Tüberküloz Yanma Ellerini uzattı kâğıda, kalbinden bir parça düştü yere önce halı tutuştu ardından kanepe yandı, sonra perdeler… Siyah bir duman is kapladı her yanı… Uzandığı kanepeden uyandı, perdelerine baktı ve…
Loş bir ev, bir dürtüsü var, sağına soluna düzensiz yerleştirilmiş koltuklar ve çapraz konmuş halıları olan bir ev… Tepeden bakınca öyle gözüküyor… Zor yani yazar için anlatması. Aslında belki anlatmak istemiyor, kim bilir…
Yazar konuya aslında dâhil değil, olmadığı için bilemiyor da olabilir, yok, öyle değil, yazar evden ve görünümünden çok içinde bir sağa, bir sola, sanki maltadaymış, yok, avludaymış gibi yürüyen kadınla ilgili…
Televizyon açıktı, arada sırada televizyona bakıyor, hay senin dedikten sonra tekrar dolanmaya devam ediyordu. Evin salonundan çıktı, mutfağına geçti, nasıl bir mutfak? Dolapların dikey balkonuna doğru uzandığı, balkonunda bir masasının, masasının üzerinde çay içilmiş bardakların ve çaydanlığın olduğu bir mutfak…
Tabii ki kadın elini ocağın üzerinde bir başka demliğe attı, su koydu ve kaynamaya bıraktı. Sonra bir fincan çıkardı. İçine hazır kahve, şeker, süttozu ne bulursa kattı, bir ara eli kekiğe gitmedi değil ama o kadar kendini kaybetmemişti…
Dizlerini dolaba vurarak beklemeye başladı, böyle beklemeleri sevmiyordu. Hani, böyle bekleyeceğine bir koşu git bir yerlere molotof at gel deseler, atıp gelirdi bekleyeceğine… Yok, tabii ki bu öyle paldır küldür yapılacak bir şey olmadığı gibi böyle bir şey yapmaya da gerek yoktu. Bu aslında yazarın boş boğazlılığı, bir şekilde bu bekleme süresini geçirecek ya! Konuşuyor işte… Yazar değil mi, nihayetin öyküsüne bir ya bir fantezi ya da bir macera katmak zorunda…
Yazara da hak vermek lazım, orada mutfağın kapısında ayakta, belki balkonda sandalyede, belki de bir hayal lambası olmuş tepede, suyun kaynamasını bekleyen kadını seyrediyor…
Oysa su kaynayalı çok oldu, kadın çaydanlıktan çıkan buhara, yazar kadına dalmıştı.
Buhar deyince, sanki buharlı bir tren ya da dünyanın herhangi bir yerinde, hikâyelerde okuduğumuz buharlı bir gemiden çıkan buhar gibi. Öyle ki, neredeyse patlayacak…
Oysa bu yarı kumral, belki kestane renkli, aslında siyah saçlı kadın kafasını arkaya doğru attı. Yazar boynuna daldı gitti… Bir siluetti o hayal, öyle bir hayal ki; ilişki olmayan ilişkilerin, başlangıcından itibaren bütün payda, çıkarım, etki ve debelenmelerini sorgulayan bir ilişkinin temel direği gibi…
Gözlerini kapadı kadın… Yazar da ona ayak uydurdu… Buharın sesine daldılar, dans etmeye başladılar. Kadın sarıldı yazara, yazar kadına, boynuna dolandı kolları, saçlarının kokusunu içine çekti yazar… Kadının gözlüğü takıldı yazarın burnuna, kadın kendine geldi. Gözlerini açtı, kaynayan suyu fincana koydu, ocağı kapattı, fincanı aldı ve içeri gitti… Tabii ki yazar da peşinden…
Kadın salonda bir kanepeye oturdu. Her bir yudumun ardından televizyonda bir kanal değiştiriyor, türlü aymazlık ve saçmalık gördüğü programların her birine ayrı bir küfür ettikten sonra kanalların yine en başına dönüyor, tekrar aynı sırayla devam ediyordu.
