bunlar’ diye söylendi. Çok şükür gidecekleri yeri biliyordu. Büyük amcalara ‘gelin gezmesi’ne gidiliyordu. El öpmek için uğrayacakları dört akraba evi daha vardı.
Yeni alıştığı ökçeli ayakkaplar yürüyüşüne belli bir âhenk vermekteydi. Çok az esen yelin şiddetiyle de biçimli vücudu bazen belli belirsiz bu âhenge uymuş olarak salınmaktaydı. Kimseyi görmeden, etrafına bakınmadan kahvenin önünden geçti. İki sokağın yeniden birleştiği kısıkta anasıgilleri kendini bekler buldu.
-Kız nerdesin?
-Canım, üzmeyin tazeyi...
-Hadi kızım, geç kalacağız.
Serzeniş ve biraz da azar kokan bu sözler, zaten şaşkınlığını atamamış olan Safiyecik’i iyice utandırdı. Bir şey diyemedi, yanakları elmalandı. Yürüdüler.
Kahve önündeki Mim Şevki az önce ürkek, çekingen, yabancı -ama kendiliğinden dişi- bir yürüyüşün geçişini seyretmişti. İçinde yabancısı olduğu duygular uyandı ‘neler vardı dünyada’. O ne salınış, o ne endam... Lakin, bu kadının yüzünü tam görememişti. Bir kıyas yaptı ‘ya kendi karısı, daha bu akşam gerdeğe girdiği karısı...’ Âh aptal kafası! Ne diye hemencecik evlenmişti? Ölçüp tartmadan, bilip biliştirmeden niye acele etmişti sanki? Aldığı kız, şöyle âhım şâhım birisi olsaydı bâri. ‘Ah dedi, ah saf kafam benim’.
Bu kızı, daha önce niye hiç görmemişti? Herhalde buralı değildi. Anası bu kızı bulsaydı ya ona ‘yaşadı bu kızı alan be!’ diye iç geçirdi. Sonra, pişman oldu ‘elâlemin karısı, kızı hakkında neler düşünüyorum’ yollu kendine kızdı. Nâmahreme bakmamış, harama uçkur çözmemiş birisi olarak düşündüklerinden utandı. Ama, yine de geçen kadına, sokak ucunda kaybolana kadar bakmadan edemedi. Onun alt sokaktan gelen kadınlarla buluştuğunu görmedi. Akşam gece kandili yakmadığına üzüldü. Karısı nasıl bir şeydi acaba? Bu kıyaslama ile derinden sarsıldı. Yerinde duramadı; içtiği çaydan sıkışan kasıklarını rahatlatmak ve bir an önce -ne olursa olsun- gündüz gözüyle sevgili bir günlük karısını görebilmek arzusuyla eve yöneldi.
Evde kimseler yoktu. Dış kapıyı cebinden eksik etmediği anahtarla açtı. Hayret, ev bomboştu. O düğün telaşından sonra, bu sessizlik pek garipti. Yukarı kata, zifaf odasına çıktı. Derlenip toplanmış bir oda ve mis gibi sinmiş koku... Daha önce hiç böyle kokmamıştı odası. Bu, kadın kokusuydu. İçi depreşti. Dolapta dürülmüş kendi iç çamaşırlarını gördü. Eve onun eli değmişti! İçini, adını koyamadığı bir sahiplik duygusu sardı, gururlandı. Karısının olduğunu anladığı giysileri de gördü. Acemi bir hırsız hissiyle uzandı... Halini beğenmedi. Neler de yapıyordu böyle! Kendine geldi. Ama karısı nerdeydi, bunca insan nerdeydi? O şimdi burada olsaydı ya... Oturup dertleşirlerdi ‘tövbe tövbe, hem de gündüz gözüyle’ diye kendine kızdı. Aşağı inip abdest bozdu. Alt sofada oturdu. Oyalanacak bir şeyler aradı, yok... Canı sıkıldı. Vakit böyle geçecek gibi değildi. Sedire ilişti. Yirmi üç yıllık sakinliği iflas etmiş, kazıktan boşanmış bir hale dönmüştü. Beklemeye başladı.
