Bizim memlekette masada ayrı tabaklarda yemek yenmezdi. Tüm aile fertleri yer sofrası yapar, tek karavanda yerdik. Yazlık, kışlık giysiler pek seçilmezdi. Kışın annelerimizin koyun yününde ürettikleri yün çorap, Ankara lastiği dediğimiz lastik ayakkabılar giyilirdi.
Yazın yaylaya çıkardık. Sade taşlarla örülü olan, yılan ve akreplerin kol gezdiği yayla evlerinin penceresi olmaz, kapıları da tahta korkuluklarla kapatılırdı. Herkes yatakları kapının önündeki boş alana serip yatardı. Hayvanlar açık bırakılırdı. Adı yayla, herkes özgür. Hiçbir zaman bu hayvanlar bize veya çocuklarımıza zarar verir diye düşünülmezdi. Çünkü hayvanlar bazı insanlardan daha zararsızdırlar. Genelde kadınlar ve gençler yaylada kalırdı. Bu tehlikeli ve güzel yaşam 12 Eylül darbesinden sonra özelliğini kaybetti. Çünkü o güzelim dağlarda hayvanların yerini ordu güçleri aldı.(316)Hayvanlardan daha tehlikeli olmaya başladılar. Kadınlar, kızlar ve gençler rahat gezemezlerdi. Hemen her gün ormanda kurda, tilkiye, yılana, her çeşit vahşi hayvana rastlamak mümkündü. Hayvanlarla içiçe yaşardık. Onun için çocuklar bile korkuyu yenmişti. Bir hayvan görünce korkmazlardı. Kışın ise insanlar için en büyük eğlence silahsız ava çıkmak olurdu. Çünkü kışın keklik karda fazla uçamaz, yorulup karın içine düşerdi. İnsanların en büyük zevklerinden biri kekliği sağ yakalamaktı. Kahvelerin yerine komşu evlerinde kağıt veya domino oynamak bir başka eğlencemizdi. Hayvanları sulamak, yemlemek ve damların üstündeki karı temizlemekti bazen de.
Taştan örülmüş yayla evlerimiz, kerpiçten örülü iki katlı kerpiç ve toprak evler, kahvehaneler, komşu evleri günlük uğrak yerlerimizdi. Böyle okunduğunda çok kolay bir hayat gibi görünüyor. Hayır, bunları yazmamın nedeni zorlukları. Köy hayatı, hele hele bu köy doğudaysa, hiç kolay değildir. Metropollere hiç benzemez. Bazı şeyler anlatılamaz, sadece yaşanır. Bunu da ancak yaşayan bilir. Nevzat da bunları hem zorluklarıyla, hem güzellikleriyle yaşadı.
Anne ve babasının orak-çekiçle, alınteri, bilek gücüyle kazandıklarıyla yetiştirilen, yani tam anlamıyla emekle büyümüş, emeğin ekmeğini yemiş bir emekçi çocuğudur Nevzat. Bu emeğin karşılığını vermiştir, emeğe ihanet etmemiştir. Masabaşında oturan, rüşvet yiyen, zehir tacirliği yapan veya konken masalarında kumara para sayanlardan değildir o. Elleri nasırlaşmış, bilekleri aşınmış, hayatın acımasız kamçısını yemiş bir ana-babanın evladıdır. Onun için O’nun varlığı bu asalak düzenin sahiplerini rahatsız etmiştir. Daha da rahatsız olmaya devam edecektir.(317)
Nevzat on yılını metropollerde, emekten yana verilen mücadeleyle geçirmiştir. Böyle büyük emeklerle büyütülen bir insanın yaşamı elbette saf ve temiz olur. Saf kelimesi biz doğuluların deyimi ile temiz ve güzel, burjuvalara göre ise aptal demektir.
Evet bu güzel insanla 30 Mart ‘99’da son görüşümüzü yapmıştık. Günlük not defterime not almışım: “30 Mart ‘99 Salı, son görüşme.” 30 Mart’ı kendime özel bir gün ilan ettim. O görüşmemizde bana şunu söylemişti: “Sizinle ciddi bir şey konuşacağım. İdareden aldığımız bilgiye göre, 7 kişinin ismini listeye almışlar. Cezaevine keskin nişancılar yerleştirilmiş. Ufak bir kıvılcımda bu 7 kişiyi öldürecekler, hazır olun.” Ben, “Ne kadar rahat konuşuyorsun. Gereken yerlere bildirelim” demiştim. “Yok canım. Kimi kime şikayet ediyoruz. Hepsinin haberi var.” demişti. “Kendinize dikkat edin” demiştik. Yanıtı, “Onların gücü bize yetmez. Bilirsin yoldaş, ben Dersimliyim. Dersimliler'in göğsü çelikten olur, kurşun işlemez.” olmuştu.
Evet güzel insan, tabii ki kurşun işlemez. Beceremediler seni öldürmeyi. Seni daha da çoğalttılar. Seninle hiçbir zaman son görüşümüz olmayacak. Kabrine geliyorum. Kapısız, penceresiz kör bir hücre dahi olsa, aramızdaki sevgiyi engelleyemezler.
Bir keresinde bana şunu söylemiştin: “Yoldaş, sana bir şey söyleyeyim, sen hiç aşık oldun mu? Aşık olmak nedir bilir misin? Bilirsin ben hiç aşık olmamıştım.
Onun için şimdi itiraf edeyim; ben aşığım. Ben bu kavgaya aşık oldum, ayrılamam.” Tabii ki seni anlıyorum ve biz de sana aşığız. Senden ayrılabilir miyiz?
Not defterime 21 Eylül ‘98 günü şunları yazmışım:
“Kendimi özgürüm diye teselli ediyorum. Özgürlüğü(318)soruyorum kanatları yolunmuş bir kuşa. Düşünün, nasıl özgür olabilir? Birinin kanadı yolunmuş, doğaya bırakılmış. Biri ise kafese kapatılmış. Acaba hangisi daha özgür? Kafesteki daha çok güvencede belki. Çünkü doğaya bırakılan kuşun kanatları yolunmuş ve uçamaz. Her an kurda, kuşa yem olabilir.”
Ama bu iki “özgürlüğü” de sevmiyorum. En iyisi kanadı yolunmadan doğaya özgürlüğe uçurulan kuş olmak. Tabii ki bu benim tercihim. Kardeşimin güvencede olduğunu düşünmüş ve kendimi yolunmuş bir kuş gibi görmüştüm. Oysa kanatlarım yolunmadı, kırıldı. Güvence dediğim yer de bir Nazi kampına döndü.
Elbette ki bu kadar emek boşa gitmeyecek. Ben Habip’i kaynağı bulunamayan, dağların doruğunda çağlayan bir pınara benzetiyorum. Kısa sürede o kadar uzun yol aldı ki. Bu pınarı kurutmaya kimsenin gücü yetmeyecek. Çünkü kaynağını bulamazlar. Bizde bu pınarlar aktığı sürece, gücün her zaman bizde olduğunu düşünüyorum.
Yüreği yaşama sevinciyle çarpan güzel insan, sana güle güle demeyeceğim. Çünkü sen hiçbir yere gitmedin, hep bizimlesin. O aşağılıkların gücü yetmeyecek bizi ayırmaya. Yalnız şunu bilmeni isterim. Bir gün zafer bizim olacak. O zaman kızıl bayrağı beraber göklere çekeceğiz. Orak-çekici düşmanın alnında patlatacağız. Yardımına ihtiyacımız olacak. Seni çok seviyoruz.