-Merâba Normalciğim, nassın?
-...
-Neler yapıyorsun bu aralar hâ?
-Merâba merâba nasıl gidiyô araba ara sıra vuruyôn mu şaraba dün rastladım bi araba dolusu araba
-?
Karşımda vücutlanmaya başlyan durum beklenmedik bir şeydi. Kırk yılda bir konuşan Normal’in dili çözülmüştü. Herkes masamıza üşüştü.
-Konuş Normalim konuş...
-Ama normal konuş!
-Azîzim o kim, normal nere?
-Meydan senin, öt Normalim öt...
-Şâir misin mübârek?
-Mîrim, şâir demek yetmez, şeyhü’l-şüerâ...
-Helâlin var be şâir...
-Şâir bu be şâir...
Ve adı şâir oldu. Şâirden yeni gün yüzü görmemiş şiirler istendi. O da ısrarları kıramadı. O anki eşref saati bekleyen şiirlerini cömertçe sunmaya başladı. Ne cevher çocukmuş meğer bizim Normal. Etrafına bakıyor şiir, gözünü yumuyor gene şiir... Solusa, öksürse şiir... Şiir çuvalı, mısra hazinesi bir yanardağ mübârek. Ve’l-hâsıl şâir oluverdi bizim eski kafadanyellimiz, biraz eskiden normalciğimiz ve şimdi de şâirciğimiz. Aldı Şâir, aydur:
...adam adam yoksa bir madam kendine bul bir dam şu da bir çam çayın da demi tam geliyor bir yamyam al eline bir tamtam seni de yerim ham ham zam üstüne zam yan yana iki lam al sana lamlam... elimde bir ceviz kırıp kırıp yeriz var mı senin gibi keriz bahçelerde kereviz biz nerelere gideriz viz viz de viz viz şu gemiciler de ceneviz... azziz ve muhterem kahvede oturan ara sıra da yatan biraz da yan bakan beline kıravat takan insanoğulları hey! Cenevizliler fî tarihinde yaşamış bir devlettir Cenevizliler gemicidir biraz da gericidir bu dünya geçicidir işte atalarımız bu kefereleri akdeniz nâm bir denizde yok etmişlerdir iyi de etmişlerdir tamam mı devam mı aliyle veli burada mı damı damı dasdamı kim bu işadâmı orda sokaklar dar mı bana da yan bakan var mı Heeyyt be ustura kemâl mi Nâmık kemâl misin mübârek ağzına vereyim taze bir börek suda yüzer yeşil ördek tarlaya biraz mısır ek ekin üstüne ek olur ekek şimdi yemiş yemek gerek elimde ince elek üstümde yünlü yelek kavun yedim biraz kelek garibe de vurmuş felek haydi bu diyardan gidek ne bakıyorsun lan inek...
Hay Allah bu inek lafı da nereden çıktı, yeri mi yâni? Şâir şaşkın bakışlarmız ve yürek yakışlarımız arasında böyle diyerek, kahveye yenice giren mahallenin de yenisi olduğu belli garip bir emekli amcaya saldırmasın mı... Adamcağızın ödü patladı. Altmış küsür yaşlarında soluk benizli (memleketi Denizli) rengi atmış pardesölü, buruşuk yüzlü, buruşuk gömlekli bir adam nasıl korkacaksa öyle ürktü. Yüzüne yamanmış gibi duran ince burnunun ucuna ilişik bir gözlüğü ve evden kovulmuş bir hali var. Adamcağız en yakın masayı kendine siper yapıp attı kendini yere ve titriyor. Bir iki arkadaş teskin etmeye çalışıyor. ‘Yetişin adam öldürüyôlar’ diye bağırıyor. Kâfi miktar korktuktan sonra ‘Gitti mi evladım o deli şey?’ biçiminde fikir beyan edip tavrını açıklıyor. Bizim Şâir, masa üstünde, hâlâ bağırıyor. Sonra birden susuyor. Adam kurtulduğuna seviniyor (Bugün kahvede cümbüş var, eve geç giderim artık). Çok geçmeden yeni bir şiire başlıyor:
...varım varım nerede benim eski karım hani öteki yarım ağzımı da iki karış açarım yol bulup dağlara kaçarım ben hep tilki ararım kolunu bacağını sararım seni nerelerden sorarım bulunca başımdan savarım saçımı yandan tararım acep ben ne işe yararım... ben ne işe yararım lan moruk (Gene ihtiyar emekliye dönüyor) başımda var bir tomruk sana da atarım bir yumruk üzüm helva koruk biz burada n’âpıyoruk... verin benim suyumu bozarım yoksa huyumu görüyôn mu uzun boyumu yoksa sana vermem oyumu on dördü müdür ayın söyle kimdir senin dayın şu radyoyu da kurcalamayın... (Yâhu ne radyosu, ortada alıcı verici âlet falan yok).
Bizim Şâir iyice fıttırıp enikonu sıyırdı herhalde. Şiirin bu kadar katledilmesi de fazla canım... Şâir bu seçme, dâhiyâne, âcizâne dinleti gayretini tam üç saat sürdürdü. En sonunda.dayanamayan Kahveci Âdem, elindeki kirli masa peşkirini ağzına tıkadı da karga tulumba evine götürdüler. Sabahtan beri zavallı oğlunu arayan babasına teslim edildi.
