Birkaç yıl sonra okulu bıraktı Ümit Altıntaş, ailesinin karşısına çıkıp “Amacım” dedi “özgür ve eşit bir dünya kurabilmek. Bunun için ne yapmam gerekiyorsa, onu yapacağım.”
Birkaç yıl sonra okulu bıraktı Ümit Altıntaş, ailesinin karşısına çıkıp “Amacım” dedi “özgür ve eşit bir dünya kurabilmek. Bunun için ne yapmam gerekiyorsa, onu yapacağım.”
Kendisine bir de ömür biçmişti, yirmi yedi yıl. Türkiye’de sol görüşü savunanların yaşadığı baskıları, karşılaştıkları şiddeti göz önüne alıp hesaba oturmuş, bu rakamı bulmuştu:
“Tam da hesapladığı gibi oldu, yirmi yedisini doldurmasına birkaç ay kala vurularak öldü...”
Melek Altıntaş dört yaş küçüktü Ümit’ten.
Tekirdağ’da doğmuştu, babası öğretmen, annesi ev kadınıydı. Üç kardeşin en küçüğüydü. En büyükleri tekstilci, ortanca avukattı. Liseyi Bursa’da okudu,
1993’te İstanbul Teknik Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü’nü kazanıp İstanbul’a geldi:
“Ümit’le öğrenci gençlik mücadelesi içinde tanıştık.” Bu tanışıklık kısa sürede dostluğa dönüşmüştü.
Üçüncü sınıfta Melek de okulu bırakıp çalışmaya başladı. Son işi otomobil parçaları üreten bir fabrikadaydı:
"Ne acıdır ki işyerine, işten atılma kaygısıyla eşimin bir trafik kazasında öldüğünü söyledim.”
1997’nin sonlarıydı. Ümit Ümraniye Cezaevi’ndeydi. Bu ikinci kez cezaevine girişiydi, daha önce birkaç ay Bayrampaşa’da kalmış, salıverilmişti. Şubat 1998’deki görüşlerden birinde Melek’e bir şiir iletti:
“Sıcak bir dostluğumuz, kendimize bile ifade etmediğimiz özel bir yakınlığımız olsa da beklemiyordum. Sonra ‘niye evlilik’ diye konuşmaya başladık. Evlilik gibi özel bir tarza ihtiyacımız yoktu. Ancak cezaevinde sadece evli olanlar açık görüş yapabiliyordu. ‘Değer mi’ diye sorduk birbirimize. Sonunda değdiğine karar verdik...”
Birbirlerini yeterince tanıdıklarını, beklemeye gerek olmadığını düşündüler. Kararlaştırılan evlilik tarihinden kısa bir süre önce Ümit Altıntaş salıverildi. 23 Mayıs 1998’de Üsküdar Evlendirme Dairesi’nde kıyıldı nikahları, dostları ve ailelerinin katıldığı bir törenle. Ümraniye’de Ümit’in ailesinin armağanı bir eve yerleşildi. Yedi ay aynı anahtarla açtılar kapıyı. Bir kez yüksek çıkmadı birbirlerine sesleri.
“Ben çalışıyordum, bir kez bile yemek yaptığımı hatırlamıyorum. Ne yapıp ediyor, Ümit bu işi hallediyordu...”
O yılın sonunda bu kez Ankara’da bir operasyonda(302)gözaltına alındı Ümit, bir hafta sonra da tutuklandı. İlk görüş 1999 yılbaşısındaydı. İki kadın, Melek ve Makbule Altıntaş camın arkasından süzdüler Ümit’i:
“Ümit ‘anne bizi biraz yalnız bırak’ diyor ama annesi birkaç dakika sonra geri dönüyordu. Pek bir şey konuşamasalar da annesi onu seyretmeye doyamıyordu. Sonunda bir dahaki görüşlere ayrı ayrı gitmeye karar verdik...”
Daha ilk günlerde koğuşun darlığı sorun olmuştu. Bir yatakta dönüşümlü olarak iki ya da üç kişi yatıyordu: “Ümit, Ümraniye Cezaevi'yle karşılaştırıp, ‘oranın on beş kişilik koğuşu büyüklüğünde bir koğuşta yüz kişiden fazlayız’... diyordu.”
Cezaevi yönetiminden ikinci bir koğuş istenmiş ancak yönetim yanaşmamıştı:
“Hücre tipi cezaevlerini açmakta kararlıydılar. Bu cezaevlerine sevke zorlamak için de ikinci bir koğuş vermediler. Sonunda 2 Eylül’de, duvarını delerek az sayıda adli tutuklunun kaldığı yedinci koğuşa geçtiler. Hayır, söylenenler doğru değil, adlilerin haklarını gasp etmediler. Onlarla dayanışma içindeydiler. Üzerlerindeki baskıyı kaldırma uğraşında siyasiler onları destekliyordu.”
Adli tutukluların bir bölümü başka koğuşlara geçmiş, yatak sorunu çözülmüştü ama bu kez cezaevi yönetimi görüşü yasakladı:
“Yönetim, 7. koğuşu boşaltın, duvarı örün biz bir ay sonra size yeni koğuş açalım dedi ama bu inandırıcı değildi. Aylardır yinelenen koğuş isteğini yerine getirmeyenlerin oyalama taktiğiydi. Kabul etmediler.”
Görüş yasağıyla birlikte aileler cezaevinin karşısındaki parka yerleştiler. Olası olaylara karşı çığlıklarını duyurmaya çalışıyor, bir an önce anlaşmanın(303)sağlanmasını istiyorlardı. Makbule Altıntaş da oradaydı:
“Güvenlik güçleri ailelerin gece-gündüz parkta kalmasına ses çıkarmıyordu. Avukatlar şaşkın, ‘böyle bir şey ilk kez oluyor, bunun altından iyi şeyler çıkmayacak’ diyorlardı.”
25 Eylül akşamı aileler parktan çıkarıldı, direnenler gözaltına alındı. Ve o gece Ulucanlar diye bilinen Ankara Merkez Kapalı Cezaevi ölüm koktu:
“Bu bir operasyon değil katliamdı. İsteseler ellerindeki olanakları kullanıp etkisiz hale getirip, öldürmezlerdi. Kısmen de gaz bombası, sis bombası ve köpüklü su kullandılar ama...”
Avukatların alınmadığı ön otopsi raporu açıklanmış, av tüfeği dahil silahların kullanıldığı, darp izlerinin cesetleri tanınmaz hale getirdiği saptanmıştı. Şimdi teşhis zamanıydı:
“Ben girdim teşhise. Hem bir kez daha görmek, hem de otopsi raporunda gizlenenler varsa saptamak istiyordum. Femur bölgesinde ölüme yol açtığı iddia edilen kurşun yarası dışında, iki bacağında da diz altında üç kurşun izi vardı. Sol kasığının derisini kırık bir kemik zorluyordu. Baş bölgesi tanınmayacak haldeydi, darpla oluşan morluklarla kaplanmıştı... Ümit’in dördüncü koğuştan beşinci koğuşa geçerken vurulduğu söylendi. Kurşun ana damara geldiği ve kısa sürede öldüğü de belirtildiğine göre, bu darp izleri ölümünden sonra dövüldüğünü gösteriyor...”