Gidişini Seyrediyorum
Dar sokaklarında geziniyorum şehrin, her bir adımında dilimde kahrolası bir gitme var... Tepemde yağmur, az önce başladı, bankı ıslatıyor, yürüyorum.
Sigaramdan nefes çekmiyorum zira yasaklandı artık öykülerde sigara içmek. Tanrı'nın sevgisinden, peygamberin iyi bir huyundan, uyuşturucun kötülüklerinden, içkinin zararlarından, Çanakkale'deki kahramanlıklardan bahsetme zorunluluğu getirilmeden hayata salınıyorum, kaldırımın köşesine, elleri uyuşmuş küçük bir çocuk hüznü görüyorum merdivenlerde, otobüs geçiyor, camı sen oluyorsun...
Buhar boyuyor camı, sen kokuyorsun, dişlerim sızlıyor.
Dilimde bir gitme var, gittiğin yöne doğru bakarak, cenaze miyim neyim?
Akşam saati ya, her bir damlasını görebiliyorum kar taneli yağmurun, rüzgârın yumuşaklığı çarpıyor alnıma, alnım ay yıldız olmuş, biliyorum övmeliyim onu ama derdim sensin şimdilik.
Geri dönüyorum, şehrin içine akşam kalabalığına doğru, bir tekme atmak istiyorum ağaca, yanından geçip gidiyorum. Sevmiyorum o ağacı, her bir dalı bana hayatımı hatırlatıyor, ben büyüdükçe büyüyor o çınar, gövdesinde sen görüyorum oysa sevmiyorum sahilden denizi seyretmeyi sevmediğim gibi o ağacı da artık...
Kar yağıyor zannediyorum yağmurla karışık, beyaz melekler iniyormuş yeryüzüne dilenci söylüyor, dilenci dedimse, küçük bir çocuk, elinde bir kaç mendil ya da yüzünde tebessüm, ne fark eder diyorum. Barın kapısındaki deliye bakıyorum, delisin sen diyorum, aslında sen delisin, bakma bana deli dediklerine, deli olan sensin. Bana bakıyor yine de, bir sigara tanesi kadar isteği var, hayat diyorum, geri dönüyorum, nihayetinde bardaki her bir masada ismin yazılı...
Tren geçiyor gidiyor, hissediyorum. Gidiyor, treni seyretmek istemiyorum, seni giderken seyretmek istemediğim gibi, arkamı dönüp uzaklaştığım gibi uzaklaşıyorum.
Şehrin bir orasına, bir burasına savrulmaktan yorulduğumu hissediyorum, bir köşeye sinmek, sessizce, ürkekçe beklemek istiyorum, durmak kalbimi yoruyor, nefesim sen oluyor, yine yürüyorum. Yaşlı bir adam durduruyor, saatimi soruyor, nefesleniyorum, saat daha yedi...
Nasıl geçer bu gece, nasıl biter.
Pasajın girişindeki küçük bir mağazadan gelen müziği duyuyorum, bırakıyorum kendimi, pasaja giriyorum, az ötede kitap satan bir dükkân görüyorum, kitaplardan birine bakıyorum, evrimin nasıl bir aldatmaca olduğunu yazıyor, geldiğim yöne geri dönüyorum. Canım yanıyor, savruluyorum.
Ara sokağa giriyorum, bu sokak nereye gider ki, dönüyorum geri, eskiden bu sokakta ikinci katta bir kahve vardı, gülümsüyorum. İşte orada diyorum, evrim aldatmacasına inanmayanlar, yani insan olarak doğanlar.
Kar taneli yağmur saçlarımı iyice ıslatmış, bir yere gidip sıcak bir şeyler içmek istiyorum. Alışveriş merkezine giriyorum. Sessiz bir masada sessizce bekleyebileceğim bir sandalye buluyorum. Çaya bakıyorum, sana benziyor, bağırmak istiyorum, susuyorum, görmedin biliyorum.
İçmiyorum...
Tekrar yürüyorum, üst katlara değil çıkışa doğru, geldiğim yöne değil bu sefer. Kendimden olmayan yöne, senin ve benim olmadığımız yöne, olamadığımız. Gizlendiğimiz hayatın öteki karmaşasına, eski bir cami görüyorum, cami karanlığında bir aydınlık var sanki bahçesinde, bahçesine girmiyorum, kocaman kapısının renkli sanatından uzakta bir yere düşüyor düşüncelerim, eriyor gidiyor... Seni seyrediyorum zannediyorum...
Küçük Çocuk
Elindeki bastonu havaya doğru uzattı.
Her hikâyede olduğu gibi yaşlı adam elindeki bastonu havaya doğru uzattı ve küçük çocuğa karşı tepeleri işaret ederek; bak işte o tepeyi görüyor musun diye söze başladı.
Yaşlı adamın ne söylediğinin bastonun hangi tepeyi işaret ettiğinin pek fazla önemi olmaz aslında. Çoğu zaman işaret edip konuşanın yanındaki kişi belki sevgilisini, belki telefonuna gelecek mesajı, kim bilir herhangi bir maçın skorunu düşünüyordur.
