Evliya Sahte barış çağrılarından, barış gibi olmayan barış söylemlerinden bıkmıştı Ufuk. Herkesin barış istediği bir yerde herkesin çatışması garip değildi artık.
Herkesin bir ötekine katmak istediğin kendinden ve kendinden olmayan değerlerin toplamından elde edilen çıkarımların ürettiği düşüncelerin bütün toplam düşüncelerden farklı olduğu savı ürkütmüyordu artık Ufuk’u.
Ufuk’u ürküten yaşamsal fonksiyonların irdelendiği meydanlarda yaşamsal fonksiyonlardan farklı olarak seyreden üretimlerin vardığı sonuçların tükettiği insanlardı…
Adımlarını daha da sıklaştırdı Ufuk, ne olduğunu bilmediği bir gecenin ne olduğunu bilmediği hayatın koridorlarında aslında ürpermeyi çoktan unutmuş, gözlerine çöken kırışıklıklar, morluklar ya da saçlarına düşen beyazlar erkenden yaşlanmış gibi gösterse de hala bir direnç mevsiminde yürüyordu…
Daha yaşanacak çok şey vardı.
Her zaman bir ümit vardı. Demokrasi, özgürlük adına her ne denirse desin, insani ya da ruhsal ihtiyaçlar için her zaman bir ümit vardı ve Ufuk bu ümitlere sımsıkı sarılıydı.
Karanlık, yarı kalabalık bir caddedeydi Ufuk.
Her tarafta ışıklar vardı, birçok dükkân daha kapanmamıştı. Daha da sıklaştırdı adımlarını, ah Eren diye söylendi, ne yaptın sen öyle.
Özge’nin kaybından sonra Eren kendisine gelememişti hiç, gerçi Özge’yi tanımıyordu Ufuk. Eren ne anlattıysa o kadar biliyordu. Eren fazlasıyla âşıktı Özge’ye ve hiçbir zaman gidip söylememişti kıza bunu. Okul yıllarında başlamıştı aşkı ve dönüp dolaşıp Ufuk’a anlatıyordu ne kadar sevdiğini, kim bilir Ufuk’a anlattığı kadar Özge’ye anlatsaydı, bu hikâyenin seyri değişebilirdi.
Bu noktalara gelmezdi en azından…
Şimdi, Özge zaten kaybedilmişti ama anladığı kadarı ile karakol polisinin acil gelmeniz lazım demesinden anladığı kadarı ile Eren’de olmayabilirdi…
Karakola gidiyordu, ilk defa kendi ayağı ile üstelik bile isteyerek. Hep kovuşturma yüzünden gidecek değildi ya, bunca yıl sonra bu ülkeye vatandaş olduğunu hissedecek, karakola ifade vermeye, belki işkence görmeye değil, Eren’e ne oldu onu öğrenmeye gidecekti.
Keşke işkence yapmak için çağırsalardı. Bu daha kolaydı.
Daha da hızlandı.
En sonunda gelmişti, kapının önündeki memura baktı, memur ona baktı.
Eren için gelmiştim diyebildi, gıcık tuttu boğazını, öksürdü, balgam tükürdü.
Memur içeri geçin diyebildi.
Ufuk diz çöktü, öksürmeye devam etti. Bir yandan tükürmeye devam etti. Gözlerinin önünden geçenlere Eren’e olan sevgisini katıştırdı.
Ayağa kalktı, gözlerinin önünden geçenler durdu, adeta bir istasyon gibi, travma gibi, gözünü bir ışık aldı, memur koluna tutundu.
İçeri geçin bey efendi, arkadaşınızın bir şeyi yok. Kendisi hastanede, sinir krizi geçirmiş biraz o kadar.
Onun bir şeyi yok mu? Nasıl olmasın Özge’si yok onun artık. Her şeyden daha önemli bir şey bu... Kaldı ki ben onun yüzünden çakılmadım ki buraya diyemedi. Sadece bu genç memurun yüzüne baktı, bakmaya devam etti.
Sen biliyor musun bu ülkenin polislerine, bu ülkenin yurttaşlarını düşman ettiler. Sen biliyor musun ben bu ülkenin yurttaşıyım ama fikirlerim beğenilmediği için neler çektim. Sen biliyor musun sana demokrasi diye öğretilenin sana benzemek olduğunu da diyemedi.
Bu genç memur, daha yirmili yaşlardaydı. 1 Mayısta eylem yapmak isteyen işçilere saldırmak için fırsat kollayanlardan değildi elbet. Belki de ülkenin aydınlık yüzlerinden biriydi. Neden eline cop verildiğini algılamıyordu belki. Gaz bombası attığını… Kim bilir belki gaz bombası bile atmıyordu.