O günden sonra Şâir pek ortalıkta görünmedi. Kafayı topladı, aklı başına geldi gibilerden birkaç şayiâ dolaştı. Uslu bir kızcağız bulup evereceklermiş falan dendi. Ama aslı yokmuş bunun. Şâir, fakülte son sınıfta üç yıldır beklemeliydi. Yine üç yıl öncesi tuhaflaşmıştı. Ders çalışmaktan beyni yorulmuş lafı almış yürümüştü. İşler yolunda gibiyken tıraş olmaya, giyinmeye başlamışken, tam kafayı topladı denirken bir gecenin sabaha karşısında evin pencerelerini açıp avazı çıktığı kadar türkü söylemeye başlamasın mı... Bütün mahalle ayakta. Yangın mı var, zelzele mi oldu, sel mi bastı; n’olup da n’oldu... Beylerin picamaları desenli, hanımlarınki basenli; genç tazeler mahmûr gözler ve ipekli gecelikleriyle, çocuklar ağlaşıp gülüşerek sokağa taştı. Ne oluyordu, neler olabilirdi? Sivri akıllının birinin telefon etmesiyle, kahraman güvenlik kuvvetleri arz-ı endâm etti; postallar canımıza tâk etti. İhtilâl bekleyen seksenlik sabunluklar eve bayrak astı. İtfaiye arabaları su sıkmaya başladı. Herkes birbirinden avanak...
-N’olmuş yâhu?
-Bu ne rezâlet böyle kardişîm...
-Olur mu yâni mîrim, hem de bu vakitte...
-N’olmuş n’olmuş iyi duyamadım.
-Yunan gavur olmuş deniyô.
-Belliydi zâti...
-Kulaklığını taksana be adam!
-Ay kız n’olmuş yânicîm burda hıı... Yakışıklı mı bâri?
-Tööbe töbe...
-Ayol, Şâir yeniden delirmiş diyôlar
-Yok şekerim, zaten deliydi
-Abla, bana da söyle bana da...
-Git kız başımdan, yersin tokadı şimdi hâ!
-Hele bi vur n’âptığını bir bir annatırım vallâ.
-Gammaz n’olcak.
-Hem de ne ispiyoncu, jurnalcidir o!
-N’olmuş burada yâhu?
-Elinin körü.
-...
Ve Şâir, nihayet bitkin düşüp kendi rızası ve hiçbir hâricî etki altında olmaksızın pencereleri terk etti. Karakola, oradan da hastâneye göndermişler. Yine durmadan şiir -arada da türkü- okuyormuş. Anarşi çıktı diye gelen televizyoncular, Şâiri haberlere çıkarmadı, meşhur türkücü olma şansını kaçırdı. Radyo da bir şey söylemedi. Yalnız gasteler boy boy resimleriyle Şâir’i baş sayfalara çıkardı. Gastede mahallemizin adı Şâirler Mahallesi diye çıktı. Eski mahalle adımız Şirinler unutuldu. Dört beş aile, gazetelerde kızlarının gecelikli resmi basılmış diye köpürdü; bu sebeple evdeki kahveler iki üç hafta süreyle bol köpüklü pişirildi. Kızlar şamarlandı, sokağa salınmaz oldu. Sokaklar bir süreliğine de olsa çapkın geçişlerden kurtuldu. Herkes Şâir’i merak etmekteydi. O yeni yuvasında mutlu olmalıydı. Çünkü, tanıdık tanımadık herkese şiirli mektuplar yazıyordu. Bana da onlardan yedi tane kadar geldi; hâlâ saklarım. Hayat, bildiği gibi ve bizim dışımızda devam edip gidiyordu. Ama bu arada çok önemli bir şey daha olmuştu: Şâirimizin adı değişmişti. Herkes ondan söz ederken artık Kestane diyordu. Hastânede yatan birisine kestane denmesi oldukça garipti.ama sebebini öğrenince bizim eski şâir yeni Kestane’ye hak verdik. Herkesler bu adı ona uygun buldu. Bizim eski Şâir, bu adı şöyle edinmişti: Hastâne önünde ambulanstan inince etrafına bakınmış, şöyle bir gerinmiş, bakışlarını büyük hastâne kapısında sabitleştirip epeydir suskun duran ağzını gevşetmiş “Burası hastâne mi, yoksa kestane mi?” demiş. Sonra merdivenlerden tane tane çıkarak kestaneye -af buyrunuz- hastâneye girmiş. Şair hâlâ orada. Aslında iyi çocuktur; şartlar gereği geçici olduğunu sandığımız bazı problemler yaşamaktadır. Her kendi halinde insanın başına gelebilecek türden onun da katlanılır böyle bir derdi var işte.
Hem yürüyen hem de beni can kulağıyla dinleyen dostuma baktım. Gülümseyerek bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim: “Hastâne mi kestane mi yemesi de tane tane mi kestane kebap yemesi sevap dan dana dastâna keçiler girmiş bostâna” diyordu. Aziz dostumun şâirliği tutmuştu. Bunu, yediği kestanelere yordum.
Acaba bizim Şâir de vaktiyle çok mu kestane yemişti? Doğruya doğru, o günden beri mevsiminde bir avuçtan fazla kestane yemem; ne olur n’olmaz.
Dostları ilə paylaş: |