Halit’le Seyahat
Sokaklarda yürüyormuş adam sersemce.
Tanrıya dua etmiş. Bir caminin köşesindeymiş. Onu bir kez daha görebilmek ümidiyle, Tanrı demiş, orda bir yerdeysen. Orda bir yerdeysen benim kalbime olan zalimliğini bir köşeye bırak. Hiç olmazsa aramızdaki kavgayı sadece bu konu için bir kenara bırakalım, sen de bana yardım et demiş.
Ve bildiği bütün duaları, evliya ve peygamber isimlerini sıraladıktan, literatürü bu konuda Tanrı’ya olan düşmanlığı sayesinde bir hayli fazla olduğundan olsa gerek, bir süre sonra kalbinde bir açılma meydana gelmiş.
Onu düşündüğü için içindeki alışkın olduğu yanmadan sonra bu açılmanın bedenine nasıl bir etkisi oldu bilememiş. Bir huzur kapladı içini, ona emin.
Dere kenarındaymış o sırada. Su öyle güzel, öyle yavaş akıyormuş ki. Şırıltısı ve birkaç kuş sesi belki o an onu dünyanın en mutlu insanı da yapıyor olabilirmiş.
Kendini kaybettiğini hatırlıyor o sırada. Aslında öyle romantik bir an olmamalı. Çünkü etrafında birçok insan sesi, araba sesi ve hatta bak şimdi hatırladı bir de ezan sesi. Bu kesinlikle ikindi ezanı olmalıymış, zaman bir hayli ilerlemiş çünkü.
Ettiği duanın daha etkili olması için camiye gidip namaz kılmayı düşünmüş olmalı.
Nihayetinde öyle romantik bir an olmamalıymış.
O zamanlarda yaşadığı tek romantik an, yağmur yağdığı bir sırada sığındığı bir pasajın önündeki sandalyede yağmuru ve az ilerde bir parktaki fıskiyeyi seyrettiği an ki o anda yağmur kesildikten sonra önüne gelen iki küçük üveyik sürüklemiş o romantizme.
Deli gibi sandalyede oturmuş onu düşünüyormuş. Bir üveyiklere bir de fıskiyeye bakıyor, kaç tane sigara içtiğini bilmez bir halde. O sırada çaycının ve çay ocağındaki diğer müşterilerin baktığını hissediyor, evet o mistik ortamı bozmamak için bir süre onu düşünmeyi ve fıskiye ile üveyikleri seyretmeyi sürdürmüş.
Bunun haricinde romantik ya da kendini onunla hipnoz ettiği anları olmamış. O kadar gürültülü bir hayatın içerisinde bu mümkün olmuyormuş.
İlk gittiği zamanlar sıcak ve çöl gibi gelmiş oralar. Kimi geceler dışarı çıkıp geziyormuş ama bütün bu gezinti turları sonucunda karşısına o çıkmayacağı için hiçbir önem addetmiyormuş onun için. Arkadaşlarının zoruyla yaşadığı birkaç maceralı gecenin hayatında uzun süre yer alacak esintileri olmamış değil.
Nihayetinde bu esintiler ya da gecelik eğlenceler, bir kadının daha çok ilgilenmesi ile doruğa çıkıyor, kadında onu aramaya başlamasından sonra tadı kaçıyor ve her zaman yaptığı sarhoş rezilliklerinin ardından son buluyormuş.
Elin Nina’sının ya da Ayten’inin ne düşündüğü çok da umurunda olmuyor açıkçası.
Yine de bütün o geceleri ya da zamanları onunla düşünmekle geçirdiği için romantik ya da duygusal diye tanımlanmaması gerektiği ortada.
Mesela çoğu zaman çalışıyor olması ve her bir işe başlama saatinde, çalışırken, mola verince ya da yemek aralarında bir köşeye çekilmesi, tek başına avantür bir biçimde onu düşünmesi ya da düşünmeleri de bir anlam ihtiva etmez.
Bir keresinde bir köşeye uzanmış, yine hayallerinde onunla yaşıyormuş ki ortalığı kaplayan gürültüyle kendine geldiğinde fark etmiş neredeyse ayağı bir forklift tarafından ezilmekte. Sanıyor ki sürücünün de onun gibi bir sevdası var, ne o ne kendi fark etmiş. Bir köşede onu seyreden çalışma arkadaşlarının gürültülü müdahalesiyle atlatmış kazayı.