Mim Şevki sedirde yaslanmış dinlenirken, kahvenin önünden geçen kadın geldi, yine beyninin en olmaz yerine oturdu. Bu kadının hayalini aklından atmaya çok uğraştı; olmadı. Bunun şeytanın bir vesvesesi olduğuna hükmetti. Önünü alamadığı bu zihnî yorgunluk, geceki uykusuzlukla birleşti. Yorgun bedeni biraz sonra uyuştu.
Dış kapının gıcırtısıyla daldığı sedirden doğruldu. Evet geliyorlardı. Kalktı, perdeyi hafifçe aralayıp bahçeye baktı. Pek çok kasaba giyimli kadın -artık evin içi olduğundan- şen kahkahalar ve ellerinde çıkınları ön kapıya doğru yürümekteydi. Fakat... fakat, olacak iş değildi! Yanlarında kahvenin önünden geçen kadın da vardı... Kadın, sanki onu fark etmiş gibi, bir an yüzünü pencereye çevirdi. Mim Şevki dondu kaldı: ‘Aman Allahım o, benim kendi karımmış!’
Evi dolduran kadın seslerinden kaçmak istedi. Rezilliğinin anlaşılacağından korktu. Merdivenlere koştu. Zifaf odasına saklandı. Soluklandı, sakinleşti. Aşağı kattan hâlâ kadın konuşmaları geliyordu. Aklını başına devşirdi.
Şimdi, âhenkli yürüyüşün merdivenlerden kendine doğru yaklaştığını duyuyordu. Önlenemez bir arzuyla, az sonra üstünü değiştirmek için odasına girecek Kahvenin Önünden Geçen Kadın’ı beklemeye başladı.
BAĞLI DELİ
İlk defa tayini çıkan birisi ne yaparsa, ben de onu yaptım. Eve koştum, herkese müjdeyi verdim, odama çıktım. Kütüphane değil de belki sefil bir kitaplık, hatta kitap hurdalığı denebilecek yığından bir harita buldum. Tayin olduğum yeri tespit ettim: Karagülle.
Yeni ilçe olmuş. Nüfusu, tahminime göre altı yedi bini ancak bulur. Yeni mezun bir kaymakamı, yerlilerin zaptettiği bir bürokrat tabakası, iğrenç maziden kalan bir şehir kulübü, yazları açılan pis bir parkı, yine yazın gidilen panayırı, değirmen, mandıra sahibi üç beş zengini, bir iki manifaturacı dükkanı, tozlu, parke taşlı olmayan tek istiklâl caddesiyle gereksiz bir şehir!
Hâ... düşünürken unutmuşum: Bir de her hafta kurulan bir pazarı vardır böyle yerlerin. Burası, civar köyler şehir sandığı için ilçe yapılmış olmalıdır. Esnaf tabakası namazında niyazında, emin-sakin kişilerdir mutlaka. Tüccarları da camiye herhalde sadece cumaları uğruyordur.
Sanki kötü günlerin, otuzlu yılların bir Anadolu kasabasını tarif eder gibiyim. Ama, yanılıyordum. Keser ve sapla birlikte devrân da dönmüştü. Düşündüklerimden yarısı bu şablona uymadı. Karar verdim: Burada yaşanabilir. İki valiz, üstümdeki elbiseler, kısık bakışlı gözlerim, kırpılmayı bekleyen bıyığım, üç günlük sakalım, boyasız ayakkaplarım... Ekmek teknem sevgili kasabama vâsıl oldum. Göreve başlayış, ilk maaş, çoğu gereksiz hoşgeldinler, hayırlı olsunlar, ben bilmem kimim, siz nereliydiniz, yaa öyle mi vs. Alelacele tutulan bir ev, düzülen eşya, maaşla birlikte cepten harcanan paralar... Artık ben de Karagülle sakinlerindenim. Ama, kararlıyım: Çarşamba günü kurulan pazara, dersten aceleyle çıkıp dönüşte, elinde pazar çantası ve bir tarafına otuz derecelik açıyla evin yolunu tutan, sıradan, terbiyeli bir öğretmen vatandaş olmayacağım!
Her köyün bir delisi vardır. Burası köyden büyük olduğu için birkaç tane bulunuyor. Eskiden deli mi, veli mi karışık olurmuş. Şimdi, artık öyle değil; deliyse deli. Eski delilerden ortalıkta görünen pek yok.
