Doğu Sınırı: Ermeni devletinin kurulması bahis konusu olamaz. Olursa görüşmeler kesilecektir.
2. Irak Sınırı: Musul Vilayeti, Kerkük ve Süleymaniye sancakları istenecektir. Konferansta bundan farklı olarak ortaya çıkacak güçlükler için Bakanlar Kurulu’ndan talimat alınacaktır. Petrol ve diğer konulardaki ayrıcalıklar meselesinde İngilizlere bazı ekonomik çıkarların sağlanması görüşülebilir.
3. Suriye Sınırı: Bu sınırın düzenlenmesine imkan oranında son derece çalışılacaktır. Sınır şöyle olmalıdır: Re’si İbni-Hayr’dan başlayarak Harm, Müslimiye, Meskene ve sonra Fırat yoluyla Dirizor, çöl ve nihayet Musul ile güney sınırına ulaşır.
4. Adalar: Duruma göre hareket edilecek, kıyılarımıza pek yakın meskun olan ve olmayan, ufak-büyük bütün adalar mutlaka sınırımız içine alınacak, başarı sağlanamazsa Ankara’dan sorulacak.
5. Doğu Trakya’nın Batı Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacaktır.
6. Batı Trakya: Misak-ı Millî maddesi uygulanacaktır.
7. Boğazlar: Boğazlarda ve Gelibolu Yarımadası’nda yabancı askerî kuvvet kabul edilmeyecektir. Eğer bu konudaki görüşmelerin kesilmesi gerekirse kesilmeden önce Ankara’ya bilgi verilecektir.
8. Kapitülüsyonlar: Kapitülasyonlar kabul edilmeyecektir. Eğer gerekirse görüşmeler kesilecektir.
9. Azınlıklar: Esas, mübadeledir.
10. Düyûn-ı Umûmiye (Genel Borçlar): Bu borçların Türkiye’den ayrılan ülkelere dağıtımı, hissemize düşecek
olan miktarın Yunanlılara devri, yani savaş tazminatına karşılık tutulması, olmadığı takdirde yirmi yıl ertelenmesi. Düyûn-ı Umûmiye idaresi kalmayacaktır. Güçlükler çıkarsa sorulacaktır.
11. Silâhlı Kuvvetler: Ordu ve donanmayı sınırlandıran kayıtlar kabul edilmeyecektir.
12. Yabancı Kurumlar: Türk Kanunlarına tabi tutulacaktır.
13. Türkiye’den ayrılan ülkeler için Misak-ı Millî’nin özel maddesi yürürlüktedir.
14. Cemaatler ve İslâm Vakfılar Hukuku: Eski antlaşmalara göre sağlanacaktır.39
Bu kısa ama kesin talimattan anlaşıldığına göre, TBMM Hükümeti’nin hedefi, Misak-ı Millî ile öngörülen hususların barış görüşmelerinde Batılılara kabul ettirilmesidir. Bununla birlikte iki konuda pazarlığa girişmek niyetinde değildir. Bunlardan birincisi, Doğuda Ermenilere toprak bırakılmasıdır. İkincisi ise, Osmanlı Devleti’nin çöküşüne yol açan en etkili sebeplerden biri olan kapitülasyonların kaldırılmasıdır. TBMM Hükümeti, her iki konunun da millî bağımsızlık ilkesi ile asla bağdaşmadığını bildiğinden, gerekirse barış görüşmelerinden çekilmekte kararlıydı. Diğer konularda ise elverişli şartların sağlanması yönünde pazarlık yapılabileceği kanaatindeydi. Zaten Lozan’daki müzakere ve gelişmeler bu yönde cereyan etmiştir.