Yazar, kadının tam karşısındaki kanepeye oturdu. Yavaş, sessiz ve usulca…
Öksürmeye başladı kadın, ne zamandır bu derece öksürmemişti, yere doğru uzandı kafası, gözlüğü düştü, devam etti öksürmeye…
Yazar, bir anda koştu mutfağa, bir bardak su kapmaya çalıştı, bardağı tutamadı… Her elini attığında bardağın içinden geçiyordu. Öykü fantastik olacak ya! Gizem işte! Yazar çok istese de suyu götüremedi… Tekrar döndü yerine oturdu.
Kadın belli ki acı çekiyordu, yazar oturmuş umursamazca onu seyrediyordu. Yere iyice kapaklandı, artık iyice tükürmüştü ve ağzından dökülen her şey halıya düşmüştü… Ayağa kalktı kadın, gözlük yerde, basit bir dinlendiriciydi… Mutfağa gitti, bir bardak su içti. Aslında musluğu ağzına dayayıp kana kana içti demek isterdi yazar ama açıkçası suyu nasıl içti görmedi, çünkü yazar kadın kadar hızlı hareket etmiyor. Tek görebildiği, tezgâha yaslanmış, bir eli belinde soluklanan bir kadındı. Yavaş hareketlerle doğruldu kadın, rulodan biraz havlu kopardı, salona geldi yerdeki kusmukları temizledi.Şimdi okuyucuya iğrenç geliyor olsa bile, birçoğumuzun başına gelen bir şey değil mi ama? Yazar daha detaylı tarif etmesin. Nihayetinde hepsini temizledikten sonra havluları mutfaktaki çöpe attı.
Salona dönüp kanepeye uzandı. Bir de sigaraya uzandı. Tüttürmeye başladı yine mereti, oysa içmemesi gerekiyordu, hatta bırakmıştı bile ama tüttürmeye başladı bir tane daha. Ciğerleri yanıyordu besbelli ama yine de içiyordu.
Gözlerini kapadı kadın, kim bilir neler düşünüyordu, şimdi kim bilir hangi patika yoldaydı, belki bisiklete binmişti, yazar için ne güzel bir ayrıntı, bisiklete binmiş bir kadın. Kestane rengi saçları savruluyor, güzel yüzü, evet bu kesinlikle güzel bir yüz. Gülümseyen bir yüz. Orta yaşlı olduğu her halinden belli olan, gülümseyen bir fıstık. Evet, öyle denmeliydi, ona bakınca böyle düşünmemek imkansız, kim güzel demez ki…
Üstelik, eşofmanları içinde, bisiklete binmiş, özgürlüğe yuvarlanan tekerlerin hakimi… Neden olmasın, hepimiz çocuk değil miyiz? Hep çocuk kalmadık mı?
Ama öyle değil ki, bu kadının ne düşündüğü belli mi olur, kim bilir hangi maltada…
Hay aksi, nasıl anlatsın ki yazar!
Kadın işte, düşünüyor, bir çocuk yüzü düşünüyor, kendi gibi güzel. Sucu çocuğu düşünüyor belki. Pazarda su satan, elinde bidon, geleceğe dair umutları olan… Ah neler vermezdi ki ona…
Bir yaşlı teyze geliyor, su istiyor çocuktan. Bir bardak su, yorulmuş belli, zaten kör mahallelerin bu dipsiz kuyudaki çocukları böyle ya suculuk ya simitçilik yapacaklar, en akıllıları bir yerlerde çırak olacak ki eli bir iki işe değsin. Suyu uzattı çocuk, bu güzel gözlü kadın gülümseyerek hayal etti… Sabah sabah kadınsı bütün duyguları bütün sertliğinde sarmıştı düşüncelerini. Sevgi sıcaklığı, küçük bir çocuğun ellerinden yaşlı bir teyzeye akan bir sevgi sıcaklığı… Bilemez ki kimse anlamını…
Masal gibi, ne güzel…
Masal ya, aslında neden masal olmasın, hep kırgın cümlelerin arasına ki bir iki tatlı sözcüğün isabet ettiği, her bir cenazenin ardından belli belirsiz öfkelerin yükseldiği ama her şeyin toplamında ortaya çıkan bütün kırıcılıkların bir gizem oluşturduğu, insanı sarhoş ettiği…
Hay aksi diye bir söz çıktı kadının ağzından, lavaboya koştu. Tükürmeye başladı tekrar. Nereden çıkmıştı sabah sabah bu öksürmeler. Ne zamandır iyiydi. Ne zamandır hiçbir şey olmuyordu. Birden bire nüksetmişti rahatsızlığı tekrar, oysa o iyi bir dünya istemişti…
Geri döndü salona uzandı…
Buradan sonra neler yaşandığının pek bir önemi yok. Yazar daha doğrusu bilmiyor.