İşte Tanrı’ya muhtaç olduğu o an, ya da bunu Tanrı’ya muhtaç olmak değil de, Tanrı’ya dua ettiği o an diye düzeltelim.
Nihayetinde insan hangi dine inanırsa inansın, hiçbir dinde Tanrı’ya muhtaç olmaz. Tabii ki dinler temelini, muhtaç olmak ve sığınmaktan alır ama asla bunu bu şekilde açıklamaz. Ortaya atılan kader inancında, kişinin kendi tercihlerini kendisi yaptığı söylenir.
Sonuçta Tanrı’ya muhtaç olmuyor isek bile ondan yardım istemeyeceğimiz anlamı çıkarılmıyor. Yardım isteme aracı da dua olduğuna göre, Tanrı’ya dua ettiği an diye düzelttim.
O dere ve ezan sesi sanırım bir nevi türbe vazifesi görmüş ve o andan sonra onunla yaşadığı paylaşımların hepsi değişmiş.
Gayet güçlü bir enerji alıyor, artık ona dokunma, öpme, teninde şehvet bulma tutkusu ile yanıp tutuşuyormuş.
Evren artık bir kubbe olmuş, ikisini çevrelemiş ve belki bunca yıl yaşatmadığı mutluluğu yaşatmaya başlamış. Evet demiş artık Tanrı bu konuda benimle uzlaştı ve seni aramızdaki kavganın dışında tutmaya başladı.
Artık hiçbir yol gözünde büyümüyor ve her anı ona kavuşma hasreti ile yanıp tutuşuyormuş.
Öyle ki o zamana kadar varlığını hissetmediği bir işi olduğunu, onunla ilgilenmesi gerektiğini düşünmüş. Bu düşünce onu daha da başarılı yapmış ve işyerinde hatırı sayılır bir noktaya birkaç günde gelmiş. İşine dört elle sarılmış çalışıyormuş.
Bir zaman böyle gitmiş. Sabah işe başlıyor, akşam işten çıkar çıkmaz telefona sarılıyor artık sevgilim demeye hazırlandığı kadınla konuşuyormuş.
Yollar varmış aralarında ama o yollar gözünde küçülmüş, küçülmüş ve bir gün o yola çıkmış.
Bir süre önce terk etmiş kadın onu. O da gelmiş bu kente yerleşmiş ve yukarıda anlattığım hikayeyi yaşamış. Şimdi yolda, sevgilisine gidiyor ve benim hemen yanımda oturuyor.
Yazar olmanın zor tarafı bu, ya da benim için. Çünkü eğer bir yerde biri bir şey anlatmaya başlarsa ona susmasını söylemektense hikayesini daha da derinleştirmesine yardımcı olmak ufkumu açıyor. Böylece hem yeni bir hikaye yakalıyor insan hem de gerçek bir olaya tanık oluyor.
Bu yüzden kendimi yollara vurmayı seviyorum. Tabii ki yollarda olmak güzel olduğu için, nihayetinde gezerken yazmayı düşünmek amacı ile çıkmaz yola insan. Yine de gezerken sağı solu gözlemlerken daha kolay bulgulara ulaşır.
Tamam, burada duralım!
Yazar bunu bilerek yapıyor. Aslında kimi zaman öykü yazmak eğlenceli olsun diye lafı oradan buradan eveliyor.
Aslında otobüste öykünün kahramanını dinlerken kafasında bir fırtına patlamış, işte bu yüzden öyküyü sanki bir Halit Ertuğrul öyküsü tadına çevirmiş. Aslında öykü bu ya, hazır Tanrı öykü kahramanına yardımcı olmuş ya, öykünün içine bir de evliya katıp adamı kutsamak istemiş ama alçalmanın da bir derecesi var canım.
Yazar hiç olmazsa Halit gibi öykü kahramanlarını dinsizleştirmiyor! Pardon Halit onlara bir din ve Tanrı veriyor.
Mesela kahraman bütün bu hikayeyi anlatırken yazar da ona Tanrı diye bir şeyin olmadığını, insanların sınıflar arasında bölündüğünü anlatacakmış ama demin bahsettiğim alçalmaya gerek yok.
Yazar sadece art niyetsiz dinlemiş. Kimsenin dininin olması ya da olmaması ile bir derdi yokmuş çünkü.
Ama Halit’in varmış, Halit bu yüzden öykülerini şırıl şırıl bir dünyada yazar, iyi ve güzele dair bütün duyguların ortasında insanlara dinini anlatırmış ve onların komünistlikten nasıl dindarlığa geçtiği ile övünürmüş.