Türk Temsil Heyeti Başkanı ve Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, Lozan barış görüşmelerinde takip edilecek hareket tarzından söz ederken:
“Bu milletimizin öteden beri millî istekleri yolunda takip ve tespit ettiği yoldur ki, Misak-ı Millî ile açıklanmıştır. Misak-ı Millî ve Yüsek Heyetimiz’in siyasetimize esas olarak kabul ettiği anlaşmalar bizim hareket tarzımızı teşkil eder. Misak-ı Millî ile imzalanmış anlaşmalar çerçevesinde hukukumuzu savunacağız” şeklinde açıklamada bulunmuştur. Konu üzerinde hassasiyetle duran Başbakan Rauf Orbay da:
“Gayemiz Misak-ı Millî, İstiklâli Tammı Millî’dir”40 diyerek TBMM’nin amacının Misak-ı Millî’nin ve tam bağımsızlığın temin edilmesi olduğunu açıkça belirtmiştir. Görüldüğü gibi Lozan’da Türkiye’nin hareket noktası Mîsâk-ı Millî’ydi. Mîsâk-ı Millî sınırları dahilinde ise, başta Boğazlar hakimiyeti, Batı Trakya, Ege Adaları, Hatay, Musul Vilâyeti, Elviye-i Selâse’nin ülkemize dahil edilmesi ve iktisadî bağımsızlığın sağlanması yer almaktaydı. Ayrıca kapitülasyonların kaldırılmasına da büyük önem verilmiştir. Yani Türklerin çoğunlukta bulunduğu yerlerde, her bakımdan bağımsız bir Türk Devleti’nin kurulması amaçlanmıştır. Zaten Türkiye bunu aşan bir talepte de bulunmamıştır. Bağımsız bir Türkiye’nin millî ve stratejik sınırlarının korunmasına yoğun çaba harcanmıştır. Fakat Müttefikler, 1914’ten önce terkedilen yerleri bu konferansta görüşmeye yanaşmamışlardır. Onlar, I. Dünya Savaşı’nın mağlubu olan bir Türkiye ile müzakerelerini sürdürme ısrarında idiler. Bunun karşısında Türk heyeti, bugün tenkit edilen bütün konuları Lozan müzakereleri sırasında büyük azimle savunmuştur. Bu yüzden görüşmeler uzun sürmüş, tartışmalı geçmiş hatta kesilmiştir (Öyle ki, 20 Kasım 1922’de toplanan konferans, müttefiklerin millî sınırlarımızı kabul etmemeleri ve kapitülasyonların devamında ısrar etmeleri üzerine, 4 Şubat 1923’te kesintiye uğramıştır. 23 Nisan 1923’te yeniden başlayan konferans, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla sona ermiştir. Bu Antlaşma da 24 Ağustos 1923’te TBMM tarafından onaylanmıştır).41
Müttefikler, Osmanlı Devleti üzerindeki iktisadî, malî vd. imtiyazlarından çok zor vazgeçmişlerdir. Yeni Türkiye’nin sınırları konusunda ise Mudanya Mütarekesi sınırlarını savunarak geri çekilmek istememişler, Boğazlar üzerindeki fi
ili hakimiyetlerinden vazgeçmemişler, Hatay ve Musul Vilâyeti gibi yerleri vermeye yanaşmamışlardır. Bu yüzden Mîsâk-ı Millî’de öngörülen hususların tamamı gerçekleşmemiştir. Bununla birlikte, Lozan’da elde edilen neticeler asla küçümsenemez. Çünkü o günkü siyasî şartları, milletimizin durumunu, devletimizin askerî gücünü, malî ve iktisadî yapısını gözönünde bulundurduğumuzda elde edilen neticeler gerçekten inanılmazdır. Ordusuyla bütünleşen Türk milleti, büyük fedakârlıkla verdiği mücadele sonucunda, yüzyıllardan beri yarı sömürge haline gelen devletlerinin millî sınırları içindeki istiklâlini kurtarmayı başarmıştır. Lozanla birlikte tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurulmuştur.
Büyük Nutuk’ta Sevr ile Lozan’ı karşılaştıran Atatürk:
“Muhterem Efendiler, Lausanne Sulh Muâhedenâmesi’nin ihtiva ettiği esâsatı, diğer sulh teklifleriyle daha fazla mukayeseye mahal olmadığı fikrindeyim. Bu muâhedenâme, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevres Muâhedenâmesi’yle ikmal edildiği (tamamlandığı) zannedilmiş, büyük bir suikastin inhidâmını (yıkılışını) ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte emsali nâmesbûk (eşi olmayan) bir siyasî zafer eseridir!”42 değerlendirmesini yaparak Lozan Antlaşması’nın, Türk milleti aleyhine yüzyıllardan beri takip edilen ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilen yok etme faaliyetlerine set çeken bir belge niteliği taşıdığı ve Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasî zafer eseri olduğu sonucuna varmaktadır. Ancak Atatürk, burada ülkemizin sınırlarıyla ilgili alınan kararları Mîsâk-ı Millî ve millî menfaatler doğrultusunda değiştirmeyi düşündüğü de bir gerçektir. Nitekim Amerikalı General Mc. Arthur’un, “Hatıralarında”, “Büyük devlet adamlarından biri” olarak tanıdığını ifade ettiği Atatürk’le 1933’te Ankara’da yaptığı bir mülâkat buna örnektir. Mülâkatta şöyle denilmektedir:
“Atatürk, Ankara’daki karşılaşmamızda bana: “Almanya’ya dikkat edin, eğer diğer devletler akıllı davranmazlarsa bu haliyle Almanya ikiye bölünecek ve bundan en fazla Rusya kazançlı çıkacak” dedi.