Ama diyemedi…
İçeri doğru bir adım daha atmak istedi, bir kez daha düştü yere. Eren’i seviyordu, kalktı ayağa kapıya yöneldi. Bütün travmaları bir kenara bıraktı ve yürüdü…
İçeri girip karşısına çıkan ilk memura Eren için geldim dedi, yine öksürük tuttu, memur haline şaştı. Telefon eden siz miydiniz dediğini duydu.
Hali pekiyi değildi, hatta kendinde bile değil. Hastaneye gönderdik. Eşyaları burada, siz neyisiniz?
Hiçbir şeyi, tanımıyorum bile ben onu. Hasbel kader bir eylem sırasında aynı cop denk düşmüştü ikimize de, aynı karakolda sabahlamıştık, daha gençti o zamanlar. Sabaha kadar nezarette bir kızı sevdiğini anlatıp durmuştu.
O zaman şüphelenmiştim deli bu çocuk diye. Yanıltmadı beni, tam şimdi delirmişti işte…
Oysa o zamanlarda bende âşıktım. Nazlıcan’a âşıktım, çekip gitmişti Nazlıcan hayatımdan.
Bir gün ansızın çekip gitmişti. Gitmek istediği için gitmişti, belki bir gün gelmek üzere gitmişti. Kim bilir nerdeydi…
Siz nesi oluyorsunuz diye yineledi memur…
Arkadaşıyım diyebildi.
Pekâlâ, siz şöyle bir kenara geçin dinlenin. Sanırım iyi değilsiniz. Arkadaşınız iyi, hastaneye kaldırdık.
Ufuk memurun işaret ettiği sandalyeye oturdu. Beklemeye başladı…
Bir fırtına koptu. Bir yaşam belirdi hiç kimsenin olmadığı, hiç kimsenin görmediği kadar parlak…
Bir sevgi demetiydi belki…
Bir çocuk yüzüydü sanki. Evliya mıydı? Ayakkabılarını giymiş miydi? Önemi var mıydı?
Bebek Gülün bir tane daha kestikten sonra, bu üzerinde kırmızı güllerin olduğu ağacın önüne diz çöktü Yiğit.
Yere oturdu.
Elinde ki üç güle baktı, onları yanına bıraktı, makası öteki yanına. Sigara yaktı.
Hayatın anlamını çözdüğünü zannettiği zamanlarda hayat adına hiçbir şey çözmediğini şimdi çok daha iyi biliyorsa da inanmak istemediği için inanmadığını daha da iyi biliyordu.
Kaç yıl önce ekmişti bu çiçeği buraya?
3 yıl, 4 yıl, 5 yıl…
İşte o kadar büyümüştü Deniz… Hiç görmemişti Deniz’i. Yanılsamaydı Deniz onun için, doğar doğmaz ayrılmıştı Deniz’in yanından, birde Ayten’in yanından.
Kimi sıcak gecelerin ki bu gecelerden birinde kavuştukları bir küçük çocuğun hayata kattıkları ya da katacakları zaman zaman başını döndürüyordu. Anlaşılmaz bir güçle gitmek istiyor, oğlunu görmek istiyordu. Nazlıcan’ı tanıdıktan sonra basmıştı o istek ona. Nazlıcan’la bir bebek sahibi olmayı hiç düşünmemişlerdi, hatta Nazlıcan’la evlenmeyi bile düşünmemişlerdi. Kendisine öyle istek bassa bile Nazlıcan ne düşünürdü ki, umursamazdı. Çünkü her an gitmeye hazır yaşıyordu Nazlıcan, hatta bugünlerde, belki sessizce belki öfkeyle çıkıp gidebilirdi.
Akşam yatağa yattığında surat asıyordu, daha az sevişmeye başlamışlardı. Bütün istekleri kaybolup gitmişti Nazlıcan’ın.
Nazlıcan çocukları severdi, sevişmeye başlarken ona ‘bizde çocuklara göstermeden sevişiriz’ diyen Nazlıcan aslında çocukları çok severdi. Ama kendi çocuğu olsun ister miydi işte bunu bilmiyor Yiğit…
Yiğit’in bir çocuğu olduğundan habersiz, evladını bırakıp giden anne ve babalara kaç sefer küfür etmişti Nazlıcan.
Hiç söylememişti, daha neler söylememişti. Sıramı gelmemişti, yoksa bir takım ayrıntıları paylaşmak işine mi gelmemişti. Oysa Nazlıcan o kadar uzağında değildi ki. Ayten’den daha yakındı…
Ayten, ah o duyarsız kişilik, daha tanışır tanışmaz evlendikleri, bir bebek sahibi oldukları ve terk edip gittiği kadın. Şimdi kim bilir nerede, neler yapıyor. Acaba Deniz nasıl… Deniz kim?
Yumurcak gibi bir şeydir herhalde. Saçları nasıl, boyu ne kadar, kilosu kaç bunları bilmediği için belki de çocuğu ne kadar özlese de yanına gitmiyordu.