Aslında bu öykünün kahramanı yanlış otobüste yanlış yazar ile karşılaşmış, Tanrı neden böyle istemiş yazar da bilmiyor, kesinlikle orada yazarın yerine Halit’in olması gerekmiş ve Tanrı’nın bu mucizesini evliyalar ve büyük âlim hocası ile süsleyip insanlara kitap olarak armağan etmeliymiş.
İnsanlar da ondan faydalanmalıymış.
Şöyle olurmuş cümleler;
Genç öyle coşkulu anlatıyordu ki onu daha çok konuşturmak, daha çok konuşturmak ve Tanrı’nın bir mucizesi ile komünizm illetinden kurtulduğunu ona müjde etmek istiyordum.
Öğretmenliğe ilk başladığım zamanlarda da bu tür mucizelerle karşılaşıyordum, böyle derin olayları yaşıyordum ama bu öylesine derin öylesine komünizm düşmanı bir öyküydü ki, otobüsü hemen orada durdurasım, abdest alasım ve hemen oracıkta şükür namazı kılasım geldiği oldu. Otobüste birçok insan olduğu ve şimdilik birçoğunun böyle bir gereği anlayışla karşılayamayacağını düşünerek vazgeçtim, inşallah o günler de gelecektir.
Genç Tanrı’ya olan duası sayesinde hem sevgilisine kavuşmuş, birazdan otobüsten inince onu görecek, hem de kalbine inen nurun gücüyle işinde başarılı olmuş. Böylece bir din kardeşimiz daha çevresinde sevilen sayılan bir haleti ruha kavuşmuş.
Sevgilisinden uzakta, Tanrı’ya dua edene kadar ki halinin ne olduğu, nasıl anarşist bir başıbozukluk içinde olduğu anlattığı hikayede açıkça gözükmekte, bunu okurla elbette paylaşacağım, sıra ona da gelecek. Ama öncelikle böyle güzel bir olayın gerçekleşmesinin risale-i nurda nasıl işlendiğini gence nasıl anlattığımı paylaşacağım izin verirseniz sizlerle.
Çünkü bu az bulunur örnekte mucizelendirildiği gibi Tanrı kendisine edilen duayı geri çevirmez ve kuluna yardım eder…
Evet,otobüste yazarın yanına oturan öykü kahramanı yanlış yazar seçtiği için bu güzel bilgilerden faydalanamamış.
Sadece anlattığı hikayeyi derinleştiren ve sabaha kadar onu dinledikten sonra onu karşılamaya gelecek olan sevgilisini de görmek isteyen bir yazara denk gelmiş. Üstelik yazar olduğunu da bilmiyor!
Nihayetinde yolculuk bitmiş ve öykü kahramanı ile yazar otobüsten inmiş ve öykü kahramanının bahsettiği kız ve kızın erkek arkadaşı ile tanışmışlar… Hikâye de bitmiş.
Terk Edilmiş Özgürlük…
Yazar başlığını özgürlük üzerine atmış. Sonra başlığın altına bakmış, boş, beyaz bir belirsizlik. Kalemden akmaya başlamış mürekkep. Her bir nokta belirli belirsiz bir araya dizilmiş, yazar onları kimini harf, kimini nokta olarak derlemiş. Akmışlar beyaz boş sayfaya, sayfayı kimisi yukarıdan aşağı, kimisi aşağıdan yukarı okumuş.
Kimisi ortadan başlamış okumaya. Önce aşağı, sonra yukarı doğru okumuş. Velhasıl okuyan okumuş.
Kadın hayatı sevmiyorum demiş. Yazar da beni de sevgilim terk etti demiş. Kadın bana ne demiş. Yazar da bana ne demiş…
Demişler de, bir salondaymışlar, kadın çok güzelmiş, seksiymiş, hava sıcak o yüzden bütün vücudu ortadaymış. Beyaz teni, sütun gibi bacakları, kalçası, iri ve dik göğüsleri, velhasıl güzelmiş kadın, seksiymiş.
Koltuğa oturuyormuş kadın, siyah saçları dalga dalga özgürlüğe pardon rüzgârın estiği yöne savruluyormuş. Bacak bacak üstüne atmış, bir de sigarası varmış elinde. Yazar onu seyrediyormuş, tam karşısındaki koltukta, çekici, seksi ve güzel kadını. Vücudunu seyrediyormuş ve İsa’nın ona yasakladığı şehveti hissetmiş yazar iliklerine kadar.