Yazar çok yıllar önce öykülerini, ki bunları bir tarihte yakmıştı, kâğıda yazardı. Haliyle sınırlı sayıda kâğıdı olduğu zamanlarda yer kaygısına düşer, öyküyü kestirip atardı. Ve son bulurdu, maceralı, estetik ve çarpıcı öyküleri…
Aslında şimdiki nimetler o kadar fazla ki sayfa sıkıntısı çekmeye hiç gerek olmasa da yine kestirip atacak yazar…
Çünkü!
Yazarın gördüğü en son sahnede, kadın yerde yatıyordu, cansızdı, onu öldüren hastalığı yani tüberküloz değildi. Hastalık iyileşmişti bile nerdeyse. Onu öldüren, işte burada nokta koymak gerekli…
Yazar camdan dışarı baktı, belli belirsiz birçok şey gördü, geri dönüp kadının üzerine doğru eğildi. Yüzüne baktı, gülümsüyordu hala. Ağzında kan birikmişti bir veya birkaç kurşun deliği yazarın kalbini sızlatmıştı… Yüzündeki kanı temizlemek için elini uzattı ama olmadı… Bisiklete binen, saçları savrulan bir mutlu yüzün hayali, bir geleceğin tatlı beklentisi içinde kadının başından kalktı. Ellerini cebine attı ve kapıdan çıktı…
Kapıyı açmadan bir hayal gibi… Ardından kadın geldi, bir siluet… O zamana kadar görmediği yazara döndü, ne oldu dedi…
Yazar elleri cebinde, haydi gel boş ver dedi… Gidiyoruz… Artık öksürmeyeceksin. Beraber bisiklete bineceğiz… Kadının omzuna elini attı yazar, kadın ona sarıldı ve eve doğru koşturanların aksine evden dışarı doğru yürüdüler, bir şarkı tutturdular; yarınım umutlarım…
Barış Güvercinleri Neredeyse öğle olmuştu. Elif uyanmak istemiyordu.
Ara sıra kalkıyor, lavaboya gidiyor, elini yüzünü yıkıyor yeniden yatıyordu. Kimi zaman yatakta ağlıyordu, kimi zaman ise hiçbir şey düşünmemek ya da hiçbir şey hissetmemek için çaba sarf ediyor, yorgan altından başını çıkartıp tavana baktıktan sonra yeniden kapatıyordu yorganı.
Düş kuruyordu Elif; Eren’i hayal ediyordu. İlk gençlik yıllarından ikinci gençlik yıllarına oranla daha mutlu olduğunu hayal etmek bir yana bir sabah veya birçok sabah Eren’le buluştukları kahveyi, içtikleri çayı, okudukları gazeteyi her şeyi yeniden düşlüyor sonra vazgeçiyordu.
Eren gitmişti, gideli o kadar çok zaman olmuştu ki artık yüzünü bile düşlerken karıştırdığını fark ediyordu Elif. Eren’le hiçbir sabah aynı yatakta uyanmamışlardı. İlk akşam, ah o akşam Eren’i kızdırdıktan ve onunla öpüştükten sonra sarılıp uyuduğu o ilk akşam hariç. Sevişmemişti Eren’le, sadece Eren mi?
Hiç kimse ile sevişmemişti Elif.
Bu geceye kadar, ikinci gençlik yıllarının onu umarsızlaştırdığı, duygularını çekip aldığı, hissetmekten çok düşündüğü zamanlarında sevişmişti Elif…
Uyuyordu o yüzden, uyanmak istemiyor, hiçbir şey hissetmiyordu.