“Sizin Türkiye’nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir?” iye sorduğumda ise:
“Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selânik de dahil Batı Trakya’yı Türkiye hudutları içine katacağım” cevabını verdi”43
Buradan da, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, Mîsâk-ı Millî’den vazgeçmediğini, hedefe ulaşmak için ise uygun bir ortamın meydana gelmesini beklediğini görüyoruz. Bu arada Atatürk’ün bir maceraperest olmadığını vurgulamak gereklidir. O, büyük devletlerle komşularımızın iktisadî, malî, askerî güçleriyle takip edecekleri politikaları ve Türkiye’nin durumunu göz önünde bulundurarak dış politikamızı tespit etmiş ve uygulamıştır. Bu yüzden Mîsâk-ı Millî’yi gerçekleştirmek için ihtiyaç duyulan şartların oluşmasını beklemiştir. Bunun örneğini ise Boğazlar ve Hatay meselelerinde görmemiz mümkündür.
Hayatı boyunca Mîsâk-ı Millî’nin hedeflerini gerçekleştirmek isteyen Atatürk, II. Dünya Savaşı öncesinde, Avrupa devletleri arasında meydana gelen gergin ortamdan istifade ederek, Boğazlar konusunu 1933 yılından itibaren milletlerarası platformdaki gündemlere yeniden getirmeye başlamıştır. Sonuçta 20
Temmuz 1936’da imzalanan Montreux Boğazlar Sözleşmesi’yle, Lozan’da Boğazlara konulan bütün sınırlamalar kaldırılmış ve Türkiye’nin bölge üzerindeki hakimiyeti kabul edilmişir. Böylece, büyük önder Atatürk’ün barışçı, azimli, kararlı tutumu ve yüksek dış politikası sayesinde, tam bağımsızlık ile çelişen bu engel barışçı yollarla ama Misak-ı Millî’nin 4. maddesinde öngörüldüğü şekliyle çözümlenmiştir.44
Atatürk, Boğazlar konusundan hemen sonra, Mîsâk-ı Millî sınırlarımız dahilinde bulunan Hatay’la da yakından ilgilenerek meseleyi millî menfaatlerimiz doğrultusunda çözmeye çaba harcamıştır. Hatay meselesi, Atatürk’ün kararlı tutumu, ileri görüşlülüğü ve barışçı formülleri çerçevesinde, savaşa lüzum kalmadan, 1938’de Milletler Cemiyeti’nin gözetimi altında yapılan halk oylaması sonucunda, Hataylıların Suriye ve Fransa idaresini reddetmesi, 2 Eylül 1938’de toplanan Hatay Millet Meclisi’nce bağımsız Hatay Türk Devleti’nin kurulduğunun ilân edilmesi ve 23 Haziran 1939’da Hatay Meclisi’nin Türkiye’ye katılma kararı vermesi tarzında aşamalı olarak çözümlenmiştir.45
Atatürk, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını görememiş, bu mutluluğu yaşayamamıştır. Ama II. Dünya Savaşı’na doğru Avrupa devletleri arasında artan mücadeleden istifade ederek, yürüttüğü dahiyane siyaseti ve kararlı tutumuyla Hatay’ın Anavatan’a katılmasını sağlamış, bu vatan parçasını Türk milletine armağan etmiştir. Bu suretle Atatürk, kısa ömrünün son yıllarında, Mîsâk-ı Millî’nin Lozan’da kabul ettiremediğimiz iki maddesini gerçekleştirmiştir. Söz konusu gelişme ise, dirayetli, kararlı, ileri görüşlü bir lider ile güçlü bir devletin barış yoluyla millî hedeflerine ulaşabileceğini açıkça göstermektedir.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra, 1938 yılına kadar takip ettiği barışçı, tutarlı ve yapıcı “millî siyaset” ile, Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada güvenilen, sözü dinlenilen ve saygı duyulan bir devlet haline getirmiştir. Türkiye’yi, dünya devletleri arasında itibarlı, onurlu bir üye yapmış ve devletin sonsuza kadar yaşaması için gerekli önlemleri almıştır. Dış siyaset alanında millî hedefleri gözetmiştir. Bütün anlaşmazlıkların barış yolu ile çözümü, Atatürk’ün takip ettiği temel ilke olmuştur. Bu ilke doğrultusunda “Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz” diyerek anlaşmazlıkları öncelikle barış içinde, ama millî menfaatlerden taviz vermeden, çözüme çalışmıştır. Bu siyasetin esasında barış isteği yatmakla birlikte, Atatürk, askerî gücümüzü, her zaman hesaba katılması gerekli önemli bir unsur olarak dış siyasetimize sokmuştur. Türk ordusunun gücü, görevine bağlılığı ve disiplinli durumu, Türk topraklarında gözü olan bazı devletlerin saldırgan hareketlerini frenlemiş ve barış siyasetimizin aksamadan yürütülmesini sağlamıştır.