Ama elinde baston olan işaret etmeye ve konuşmaya devam eder.
Bu küçük çocukla yaşlı adam bir cami minaresindeydiler ve yaşlı adam küçük çocuğa karşı tepede ancak minareden gözüken bir köyü gösteriyordu.
Her hikâyeyi okuyanın zannettiği gibi cümleler kurmuyor, basit sade bir hikâyeyi “aha, nah işte o köy” türünden bir dille anlatıyordu.
Küçük çocuk da can kulağı ile dinliyordu.
İlk zamanlarda küçük çocuk karşıda bir köy görmekte zorlandığı gibi bir zaman sonra anladı ki karşıda bir köy falan yoktu.
Köyün muhtarı çoktan aşağıdan “insenize” diye bağırmaya başlamıştı. Belki küfür bile ediyordu.
Küçük çocuk annesinin ona seslenmesi ile fırladı ve annesinin yanına koştu.
Evet, bir minare faslı daha kapanmıştı. Şimdi anneden o bunakla minareye çıkma demedim mi türünden azarı işitme vaktiydi.
Nihayetinde ne kadar azar işitse de seviyordu bu bunağın anlattığı saçma sapan hikâyeleri.
Bu sefer öyle olmadı ama. Bu sefer anneden azar işitmedi küçük çocuk. Aksine güzel öğretmen seslendi ona. Ve annesi daha kulağına yapışmadan fırladı tekrar çok sevdiği kokusunda tat bulduğu öğretmenin yanına. Ah bir de kendi öğretmeni olsaydı ya!
“gel bakalım” dedi kadın küçük çocuğa. “sen bu torbaları taşı ben de sana masal anlatacağım”
Ah bir de bu masallar hiç bitmese.
Ne çok şey istiyordu küçük çocuk öyle.
Oysa her şey tersineydi. Beşinci sınıfı yeni bitirmişti. Artık çok istediği kasabadaki okula gidecekti ve büyümüştü. Ama bu şuh kadındaki deneyimi babasından duymuştu, daha yeni gelmişti. Üstelik ancak iki gün daha görecekti. Tanıyalı da 10 gün olmuştu ya! İki gün sonra ver elini kasaba…
Eyvah gitti masal! Neler düşündü öyle. Neler düşünmeye devam ediyor hala… Oysa ağzının her bir kıvrımını şehvetle seyrettiği kadın masalını yarıladı bile.
Ne çelişki.
Bunak dedenin anlattıklarını can kulağı ile dinleyen kendisi değil miydi? Oysa bu kadını dinlemeye gelince neden böyle oluyordu ki.
Neden 10 gündür hiç dinlememişti ki…
Bluzunun açık düğmeleri anlattıklarından daha güzel sanki…
Kadın masal bittikten sonra, nasıl beğendin mi diye sormuştu (kadının evinin önüne gelmişlerdi bile) o da gayet edeplice başını salladı ve kadının işareti ile bir koşu yerinden fırladı,bu sefer kendi evine.
Anne balkonda sedire oturmuş akşam yemeği ile uğraşıyor. Koştu geçti hemen yanından ve içeri geçti. Annesinin seslenmesini duymadı bile.
Evet, bu hikâye bir köyde geçiyor. Konuda bir bunak dede, bir şuh öğretmen, bir de küçük bir çocuk var.
Bildiğimiz Anadolu’nun herhangi köylerinden biri bu köy. Ötekinin daha ötekinden bir farkı olmayan... Babalardan oğullara bastonların, şapkaların, annelerden kızlara incik boncuk çeyizlerin hediye kaldığı…
Zira bu köydeki herkes tarım işiyle geçinmediği gibi gençlerin birçoğu artık köyde bile kalmıyordu neredeyse.
Çok akıllı politikacılar ve ekonomistler onların kentlerde daha mutlu olacağını düşündüğü için onları kentlere sürmeye çalışmasından kaynaklı geçim sıkıntısı çeker durumdaydılar.
Kentlerde kapıcılık yapan üst kuşakları gibi kendileri de herhangi bir kentte işçi ya da memur olacak ve yaşamını orada kuracaktı. Kim bilir bu küçük çocuk da öyle yapacaktı.
Oysa küçük çocuk tuvalete çoktan girmiş çıkmış, salona geçmiş, televizyonu açmış koltuğa kurulmuştu.
Az sonra içeri elinde bastonu ile yaşlı adam girdi ve seslendi; bıraktın beni orada, hayırsız torun.
Küçük çocuğun annem çağırdı demesine aldırmadan karşısına oturdu ve bastonu ile işaret ederek zekice dedi ki; onlar hep seni çağıracak, varsın boş ver sen…
Ohoo, yaşlı adam yine anlatmaya başladı.
Hikâyede yer bitti ama. Haydi, hikâyeyi toparlayalım ve bitirelim. Hem okuyucu sıkılmasın hem de yazar küçük çocuğu okuluna hazırlık yapması için serbest bıraksın.
Bu hikâyedeki yaşlı adam her eline baston alıp, işaret edip konuşanın zekice şeyler söylemediğinin, bilgeliğin insanın ne söylediğinin, ne düşündüğünün değil, insanın kendisi ile alakadar olduğunun ispatı.