Erkek gibi erkektir herhalde… Öyle ya, böyle baba, öyle anne, herhalde kırılgan değildir.
Anneye benziyorsa yandı insanlar. Özellikle kadınlar, baştan çıkarıcı çünkü anne. Gözleriyle o kadar çok ayrıntı yaşatıyor ki insana. Kalamıyorsun yanında, eritiyor, bitiriyor. Yoksa sevmemiş miydi Ayten’i. Sevmişti elbet ama çok fazla sevmişti. Bu çok fazlaydı.
Kaldırmamıştı o kadar sevmeyi, hayatı kaçıracaktı Ayten’in yanında ama şimdi Nazlıcan’la kaçırması gereken her şeyi kaçırmıştı zaten. Evlatsız…
Oysa Nazlıcan’dı onu terbiye eden. Bütün kabalığını, hayata karşı savurganlığını söküp alan, ehlileştiren ama sigarayı bıraktıramayan…
Yoksa Yiğit’in gitme vakti miydi?
Yeteri kadar oyalanmış, ehven ile şer arasına köprü atmış, hayatın odak noktasında hayatı hiçbir zaman çözemeyeceğini öğrenmiş ve gitmeliydi.
Ah Nazlıcan, ne yaptın sen bu adama. Nasıl hapsettin bu köhne sokağa, dünyaya, eve.
Yürümeye bile isteksiz hale getirdin. Nasıl başardın, yoksa artık sevişmekten kaçan Nazlıcan değil de Yiğit’in kendisi miydi? Öyle ya, Nazlıcan’ın bütün isteği kayboluyordu belki Yiğit’i böyle gördükçe.
Sıkılgan ve mutsuz…
Mutsuz değildi Yiğit.
Nazlıcan’la paylaştıkları Yiğit’i mutlu ediyordu. Sadece sevgili değil, çok sıkı iki arkadaş olmuşlardı, ayrı evlerde yaşıyorlardı ya, aynı evi kullanarak. Her ne yapılacaksa beraber yapıyorlardı. Nerdeyse zamanın tamamını birlikte geçiriyorlar, hani yapacak işleri olmasa çalışmak gibi birbirlerinin yüzünü görmeyecekleri hiçbir an olmayacaktı.
Yüzünü görmediği hangi an olsun isterdi ki zaten…
Sabah ayrıldıklarında, biri kendi işine, öteki kendi işine gittiğinde, geri dönüp ona kavuşmak için işini bile savsaklıyordu Yiğit. Nazlıcan hayatına girdiğinden beri işe gitmeyi bile sevmiyordu. Belki o küçük ayrılıkların yarattığı özlemler büyütüyordu bu ilişkiyi, belki o küçük ayrılıkların yarattığı gizem besliyordu bu ilişkinin köklerini…
Bilmiyordu Yiğit, eline güllerden birini aldı. Hani yoldan biri geçse, nasılda inceliyor gülü, botanikçi falan olmalı, herhalde yeni bir şey fark etti zannederdi.
Arşimet gibi buldum diyerek sıçrayacak ve koşturacak zannederdi.
Oysa hiçbir şeydi Yiğit. Doğru dürüst bir işi bile yoktu. Nazlıcan onu bile bilmiyordu. Bu zamana kadar işyerine gelmemişti. Gelseydi de görseydi hiçbir halt yapmadığını, sağdaki soldaki birkaç arkadaşın desteği ile yaşamını sürdürdüğünü. Hatta bir keresinde bu yüzden ona doğum günü hediyesi alamayacaktı nerdeyse. Yine o gün şans eseri kurtarmıştı Nazlıcan’ın öfkesinden kendini.
Borç batağında bir işyeri vardı. Çoğu zaman gitmek bile istemediği. Hatta gitmediği. Evde oturup televizyon seyretmek, kitap okumak daha güzeldi. Gidip çalışmaya çalışıp stres yapacağına, Nazlıcan’ın gelmesini beklemek, ona sürpriz yapmak daha güzeldi. Nazlıcan’ın bunca yıl sorgulamaması da garipti. Koşulsuz seviyordu Nazlıcan, Yiğit’in duyarsızca geriye bir evlat bıraktığını bilse sevmeye devam eder miydi, işte orası şüpheliydi. Severdi, Nazlıcan’dı o…
Hiçbir anlamı olmayan hayatın, çözülemeyen bütün gizemleri arasında hiçbir şeyi çözememiş bile olsa mutsuzluktan ve travmalardan uzak bir kadındı.
Gülümseyen bir yüz…
Her şeydi o, kimi zaman ağlayacak kadar kırılganlaşsa bile bütün kızgınlıklarını Yiğit’in bir gülüşüne satacak kadar sevecen ve sanki hayata yeniden başlamış, bütün incikleri boncukları yeniden keşfediyormuş gibi mutlu…
Yiğit diğer gülleri aldı eline, makası da aldı. Ayağa kalktı, üzerini silkeledi. Çiçeği seyretti bir kez daha, belki Nazlıcan’ı seyretti farkında olmadan.