Birkaç gün önce üzerine doğru uçan güvercinlerin ya da o güvercinlerin simgelediği barışın bile hiçbir önemi olmayabilirdi Elif için. Ya da fazlasıyla önem kazanabilir, bundan sonra sadece barış için bile yaşayabilirdi. Yıllarca sadece hissederek sevişeceğini, ahlaki kuramlarla oluşturduğu bütün temelleri bir hiç uğruna, evet Elif bir hiç olduğunu bilerek yıkmıştı.
Elif ayağa tekrar kalktı, sigara yakmak için kalkmıştı ayağa.Son zamanlarda tamamen bırakmıştı sigarayı oysa şimdi içmek istiyordu. Hatta dün, uyandığında yatağında bulamadığı sevgilisi ki bu sevgili onu terk eden bir sevgili idi, ondan sonra daha bir sigara içmek isteği geliyordu…
Bir müzik seti vardı Elif’in, onu açtı, bir radyo buldu, ne olduğunu bilmediği anlamadığı bir müziği dinlemeye başladı, bu muhtemelle yeni moda gençlerin dinlediği rap türü arabesk bir müzikti.
Bilgisayarı açmadığı, çalışmak istemediği zamanlarda bu seti kullanıyordu müzik dinlemek için. Bir kitaplıkta, onlarca kalın kitabın arasında duruyordu bu set,Elif müziği umursamaz bir şekilde dans eder gibi salonda bir garip hareketler yapıyor, her an yaşasın barış güvercinleri diye bağıracakmış gibi dudaklarını oynatıyordu.
Hiç sinirli olmadığı dışarıdan bakınca görülen bu kadın aksine derdi olmayan dünyadaki tek insanmış gibi salonda bir oraya bir buraya sürüklenip, ara sıra nefes çektiği sigarasını süzerken bir anda kendini koltuğa attı. Dizlerini göğüslerine doğru çekti, kolay değildi, en az üç yıldır sevdiği adam çekip gitmişti. Giderken de kendine ait olan ahlaki kuramlarla, Elif’in aslında hiçbir şekilde ahlaki temele dayandırmadığı bekâret gerçeği götürmüştü.Elif bunca yıl hiç kimse ile sadece istemediği için sevişmemişti belki bu bir psikolojik bozukluktu onun için ama yine de gidip soramamıştı kimseye.
Dışarıdan bakınca hiç de ahlaki temellerle yaşıyormuş gibi gözükmeyen bu kızı bu temellere sürükleyen gerçekler ülke gerçekleriydi aslında. Belirgin bir gerileşmenin gerisinde kalmıştı diğerleri gibi Elif’te ve bu haline bir bahane, teori çoktan üretmişti bile. Oysa annesi arasa ona ne diyecekti?
Kendini dışarı atmak istedi bir an, içeri gitti üzerine bir şeyler giydi, kırmızı montunu da giydi en son. Belki hayatta en çok sevdiği şeylerden biriydi. Bu halini de seviyordu Elif, kendiyle barışık olduğu en kesin anlar kendini bu şekilde umarsızca sokağa attığı zamanlardı. Apartmanın merdivenlerini yavaş yavaş indi, hatta salına salına desek daha doğru olur.
Acaba onu gören komşuları ondaki bu büyük değişimi fark edecek miydi? Niye bu meseleye bu kadar çok takılmıştı. Hiç umursamadığı bu gerçekle bunca yıl neden yaşamıştı. Sokağa adımını attı, hala bir yağmur çiseliyordu, bu mevsim bile yağardı buralar. Kırmızı parke taşlı kaldırımda yağmura aldırmadan sarhoşlar gibi şehrin merkezine doğru yürümeye başladı. Bu sonbahar, bu yolu, umursamadan, bin bir sıkıntı ile yürüyen bu kızın, bu yol üzerindeki bütün güzellikleri görebileceği hatta o güzellikleri acaba anlarlar mı diye sevmeyeceği bir sonbahardı.
Onunla beraber yürüyen kalabalık ki bu kalabalık kimisi şemsiyeli kimisi yağmura aldanmayan insanlardan oluşan bir kalabalıktı, aslında bu kalabalık bile sayılmazdı, sağa sola dağılmış bir grup insan demek daha doğruydu. Elif o kalabalığı daha bir dikkatli süzerek kendini şehir merkezine giden dönemece bıraktı.