Örneklerini verdiğimiz kaynak ve belgelerden Mîsâk-ı Millî’nin, milletimizin gelecek nesillerine, bütün İstiklâl Savaşı şehit ve gazileri gibi, Atatürk’ün de güçlü bir “arzusu” olarak devredildiği görülmektedir. Ancak, Atatürk’ün yukarıdaki ifadeleri, drektifleri ve icraatları yanlış anlaşılmamalıdır. O, katiyetle irredandist, saldırgan ve emperyalist bir düşünceye sahip değildir. Atatürk’ün sınırlarla ilgi
li sözlerini ve hedeflerini zamanın şartları ve imkânları çerçevesinde değerlendirmemiz gerekir. Şartların elverdiği oranda Gazi Mustafa Kemal Paşa, hakkı gaspedilmiş, zulme uğramış, vatanı işgal edilmiş bir milletin, en tabiî haklarını temin etmeyi amaçlamıştır. Dolayısıyla yayılmacı ve saldırgan bir politika takip etmemiştir. Atatürk’ün belirlediği bu millî hedef, XIX ve XX. yüzyıllarda, Türk Devleti’nin zayıflığından istifade edilerek zorla, haksız yere, işgal edilen vatan topraklarıyla esaret altına alınan soydaşlarımızın kurtarılması olarak algılanmalı ve Türk milletinin kendi haklarını meşru müdâfaa çerçevesinde savunması olarak düşünülmelidir.
Atatürk, Mîsâk-ı Millî’de sınırlarla ilgili hükümlerin yer almasına rağmen, bu sınırları ilgili metin hükümlerinin değil, milletin menfaatlerinin tespit ettiğini ve bu hudutların millî menfaatlere göre yeniden düzenlenebileceğini belirtmektedir. Bu görüş ise Atatürk’ün yazılı metinlerle öngörülen dar kalıplar içinde kalmadığını, millî menfaatlere, devlet gücüne ve günün şartlarına göre her zaman değişik hedeflerin belirlenebileceğini vurgulaması açısından önemlidir. Ulu Önder bu hususta:
“…Efendiler arâzî meselesi ve hudûd meselesi Mîsâk-ı Millî’nin ma‘lûmu âliniz, birinci maddesinin dâ’ire-i şümûlundedir (içeriğindedir). Mîsâk-ı Millî şu hat bu hat diye hiçbir vakitde hudûd çizmemişdir. O hudûdu çizen şey milletin menfaati ve Hey’eti Celîle’nin isâbeti hazırıdır. Yoksa bu haritası mevcud bir hudûd yokdur…”46 diyerek bizlere dar kalıplardan kurtulmamız için rehber olmaktadır.