Söylemeliydi Nazlıcan’a artık, ben böyleyim, hepsi gerçek… Ve seni seviyorum demeliydi.
Bir adım daha atmalıydı ona doğru, bunca yıl, bunca zaman her nasılsa geçmişti ve bitmişti, şimdi artık ne kendi gitmeliydi ne de o…
Belki bir bebekleri daha olurdu.
Orospu Sevgilim Üzerinde çarpım tablosu olan küçük bir deftere yazmıştı adam notu.
Kadında hiçbir zaman silmemişti.
Adam notu yazarken, eski bir şarkı dinliyordu radyoda. Bir köşeye sinmişti adeta, kendini büyük dünyanın kavanozunda hisseden küçük öykü kahramanı…
Pardon!
Ne yukarıda ki satırların sahibi bu yazar olmalı, ne de yukarıdaki saçma sapan kurgu yazarın kahramanına ait olmalı.
Evet, ortada gerçekten bir not var. O not gerçekten üzerinde çarpım tablosu olan bir deftere yazılmış. Kadının silmediği de doğru.
Yanlış olan, ne bu öyküde ne de yazarın bir başka öyküsünde adam radyoda ki eski bir şarkıyı dinleyip dünya üzerine büyük kurgular yapacak karakterde (boşlukta) değil.
Yoksa bu da mı bir çarpıtma!
Tamam, baştan alalım. Adam soğuk bir kış akşamı tek başına yaşadığı dairesine gelir. Işığı yakmaz ama radyo nedense çalışır. O sırada camda yeniden yağmaya başlayan yağmur gözükür. Adam ne kadar şanslı olduğunu düşünür. Radyoda ki şarkı tamamlanır. Spiker Pink Floyd tarihinden bir pasaj okuduktan sonra, spiker bir erkektir. İnce ve güçlü ne anlattığını bilen bir sesi vardır. Pasajı okuduktan sonra sözü yine Pink Floyd’a bırakır.
Şarkı yükselir yeniden. Odanın ciğerlerine kadar her yanı sarar.
Adamda elini havada dolaştırır ve müziğe bırakır kendini. Sonrada masanın üzerinde duran, üzerinde çarpım tablosu olan deftere bir not yazmaya başlar.
Odanın ışığı dışarıdan gelen sokak lambası ışığıdır. Radyoda hiç ara vermeden Pink Floyd çalmaya devam eder. Adamda yazmaya devam eder.
Kadının hiç silmediği not bu nottur.
Kadın aynı dairede, aynı odada, aynı sokak lambası ışığında, başka bir kanepede, başka bir şarkı eşliğinde, başka bir zamanda, aynı deftere bakmaktadır.
Neden daha sonra kadın bu deftere birçok şey eklemiş, defteri atmaya hiç kalkışmamıştı.
Kadın dizlerini göğsüne çeker, defteri sehpaya bırakmıştır. Artık uyuma vaktidir. Kanepeye öylece uzanır ve rüyaya dalar.
Yazar, farklı zamanda geçen bu iki olayı sırf yazar olduğu için bilmektedir.
Oysa kadın adamın o gece ne yaptığını, adamda kadının o gece ne yaptığını asla bilemezler. Çünkü ikisi çok farklı zamanlarda bu daireye yerleşmiş birbirinden habersiz iki yabancıdır.
Kadını hikâyeye dâhil eden adamın deftere yazdıklarıdır. Deftere kavuşması ise, daireye taşındığında yerde öylece duruyor olması iledir.
Yazı şudur; orospu sevgilim, yalnız o gece hayatından benim ya da senin kopamamış olmamızın sebebi senin ya da benim kentli duygularımız değildi.
Senin işin orospuluk olmadığı halde, nasıl yaşadığını düşünmeden seni orospu gibi görenlerinde bir suçu yok.
İkimiz, aileleri tarafından istenmediği için birbirine kavuşamayan insanlarda değiliz.
Aramızda fiyat farkı da yok!
Birlikte olmamıza, bir çocuk yapmamıza engel olan duygu en başında dediğim gibi yalnız geçen gece hayatından kopamayışımız.
Hala Pink Floyd dinliyorum. Ve ilerde bir yerlerde, gelecekte bir zamanda, senin orospu olmadığın, benimse baba olabileceğim zamanda buluşmak üzere…
Hoşça kal.
Dünyanın en güzel şeylerinden biri, gecesi yağmurla geçen bir günün çok güzel bir güneşle başlamasıdır.
Camdan dışarıya baktığınızda, evinizin önündeki sokakta minik minik su birikintileri kalmıştır ve sokağa yüzü gülen neşeli çocuklar çıkmıştır.