Çünkü yaşlı adam aslında küçük çocuğa sürekli ve zekice şunları anlatıyor; aha o köy var ya. O köy. Orada olmayan. Orada bir Zehra vardı. Salaktı o Zehra. Nereden mi biliyorum Zehra’nın salak olduğunu. Beni dinlemedi de oradan…
Buradan sonrası Zehra’nın orospulukları ile Zehra’nın ona hediye ettiği baston vs vs…
Hikâyedeki şuh öğretmen ise insanın bilgi ile bilgelik arasına kaldığı zaman yaşadığı sıkışmanın incelik farkı. İnsan ne anlatırsa anlatsın dinlenmeyeceğinin ispatı da olabilir. Küçük çocuğun ise her seferinde kaçırdığı hikâyenin ne olduğunu yazar da bilmiyor.
Küçük çocuğa göre bu çok şey bilen öğretmenin anlattıklarından çok ona verdiği zevkin anlamı daha fazla. Oysa bunak ihtiyarın ise dedesi olduğu için dinlenmesi gerektiğini biliyor olduğu gerçeği bir kenara Zehra’nın orospulukları ile baston arasında sıkışan bu ihtiyarın veremli durumuna olan bağlılığıydı dinleten. Yoksa zekâ ne arar.
Nihayetinde zekâ denilen şey bu köyde ne arardı. Büyük kentlerde yeteri kadar, hatta fazlasıyla vardı, o kadar ki ona yaşamayı öğretecek kadar. Ve her seferinde bu cahil, kokuşmuş hayatı ile büyük kentlerdeki zeki insanların başına kötürüm politikacıları bela eden o ihtiyar değil miydi? Yo, hayır. İhtiyar sadece kentlerin bir kopyasıydı. Kendini zeki zanneden bir aptal!
İşte öğretmenin sıkıştığı yer orası, yapmak ya da yapmamak. Ah hayat böyle işte!
Neyse.
Küçük çocuk saçlarını savurdu, annesinin ona “gel de yemeğe yardım et akşama kadar haytalık peşindesin, evde kalacaksın” demesiyle oflayıp yanına gitti yazar bahçe kapısından çıkarken.
Çünkü küçük çocuk her zeki olanın sandığı gibi erkek değil.
Bastonda, hikâyede bir yerlerde küçük insanların dünyasında saklı…
Pervasız Kadın
Bir küçük çocuk… Güneşli güzel ama bir o kadar da esen rüzgârla beraber hasta etme ihtimali yüksek olan ama bütün bir gün hiç yağmur yağmayacağını vaat eden bir hava.
Küçük çocuk sağ kolunu havada salladı. Daire çizerek annesinin ellerini tutmuş, bir taraftan ayaklarını öne attırarak zıplıyor, yeniden daire çiziyor, annesine asılıyor ve söyleniyordu; parka gideceğiz di mi anne?
Gitmeyeceğiz.
Neden?
Çünkü başka işlerimiz var.
Ne işimiz var.
Söyledim ya sabah çıkarken evden, belki birazcık uğrarız vaktimiz olursa diye.
Sinema da yok o zaman bugün
Evet yok
Dudaklarını büktü, annesini süzdü ve tekrar bir eli annesine asılı halde oynamayı sürdürdü yol boyu.
Oysa hiçbir işi yoktu Ayten’in öylece savurmuştu kendini sokağa, oğlunu da yanına alıp. Özge’nin telefon edip, Deniz sizin oraya geliyor dediği andan beri öyle boş dolaşıyordu sokaklarda. Bırakamıyordu hayatındaki tek erkeği, oğlunu, bir türlü bahane bulup sokağa atıyordu kendini.
Deniz’i görmüştü, belki geldiği ilk gün, belki ikinci gün kim bilir. Birkaç gün önceydi. Yeni biten yağmurların ardından güneş kendini göstermişti ve sabah vakti şehrin merkezinde sürdürülen yol inşaatında görmüştü, işçilerin arasında öyle Ayten’i seyretmişti Deniz, Ayten duraksamıştı ama Deniz kolunu çekiştirmeye devam etmişti; haydi, parka gideceğiz diye…
Şimdi aynı yol inşaatının oralardan geçiyordu, sanki Deniz’i görmek ister gibi değil, Deniz’i gezdirmek için sokağa çıkmış gibi…
Bu işsiz kaldığı aptal kente neden geldiğini, hala neden buralarda yaşadığını bile hiç sorgulamayan Ayten bir anda hayatın bütün duyargalarını omuzunda hisseder bir hale bürünmüştü de, ne Deniz’e ne de duyargalara söylemişti.
Eğer Deniz bir an bir tarafını çekiştirmese, Ayten’i sıkıştırmasa, öpmese, öyle bir ağlamaya başlayacaktı ki, nerede başladığını bilmediği, bilmek istemediği bu talihsizlikler dizisine öyle bir küfür edecekti ki…
Yalnız kalmıştı işte…
Hayat onu bir küçük çocukla sınıyordu. Babasının çekip gittiği, belki oğlunu hiç özlemediği bir küçük çocukla sınıyordu. Deniz koymuştu adını ama hangi Deniz’di onu bilmiyordu… Karıştı gitti bütün bir hayat bu yorgun ikinci gençlik yıllarını törpüleyerek ne bu bahara yalvarır halde ne öteki bahara… Hiçbir baharın, hiçbir bahardan farkı kalmamıştı.