Mustafa Kemal’in inkılâplarının tümü gelişen ve değişen dünya sistemine çok rahat ayak uydurabilecek düzeydedir. Dış politikadaki prensip ve hedefleri de aynı şekilde akılcı ve ileriye dönüktür. 6 Aralık 1922 tarihinde Ankara’da, basın mensuplarına “Halk Partisi’ni Kurmak Hakkındaki Kararını Açıklaması” sırasında Mustafa Kemal Paşa:
“İstikbâlde (gelecekte) hayatı milleti (millet hayatını) tehdit edecek tehlikelere düşmemek için, ona göre şimdiden hazırlanmak ve çalışmak, vatanını seven bilcümle (bütün) efradı milletin (millet fertlerinin) borcudur. Filvaki (gerçekten) vatanımıza ve istiklâlimize göz dikenlere yalnız askerlikçe üstün galebe etmek kâfi değildir. Memleketimiz hakkında istilâ emelleri besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak vechile (şekilde) siyaseten, idareten ve iktisaden kuvvetli olmak lâzımdır”47 değerlendirmesini yaparak Türkiye’yi tehdit edebilecek tehlikeler karşısında alınması gereken temel tedbirleri açıklamıştır. Ayrıca Atatürk 13 Mart 1923 tarihinde Adana’da yaptığı konuşma esnasında:
“… Arkadaşlar, bu memleketin halkı üzerinde kimsenin hak ve salâhiyeti olmadığı gibi bu memleketi harice muhtaç ettirmemek de size terettüp eden bir vazifedir.”48 uyarısını yapmıştır. Nitekim geçen yüzyılda olduğu gibi, XXI. yüzyılda da dünyamızda çok büyük değişimlerin gerçekleşmesi beklenilmektedir. Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme çabaları karşısında, ülkemize yönelik bazı yaptırım ve millî hakimiyetle çelişen taleplerden dolayı, devletimizin bölünmez bütünlüğünün devamı ve milletimizin varlığı açısından oldukça hassas bir durum meydana gelmiştir. Böyle bir ortamda iç ve dış bağımsızlığımızın korunması şartıyla; diğer devletlerle siyasî, sosyo kültürel, iktisadî,
teknolojik işbirliğin yapılabileceği yönündeki Misak-i Millî’nin fikirlerini değişen dünya sistemi içinde bir rehber olarak takip etmek, Ulu Önder Atatürk’ün direktiflerini hassasiyetle yerine getirmek, millî hakimiyete dayanan bağımsız bir Türkiye’nin varlığı için ve millî menfaatlerimiz açısından zorunludur.
EK: Mîsâk-ı Millî Beyannamesi
Mîsâk-ı Millî Metni
Mîsâk-ı Millî, Türk milletinin temsilcilerinin kabul ettiği bir karardır. Meclis’in kararı olduğundan, aynı zamanda Türk milletinin de kararı anlamına gelmektedir. Bu açıdan Mîsâk-ı Millî’nin kabulü ile Millî Mücadele, Osmanlı Meclis-i Meb‘ûsân’ı tarafından resmen kabul edilmiş ve milletimize mâl edilmiştir. Ayrıca, demokrasi kurallarına uygun bir tarzda, Meclist’e alınan bir karardır. Dolayısıyla Mîsâk-ı Millî’nin bu önemli özelliğinden daha sonraki yıllarda, İngiltere, Fransa ve diğer devletlerle olan münasebetlerde temel ilke olarak istifade edilmiştir. Mîsâk-ı Millî, gerek Millî Mücadele yıllarında, gerekse sonradan Türk Devleti’nin siyasetinde rehber olmuştur. Özellikle Atatürk döneminde Türk dış politikasının ruhu ve ana hedefi olarak uygulanmaya çalışılmıştır. Bu önemli belgenin Osmanlıca metni ile transliterasyonu şöyledir:
Anadolu’nun Büyük ve Azimkârâne Mücâhedâtını (mücadelelerini) doğuran Esbâbı (sebepleri) ve Mukaddes Da‘vâ-yı Millîmizin Esâsâtını İhtivâ eden 28 Ocak 1920 târihli Misâk-ı Millî Beyânnâmesi’dir.
Misâk-ı Milli Beyânnâmesi
“Zîrde (aşağıda) vâzi‘ü’l-imzâ (imzâsı bulunan) Osmanlı Meclis-i Meb‘ûsân a‘zâları istiklâl-i devlet ve istikbâl-i millînin, haklı ve devamlı bir sulhe nâ’iliyet (ulaşmak) için ihtiyâr edebileceği (katlanabileceği) fedâkârlığın hadd-i a‘zamını (en yüksek sınırını) mutazammın olan (içeren) esâsât-ı âtiyeye (aşağıdaki esaslar) tamâmi-i ri‘âyetin (tam uyumun) mümkünü’t-te’mîn (sağlanması mümkün) olduğunu ve esâsât-ı mezkûre hâricinde pâyidâr bir Osmanlı Saltanat ve Cem‘iyetinin devâm-ı vücûdu (varlığının devamı), gayr-i mümkün bulunduğunu kabul ve tasdîk eylemişlerdir.