Yol üzerinde bir kahve vardı, bahçesi güzeldi bu kahvenin, kimi zaman sabahları işten dönerken bu kahvede oturur kahvaltı yapardı. Şimdi de öyle yapacaktı ama kahveyi işleten kadın,genç bir kızı olan tombul bir kadındı ve Elif’ten yaşça bir hayli büyük olmakla beraber onunla her konuda sanki daha yirmi yaşında bir çıtırmış gibi konuşabilen bir kadındı.
Umarım diye bir sözcük döküldü Elif’in dilinden, yüzüne bir gülümseme geldi, umarım anlamaz diye yineledi, oysa kadın onun fizyolojisine bakar bakmaz, geçirdiği bütün değişimleri, evreleri, kademeleri nerden bilecekti ki? Hem onun bu yaşında hala bakire olduğunu biliyor muydu her şeyden önce?
Bütün bu düşünceler bir yandan kuram gibi kafasından geçerken, yaptığı salaklığa buna daha çok düşündüğü salaklığı demek daha doğru olacak, aldırmadan gülümsemeye devam etti Elif. Böyle yolda gülümsedikçe aklına Özge geliyordu, eve döner dönmez Özge’ye mail atmalıydı, Özge şimdi burada olsaydı, onu yine kanepeye sıkıştırsaydı, bütün bir yüzünü yalap şap öpseydi ya!
Kaç gündür ona cevap vermemişti Elif, bir Eren’le evlenmedin diye bir mail atmıştı Özge Elif’e. Elif maili okuduktan sonra cevap vermeden kapatmış, nasıl yapar bana bunu, neden bana ondan bahseder diye kızmıştı hatta Özge’ye ama kızdığını belirten bir cevap da yazmamıştı. Böyle bir huyu yoktu, daha sonra yazarım diyerek kapatmış ekranı, kendi kendine söylenmişti; en iyi sen bilirdin Özge o filozofu neden istemediğimi… Neden bana bunu yapıyorsun ki…
Yolun karşısına attı bir anda kendini, bir iki gazete aldı, acaba gazetelerle beraber deniz kenarına mı gitseydi, orada daha güzel yerler vardı ya!
Tekrar yolun karşısına geçti, aynı yaya yolundan tabii ki… Yeşil ışıkların kıymetini bilmek lazımdı bu ecnebi memleketinde.
Kahveye ulaşmıştı sonunda, kendini bir masaya bile atmıştı hemen, ne güzeldi, her yer o kadar sessizdi ki bu Şahrud türküsü olsa, bir Ahu Sağlam dinlese daha bir güzel gelecekti sanki manzara. Bir hayli ıslanmıştı ama montunu iyice kapattı, kapüşonunu kafasından çıkardı ve yolu, yola düşen yağmur taneciklerini seyretmeye koyuldu.
Garsona bir tost, bir de kahve getirmesini bir solukta söyledikten sonra, kahvenin işletmecisi kadınla kurduğu göz temasından kaçındı ve eline gazetelerden birini aldı. Bu ecnebi gazetesinde ara sıra da olsa buna her zaman diyebileceğimiz bir sıklık ölçüsünde ya da bir öncekinin bir sonrakine benzerliği hiç sorgulanamayacak netlikte bir Türkiye haberi vardı.
Birkaç yıl önce hunharca katledilen bir İtalyan sanatçıyı 1 Eylül dünya barış günü ile birlikte anmak isteyen bir grup kadın yine polisler tarafından coplanmış ve Türkiye’de yaşanan bu olayı bütün Avrupa basını, parlamentosu artık son bulması tavsiyesi ile kınamışlardı.
Sahi barış günü de geçmişti, bütün gün uyumuştu barış gününde, evindeki telefon belki o yüzden çalmıştı da açmamıştı, kim bilir ne güzel gösteriler olmuştu. Bir gün gelecekti ya barış dünyaya, bu mücadelenin içinde olduğu için keyiflendiği gibi, barış için mücadele edenlere polisin ya da çatışma yanlılarının müdahalesini sorgulamadı bile. Keyfini bozmak istemiyordu çünkü Elif, ülkesini çok seviyordu, çatışmaların, bu tür cinayetlerin son bulmasını öyle bir yürekle istiyordu ki, duramadı söylendi koca kafalı kokainciler diye… AB’ye rezil olduk diye başlamışlardı yaygaraya…
Git Kendi Dünyana Bütün bir sabah, bütün bir gece, sevişmeler, sok hadi sok diye yalvarmalar, inlemeler, terlemeler, arsızlıklar hiçbir şey canını bu kadar acıtmamıştı da, bir sabah ansızın, bir öğle vaktinde arsızca sevişmenin getirdiği; ne idüğü belirsiz, zamanın, havanın, yağmurun, güneşin getirmediği bir mutsuzluktu.