Şehvet, bir özgürlük şarkısının notalarında, kadına sarılmak, tatmin olmak, bir daha sarılmak ve bir kez daha tatmin olmak… Bir kez daha… Bir kez daha…
Kadın tekrar etmiş, hayatı sevmiyorum diye. Yazar da beni de sevgilim terk etti demiş, kadın bana ne demiş senin sevgilinden, yazar da bana ne demiş senin hayatından.
Hadi bana nutuk at diye bağırmış kadın yazara.
Hayatı sevmem için. Kahrolası apartmanın merdivenlerini, kör komşumu, kapıcıyı sevmem için nutuk at.
Merdivenler çoğunlukla pis ve çok dik, zaten hiç merdivenle çıkmıyorsun ki bu daireye, nesini seveceksin. Kör komşun da keman çalmayı bilmiyor, onu da sevmen için nutuk atamam. Hele kapıcı, seni gördükçe şehvetle poponu seyrediyor. Sonra seni hayal ediyor, karısında bulamadıklarını düşlüyor sende. Nesini seveceksin boş versene.
Hadi ama hiç mi bir şey yok, park var, işyerim var, asfalt var, ayrıca bırak seyretsin kapıcı, belki bir gün ona karısının vermediklerini veririm fantezi olsun diye belli mi olur. Dulum ya, bakıyor öküz ama hiç olmazsa korkuyor benden. Ya patronum? Korkmuyor da, saldıracak nerdeyse, az kaldı, biraz daha genç olsam delik deşik olmuştum altında şimdiye kadar. Hoş işi bırakmazsam yine olacağım ya…
Hah, sen şimdi işe mini etekle git, o kadar süslen, adamın karşısına geç adamı azdır, ondan sonra saldırıyor de. Hadi kızım hadi ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Vereceksin adama da nazlanıyorsun. Kime masal anlatıyorsun sen, kapıcıya gelince, apartmanda adını çıkartır, bütün komşulara anlatır, 7. katta Pınar var ya der, önüne gelene veriyor, bana bile.
Kadının yazara bir yumruk atası geldi. Kalkmadı ama ayağa. Öylece yerinde biraz kımıldadı. Ayağını indirdi, yeniden bir sigara yaktı. Hayatı sevmiyorum dedi tekrar.
Beni de sevgilim terk etti, ne var yani dedi yazar. Kadın öfkeli bir bakış fırlattı yazara. Yazar devam etti: şu geçen gece sanal seks yaptığın bir genç var, onu çağır, izin al birkaç gün, eve kapan, bolca seviş onunla. O mikrofona seni nasıl becereceğini anlatırken sen kıvranıyordun yerde deli gibi. Bence onu dene, bırak kapıcıyı, ağzı salyalı kalsın, öyle daha güzel!
Yok, olmaz o çocuk, o daha çok genç, anlatırken bile heyecanlanmıştı, beni değil kendini azdırıyordu saf. Sonra aşık falan olur. Olmaz o çocuk.
Neden aşık olsun sana? Hem çocuğa bir iyilik yapmış olursun. Üç gün rahatlamış olur. Sen de bu abazanlıktan kurtulursun.
Abazanlık mı? Aptallaşma. Şu köşede dursam yeter.
O zaman ne bu körlüğün, öfken?
Ne körlüğü, bunamışsın sen. Yaşlanıyorsun artık. Aklın fikrin sevişmekte, beni de yoldan çıkarıyorsun, o çocukla yatacağıma, patronumla yatarım. Kendime iyilik olur.
Aman ya, bana ne senin sevişmelerinden? Hepsi geçmiş gitmiş ilişkiler işte, yaşadın ve bitti. Çık sokağa, kaldığı yerden devam et hayatına.
Ne duruyorsun at kendini denize! Ha ha. Çok komiksin, sana ne oldu anlamıyorum, bana abazan diyecek kadar salaklaştın. Ben sana diyorum ki hayatı sevmiyorum.
Ben de diyorum ki beni de sevgilim terk etti.
Kadın hay senin sevgiline dedi. Ayağa kalktı. Ayaktayken daha güzeldi kadın. Hele arkası dönükken, yazar şehveti silkti omuzlarından. Kadın da mutfağa doğru gitti.