Madde 1. Devlet-i Osmaniye’nin münhasıran (özellikle) Arap ekseriyetiyle meskûn olub 30 Teşrîn: Evvel (Ekim) 1918 târihli mütârekenin hîn-i akdinde (ateşkesin imzalandığı sırada) muhâsım (düşman) orduların işgali altında kalan aksâmının (kısımlarının) mukadderâtı, ahâlisinin serbestçe beyân edecekleri ârâya (reylere) tevfîkan (uygun olarak) ta‘yîn edilmek lâzım geleceğinden, mezkûr (anılan) hatt-ı mütâreke dâhil ve hâricinde dînen, ırken müttehid (birleşmiş) olan, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile (karşılıklı hürmet) ve fedâkârlık hissiyâtile meşhûn (dolu) ve hukûk-ı
ırkıye ve ictimâ‘iyeleriyle şerâ’it-i muhîtiyelerine (çevre şartlarına) tamâmiyle ri‘âyetkâr Osmanlı-İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan aksâmın (kısımların) hey’et-i mecmû‘ası (bütünü) hakîkaten veya hükmen hiçbir sebeble tefrîk (ayrılık) kabûl etmez bir küldür.
Madde 2. Ahâlisi ilk serbest kaldıkları zamanda ârâ-yı âmmeleriyle (halkoyu ile) Anavatana iltihâk etmiş (birleşmiş) olan Elviye-i Selâse için lede’l-îcâb (gerektiği üzere) tekrâr serbestce ârâ-yı âmmeye mürâca‘at edilmesini kabul eder.
Madde 3. Türkiye sulhune ta‘alluk edilen (bağlanan) Garbî Trakya vaz‘iyet-i hukûkiyesinin tesbîti de sekenesinin kemâl-i hürriyetle beyân edecekleri ârâya tebe‘an (tâbi olarak) vâki‘ olmalıdır.
Madde 4. Makarr-ı Hilâfet-i İslâmiye (İslâm halifeliğinin başkenti) ve pâyitaht-ı Saltanat-ı Seniyye ve Merkez-i Hükûmet-i Osmaniyye olan İstanbul şehriyle Marmara Denizi’nin emniyeti her türlü halelden (zarardan) masûn (korunmuş) olmalıdır. Bu esâs mahfûz kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının ticâret ve münâkalât-ı âleme (dünya nakliyatına) küşâdı (açılması) hakkında bizimle sâ’ir bi’l-umûm alâkadâr devletlerin müttefikan (ittifakla) verecekleri karâr mu‘teberdir (geçerlidir).
Madde 5. Düvel-i İ’tilâfiye (İtilâf Devletleri) ile muhâsımları ve bazı müşârikleri (ortakları) arasında takarrür eden (kararlaştırılan) esâsât-ı ahdiye (anlaşma şartları) dâ’iresinde ekalliyetlerin (azınlıkların) hukûku, memâlik-i mütecâviredeki (civar memleketler) Müslümân ahâlinin de aynı hukûkdan istifâde ümniyesiyle (arzusuyla) tarafımızdan te’yîd ve te’mîn edilecekdir.
Madde 6. Millî ve iktisâdî inkişâfâtımız (gelişmelerimiz) dâ’ire-i imkâna girmek ve daha asrî bir idâre-i muntazama (düzenli idare) şeklinde tedvîr-i umûra (işleri çevirmeye) muvaffak olabilmek için her devlet gibi bizim de te’mîn-i esbâb-ı inkişâfımızda (gelişme şartlarının sağlanmasında) istiklâl ve serbetî-i tâmma mazhar olmamız (ulaşmamız) üssü’l-esâs (temel esas) hayât ve bekâmızdır. Bu sebeble siyâsî, adlî malî ve sâ’ir inkişâfımıza mâni‘ kuyûda (kayıtlara) muhâlifiz. Tahakkuk edecek düyûnâtımızın (borçlarımızın) şerâ’it-i sulhiyesi (barış şartları) de bu esâsâta mugayir (aykırı) olmayacakdır.”49
Görüldüğü üzere Mîsâk-ı Millî ile her şeyden önce millî ve bölünmez bir Türk vatanının sınırları tespit edilmiştir. Ayrıca, Osmanlı Meclis-i Meb‘ûsânı üyelerinin aldıkları bu kararların devletin bağımsızlığı, milletin geleceği ve devamlı bir barışın sağlanması için yapılabilecek en son fedakârlıklar olduğu vurgulanmaktadır.