Deniz’e baktı. Gururlu bir bakıştı bu, dik kafalı ürkek olmayan bakıştı. Deniz tanıyordu bu bakışları. Küçük çocuk oleey diye bağırdı bir an… Biliyordu, çünkü sana istediğin şeyi vereceğim bakışıydı bu…
Nasıl olsa Deniz yine yoktu yol inşaatında…
Sağa saptı, küçük çocuğun koşturmasına ayak uydurmaya çalıştı, nefeslendi. Küçük çocuk acımasızca yine çekiştirdi. Seviyordu o kaydırağı, bir daire çiziyor ve yere düşüyordu kumların üzerine, zaten kuma düşülen tek park orasıydı ve orayı seviyordu. Salıncağına binmeyi, sallanmayı ve kumun üzerine salıncaktan atlamayı. Ayten’in o sırada yüreği ağzına gelmiş Deniz’in umurunda mı?
Bir keresinde, dönerli salıncakta, bir başkası hızlı çevirdiği için yere yuvarlanmıştı küçük afacan, Ayten onu seyrettiği yerden nasıl kalktığını, yanına gittiğini, kucağına aldığını bilemedi… Neden bırakmıştı ki bir başına…
Tuvalin etrafında deli gibi dönen, boyaları yüzü dâhil her yere süren, sonra yaptığı yaramazlığı pişkince bir ifade ile Ayten’e satmaya çalışan bu küçük afacan, Ayten’in deyimi ile pis böcük, kendi deyimi ile böcük olmayan bebek… İşte bu böcük parkta oynarken Ayten onu seyretmeyi ve ona dair hissettiği bütün hezeyanlardan resim yapmayı seviyordu.
Geçinmek, işte o aslında yaptığı resimlerden daha büyük bir sanattı. Öğretmen bütçesi, hele ki sözleşmeli öğretmen bütçesi ile bu böcüğün masraflarına yetişmek ne mümkün…
Parkın kapısına gelir gelmez elini bırakması, kaydırağa koşturması, hele ki Su orada ise daha bir eğlenceliydi Deniz için… Tabii ki boşuna koşturmuyordu, Su oradaydı ve Deniz’in geldiğini görmüş, üstünü temizlemeye başlamıştı. Hınzır diye söylendi Ayten, babasına çekmiş, yok Deniz’e çekmiş… Hay Allah, Ayten’e çekmediği kesindi de…
Şimdi bu saatten sonra annesini de tanımaz hain köfte… Nereden biliyordu ki Su’nun burada olacağını, sabah beri tutturdu gidelim bugün ne olur diye…
Park; daha öğle vakti yeni olmak üzere, ama güneşin bu bahar sabahı en güzel anı olan saatin tam üstünde, birçok çocuğun, hayattaki hiçbir şeye aldırmaz bir ifade-bağırışlarla birbirinin ardına takılıp türlü oyunlara yeltendiği. Bir mısır satıcısının tezgâhında daha satışa başlamamış ama tezgâhını temizliyor, satışa hazırlanıyor olduğu her halinden belli, baloncunun ise çoktan zamanı mesken tuttuğu bir park…
Yürüyordu Ayten bir banka doğru, orada oturacak, Deniz’i seyredecek, Deniz’i düşünecek, Özge’ye küfür edecekti.
Öyle olmadı, Deniz Ayten’in omzuna dokundu, Ayten ardına döndü, ardı Ayten’e döndü… Bu bir Barbara Cartland romanı değildi ki esas oğlan gelsin aşkını ilan etsin, hele ikinci gençlik yılına kadar yarı mutsuz giden bir ömür, bir anda mutlulukların en başlangıcından en sonuna doğru salvo yapsın…
Bu resim sanatı değildi ki Ayten’in tuvale çizdiği, öyle olsa ne mutluluklar çizip satmıştı Ayten ama hiçbiri mutluluk abidesi gibi durmamıştı duvarda… Mutluluk diye çizdiği, Abidin Dino’nun tablosu gibi acıdan çektirme bir insani yürek tablosu kadar güçlü olmasa bile duvara asıldığında insana acıyı gösteren ama hissedildiğinde öfkeyi kutsayan bir yürek tablosu idi…
Bu bir şarkı da değildi, gel beni kutsa diyen arabesk dizelerle bin türlü küfrü savurdukça hiddetlenen… Bildiğimiz birkaç notanın bir araya gelip, hızlandığında insanı güldüren, yavaşladığında ağlatan Melih Kibar bestesi gibi bir dizgiye de sahip değildi, öyle olsa Ayten çoktan mutlu olurdu…
Sevişme çağrısı hiç değildi…
Oysa Deniz, acınacak gözlerle, kırmızı kan çanağı gözlerle bakıyordu… Mutluluğu çağırır bir hali olmadığı gibi, mutluluğa uzanan bir hikâyeye de yol açmayacağı belli olan bir bakıştı bu.