Kadın 40 yaşındaydı. Duldu. Genç bir kızı vardı. Eski kocası kahrolası bir otobüs kazasında ölmüştü. Kendi her nasılsa sağ çıkmıştı o kazadan. Üstelik hastaneye yaralı gittiğinde öğrenmişti kızının doğacağını. Kocasının ölümü kızının doğumu derken, zaman onun bunun kucağında akmış gitmişti. Şimdi kız iki yıldır annesinin yanında değildi. Okuyordu. Ondan öncesinde yanında mıydı elbette bu da tartışılır.
Kocasının ölümünün etkisini Emre’nin kollarında atmıştı ilk defa. Kızı dört yaşındaydı. Bir fabrikada sekreterdi o zaman. Aklı başında bir patronu vardı, işini seviyordu. İşçiydi Emre o fabrikada, çalışmaya başladıktan üç yıl sonra, yağmurlu soğuk bir günde, durakta eve gitmek için beklerken kendisine uzatılan bir mendil tanıştırmıştı Emre’yi kadına.
Ben Pınar, ben Emre, aslında ben sizi tanıyorum demişti, aynı fabrikadayız ya. Hoppala nerden çıktı şimdi bu. Binlerce insan çalışıyor orada. Çalışıyor elbette, binlerce insan çalıştığı için var o fabrika, onlardan biri de benim. Öteki de sen.
Yakışıklıydı, kocasına ve babasına ihanet etmemek için günlerce sızı kaplamıştı içini, zor olmuştu ama bir aralık akşamı, gecesi, Emre neden sendika kurmak için mücadele ettiğini anlatırken, onu evden aldığında, kendi evine götürdüğünde, parça parça gelişen bir hikayenin sonunda sevişmişti onunla.
Sabahı Emre daha uyurken, kalkıp gitmişti annesine bıraktığı kızının yanına. Ağlamıyordu artık. Üzülmüyordu da, ne kocası geri gelecekti ne de babası. Hem Emre’de yakışıklıydı. Akıllıydı ve iyi biriydi. Mutlu olmuştu kollarında, yine de özlemişti kızını, gitmişti.
Emre’de aramamıştı bir daha.
Aslında bir dahası da olmamıştı ya. Bir kez görmüştü, birkaç gün sonrasının sabahıydı. İşçi servisleri fabrika kapısına yanaşırken, herkes inerken o bir köşede nedense duraksamış, mavi otobüsü ve otobüsten inenleri seyretmişti. Hepsi oydu.
Sonrası malum, Emre ve birkaç arkadaşı işten atılmış, fabrika kapısında eylem için çadır kurarken terör örgütü propagandası yapmaktan gözaltına alınmış, adı bilinmeyen bir örgütün propagandasını yaptığı için tutuklanmıştı. Sonrasını Pınar’da bilmiyor.
Bilmiyor ama bu olayın yakınlarında bir sabah, fabrikaya girmek için turnikede kartını okuttuğunda kartın çalışmadığını gördü. Güvenlik odasına gitti. Kartın artık geçersiz olduğunu öğrendi. Yutkundu Pınar, kızı vardı, dört yaşındaydı. Annesi kendine zor bakıyordu. Yutkundu kaldı, arkadaşları ona baktı, içeri gitti onlar, vardiya vardı, saati vardı, gitmeliydiler. Güvenlik odasındakiler alanı terk etmesini istedi.
Terk etmeliydi…
Bir kez sevişmişti Emre’yle ama adam gibi sevişmişti. Aramamıştı ama olsun defalarca tatmin olmuştu. Yürüdü Pınar, yürüdü evine, kızına.
Ne var ne? Bağırdı yazara tekrar, sen biliyor musun arkasından, günler sonra bir galeride işe girdim, kahrolası herif aylarca becermeden eve yollamadı beni. Kendi yetmedi bir de arkadaşını çağırdı adi herif. O akşam neye uğradığımı şaşırdım, bekledim işleri bitsin diye, kendimi zor attım dışarı. Günlerce kustum. Ama hayat beklemiyor…
Dönmemeliydin o galeriye, polise şikayet etmeliydin. Etmeliydin ki gözü dönmüş sapıklar cezasını çekmeliydi.
Hayır, yanlışın var dönmedim. Aradı, gel paranı al dedi, öyle gittim. Kiramı ödeyecektim, gittim. Ben şikayet edemezdim, kime ne anlatacaktım ki? Günlerce boyun eğdim. Benden sonra 15 yaşında bir kıza yapmışlar günlerce, yakalandılar. Ve cezalarını gördüler.