Üç aydır Karagülle’nin tek lisesinin, tek edebiyat öğretmeniyim. Geçen uzun zaman diliminde yeni bir huy edindim. Bu, bende yeni bir durum. Âdetlerinin azlığıyla övünen ara sıra da gerinen biriyimdir aslında! Yeni meşgalem etrafımı dinlemek. Hafiye bozuntusu, mit’çi, fitçi, itçi falan değilim. Hatta hiçbir kit’te çalışmıyorum ve yine kesinlikle söyleyebilirim ki tit’le de bir ilgim yok! Ben sadece müşahede ediyorum. Tanımaya, algılamaya, içime sindirmeye çalışıyorum. Neyi; yeni mekanımı... Ama her işimde olduğu gibi, yine apış düştüm. Her benim yaşta olanın ilgilendiği, birbirine yaklaşık şeyler vardır. Ben bu genellemenin dışındayım. Bu kasabada tek bir kişiyle ilgileniyorum. Normal şartlarda bu bir kız olmalı. Ama değil. Dedim ya, cins birisiyim ben. Tek ilgilendiğim ve bilgilenmeye çalıştığım kişi: Deli Aga! Bu korkunç ilgiden henüz kimsenin haberi yok. Bu, bir sır. Gizliden deliyi izliyorum. Diğer deliler beni ilgilendirmiyor. Öteki deliler Deli Aga’ya olan teveccühümden pek rahatsız! Ama takan kim, aldıran var mı? Bana hep hınçla bakıyorlar. Biliyorum haset ediyor, kıskanıyorlar benim delimi be! Benim tek delim Deli Aga; başka deli yok (Aga mabbetinden de gınâ geldi. İlle de mahallî ağız; sanki ağa deseler dilleri incinecek).
Her önünden geçişimde, mendilinin pis rengi üzerine bir teklik bırakıyorum. Her dilenciden duyulacak mûtad şeyler söyleyip dualar ediyor. Ben ise konuşmuyor, beynime nakşettiğim engin intibâlarla geçip gidiyorum Evet, ben delimle henüz hiç konuşmadım. Ben delimi çok seviyorum, ona pek çok acıyorum. Âh zavallı delicik’im benim!
Bunu -benim delime- nasıl yapabiliyorlar? Bir eziyet, bir işkence... Bu ona reva mı; zırzır delilere bile yapılmaz. Bu delinin -varsa- yakınları ne de insafsız... Eminim hepsi nemrut soylu gardiyan gibidir. Yoksa, bu ‘insanlık suçu’ işlenemez. Evet, bir ‘insanlık suçu’!
Zavallı durumundan çok muzdarip, pek şikayetçi. Beni her görüşünde ‘Çöz şu ellerimi be hoca! Çöz... çöz... çözzz... Kurbanın olayım!’ deyip hüngür hüngür ağlıyor.
Nasıl bulur, nasıl alır, nasıl yakar bir türlü çıkaramadım: Her geçişimde, ağzında bir sigara görüyorum. Öyle efkarlı içiyor ki...
İçim burkuluyor, hali, beni kahrediyor. Bu kasabada bir vicdanlı kişi yok mu? Ben değil de kimler kahrolsun? Adamın elleri gerdirilerek boynuna bağlanmış. Bilekleri boynuna o kadar yakın ki, avuçlarıyla çenesini kavrayabiliyor. Zavallının elleri yağlı, aşırı kirli, kalın bir sicimle bağlı. Garibim biraz kıpırdansa, kendi kendini boğabilir. Bunu bağlayan, askerliğini mutlaka komando olarak yapmıştır!
Acaba kaçmasından mı korkuluyor, acaba saldırgan mı, kendini arabaların altına mı atar? Bunlar, eğer muhtemel şeylerse -hiç olmazsa- oturduğu köprünün korkuluk demirlerine bari bağlasalar ya...
Hergün ona bir yüz liram gidiyor. Ayda üç bin lira eder. Olsun, feda olsun! Ben yine de ona olan insanlık borcunu ödeyemem. Parayı bırakıp çarpık adımlarla okuluma gidiyorum. Dönüşte para yok; sadece bir kere. Beni her seferinde iki büklüm, baş sallama, boyun kırmalar, garip gırtlak hırıltısı ve bitmeyen dualarıyla uğurluyor: ‘Çöz be âbicim çöözz... Kurbanın olayım çöz beni. Gözünün yağını yiyîm. Âhh... ulan, çözmüyor nâmertler be!’