Elma ile başlayan yaratılış efsanesinin sanki gerçek olduğu,sanki gerçek olmasını istediği cennette, bin bir türlü huri ile çapkınlıklarını ve sarhoşluklarını kutsamaya çalışanların heyecanına kendini kaptırmasa bile, elma ile başlayan hikâyenin dizgisinde Ayten çoktan elmayı yemeye hazır, lanetlenmeye hazır, cennetten kovulmaya hazırdı… Şeytanın ardından gitmeye hazırdı.
Zaman durmuştu orada. Evet, bir Barbara Cartland romanı değildi, kutsal kitaplarda anlatılan aşk efsanelerinden biri değildi… Bildiğimiz, basit, normal bir insanın, yolda yürürken kavuşmak istediği herhangi bir aşk kadar basit ,hiçbir insanın kavuşmak için hamle yapmak istemediği kadar zor olan bir aşk…
Zaman o yüzden durmuştu orada… Kadını tavlamak için çiçek gerekmiyordu. Güzel tatlı sözlere ihtiyaç yoktu. Varlığı yeterdi esas oğlanın… Bu Barbara Cartland romanındaki gibi herhangi bir esas oğlanın, beyaz atı ve prens kıyafeti ile gelmesi gibi bir şey değildi. Bu bildiğimiz esas oğlanın, herhangi bir şekilde gelmesi ile ilgiliydi. Kader, bunca yıl değiştirmek için uğraştığı bu yazgıya boyun eğmek, kadını tavlamak için hiçbir şey yapmadığı gibi, kafasında baret, ayağında sarı çizme, kollarında eldiven, elbisesine çamur bulaşmış insan parçasının varlığına boyun eğmek zorundaydı…
Zaman, Tanrıyı bile durdurmuştu orada, bin bir vaatle kendine inananları etrafına toplayan, Tanrı’nın hiçbir vaadini önemsemeyen bu iki insan, herhangi bir ülkenin herhangi bir noktasında gözü yaşlı bir halde Tanrı’ya yalvarır halde durduğuna aldanmamak lazımdı. Onların Tanrı’sı kaderine uğraşlarına yenilmeyen bir sevgi tutacağıydı ve o sevgiye yürümek için atılacak herhangi bir adımın herhangi bir ateşi ardından sürüklemeyecek olması imkânsızdı…
Bir Türk filmi değildi, küçük Deniz’e büyük Deniz’i tanıştırırken bu senin baban diyebileceği… Bin türlü ahlaksızlıkla, yattıkları kalktıkları, seviştikleri gerçeği değişmiyordu. Başkasıyla evlenmişti, ondan çocuk yapmıştı, boşanmıştı ve şimdi Deniz’in kollarına kendini bırakacaktı…
Zaman durduğu yerden yeniden akmaya başlamıştı. Küçük Deniz, Su’nun elini tutar halde, annesinin sarıldığı bu hoyrat ve devasa adama bakıyordu… Pervasız kadın, kimine göre çocuğunun önünde, onlarca yıldır sürdürdüğü ahlaksızlığına bir yenisini ekliyor, kimine göre ise, hayat kadere ve tanrıya inat dengesini buluyordu.
Hayat
Hayat;
Ben sana seni seviyorum demek isterdim burada böyle durmak yerine…
Işıklı şehre giderken çözdüm hayatı, artık gündüzün bitmediğini. Her yer ışık, her yer aydınlık! Yolda seyrederken anladım...
Yol ve ışıklardan ibaret şehir! Akşam olmasının keyfi var sanki her bir ışıkta, insanı sevdiklerine götüren bir yol olmalıydı burada bir yerlerde yoksa ben mi yanlış biliyordum…
Sıyrılmalıydım korktuğum hayatın ürpertisinden. Tüm kaygıları çıkarıp atmak, istediğim hayata yol almak. Acılar mı vardı yoksa şehrin ışıklarında, hep onlardan kopuyordum. Ne kadar çok hayat vardı öyle, benden uzak benden ayrı… Her biri ayrı hüzün, her biri ayrı öfke, mutluluk var mıydı içlerinde, bulsam çıkarsam onları tek tek.
Ağlasam, denize doğru koşsam, hüzünlensem... Sonra şehrin ışıklarında bir yol bulsam, mutluluğuna yürüsem hayatın. Gözlerimi kapatıp istediklerimi hayal etsem…
Her şeye inat hayata yeniden bir tekme atsam… Attığım tekmeleri unutup, sanki ilk kez atıyormuşçasına, acemice bir tekme olsa bu. Yeniden çıksam yola, her şeyi bir kenara bıraksam. Geride kaldı desem, unutsam.
Göremiyorum! Biliyorum ama…
Camdan seyrediyorum geceyi karanlığı. Dağlar var o karanlıkta. Ne olduğunu bildiğim her şey var. Biliyorum ama göremiyorum. Belki de her şey bu kadar kısa; bilmek ama görememek.