4 yıl sekiz ay.
İşte bu yüzden sevmiyorum hayatı.
Beni de sevgilim terk etti.
Bana ne senin sevgilinden he, bana ne? Terk etmiş iyi ki, bunak.
Mutfaktan bir fincan kahve alıp geldikten sonra yazara ağza alınmayacak kadar ağır laflarla sövüyordu Pınar. Yazarın karşısına oturdu tekrar. Kahvesini yudumladı, sigarasını yaktı. Ağlamaklı bir sesle anlatmaya başladı.
Kalabalık bir caddede yürüyordum. Kar yağmıştı, yerler beyazdı, hatta bir kadın düşmüştü yere, ona bakarken yüzünü görmediğim bir genç tutuşturdu kâğıdı elime. Ben ne olduğunu anlamak isterken uzaklaştı, elimde kâğıt, öylece bakakaldım.
Üzerinde Emre’den yazıyordu, alelacele yazılmıştı, onun yüzünden işten atıldığıma üzülmüştü. Özür diliyordu, o sabah neden gittiğimi, onu neden terk ettiğimi bilmediğini ama yaşananlara ancak bir anlam yükleyebildiğini anlatıyordu. Korktuğumu sanmıştı, korkuyla seyretmiştim onu bütün gece. Oysa o not elime geçtiğinde o galeriden, hatta ondan sonra çalıştığım otobüs şirketinden bile ayrılalı çok olmuştu. Ne iş yapıyordum ki. Bilmiyorum, bütün duygularımı çoktan yitirmiştim, kızım sekiz yaşına gelmişti. Öylece eve gittim, kâğıdı anlamsızca okuduktan sonra. Ama hissettim, orada, çevremde bir yerdeydi.
Gelseydi, sevseydi beni, sevişseydi ya benimle yine.
Gelemezdi, sevişemezdi seninle. Kaçıyordu o gün. Bir köşede durmuş insanları seyrederken görmüştü seni, orada o notu yazmış, arkadaşına sana vermesini söylemişti. Seyretmişti seni, sen okuduktan sonra kâğıdı cebine koyarken, eve doğru yürürken hiç çevrene bakmamıştın bile. Neden gelsin ki o durumda yanına? O da aksi yöne gitmişti işte, zaten kaçmak zorundaydı. Sana gelmemek için bahanesi de olmuştu artık.
Öyle miydi? Bilmem, ben sadece birkaç gün sonra gazetede fotoğrafını gördüğümde anlamıştım evreni ve onu.
Anladın mı? Anladın da ne yaptın? Öylece baktın Emre’nin soğuk, ölü fotoğrafına. Umursamadın bile, neydi şu bankacıyla çıktın o gece, buz gibiydin o fotoğrafa karşı, buz gibiydin ve seviştin o bankacıyla, kıvrak ve zekice. Anlamışmış evreni.
Ya ne yapacaktım? O öğretmişti bana ölüleri öyle yerde bırakmayı ve sevişmeyi. O gece sabaha kadar bana ölülerin gölgesinde sevişmeyi öğretmişti. Hepimiz ölülerin gölgesinde sevişmiyor muyuz?
O başkaydı ama değil mi?
Başkaydı evet dedi kadın.
Yazar kadını seyretmeyi ve sessizliğe bürünmeyi yeğledi. Kadın da koltuğa uzandı. Sigarası ve kahvesi bitmişti. Uzandı öylece, elini teninde gezdirmeye başladı. Şimdi yine Emre’yle sevişiyordu. Emre onu öpüyor, tenini soğuk elleri ile keşfediyordu. Yürüyordu Emre Pınar’ın vücudunda. Yürüyordu ve ona sayamayacağı kadar çok noktadan temas ediyordu. Ya bacağını kasıyordu Pınar ya göbeğini, Emre onun vücudunda yürüdükçe.
E hadi ama dedi yazar, irkildi Pınar. Bak kapı çalıyor, git kapıya bak. Kapıcı gelmiştir ve seyretmek istiyordur poponu kim bilir, hadi git kapıya bak dedi yazar.
Bakmayacağım dedi kadın. Açmayacağım kapıyı, kim olursa olsun bana ne. İsterse kör komşum olsun, yine de açmayacağım. Hem sen demedin mi keman çalmayı bilmiyor onunda bir önemi yok diye. Açmayacağım işte.
Açmadı kadın kapıyı. Kapı bir kez daha çaldı ve ondan sonra sustu.