Kimisi bakkaldan ekmek almak için, kimisi ise yalnızlığını bir merdivenle paylaşmak için, bir kaçı ise vakit geçirecek eğlenceli bir oyunu sokağa yansıtmak için vardır.
Kediler vardır mesela. O sıcaklığın ortasında bir yerlere uzanmış, insana güvenmeye muhtaç bir şekilde boylu boyunca.
Öyle bir sabaha uyandı kadın. Kadının radyosunda müzik hala devam ediyordu.
Tabi ki havanın güzelliği dairesinde bütün kuvvetiyle hissediliyor.
Günlerden de tatil günü, yataktan kalkmamaya hakkı olan bir gün. Kadın iyice sokuldu yatağına.
Belki tekrar uyumak istedi, belki geçmişin anılarında sıcaklık aradı, kim bilir.
Yatak dedimse, elbette kanepede yapılmış bir yatak. Okuyucu hemen bir çelişkinin içine düşmesin. Kadın kanepede yatmıştı şimdi yatağa nasıl geçti diye. Nihayetinde hepimiz kanepeleri yatak yapmıyor muyuz kendimize?
Akşam olduğu vakit üzerimize aldığımız bir battaniyeye sarınıp uyumuyor muyuz?
Neyse, yazar bir şeyler anlatmaya çalıştı işte. Gelelim öykümüze.
Nihayetinde yazar kadının içinden geçenleri bilemez. Ama uykusu boyunca öyle başında beklemeye sabrı vardır. Sonuçta kadın, yüzünde gülümseme, rahim pozisyonunda ve gözleri kapalıdır.
Neden bir anda yatağından kalktı. Banyoya gitti. Tuvaleti ve duş kabini bir arada olan bir banyodan kadın bir süre sonra duş almış bir şekilde çıkar. Kafası ıslak ve üzerinde havluyla…
Güzeldir kadın. Yaşı ilerlemekte olsa bile teninde bilgelik ve ateşi birlikte sakladığı belli olan bir hali vardır.
Beyazdır teni. Siyahtır saçları. Mavidir gözleri.
Ufak diri göğüsleri, yolda yürürken ben buradayım diyen kalçası vardır.
Kadın adamın notunu tekrar tekrar okuduğu defterin bir başka köşesine, birçok kereler başka şeyler yazdığı gecelerin herhangi birinin sabahında saçlarını kurularken camdan dışarıya bakıyordu.
Adam birçok kereler sevgilisine çok sevdiğini söylemiş, ama nedense bir türlü birbirlerini tutturamamışlardı. Mesela bir akşam, bir yerde beraber bir şeyler yapmaya çalışsalar, ne adamın kadını öpesi, ne de kadının adama sarılası gelmiş. Yine de bu daireye ki bu adamın dairesi, birlikte gelip uyumaya devam etmişler.
Aşkın kimyası herhangi bir şekilde tensel ya da kokusal olarak birbirini tutmayınca ister istemez aşk, aşk olmaktan çıkıyor.
İşte adamla kadının bu aşk denemesi her seferinde bu cinsel deneyimlere takılıyor. Ve her nedense kurdukları ilişki hazzın doyuma ulaşması değil, iki kişinin birbirlerinin vücudunu zorlamasına dönüşüyor.
Fakat kadınla adam birbirlerini görmeden, birbirleriyle konuşmadan yapamıyor.
Bu garip ilişki, en nihayetinde adamın o gece yazdığı notu ki bu notu asla sevgilisine vermiyor, evde bırakıp çekip gitmesi ile son bulur.
İşte bu daireye de saçlarını kurulamış, üzerine elbisesini giymiş olan kadın taşınıyor.
Evi düzenlerken de söz konusu defteri buluyor. Üzerinde bir çarpım tablosu olan ve orospu sevgilim ile başlayan bir not olan defteri.
Defteri okuyor ve bu notu silmiyor. Aynı defterin üzerine birçok kereler birçok not ekliyor.
Notlardan bir tanesi de şöyle;
Soğuk, karlı bir kış akşamı eve gelmek için yürürken, adamın biri kolumdaki çantamı almaya kalktı. Önce çantayı bırakmak istemediğimi, sonra çantayı şiddetle bırakıp öylece savrulduğumu hatırlıyorum.
İşte o zaman alnımdaki çizgi oluştu. İşte o zaman kalbimdeki kırgınlık büyüdü. Kırgınlık sana, hayata değil, kendime.
Çünkü o gece, senin göğsüne yattığım, sarhoş olduğum ve asla ayrılmak istemediğim gece, seni şiddetle terk edince başıma geldi bunlar.
Kendime kızgınım çünkü o gece durup kendimi dinlediğim zaman, kendimi suçladım. Eğer yanından ayrılmasaydım başıma bu olay gelmeyecekti diye. Kendime kırgınım kendime kızgın olduğum için.
