Ümit Altıntaş’ın cenazesi her kent sınırında değişen önde eskort arkada polis ekipleriyle İstanbul’a ulaştığında gece yarısıydı:
“Karacaahmet’te mezarını hazırlamıştık. Ertesi gün bir törenle toprağa verecektik ama engellediler. Anne ve babasını ertesi gün çıkabilecek olaylarda başkalarının da(304)öleceğini, bundan sorumlu olacaklarını söyleyerek ikna ettiler. Gece yarısı gömmek zorunda kaldık.”
Ertesi gün bir anma toplantısı düzenlenecek, ancak polis yine izin vermeyecek, çok sayıda kişi dövülecek ve gözaltına alınacaktı...
“Asla affetmeyeceğim onları” diyor Melek Altıntaş acının beslediği öfkesiyle. Sorumluların yargılanacağına da inanmıyor, “Kim” diyor “Kimi yargılayacak ki...” “Rüyalarımda sıklıkla Ümit’in öldüğünü görür, ağlayarak uyanırdım. Çünkü onu çok seviyordum. Onu kaybetmek hayatımdaki herşeyi kaybetmek anlamına geliyordu benim için. Hayat bundan sonra tabii ki çok daha zor. Cezaevinde olduğu süre içinde de ayrıydık ama görüşüyor, bir şeyleri paylaşıyorduk. Konuşmak, sesini duymak yetiyordu. Şimdi hiçbiri yok...”
Yaşasa şiirlerin ve öykülerin yanı sıra roman yazmayı deneyecekti Ümit Altıntaş. Bir Metalica kaseti koyup walkman’ine, -şu solcu müzik denilenleri bir türlü sevememişti, hele de sözlerini- Melek’e umudu ve düşlerini yazacaktı. Kahkahası koğuşun sınırını aşacaktı - Evdeyken iki kat alttaki komşuları ikisinin kahkahasının dedikodusunu yapmışlardı bol bol, üstelik de lakabı Korkunç Gülüşlü Arkadaş’tı.-
Oysa şimdi Karacaahmet Mezarlığı dördüncü pafta, iki bin dokuz yüz doksan yedi numaralı mezarda yatıyor. Başucuna dikili tahtadaki yazı onu anlatıyor:
“Geceyle Batmayan Güneş”
Berat Günçıkan (Cumhuriyet Dergi/Sayı:108/17 Ekim '99) (305)
“insan, hele de insan gibi insan, güzelliğin önünde
hesapsızca eğilmesini, çirkinliğin karşısında da
hesapsızca döğüşmesini bilmeli.”
Merhaba gülüm,
Doğrudan konuşmayı ve içeriği nasıl olursa olsun açık sözlü ve sade olmayı severdin. Öyleydin de!
Öyle dostluklar, öyle arkadaşlıklar kurulur ki bazen, fazla sözü, fazla yan yana olmayı bile anlamsızlaştırır.
İşte bu türdendi dostluğumuz. Dostluğun gönülden gönüle aktığı ve orada birleştiği bir ilişki biçimi, yani paylaşımdı. Öyle sık sık biraraya gelip sohbetimizi derinleştirme imkan ve ortamımız olmadı. Fakat olan anlarda da iki cümleyle dile gelen duygu ve düşünceler derindi, kapsamlıydı, anlamlıydı. Gerek yok yazıyla söze, eğer yürekten sımsıcak bir gülüş ve insanın iç dünyasını fetheden insanca bir dokunuş varsa göz ve ellerimizde; insan sevgisini tasvir etmekte zorlanmayız. İşte sen bu(306)tür bir zorlanmaya ihtiyaç duymayan bir insan güzeliydin. Güzel olanı hisseden ve hissettiren.
Sen insanı kendine gösterdiği ilgi ve yakınlık kadar değil, tersine insanı kendi gerçekliği kadar sevmesini, değer vermesini, yüceltmesini bilen bir insandın. Bundan dolayı da yapaylık namına bir şey yoktu kişiliğinde. Halihazırda azınlıkta olsa da insan denilen o harikulade kavramın insanı büyüleyen temel güzelliklerini keşfetmiş, dahası bununla da kalmayıp yaşamında doğallaştırmış bir insandın.
Ey insan güzeli insan!
Nasıl bir militan, yiğit, dövüşçü, direnişçi olduğun gibi devrimci kimliğin üzerine iki laf etmeyi burada gerçekten anlamsız buluyorum. İnsan güzeli insan denildiğinde, bu güzelliğin farkında olan herkes tüm bu özelliklerin o insanda yaşam bulacağını da bilir. Hep insan ve onun ekseninde ve onun sevgisi ekseninde gezindim. Bunun birinci nedeni bu iki kavramın kavgamızın asıl gayesi oluşu, ikinci nedeni de Habip’le bu iki kavram üzerindeki, anlamlı paylaşımımızdı. Kaldı ki asıl gayemiz, insan sevgisini yine insan ilişkilerinde egemen kılmak değil midir? Düşüncelerimi böyle formüle ederken, nasıl da bıyık altından sevinçle gülerdin. Bu derin bir insan sevgisinin ta kendisidir, kişiyi aşkla devrime bağlayan görünmez bağdır. Bu bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçimini tercih eden ve isteyerek yaşayan insan, ne diyet ödeme ne de diyet ödetme gibi bir anlayış taşır.
Gururla itiraf edeyim ki Habip’le bu güzel duyguları paylaştım. Karşılıklı hissettik. İnsanın istediği için yaptığı bir şey fedakarlık değildir. Eğer fedakarlık denilecekse, öyle yaşamak istediği için kendine bir fedakarlık yapıyordur belki. İşte insan olmanın bu temel(307)özelliğini yaşayan bir dosttun-yoldaştın sen. Fikirlerimizi dövüştürdükçe nasıl da sadeleşirdi insanlığımız. Habip, oldukça duygu yoğunluğu yaşıyorum şu an. Böyle anlarda insan zorlanıyor. Anlatamıyorum desem de, lütfen hoş görme beni. Zira duygularımızı, hissettiklerimizi, “ne denir?” kaygısı taşımadan, paylaşmalıyız insanımızla!.. Görüyor musun, hemfikir olduğumuz bu doğruya rağmen “zorlanıyorum”a sığınıyorum. Hoş görülecek yanı var mı sence? Eminim ki, hayır, oldu yanıtın. Bence de...
Bir sohbetimizde, Habip seminere dönüştürmeden söyle, devrimcilik deyince aklına ilk gelenler nedir dedim, hiç duraksamadan, “aşktır bu Yıldız, bu bir tutkudur” demiştin. Hatta A. Arif’den iki mısralık bir şiirle de süslemiştin formülünü. Yanılmıyorsam, “Anadoluyum ben, tanıyor musun” şiirindendi.