Yalvarışların sonu gelmiyor. Kendisine olan zaafımı biliyor, acımamın şiddeti günden güne artıyor. Herkese ‘çöz beni be âbi’ diyor ama, bana olan tavrı apayrı. Meğer, benim delimin diğer bir adı da ‘çozbenidelisi’ imiş. Hani, bir şeyin cazibesi için albeni denir ya, işte bu ‘çöz beni’ sözü de ancak, benim delimin ıstırabının ifadesiydi.
Bir gün, sonunda adamımla konuştum. Okulda, ancak teneffüslerde laflaşmaya yarayan cinsten iki arkadaşın sözbirliği etmesiyle, Deli Aga benim adamımdı artık. Ona olan garip ilgim fark edilmişti. Tabiî, ben de bunu itiraf etmek zorunda kalmıştım. Hergün verdiğim yüz liralar, itirafıma en büyük mesnet teşkil ettirilmişti.
‘Adamımla konuştum’ dedim ama, önce şunu da belirtmeliyim: Ben delimi ne yazık ki tanımıyorum. Kimdir, nedir, neden delirmiştir, niye böyle bağlıdır, kim bağlar kim çözer, akrabaları var mıdır vs. Sormanın anlamsızlığını biliyordum. Hem, sözü nasıl edip de delime getirip soracağım? Bu çok zor; en azından benim için zor bir şey. Öyle, ben her şeyi herkese pat diye soramam. Zaten, kimse de bana bundan bahsetmiş değil. Niye desinler ki, milletin işi mi yok. Benim bu konuyla profesyonelce ilgilendiğimi ne bilecekler. Ben ruh hekimi miyim ki... Belki de adamım kabul edildiğine göre, benim her şeyi bildiğim düşünülüyordur; evet, öyle olmalıydı.
Ben, çok safımdır. Hangi psikonevroz sınıfa girdiğimi de tahmin etmiyor değilim! Evet, biliyorum, benim âkıbetim epey karanlık olacak. Bu deli beni delirtecek! Amma, sanırım önceden de bazı şeyleri belirtecek; belirtmek zorunda, köftehor...
Onunla konuştuğum tarihi âna dönmeliyim. Yine yüz lirasını serili mendile bırakmak üzereyken, meşgul olduğunu gördüm. Sigarasını yakamıyordu. Kir pas içindeki muhtar çakmağını yere düşürdü (Gayet şüpheli bir düşüştü bu. Sonradan anlayacaktım). Gayri ihtiyari uzanıp aldım, önüne baraktım. Sigarasını kendi pilli çakmağımla yaktım, minnettarlık bildiren sözlerine aldırmadım. Yalnız, her zamankinden değişik olarak ‘Hoca, eğer sen de çözmezsen ben ölmüşüm be!’ dedi. ‘Kesin intihar edeceğim... Bitsin bu çile’.
Pis nefesini tâ midemde hissettim. Tiksinti duyularımı analiz edecek zaman değildi. Bu adam, resmen benden umutlanmıştı. Ben bir kurtarıcıydım! Evet, zaman karar verme, dalma, atılma, adrenalin salgılama ve külliyen macera zamanıydı. Yeni bir heyecan kasırgası beni beklemekteydi. Bir deliyi iplerinden boşandıracaktım. Tam benim isyankar ruhuma uygun bir fırsat. Acayyip heyecanlı olacaktı. Ne iş ama...
-Tamam ulan! Kurtaracağım seni.
-...
-Sabret tamam mı? Yakında... yakında.
-Allah bee...
Sevinç hırıltılı sapkın kıvranışını dinlemeden uzaklaştım. Köprünün öbür ucundan bile çığlıkları duyabiliyordum. Evet, şimdi mutluydum; boru değil, bir kader mahkumuna hürriyetini vereceğim. Az şey mi; becerecek kaç kişi çıkar?
Deli Aga’nın, keyfi gelince meramını anlatabildiğini fark ettim. Bu, biraz garipti; adamda sanki hinoğluhinlik vardı. Yersiz ve acımasız kabul ettiğim bu zararlı düşüncelerden hemen sıyrıldım. Bir gariban hakkında neler düşünüyordum. Benim gibi bir hürriyet kahramanına yakışır mıydı!