Ellerini cama dayadı, caddeye baktı; arabalar, insanlar, vitrinler, sokak kedileri…
Eşyalar.
İçeri gitti, bir kahve daha yapmaya, bir sigara daha yakmaya. Hoyratça. Camı, televizyonu, aynayı kırmak kadar hoyratça... Hazır kahve, üçü bir arada, hepsi bir arada… Mutsuzluk, kasvet ve kıskançlık…
Elleri; Parkinson hastası ya da bildiğimiz tipik Anadolu yaşlısının elleri gibi titriyordu. Kahvenin sallanması, kahveyi aynaya fırlatmak istemesi, televizyonu camdan atmak istemesi elleri ile yapacağı işler gibi gözüküyor olsa da bedeninden alacağı enerji, beyninden alacağı talimatla olacak bir şeydi. Yine de elleri titriyordu.
Bir nefes daha, alışmıştı bu illete: Sigaraya.
Tutarsızca çıktığı yolculuğun, bir önceki gece yaşadığı mutluluk duygusunun ya da bir sabah bu apartmana taşınırken hissettiği gidiş öyküsünün. Hayalin. Her şeyin karman çorman olduğu sanki öykü gibi gidip gelen yaşayışların, ertelenen duyguların biriktiği, hayatı savururken bir gidişten öteki gidişe kadar geçen zamanda kaybettiği hislerin hepsinin toplamını yaşıyordu sanki.
Delicesine içinden geçen bütün duyguların ardı arkası kesilmez bir biçimde hayata ve hayata dair ne varsa zamanın törpülediği bir biçim ve ukalaca bakıldığında benim senden neyim eksik diye sağa sola salyalar içinde. Yok, salya sümük bir biçimde özlediğini sandığı ya da belki hiç özlemeden kendini kaybettiği bir an, delicesine içinden geçen bütün duygular.
Evde ya da parkta!
Nerede olursa olsun hatta bu bir sabah ansızın insanın kendini hapsettiği yürüyüşte olabilir, alışveriş merkezine gitme hissi de olabilir ama yine de bir arabayla son sürat duvara çarpma isteği kadar güçlü olmadığı gibi hayat ve onun ürettiği felsefelerle birlikte çıkılan üzüntü merdiveni olduğu kesin.
Felsefelerin en temel insani gereklerden yoksun olduğunu biliyor olmasına rağmen bunu ispatlayacak gücü olmadığı için, felsefeyi en temel insani gereklerle yaratılan, olumlu olumsuz bir güç havası ve koordinesi tarzında öfkeli öfkesiz varsayan. Nasıl olduğu önemli olmayan bir biçimde yorumlama çabası ile ortaya çıkan saçmalıkların toplamı ile bir kıskançlık krizinin şizofreniden daha beter bir biçimde üstüne geldiğini ayrıca bir değerle ölçen.
Ya da bunca yıl verdiği hak arama, hakkını alma ya da hakkına sahip çıkma mücadelesini ondan başka hiç kimse vermiyormuş gibi hissetmesinin temel nedeninin hak aramak adına yapılan bir sürü palyaçoluğa sahip çıkan kitlenin hakkını aramayı ihmal etmiş olması da etken olabilirdi bu tabloya… Yoksa şarkılar çoktan eskidi gitti de mücadele orada bir yerde duruyor.
Elindeki televizyon kumandasının herhangi bir tuşuna bastığında ortaya çıkacak görüntünün evdeki sessizliği dağıtacağı doğru olduğu gibi, dışarıdan gelen çocuk, araba seslerinin kendine has insani güzelliğini yok edeceği kesindi.