Yazar ayağa kalktı. Kadın koltukta uzanmış hala hayata sövüyor, teninde mutluluk arıyordu.
40 yaşında ve birçok erkek için seksi sayılan bu kadın elbette Emre’yi önemsemiyordu. Her terk edildiğinde, kendini eve kapattığında sarıyordu Emre’nin ölü silueti bu evi. Kapı yeniden çaldı. Yazar salonda bir tur daha attı. Kadın tenini ilk defa keşfeden bir genç kız gibi mutluluğa bırakmıştı kendini.
Zaman Kırığı
Bir sabah, o sabah; elleri bir cebinde bir sallanır halde ki bu sabah; güneşin daha yeni doğmaya başladığı, soğuk ile sıcağın birbirine karıştığı, belki çatılardan çiy damlalarının şapırdadığı, belki güneşin herhangi bir yerde herhangi bir yılanı yavaşça ısıtmaya başladığı. Kim bilir herhangi bir balkona ben geldim derken, bir kadının yanında yatan erkeğe ısınabilmek için daha da sokulduğu ama daha işçi yürüyüşlerinin başlamadığı kadar erken, yeniyetme bir ilkbahar sabahı…
Elleri bir cebinde bir sallanır halde yürüyen Eren, bu adam; şaire göre Dante gibi, kendine göre silik bir şekilde ömrün ortasında, tanrının ona biçtiği, kendi kifayetsiz saysa da tanrıya göre kifayetli, Goethe’ye göre yansıma sayılacak bir ömrün ortasında, gözlerinden okunan, uykusuz, herhangi bir sabahındaydı.
Hoş, ömrün geri kalan kısmı hakkında herhangi kesinliğe sahip olmasa bile, ömrünün bundan önceki bölümlerinde yaşadığı deneyimle bundan sonrasına çok şey aktaramayacağı belli oluyordu.
Nihayetinde, elleri cebinde yürüyordu ve aşıktı… Hepsi buydu işte.
Uykusuz olmasına gelince;
Gecenin ilerleyen saatlerinde, karanlık denemezse bile ışıksız bir koridorda elinde iki fincan kahve ile yürürken yaşamın ona kazandırdığı deneyim, işte kalbinin kırık olmayan tek bir noktası bu deneyim, Özge’nin ona ihtiyacı olduğunu biliyor olduğu idi.
Masadaki kadın herhangi bir şey söylemeden içmek üzere kahvesini almış, neden geldiğini dahi sormadığı bu adamla daha önce geçirdiği yüzlerce olan ama milyonlarca gibi uzun hissettiği gecelerden edindiği kazanımla ne yapması gerektiğini biliyor olduğundan emin bir şekilde koltuğa iyice yaslandı, gömüldü…
Bu gecede sevişmeyeceklerdi, Özge herhangi bir noktadan herhangi bir noktaya yürüyen adamın elini her zamanki gibi teninde değil masada kağıtların, evrakların arasında görecek, hiç dokunmayacak, derinliklerine sürüklemeyecekti…
Yarı karanlık bu ofisi aydınlattı Eren. Özge yüzünü buruşturdu, elini kahvesine attı, çekmeceden bir kağıt daha çıkardı masaya bıraktı… Eren masanın yan tarafındaki dolaba doğru yaslandı, kadını seyre koyuldu… Kadın gözlerini kapattı, elinde fincan yaslandı ardına…
Seviyorum seni, ekmeği tuza banıp yer gibi, geceleyin ateşler içinde uyanarak, ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi…
Şarkı bu şekilde akıp gidiyordu pasajın koridoruna, kadın adama yaslanmış, kollarını boynuna dolamıştı bile, kafasını arkaya doğru atmış, yarı sarhoş mırıldanıyordu; ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi… Ellerini beline atmıştı adam, sırtında gezdirdiği parmakları ile hissettiği sert bir vücut ve ellerinin temas ettiği her noktada, bir yunus balığının denizde oluşturduğu ahenk, yok, her bir ezan sesinin bir iftar sofrası öncesi birbiri ardına, akşamın salgıladığı sessizlik ortasındaki başlangıç ahengiydi…