Çünkü sen doğru dürüst sokmayı beceremediysen ben ne yapabilirdim ki? Gittim ve başıma bela aldım… Hepsi bu… Hoşça kal…
Soğukmuş Hava; Yürümüş, Yürümüş Soğuk bir kış günü, paltosu ve atkısı ile sımsıkı sarılmış bir çocuk yol kenarında küçük bir su birikintisinde kağıttan kayığını yüzdürüyormuş.
Yeni yağmış yağmur. Hava hala kapalıymış. Bulutlar kullarını seyreden bir tanrı yüzü şeklini almış, griymiş.
Çevredeki ağaçların yapraklarından, sarıya dönmek üzere olan yeşili belirgin yapraklardan damlalar şapırdıyormuş yere.
Biri kız biri erkek iki kişi geçiyormuş yoldan, yüzlerinde gülümseme ve her nefes alışverişlerinde burunlarından çıkan monoksit görüntüsüyle beraber, hızlıca geçip gitmişler.
Bir parça rüzgar esmiş kuzeyden güneye doğru.
O sırada elleri titremiş balkonda oturan adamın, elinde ki çay bardağına yapışan metal altlığı düşmüş masaya tangır tungur etmiş. Adam çayından bir yudum aldıktan sonra tekrar bardağı yerine koymuş hiç oralı olmaz halde. Kül tablasındaki sigara uzanmış bir nefes daha çekmiş. Onu da yerine bırakmış.
Birden ayağa kalkmış adam, içeri girmiş, hırkasını çıkarıp dolaba astıktan sonra üzerine yağmurluğunu, botlarını giyinmiş ve dışarı çıkmış. Merdivenlerden inmiş, önce sokağa ardından caddeye yönelmiş ve yavaşlamış, adımlarını kontrol ederek yürümeye devam etmiş.
Adam kapı önüne geldiğinde kağıttan kayığını yüzdüren çocuğa annesi seslenmiş, hadi oğlum eve gel, yeter bu kadar dışarıda durduğun diye. Çocuk suratını asmış, daha ne kadar olmuş ki. Anne işte, beş dakikayı beş saat gibi yaşıyor.
Bir iki katlı evlerin karşılıklı bir sokak üzerinde olduğu, sokağın genişçe bir caddeye açıldığı yerde yaşıyormuş adam, oradan çıkmış ve cadde boyu yürümeye başlamış.
Yol kenarında bir dükkan önünde oturan üç kişi, iri yarı adamın verdiği selama karşılık vermişler ve sohbetlerine devam etmişler. Kürt Açılımı üzerine konuşuyorlarmış, Kürt Açılımı o kadar çok açılmış ki bu tür esnaf sohbetlerinin derinliklerinde özelliğini kaybetmiş. Adam oralı olmamış o yüzden, yürümüş geçmiş.
Yol üzerinde bir durakta durmuş, az önce gördüğü kızla erkekte aynı durakta duruyormuş. Onlarla birlikte bir başka sokaktan caddeye çıkan otobüse binmiş, otobüs sıcakmış, şoföre parasını vermiş, tek kişilik bir koltuğa oturmuş.
Sol tarafındaki çift kişilik koltuğa oturan kızla erkek birbirine sarılmış. Otobüste, radyoda spiker 5 asker, 7 gerillanın öldüğünü anlatıyormuş; 5 asker şehit olurken, 7 terörist ölü ele geçirildi. Askerlerden biri uzman çavuş dördü piyade er… Şoför yüksek sesle önde oturan yaşlı adama bu kadar asker şehit oluyor, hükümet hala Kürt Açılımından bahsediyor, asacaksın hepsini. Niye oğlum demiş yaşlı adam, artık askerler şehit olmasın diye devam ederken başını çevirmiş adam. Otobüsün camından yol kenarındaki yeşil çimenlere bakmış, suyu kabarıp taşmak üzere olan bir derenin köprüsünden geçmiş otobüs, şoför yine yüksek sesle; hala düzeltmedi belediye burayı, birinin canının yanmasını mı bekliyorlar diye anlatırken irkilmiş adam dereyi ve çimenleri seyre devam etmiş.
Köprüyü geçtikten sonra otobüs kısa bir sokağı aşmış ve anayola çıkıp hızlanmış, bir iki durakta birkaç yolcu daha aldıktan sonra şehrin merkezine girmiş, ilk durakta adam ve beraber bindiği kızla erkek inmişler. Adam sigara yakmış, ağır adımlarla yürümeye devam etmiş, kızla erkek hızlı adımlarla kalabalığa karışıp yitip gitmişler.
Kalabalığın içinde bir grup genç imza topluyormuş, onların yanından geçmiş. Kalabalık caddeyi aşmış, bir sokağa dönmüş, oradan bir sokağa daha ve kapısında üç gencin oturduğu, içlerinden birinin bisikletle gidelim dediği sırada bir apartmanın kapısından içeri girmiş.