Bir zamanlar bir yerlerde mutluluk adına bir düşünce geliştirmiş, mutlu olmak için kararlar almış olmalıydı ama içinde bulunduğu kıskançlık, kasvet ve mutsuzluğun bunları hatırlamasına engel olacağı da kesindi.
Kumandayı koltuğa fırlattı, kahve çoktan soğumuştu. Fincanı sehpaya bırakıp yeni bir sigara daha yaktı.
Evin sessizliği ile dışarıdan gelen seslerin oluşturduğu ahenk; tülü savuran rüzgârın bir sonbahar, bir yaz, bir kış, dahası bir Noel akşamı Amerikan filminde nasıl sahneleniyorsa öyle estiği, kar yağarmış gibi ya da içeri her an kar kraliçesi girecekmiş de haydi sevgilini ver bana acelem var diyecekmiş gibiydi.
Bir resim vardı masanın üzerinde, hatırlıyordu o resimdeki kızı, aynı resimden bir de Azad’da olmalıydı. Çerçeveli hem de. Şimdi elini uzatmalı onun yanında olmalıydı, nasıl olduğunu hiç sormadığı, aramadığı Azad girseydi ya kapıdan, hayır, o Azad’a gitmeliydi, hiç üşenmemeli kapıdan çıkmalı, kahrolası bir otobüs bulmalı ve gitmeliydi. Düşünmemeliydi. Kalmalıydı!
Kendini bırakmamalıydı, doğrusu buydu, insan hakları derneğine gitmeli, oyalanmalı, mücadele etmeliydi. Halkı için, işçi için, emekçi için, Ahmet için, Mehmet için. Kadınlar için de olabilirdi. Kimin için olduğu önemli değil mücadele edip etmediği önemliydi. Herhangi bir ışık zincirinin herhangi bir yerinde herhangi bir ışığı kaldırmalı, unutmalıydı bu kıskançlık günlerini.
Bir parka gitmeliydi, oturmalıydı bir banka. Yanına gelen herhangi birinin tavlamak adına yapacağı şaklabanlıklara tahammül etmeli, ona cesaret vermeli, sevişmeliydi. Belki doğum günüm bugün ama sevgilim bilmem nerede bilmem ne muhabirliği yaptığı için yanımda değil diye yalan söylemeli, sadece sevişmeliydi…
Bir bara gitmeliydi kocamdan ayrıldım diye bir sürü içki içmeliydi, sarhoş olup küfür etmeliydi. Bir karakolda sabahlamalıydı, ne iş yapıyorsun diyenlere orospuyum demeliydi. Kimliğine bakıp burada bekâr yazıyor ama diyen polis memuruna da; imam nikâhlıydık, kahrolası bir imam kahrolası bir akşamda evlendirdi bizi ben de dört çocuk yaptım, ikisi erkek biri kız öteki de ne idüğü belirsiz eşcinselin teki. Şu bildiğin eşcinsellerden, kimsenin iş vermediği ama herkesin ahlaklı olmayı öğütlediği…
Kumandayı fırlatmalı evde oturmalıydı, uyumalıydı…
Nazlıcan öfkesini dağıtmış gibi gözükse de hala elleri titrer vaziyette, bu titreme; bildiğimiz Anadolu kadını eli gibi duran ama köylü eli olmayan bir elin titremesi, her ne kadar Parkinson hastası gibiyse de sinirden titrediği belli olan bir titreme. O vaziyette koltuğa uzandı, kafasını arkaya doğru attı, zil çaldı.
Zili yok etmeliydi!
Kapıyı kırmalı, kolunu çevirip canını yakmalı, zili kapıya fırlatmalı, çıkıp zilin düğmesine sürekli basmalı çangıl çungul zili sabaha kadar çaldırmalıydı, öyle ki kapının kırılan her bir parçasını kafasına fırlatmalı, eline geçen ilk kravatla yerlerde sürüklemeli, kafasını sehpaya vurmalıydı.
Kapıyı açtı Nazlıcan, bu öyle normal bir kapı açma değildi. Sanki kapının ardındakinin gözüne bir yumruk patlatacak da, sadece yumrukla kalmayacak merdivenlerden aşağı ittirecek, düştüğü yerde daha kim bilir neler yapacaktı.