Kemal Atatürk, Nutuk, C. I., (1919-1920), Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1981, s. 360.
2 Nejat Kaymaz, “Mîsâk-ı Millî Üzerinde Yapılan Tartışmalar Hakkında”, VIII. Türk Tarih Kongresi, (Kongreye Sunulan Bildiriler), C. III., Ankara 11-15 Ekim 1976, s. 1943.
3 Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara 1989, s. 12.
4 Yenigün Gazetesi, “Mîsâk-ı Millî”, 28 Kânûn-ı Sânî 1920.
5 Edirne Meb‘ûsu Mehmed Şeref (Aykut) hatıratında, Mîsâk-ı Millî metninin 12 Ocak 1920’de Meb‘ûslar Meclisi’nin çalışmaya başlamasından sonra “beş kişilik gayr-ı resmî bir hey’et” tarafından hazırlandığını ve temel metnin kendisiyle Yusuf Kemal Bey’de olduğunu, Felâhı Vatancıların toplantısında kabul edilmesinden sonra 28 Ocak 1920 Cuma günü, Meclis-i Meb‘ûsânda Celaleddin Arif Bey’in riyasetindeki toplantıda gündem dışı tarafından okunduğunu, 17 Şubat 1920 tarihinde de Meclis Hey’et-i Umûmiyesince kabul edilerek “milli irâdeye iktiran ettiğini” belirtmektedir (Cemal Kutay, Mehmed Şeref Aykut, İstanbul 1985, s. 238-240, 259).
6 Meclis-i Meb‘ûsân Zabıt Ceridesi, C. I., Devre: 4, İçtima Serisi: 1, Onbirinci İnikad 17 Şubat 1920 Salı, TBMM 1992, s. 143-145; İkdâm Gazetesi, İkinci Celse, No: 8269, 18 Şubat 1920, s. 2; İleri Gazetesi, No: 760, 18 Şubat 1920, s. 4, Cemal Kutay, a.g.e., s. 308.
7 Meclis-i Meb’ûsan Zabıt Ceridesi, s. 145-146.
8 İleri Gazetesi, “Meclis-i Meb‘ûsân’da”, No: 767, 25 Şubat 1920, s. 4.
9 Vakit Gazetesi, “Ahd-ı Millî Programı”, No: 819, 17 Şubat 1920, s. 1; İleri Gazetesi, “Ahd-ı Millî’nin Sulh Esâsları”, No: 819, 17 Şubat 1920, s. 1; İkdâm Gazetesi, “Misak-ı Millî Programı Sureti”, No: 8269, 18 Şubat 1920, s. 2.
10 Vakit Gazetesi, “Meb‘ûsân Ahdı”, No: 801, 30 Ocak 1920, s. 1.
11 Elviye-i Selâse, yani Kars, Ardahan ve Batum sancakları, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi neticesinde Rusya tarafından işgal edilmiştir. I. Dünya Harbi’nde ise, Rusların Kafkas Cephesi’nde mağlup olması ve 3 Mart 1918 Brest-Litovsk Andlaşması sonucunda plebisit yapılmış ve halkın büyük çoğunluğunun isteğiyle adı geçen üç sancak Osmanlı Devleti’ne dahil olmuştur. Bu sonuç ve bölgenin demografik yapısı göz önünde bulundurularak Kars, Ardahan ve Batum halkının, kendi isteğiyle Türkiye’ye katılacağı düşünülmektedir.
12 Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Takım I, C. I., Kitap I, Ankara 1969, s. 42. 1922 yılında bütün Batı Trakaya’da ise, (yani Bulgaristan idaresinde de kalan Razlog, Nevrekop, Dövlen, Paşmaklı, Eğridere, Kırcaali, Darıdere, Koşukavak, Ortaköy de dahil olmak üzere), %76. 5 (747. 628) Türk, %11. 3 (110. 741) Bulgar, %11. 2 (110. 041) Rum, %1 (9. 234) Yahudi, Ermeni Ermeni ve Ulah yaşamaktaydı. (
Dostları ilə paylaş: |