Soğuk geceleri ısıtmak şarapla, karanlıkta kaybolmak, savrulmak, savurmak… Özlemek.
Tutunamamak mı? Dokunamamak mı? Çok mu uzak çok mu yakın.
Sustum! Sessizlik ne cevap verecek diye, hiçbir şey söylemedi ya da ben sessizliğin nasıl konuştuğunu unutmuşum.
Vursam hayata, sert, acıtsam canını, öfkelenmez kin tutmaz nasıl olsa. Uzansam usulca, sessiz derin…
Uyudum uyandım!
Geç olmuş, bugün özgürüm, kendime vakit ayıracağım. Ayılmam gerek. İyi bir kahvaltı, kahve ve yaşam... İnmem gerek, merdivenlerden, komşumu görmem onun beni görmesi gerek. Kalabalık cadde, akşamki kadar olmayan soğuk, hatta ara sıra selam veren bir güneş.
Dönerken gördüğüm eşyalar, eşyaların arasında o ya tanıyamazsam diye korktuğum.
Evimdeyim elimde kahve-sigara balkondayım, eşyaların arasına bakıyorum. Uzansam ulaşacağım sanki! Gülümsediğini görüyorum, geçen gördüğümde de gülümsemişti.
Hayatın en büyük zulmü; ilk kelime… Sonra tavır, yine de yaşam ilk kelimeyi söylemeye bahaneler yaratır. Yoksa romanlar mıdır o bahaneleri yaratan, filmler midir? Köşeyi dönerken çarpışmak, eşyaları taşımak, giderken götürmek, bakıp seyretmek, gülümsemek, tadına varmak. Eşyalarını taşıyor, git yardım et, yaşam hazırlamış senaryosunu. Yazarın en zor anı değil midir, tanıştırmak? Yüz yüze çarpıştırıp aynı yönlere göndermek… Sırada karşılaşmak, sıranın karışması, kadının itiraz etmesi… İki insanın bir şekilde uydurduğu bahane, kırmızı ışıkta giderken bile.
Sonra muhabbeti açmak için sorulan ilk soru; ne iş yapıyorsun? Bilmem ne direktörüyüm ben, aslında elimde bant mağazaya gelenlerin çantalarını, torbalarını bantlıyorum. Onlara bir şeyler atıp çalmasınlar diye. Ben de bilmem ne direktörüyüm, güvenlik kamerasından seyrediyorum potansiyel hırsızları. Aynı mağazada, nasıl da tanışmadık biz daha önce? Ben yerime gelen vardiya arkadaşımı tanımıyorum, seni nerden tanıyacaktım. Kapitalizmin makam yükseltmesi değil miyiz? Direktör değil miyiz?
Bakıyorum gülüyorum, bakıyor gülüyor. Hadi git tanış, romanın en güzel yanı, en kolay tanışma anı. Gidip sarılmadan, sadece ‘merhaba’ diyecek. Karşılık verecek, hatta soracak, isminiz ne, ne iş yaparsınız? Sonra tamam sizli bizli konuşmayalım. Sen ben olalım. Sarılmak, sevişmek sonra. Önce sevişsek de sonra tanışsak? Nasılsa karşılıklı komşu olduk, elbet tanışacağız, gizemini kaybetmesek sevişmenin. Sevişmek ayrılık olmasa, kalbine dokunabilmenin ilk şartı olsa.
Sigaram kahvem bitmiş, içeri giriyorum, alt tarafı bir tanışma merasiminden uzak tutan ne beni? Aşk vaat eden görüntüyü bırakıp radyoyu açıyorum, iyi ki bir filme takılmak gelmiyor içimden, yoksa neler kaybedeceğim film izlerken… Koltuğa uzanırken.
Kapı çalıyor, kahve yap diyor arsızca. Tamam diyorum, içeri geliyor. Yemek molası vermişler. O da buraya çıkmış, sen yemeyecek misin diyorum. Yok diyor. Eşyalarını beklemeyecek misin diyorum? Onları beklerken hayatı kaçırmak istemem. Evet diyorum ben de film seyrederken hayatı kaçırmak istemem. Hatta sinemada daha çok kaçıyor hayat. Sigara tiryakisi oldum son zamanlarda, içmeyenlerin sağlığını korumak için onların arasına karışmıyorum. Tiksinmelerini görmek zor geliyor. Çevreyi koruyan, hayvanları koruyan, havayı koruyan, ağaçları koruyan onlar. Ben de boşuna yaşayan bir zararlı insan. Şükür seni benden korumuyorlar. Yoksa biri kapıyı çalıp da bırak o kadını der mi? Yine de seviyorum onları, doğruyu yaptıklarına inanıyorlar, içinde hata var mı yok mu umursamadan. Siyasi sansür uygulayan ve kendini haklı gören insanlar gibiler. İyi olduğuna inandıkları şeyler için sansür uygulamaya çalışıyorlar tv de sanatta. Çocukların ruh sağlığını koruyalım, onların yazma, okumasını görmesinler, izlemesinler televizyonda. Hayatın içinde görecekleri onlara yeter. Sağlığı bozan hiçbir şeyi göstermeyelim. Belki gelecek nesli koruruz, siyasal sansürcüler de korumaya çalışıyor gelecek nesli zararlı akımlardan, bir yandan sansür yok diyerek. Gelecek mutlu güzel günleri kursunlar diye kendilerine.