Merdivenlerden üç kat çıkmış, merdivenin sağındaki kapıya gelmiş. Zili çalmış, bir kez daha çalmış. Bir kez daha çalmış, kapıyı sarı saçlı, üzerinde eşofman olan bir kadın açmış, ne istiyorsun demiş. Adam seni seviyorum demiş, kadın biliyorum demiş. Adam seni çok özledim demiş, kadın biliyorum demiş. Adam sensiz yaşamak istemiyorum demiş, kadın ne yapabilirim demiş. Adam beni affet demiş, kadın olmaz demiş.
Kayıtsızmış kadın, adam sakallarım uzadı berbat haldeyim demiş, kadın görüyorum demiş. Adam seni en son gördüğüm yerde durdu beynim demiş, kadın olabilir demiş. O günden beri hayatla olan bütün köprüleri attım demiş, kadın anlıyorum demiş. Adam geleceğe dair bütün hevesimi yitirdim demiş, kadın üzüldüm demiş.
Adam kapının kenarına elini koymuş, kafasını üzerine koymuş, beni affet ve evlenelim, yine beraber olalım, her gün yeniden sana sarılabileyim, çocuklarımız olsun, onları büyütelim demiş. Kadın olmaz demiş. Adam yorgun nefes alıp vermiş, kadın bitti mi demiş, üşüdüm içeri gireceğim, git ve bir daha gelme, kendine yeni bir hayat bir hayat kur ve bensiz olsun demiş.
Adam yapamam demiş, kadın yaparsın demiş ve kapıyı kapamış…
Adam bir süre beklemiş kapının önünde, merdivenlere oturmuş, bir sigara yakmış. Merdiven ışığı sönmüş. Adam sigarasının ışığında merdivenleri seyretmiş.
Sigarayı merdivende söndürmüş ve bırakmış öylece, ayağa kalkmış merdiven ışığı yeniden yanmış. Az önce sarı saçlı kadınla konuştuğu kapıyı seyretmiş kısa bir süre ve merdivenlerden aşağı inmiş.
Merdiven başında duran üç genç bu sefer hiç konuşmaz halde adamın geçişini seyretmişler. Adam binadan çıktıktan sonra sokaktaki bir su birikintisine tekme atmış…
Sokağın başına geldikten sonra sokağın tam karşısına düşen merdivenlerden aşağı inmiş. Yanından yaşlı bir adam yukarı doğru geçmiş. Merdivenler bittikten sonra karşısına çıkan yolun soluna doğru yürümüş. Dar sokaktan geniş bir caddeye oradan da az önce yürüdüğü kalabalık caddeye çıkmış. Kalabalık caddede kısa bir yürüyüşün ardından meyhane türü bir birahaneye girmiş. İçerisi kalabalıkmış ama bar üzerindeki bir tabureye oturmuş. Barda duran adam merhaba demiş, o da merhaba demiş. Bira istemiş adamdan.
Geniş bardakta uzatılan birayı hızlıca içmiş. Arkasından bir tane daha istemiş. Yeni bira uzatılırken yanına garson gelmiş, nasılsın diye sormuş, iyiyim demiş sen nasılsın? O da iyiymiş. Büyükçe bir yudum daha almış, soluklanmış. Yanında oturan ikisi yaşlı biri genç üç kişiden yaşlı olanı, Ermenistan sınırı da açılacakmış diye seslenmiş, yaşlı adama doğru bakmış gülümsemiş.
Yaşlı adam sözlerine devam etmiş; bunca yıl neden kapalı kaldı ki? Adamlar bizi soy kırdınız diyor. Bu ülkede hiçbir şeyi anlamak mümkün değil. Barda duran adam söze devam etmiş; bakalım Kürt Açılımı nereye gidecek. Hükümet kararlı.
Biradan bir yudum daha almış ve barda duran adama sigarasını göstermiş o da; dışarı çıkıp içip geleceksin demiş. Biz öyle yapıyoruz. Hava soğuk diye cevap vermiş. Yaşlı adamda bak ne güzel sigara içmezsin işte demiş. Genç olanda sigara içmeyenler buraya gelmesin, bu işin orta yolu yok muydu ki isteyen yasaklasaydı. Barda duran adam; o zaman kimse sigarasız bölüm yapmazdı ki diye tamamlamış sohbeti. Değişiyor Türkiye demiş üçüncü adam.
Değişiyor evet demiş adam. Önce Fransızlar yönetti padişah adına, sonra Almanlar, sonra İngilizler, şimdide Amerikalılar yönetiyor. Değişiyor evet demiş adam. Birasından bir yudum daha içmiş. Yaşlı adam rakısına uzanmış, bir yudum almış, bir parça peynir ağzına atmış ve hocam sende Ergenekoncu musun nesin demiş. Barda duran adamda söze eh söyledik size, Cem Uzan’a oy verin dedik dinlemediniz. Onu nasıl oldu da Ergenekon’a katmadılar ki diye devam etmiş.