Dönüyorlardı, zaman dönüyordu… Mevlana dönüyordu, bir mum yanmıştı zaman koridorunda, eridikçe, damladıkça ya kadına düşüyordu ateşi ya adama… Daha fazla diye mırıldandı kadın, şarkı bitti, adam kadının çenesine yöneldi, kadın koltuğa doğru… Devrildi gitti zaman bir fırtınayı takip ederek…
Silkelendi Eren, bir kağıt sesi geldi geçti kulağından, masaya doğru yürüdü…
Gece, işte bu kelime Eren için her ne ifade ediyor olursa olsun, Özge için tek bir anlamı vardı, başlayacak olan yeni bir sabaha doğru zamanın devrildiği, güneşin her bir saniye ardından daha da bir yaklaştığı, uyuya kaldığı, işini bitirmesi gerektiği bir gecenin sabahıydı…
Eren için; artık güneş gelmiş, gözleri ile bakamaz bir biçimde yorgunluğa düşmüş, daha güvercinlerin yere konmadığı, yerdeki atıkların daha toplanmadığı ama çöp tenekesindeki atıkların içine gömülmüş yaşlı bir adamın uyanık olduğu sabah başlamıştı bile… Yürüyordu artık…
İçine çekti kadın adamı, saniye saniye her dokunuşunu hissetti, ellerini gezdirdi teninde… Adamın teniydi sanki. Adamın kokusuydu kalbinde bir yerlerde hissettiği. Adam çoktan çıkıp gitmişti oysa ofisin kapısından… Kim bilir nasıl bir sabaha bırakmıştı kendini. Kadın teninde gezdirmeye devam etti elini… Soluğunu sıkılaştırdı… Heyecana ve yalnızlığa bıraktı ruhunu… Elini bacaklarının arasında sıkıştırıp duruyordu, sandalyeye sıkıştırdı iyice kendini… Ellerini bıraktı, kendini bıraktı herhangi bir sabahtan farklı bu sabaha… Eren’in gittiği…
Aptaldı Eren, sevişmemişti onunla hiç, zaten Elif’le de evlenmemişti.
Oysa Özge, o adama gidecekti…
Bordo renkli duvarları olan, kestane rengi ahşap gardırop, komodin ve sağlam bir ayna olan ama bir köşesinden halısının yandığı bir odaya… Camdan gelen güneşe aldırmadan emecekti beyaz sıvıyı tadabilmek için… Özgürlüğe gidiyordu her bir dokunuşta dili, bir çerçeve çiziyordu ya da kerpetendi…
Eren ellerini iki yana açtı, ömrünün bundan sonrasını, bundan önceki yansımasından okuyabiliyordu ve okudukça ortaya çıkan hikaye canını acıtıyordu. Ellerini iki yana açtı, meydanda dönüyordu da kollarında yine o yoktu. Meydana, meydandaki heykele isyan ediyordu.
Aksakallı bir hayal dokundu Eren’in omzuna, durdu Eren, zaman durdu, meydan durdu, güvercinler havada durdu. Urim ya da tummim gibi yere döküldü iki damla, biri Özge’ye biri geleceğe doğru şapırdadı…
Gülümsedi hayal, elini omzundan çekti…
Eren’in ömrü içinde bulunduğu zamandan ikiye kırıldı… Hayal yaşadıklarını işaret etti, yaşanacaklara yansıdı, balmumu gibi öfke aktı yere, kalbi sızladı… Silik-yitik ve yalnız bir yansımaydı bu…
Hayal yine gülümsedi, öfke damlalardan birinin üzerine düştü… Bir çıtlama sesine karıştı gitti sabahın yalnızlığı… Güvercinler yere indi. Hayal çöp tenekesine doğru yürüdü, Eren dönmeye devam etti…
Özge koltukta kollarını iki yana bırakmış kendinden geçtiği belli olan hali ya da kırmızı yüzünün sıcaklığını hissettiği anların o ruhsal yalnızlık travmasını yaşamaya başladı yeniden
Islanıyor, terliyor, inliyor, bağırıyordu; gitmeseydi ya!
Oysa Özge uyuduktan, işler bittikten sonra, Eren yarı karanlık, sessiz ve korkutucu hatıralarla dolu ofisin, kendilerini seyrettikleri, hayallerine ortak ettikleri aynasının önüne gelmişti. Üzerine ‘ömrümsün’ yazmıştı, aynayı kırmak istemişti de kıyamamıştı. Kendi yüzünü seyrettikten, aynaya yansıyan kadını seyrettikten sonra, yazıyı silip çıkıp gitmişti yeni bir sabahın, yeniden acı veren gerçeklerine…
Ömrünü kırmıştı, zamanı kırmıştı ama Özge’yi kıramamıştı…
Dostları ilə paylaş: |