Sözümü kesiyor. Öyle çok şey anlatmışım ki neredeyse kahvesi bitmek üzere. Çocuklara göstermeden sevişiriz biz de, nasıl olsa nüfusu planlamak istemiyor mu yere batasıcalar, ekmek kalmamış gibi, ekmeği dökerken diyor…
Ellerini tutuyorum, sıcak, öpmek istiyorum uzanıyorum, daha çok öpüyor. Dokunuyorum daha çok dokunuyor. Sarılıyor sanki hiç bırakmayacak.
Eyvah diyorum! Ya bırakmazsa, ya gitmezse! Ya ben git diyemezsem! Ya başka kadınlara bakamazsam!
Belki elinde ehlileşirim. Sigarayı bıraktırır bana, zaten sevmiyorum içmeyi. İçki de içmem belki. Her akşam onunla film seyrederim. Birbirine kavuşmaya çalışan âşıkları seyrederiz. Hayvanları, bitkileri sevmeye başlarım. Mutlu insanlara benzemeye başlarım. Hayvanları sevip, hayvanlarla insanlara eziyet ederim ben de. Hayatın en yüce duygusunu tadarım…
Omzumdaki ısırıkla kendime geliyorum, dudaklarım boynunda. Neler oluyor böyle? Ben de omzuna gidiyorum. Ben de ısırıyorum, benim canım yandı onun ki de yansın. Efkârlandım belki de. Keşke yağmur yağsa bizi ıslatsa, göğüslerinin ucu daha çekici mi olur, yoksa benim tenim mi?
Isırırken hissettiğim ateş, dokunurken yayılan alev. Ondan gelen ses. Ne diyor anlamıyorum. Hırlıyor mu yoksa? Yok, hırlayan ben, inleyen o! Üstüme çıkmış olan o. Ben onu seyrediyorum. Gözlerini kapamış, başı yukarı doğru. Belki hayal ediyor, belki kalbi duracak.
Yoksa çok uzun zaman geçti de ben mi yeni fark ediyorum. Nasıl konsantre oldu bu kadar kısa zamanda, bu nasıl cesaret?
Bana yapıştı tekrar, her tarafımı ısırıyor. Yorgun muyum ben? Bu kadar kötü mü! Neden teslim ettim kendimi? Hayatın hiçbir yerinde bırakmadığım kontrolümü yitirdim. Mutluluk bu olsa gerek.
Kadına bırakmak, kadına salmak, kadına doymak... Sadece mutluluk yörüngesi! Hayatın etrafında dönen. Kadına bırak hayatı, öylece aksın. Sevmeye gerek yok! Sevişmesi yeter. Hatta çocuk bile yapsın. Yaşlanmış olurum ben o yörüngede.
Kucakladığım an kucaklanan çocuk kadar mutlu. Ben de mutluyum. Bu kucaklama hiç bitmesin istiyorum bir an. Belki gittikten sonra yalnızlığına sarılırım, hatırasına sarılırım. Unuturum belki de. Başka zaman başka yerde gördüğümde bu o diyemem.
Yine de sevmek istiyorum biteceği anı düşünerek. İyice sarılıyorum. Kontrolü ele alıyorum. Bu kadar yeter. Yeteri kadar oynadı benimle. Gözleri kapalı öylece uzanıyor yere. Fahişe kim bilir neler düşünüyor. Nefret mi etmeye başladım yoksa, nasıl konsantre oldu ki bu kadar? Çok mu çekiciyim ben, o zaman diğerleri neden reddetti? Tek fark eden o mu bendeki gizemi? Yok, kim bilir kimi hayal ediyor. Kim bilir kimden hazır geldi. Kimden intikam alıyor. Heyhat meyvesini yiyen ben mi oluyorum. Şanslı erkek miyim hikâyenin bu kısmında. Mutlu mu olurum yoksa intikam bahçesi olarak mı görürüm kendimi. İntikam alacak bütün kadınlar gelebilir diye gazeteye ilan mı veririm?
Üzerine uzanıyorum. Morluk bırakmak en güzel şey olur. O zaman işaret bırakmış olurum bir sonrakine. İsmimi mi yazsam göğüsleri ile omuzları arasına ısırarak? Bastırma sırası bende ya, o sadece kıvranıyor.
Elleri başımda, saçlarımın arasında, kadınların bunu yapması güzel, sırtıma sarılıp tırnaklamak yerine. O da olacak güzelim, biraz daha bekle tırnaklamaya başlayacaksın.
Ben de başkasını mı hayal etsem gözlerimi kapatıp? O görmeyecek ki, acıyı bana yaşatıyor zaten. Ben gözlerimi kapatsam ne olur. İkimiz de karanlıkta kalırız. Oysa birinin aydınlık olması lazım, hayatı görmesi lazım, dışarıdan gelen sesleri dinlemesi lazım, müziğin ritmine uyması lazım! Öteki ne isterse onu hayal etsin.