Artık bir çakım var. Kasaba pazarından geçen hafta edindiğim bu çakı, ulvî bir gaye uğruna kullanılacak. Âlet, iki gündür çakmağımın da taşındığı sağ dış cebimde. Deli Aga’yı kurtarma operasyonunu fiilen başlatmış durumdayım, korkunç bir pilan kurdum. Bekle Deli Aga, seni kurtaracağım. Hele bir fırsat; bana yarım dakika yetecek.
Zamanımı seçtim: Yarın! Yarın cuma; namaza gitmeyip bu hayırlı iş için uğraşacağım. O vakitte, bu mutaassıp kasabanın sokakları boşalır, bütün esnaf camidedir. Beni kimse görmeyecek. Deli Aga da rahatça sıvışabilir. Nereye? Bilmem; benim pilanım buraya kadar. Sonrasını da başka bir hayırsever düşünsün.
Karagülle Hüseyin Paşa Camisi iyice doldu. Öğle ezanı okundu. Evet, şimdi de hutbe dinleniyor; tam vakti! Hızlı adımlarla köprü başına varıyorum. Garip, öylece bekliyor. Beni gördü, durumu anladı (Kararlı halimden, kim anlamaz). Etraf sakin. Birden kalbim küt küt hızlandı. Yüzüm kıpkırmızı, ellerimde belli bir titreme... İşte en uygun an! Kimseler görünmüyor. Onu, hemen şimdi kurtarmalıyım. Aman aman ne heyecanlıyım. Evet, ben şu tarihi dakikalarda bir esiri hürriyetine kavuşturacağım. Son kere etrafı tarıyorum, her şey müsait. Elimdeki yazılı kağıtlarını cebime tıkıyorum. Hani çakım, nerde çakım be! Haa burdaymış. Her şey için hazırım, ama çok terledim.
-Tamam Deli Aga, kurtuldun.
-Ohh oldu bu iş... (Ne işi lan denyo!)
Hızlı hızlı bileklerini boynuna bağlayan sicimi kesiyorum. Çözmeyi denemiyorum. Çünkü yarı tahmin tespitime göre bu çok zordu. Suç âletim çakıyı edinişim de bundan zaten.
Tamam, ipi kestim. Ayrıca iki bileği birleştiren kısmı da hallettim. Her şey yirmi saniyede olup bitti. Off ter bastı! Korkunç heyecanlıyım. Koşturan adımlarla uzaklaşıyorum. Evet eminim, kimse görmedi. İlk sokağı dönünce, biraz rahatlıyorum. Halimi gören, cinayet işlemiş sanabilir. Sakın becerdiğim şey kendi çapında bir cinayet olmasın...
Evet başardım, onu kurtardım. Ben kendi çapında bir kahramanım; hep öyleydim! Şu insaniyetsiz şehirde, kimsenin yapamadığını yapmıştım. O artık kaçsın, saklansın, kendini bağlatmasın (Kuyumcular çekmiş, dökümcüler dökmüş, bağlayan bağlamış seni; adamım!). Hürriyetini biraz da kendin savun, benden bu kadar... Bir iki gün serbest gez, o bile yeter; razıyım.
Yemeği evde yedim. Sakin adımlarla yoldayım. Büyük iş başarmanın verdiği gizli gururla yürüyorum. Son sokağı dönünce köprü başını gördüm: Korkunç kalabalık. Okula gitmekte olan kız öğrenciler, çığlıklar, yarı gizlenmiş hayretli nazarlar ve biraz da utanık olarak, müphem fısıltılar halinde sağlı sollu yola kümelenmiş. Acaba n’oluyor, n’olmuş burada? Henüz kalabalığa uzağım. Eşek sığırtmacı kaçkını sesiyle hep ‘siimiiitlee’ diye bağıran Saat Hakkı’ya yaklaşıyorum (Bir simitçiye durduk yere niye ‘saat’ derler bilmem; saatçi falan olsa neyse).
-Saat, hayırdır ne iş, n’olmuş burda?
-Haa Hocam, Deli Aga’yı yularından boşandırmışlar.
-!
-Birisi ipini kesmiş.
-Vay ipsiz sapsız...