Gerek var mıydı demiş adam. Barda duran adam doğru ya demiş. Yaşlı adam; ya o da kim bilir ne yapardı demiş. Ben artık hocamın partisine oy vereceğim, elli yıldır bizi komünistler gelecek diye kandırdılar, kendileri komünistlerden beter ettiler ülkeyi diye anlatırken adam eline bir tane sigara alıp dışarı çıkmış kapının önüne. Kapının önünde iki kişi daha varmış ve sigaraları bitmek üzereymiş. Sigarasını yakmış, adamlara selam vermiş, onlarda vermişler.
İçlerinden biri; ahlaklı Türk halkı şimdi sokaklarda okey oynuyor. Bir iktidar yaptığı işin nereye varacağını düşünmezse olacağı bu olur. Sigara yasağından önce sokakta, kahvenin önünde okey oynamaya kalksan ne komünistliğin kalırdı ne de dinsizliğin demiş, diğeri; geçim hırsı her şeyi yaptırır Türk halkına. Baksana adam aylarca bağırdı çağırdı, şimdi kızının kanını paraya satıyor. Kim bilir ne dolaplar döndü, her şey aldatmaca derken caddeye doğru bakmaya başlamış adam. Diğerleri sigaralarını bitirmiş içeri girerken bir kişi daha çıkmış dışarı.
Cadde hala kalabalıkmış, hava iyice soğumuş ve kararmış. Sigarasını bitirdikten sonra içeri girmiş adam. Aynı tabureye yerleşmiş. Kalan birasını bitirmiş. Yeni bir bira isterken barda duran adama, sigara içmek için dışarı çıkıp kaçan oluyor diye sormuş. Ellerini iki yana açıp, daha başımıza öyle bir şey gelmedi diye cevap vermiş. Yaşlı adam bugünleri de mi görecek Türkiye diye eklemiş.
Yaşlı adama bakmış gülümsemiş. Garson tekrar yanlarına gelmiş. Bardan siparişlerini alırken, bu hafta doğru dürüst maç yok diye sohbetin yönünü değiştirmiş. Adamda bu söze karşılık, bir daha başka bir bara gideceğim, gelmeyeceğim sizin yanınıza, varsa yoksa ya topun peşine ya da Cem Uzan’ın peşine gidiyorsunuz demiş.
Yaşlı adam; yok hocam ben artık sizin partiye oy vereceğim diye itiraz etmiş. Ona bakmış gülümsemiş. Umarım diye karşılamış bu sözü, genç olan ise, ne oy vermesi demiş. Bundan sonra sandığa gidersem derken barda duran adam atılmış, olur mu, gideceksin ve tercihini yapacaksın diye tamamlamış.
Bu sırada hızlıca üçüncü birasını tamamlayan adam masanın üzerine para bırakmış, parasının üstünü vermişler. Hadi size iyi akşamlar demiş. Onlarda sana da demişler. Birahane kalabalığının arasında çıkmış dışarı, hemen bir sigara yakmış. Kalabalık caddenin istikametinde yürümeye başlamış. İnceden bir yağmur yağıyormuş. Kafasına yağmurluğun şapkasını geçirmiş. Kalabalık bir durağa gelmiş. Sigarasını yere atmış, sıranın en başındaki otobüse binmiş. Otobüs dolu olduğu için en arka tarafa doğru ayakta durmuş, otobüsteki bir bebeğin viyaklaması, insanların ağır aksak sohbetleri kafasının içinde uğultular şeklinde camdan dışarı bakmış.
Otobüs hareket etmiş, bir sürü ışığın çevredeki aydınlığında ineceği durağa gelmiş. Otobüsün ışığına basmış, otobüsten inmiş. Tekrar ana cadde boyu yürümüş, evinin olduğu sokağa gelmiş. Eve girmiş, tuvalete gitmiş, oradan çıktıktan sonra yağmurluğunu çıkarmış, hırkasını giymiş. Ve salondaki bir koltuğa oturduktan sonra tekrar ayağa kalkmış, yağmurluğun cebinden sigarasını çakmağını almış. Koltuğa tekrar oturmuş. Sigara yakmış.
Sigara bitene kadar öyle hareketsiz durmuş, söndürdükten sonra kalkmış tekrar tuvalete gitmiş. Çıkmış odaya geçmiş, odada bilgisayar açıkmış, media playeri açmış, salona doğru yürürken arkasından bir müzik çalmaya başlamış…
Salonun ortasında durmuş kapının kenarından mutfakta gözüken buzdolabına bakmış, salondaki koltuğa bakmış, bir ikinci oda kapısına bakmış, derin bir nefes almış ve tekrar koltuğa yönelip bir sigara daha yakmış…