Kim bilir bale yapıyor belki hayalinde. Müziği duyuyorum ya oradan aklıma geldi. İyi ki cenaze marşı çalmıyor radyo. Ben hayatın cenazesi olmuşum zaten. Sevişmenin cenazesi, bir de radyo çalarsa… Üçleme olur, ben de uzanır tabut beklerim.
Uzanmaya az kaldı zaten, birazdan öfkelenmeye başlarız karşılıklı, yaşananlara. O susup bir kenarda oturur. Ben aslında öyle kadınlardan değilim demeye çalışır. Bana ne güzelim. Zaten hiçbir kadın öyle değildir ki. Hayatın dayatması bu!
Bana ne o dayatmadan. Ben şanslı erkeğim şu an sadece. Sen istersen sevme beni. Hatta nefret et. Uzaklaş benden her saniye, git, gel, dağıt kendini. Özgür ol, kendini bırak bana yeter. İstemediğin yerde çeker gidersin. Zaten benden çok başkasınınsın şu an. Ben rol yapan aktör… Üstelik kimi oynadığımı da bilmiyorum.
O yüzden bana izah etmeye çalışmana gerek yok. Git, beni kim hayal ettinse ona izah et. Hatta kandır onu. Beyaz yalan söyle. Senden başkasıyla sevişmedim de. Yalanın üzerine mutluluk inşa edersiniz. O da aldatmıyorum diye yalan söyleyecek nasıl olsa. Aldattığını söyletmeye çalışma yeter. Mutsuzluğa giden yol oluyor çünkü. Kadınlar cesur olur. Karşılarına alabileceklerini zannederler. O yüzden karşılaşmak isterler. Sonra cesaretleri kaybolur gider. Yıkılmaya başlar bedenleri, ruhları. Zamana karşı koyamazlar. Attığın beyaz yalanlara uyum sağlasın aldatmaları. Söyletmeye de çalışma.
Yere uzandım, ayağa kalktı, banyoya gitti. Hani bir kenarda oturup acı çekmeyecek miydi? Bana ne, ne yaparsa yapsın. Ben sigara yakıyorum bir tane. Aynı yere uzanıyorum. Asıl şimdi hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Rüzgâr gibi geçmiş her şey, öyle hissediyorum. Kim bilir kaç eser çaldı radyoda, bir cenaze marşı çalmadı…
Bir de o bana katılmadı…
Sigaram bitmek üzere... Banyodan çıkıyor. Saçları ıslak değil. Duş almamış fahişe. O da benim gibi çıplak, bedeninde ıslaklık var ama. Sigara yakıyor, koltuğa oturuyor. Bana bakıyor. Sakın konuşma güzelim. Dolaptan içki al, sigaramın hepsini bitir. Hiç gitme evden ne yaparsan yap ama konuşma. Acı verecek her kelimen. Bana öyle bak ama konuşma. Başka zaman anlatırsın kimi aldattığını. Sen felsefe yapsan, en büyük cümleleri kursan, benim içimde acı olur her bir kelimesi. Kahve istedin, sevişmek istedin, o kadar yeter, benden bütün bir geleceğimi çalma.
Böyle ona bakıp düşünmektense, konuşmasına fırsat vermeden, susmadan konuşmak istiyorum. Ama ne anlatacağım. Sevişirken beni aldattığını hissettim. Ben öyle sevişmeyi kar sayan erkeklerden değilim mi diyeceğim? O zaman o da ben öyle kadınlardan değilim mi diyecek?
Nasıl başlayacak diyalog? Tanımak, tanışmak. İsmi ne? Nerede bilmem ne direktörlüğü yapıyor. Hiç karşılaşmadığımız kesin. Şimdi en zor anı mı tanışmanın, yoksa en zor anını atlattık mı?
Hiç kalkmak istemiyorum. Beni sevgiye muhtaç bir çocuk zannetsin. Alnımı öpüp çıksın gitsin hayatımdan, durmasın daha fazla.
Nerede ne yapıyor beni ilgilendirmiyor. Gelip kollarımda yaşamayacak nasıl olsa. Kendimi zorlasam teklif etsem, anın en büyük hatası mı olur.
Sigarası bitti fahişenin. Hala konuşmadı üstelik giyinmeye başladı. Ne kadar da güzel vücudu varmış. Ben de onu hep seyrettim güya. Ama giyinirken daha güzel! Bana yaklaşıyor. Ne yapacağım ben. Gözlerimi kapasam intikam mı alsam? Gidişiyle ilgilenmeyerek. Alnımdan öptü, bu ne şimdi? Yoksa ben gerçekten sevgiye mi muhtacım. Öpmeye başladı tekrar, bahşiş olsa gerek. Ya da gitmek istememenin çırpıntısı mı? Şimdi evine kapanınca ağlar da, bana belli etmedi ya, avuntusu olur.
Ben intikam almayı hesaplarken, o arkasına hiç bakmadan gitti eşyalarının arasına, belki ötekine. Ben öylece uzandığım yerdeyim.
Balkona çıkıp bakmak, seyretmek, cesaret!
Dostları ilə paylaş: |