Merhaba
Merhaba
Nasılsınız demek istedim
Ben biliyorum senin yeni taşındığını. Hatta niye taşındığını da, sevgilimi baştan çıkaracaksın elimde tutamadığım diğerleri gibi, diğerlerinin gidişi gibi onu da sen alıp götüreceksin. Sabaha kadar onunla sen sevişeceksin ben burada bir mum yakıp, şarap içip, bir başıma sarhoş olacağım.
Aslı.
Hı, pardon ben Nazlıcan, dalgınım bugün biraz. İçeri gelmez misin?
Tabii, hiç çağırmayacaksın sandım ben de.
Çağırmaz olur muyum, sana ikram edeceğim kahveyi kafana dökeceğim, sen yüzüm yandı, yanıyorum diye telaşla oradan oraya savrulur lavaboyu ararken ben kapısını kilitleyip sigaramı üzerinde söndüreceğim.
Yeni taşınıyorum ben, geçen hafta gelmiştim, hatırladınız mı beni? Sizden ev sahibinin numarasını almıştım.
Hatırlamaz olur muyum, sana numarayı veren hatta şu anda eşyalarını taşıyan senin üst katına taşındığın adam benim sevgilim. Seninle beraber aynı küvetteyken boğacağım adam…
Dalgınsınız siz, kötü bir günde mi geldim?
Yok, ben kahve ikram edeyim sana olmaz mı?
Olmaz olur mu, onun için geldim zaten, eşiniz evde olduğunuzu söyledi.
Hı evet…
Bugün benim doğum günüm aynı zamanda.
Aldı mı sana hediye, almıştır sen geçen hafta ona fingirderken, o senin taşınmanı, dolaplarını kurmayı beklerken sormuştur doğum günün ne zaman diye de sen de söylemişsindir hemen.
Niye bugüne isabet ettirdim bilmiyorum…
Fingirdemek için isabet ettirmişsindir. Sen şimdi bu akşam bana gelin arkadaşlarım gelecek dersin. Olmadı şarap da içeriz. Dünden razı benim sevgilim olacak adam da.
İşte öyle olunca böyle oldu, gelirsiniz bana bu akşam, hem eşyalarımı yerleştiririm hem şarap içeriz falan, aman ne bileyim genç olmak güzel şey!
Çıtır de utanma, fingirdek.
Eşiniz gerçekten iyi bir insan.
Öyledir, elini tutarsın, bir sonbahar akşamı peşinden koşarsın özgürlüğe. Beyefendidir kimi zaman, kimi zaman tecavüz edecek zannedersin, kimi zaman da alıp başını gidecek. Öyledir işte…
Sakar da aynı zamanda, deli etti nakliyatçıları…
Sen bir de sevişirken gör sakarlığını, üstüne çıktığım zaman şeyini kıracağım diye korkar kimi zaman irkilir, kimi zaman özgür bırakır ya kendini, yine de sakardır sevişirken sehpadaki akvaryumu kıracak kadar. Yakında sen de öğrenirsin. Şimdi daha sevişmediniz belli oluyor. En çok da hayatı kaçırmaktan korkar.
Hayatı film izlerken kaçırmak istemiyormuş, sinemadan bahsediyorduk…
Maaşallah, kızım sen gitsene seviş onunla, niye bana anlatıyorsun ki? Ben öyle yapmıştım, beş yıl önce buraya taşınırken, benimle tanışmak için hiçbir şey yapmamıştı da ben gitmiştim evine arsızca kahve yap bana demiştim, ilk o gün sevişmiştik, haydi sen de git.
Kaynamadı mı su hala?
Biraz kırıklık var üzerimde öylece suya bakıp kalmışım. Buyur, memnunsun yani yeni evinden.
Evet, ama geldiğim yer bak o başka işte. Yarım saatlik mesafe, sanki ben de onca yol gelmiş gibi…
Anlamıyor musun kızım seviyorum ben onu, niye taşındın buraya, ben yaşlanmaya yüz tuttum diye mi? Azad’ı sevmediğim, Yiğit’i sevmediğim gibi seviyorum, halkımdan çok seviyorum… Evlenmenin hayalini bile kurdum, gitsene sen kendi dünyana.