-Şu hale bak yâhu.
-Herif güpegündüz...
-Gene elini kullanmış fıttırık.
-Yani alacaksın, keseceksin kökünden hınzırı!
-Basacaksın köteği dürzüye.
-Töbe töbe, hâle bak hâle...
-Dağılın lan... dağılın be!
-Polis molis çağırın.
-Yâv, aile var yani...
-Sallandırcan böylesini, bak oluyo mu bi daha.
-Şurdan ört be adam!
-Tamam vur, başına vur lan!
-Çekilin istifra ediyorlar...
-Bakmayın, dağılın be!
-A-a çok ayıp!
Donup kalmışım. Kurtardığım adamıma bakıyorum. Dehşet içindeyim. Yıkıldım, mahvoldum. Bu nasıl iş, bu ne rezalet... Kim umar? Bağıracağım, hayır olmuyor: ‘Ben kestim o ipi, ben... Suçlu benim, o enayi benim’. Hayır, yapamıyorum. Sadece düşünce olarak kalıyor, haykıramıyorum. Hani deliler yarı veliydi? Gelin bakın yüzkaranıza! Ortada bir ucûbe duruyor. Baygın ve üzeri örtülü, başından kanlar sızmış... Bileklerinden hâlâ kestiğim ip kalıntıları sarkıyor. Koşuşturanlar, yüzüne tükürenler, beddua edenler...
Ne olduğunu anlamayıp yaklaşan iki liseli kızcağız, türlü kadın küfürleriyle uzaklaşıyor. Bîçareler gördüklerinden fena irkilmiş. Cuma namazını yeni edâ etmiş eşraf ‘tüh’ deyip abdestli ağızlarını bozarak söyleniyor. Çarşıya çıkmış kasabanın tazeleri, annelerine sarılıp tiz çığlıklarla kaçışıyor. On dakika içinde ortalıkta benim gibi birkaç ahmaktan başka kimse kalmadı. Baş Zabıta Tahir Efendi ve adamlarının, deliyi kargatulumba külüstür bir arabaya atmalarına kadar orada dikildim; cinayet teşebbüsümü seyrettim!
Yıllardır böyle utanç yaşamamış bu az gelişmiş kasabaya karşı, en elim cinayeti ben işledim. Zavallı, saf, tecrübesiz, toy, psikonevroz dertleri olan bir delikanlıyım. Herifçioğlunu niye bıçaklamadığıma şaşıyorum. Suç âletim hâlâ cebimde. Bunu şiddetle arzu ettim. Ömer Seyfettin bir kuşu avucunda sıkarak öldürmüş, bu onun ilk cinayeti olmuştu. Mehmet Çınarlı yatılı okul öğrencisiyken elbise dolabında beslediği sevgili sincabını hareketsiz görünce öldü sanıp gömmüştü. Meğer hayvancık kuş uykusuna yatmışmış. Ben de bir deliyi iplerinden boşandırarak, ilk sosyal rezâletimi işledim (Öncekiler şahsî sapkınlıktı). Şimdi aklım başıma geldi. İnsafsızlıkla suçladığım kasabalıya karşı mahçubum. Elleri boynunda asılı deli, seni de şimdi çok iyi tanıdım! Kendime yeni rûhî teşhisler koyuyorum.
Köprüde yürüyorum. Bu şehirde işim bitti, torpil falan bulup kaçmalıyım. Ardımca iki kişi geliyor. Konuşmalarına kulak verdim: ‘Bahtiyar eskiden böyle değildi. Zavallıyı mini etekli memur karıları delirtti’ diyorlardı. Demek, kader arkadaşımın adı Bahtiyar’mış! (Ulan adın mutluluk olsa ne yazar; bitirdin beni hergele... Ömrümü yedin dingil).
Rezil olmak, kahretmek için güzel bir gündü. Bu kafayla, pek uzun olacağını beklemediğim ömrümde, daha ne haltlar yiyecektim bakalım. Tez güne İstanbul’a kaçmalıyım. Orada ısrarla tedavi olmamı isteyen birisi var. Uzaktan amcam Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Doktor Rûşen Yeşilfiliz çok sevinecek! Bakalım, son maceramı dinledikten sonra bana hangi teşhisi koyacak?
Dostları ilə paylaş: |