Herşeyi adım adım işleyerek yön vermeye çalışıyordun çevrendekilere. “Anti-profesyonel yetmez, örgüt lazım” diyordun. Ardından EKİM’i tanıdılar, öğrendiler, mücadele ettiler. Sınıfsal konumlarının onları geriye çekmesine rağmen, mücadele gücünü ve cesaretini senden alıyorlardı. Düzen-devrim çelişkisi, Ümit’in yanında olmak ile düzen saflarında kalmaya indirgenmişti artık.
Ancak sen yerinde duramıyordun. İlk iki yıl derslerine devam etmene ve başarılı olmana rağmen (örneğin Termodinamik dersindeki başarını doğanın diyalektiğini iyi kavramış olmakla açıklıyordun), bir süre sonra mühendis olmanın anlamsızlığında karar kıldın. “Yapılmayacak bir iş için zaman ayırmak” gereksizdi ve “okulun bırakılması” gerekiyordu. Ve hiç tereddüt duymadan okuldan ayrıldın.
Sanırım en fazla ‘96 öğrenci eylemlerinden hatırlayacağız seni. Ve belki de Beyazıt işgalinden... “Evet, bugün öğrenci gençlik dolaysız olarak düzenle karşı karşıya gelecek, dişe diş bir mücadele verecek" diyordun. Eylemin önemini anlatıyordun: ‘“Herkese eşit-parasız eğitim’ şiarı bizim gerçekleştirilebilir ütopyamızın sadece bir parçası. Eğitimin eşitsiz dağıtılmasına, bilgi üzerine tekeller kurulmasına gerek yok bizim sosyalizmimizde. Sömüren sınıfların egemenliğini yıkmak, sömürü düzeninin tüm kurumlarında(220)eşitsizliğe dayalı yapıyı da temellerinden yıkmak anlamına gelecek. Bizim eşitlikçi sosyalizmimizin, bilgiyi tekellerin kasalarında tutarak daha geri üretimleri sürdürmeye ihtiyacı yok. Bizim toplumsal sistemimizin bilimi üretken olmayan alanlarda yoğunlaştırma problemi yok. Üstelik, halkların eşitliği temelinde bir kardeşliğe dayanan komünist dünya sistemimiz bilginin uluslararasılaştırılmasının en üst boyutu olacak, bizim toplumsal sistemimiz eğitimi eşitsiz toplumsal yapıdan ve kar mantığından kurtardığı için, eşit-parasız eğitimin gerçekleşebileceği tek yerdir”
Eylemdeki coşkun görülmeye değerdi. Eylem Komitesi’nin içindeydin (devletin deyimiyle “Devrim Komitesi”) ve eylemi başarıyla yönlendirebilmek için muazzam bir enerji sarfediyordun. Barikatın ardında savaşıyor olmanın gururunu ve mutluluğunu taşıyordun. Çünkü biliyordun ki; ‘‘Barikatlar işgalin yüreği. Onlar yaşarsa işgal yaşar ve onlar yenilirse işgal yenilir. Bu yüzden kurulan barikatlarımız insan dolu. Onları metalleri tahtalara çatarak yaptık, ama harcı insandı. Sadece emeği anlamında değil. Polis saldırırsa barikatımıza ve bir boşluk bulursa, orayı bedenlerimizle kapatacaktık.” Gece yarısı hepimizin gözlerini uyku bürüdüğünde bile, sen hem bizlerin hem de toplamın sorumluluğunu hissettiğin için ayakta kaldın bütün gece. İşgal bittiğinde coşkumuz sürüyordu. Çünkü önümüzde 23 Mart vardı. Ön hazırlığına girişmiş, ancak işgale kalamamıştın. Üzüntüne rağmen yüreğin bizimleydi.
Ve ardından 10 Nisan eylemi... Beyazıt işgalcilerinin aramıza katılışını kutladığımız gün, seni Bayrampaşa Cezaevi’ne götürdüler. Eylemde polis kamerasının uzaklaştırılmasını planladığımız sırada, seni polislere tekme atıp, kamerayı kırarken bulduk. Sabırsızlık,(221)tahammülsüzlük ve öfke bir arada idi. Seni bizden 1.5 aylığına alıp cezaevine götürdüklerinde, gazetelerde ön sayfada resmin yayınlanmıştı; “Piskopat eylemci hastaneyi havaya uçuracaktı” diye.
Kavgadan sakınmadığın gibi, kime nasıl tutum alınması gerektiğini de bilirdin. Emek Gençliği dövizimize müdahale ettiği zaman öne atılmıştın, “indirmeyiz” diye. Sorumluluğu en ileri düzeyden hissediyordun. İndirmeme tutumumuz karşısında saldırmışlar ve sana yumruk atmaya başlamışlardı. Sen buna rağmen yumruklarla yanıt vermiyor, var gücünle saldırıyı engellemeye çalışıyor ve avazın çıktığı kadar bağırarak okulun ortasında Emek Gençliği'ni teşhir ediyordun. Bir süre sonra pes eden onlar oldular ve sen teşhire devam ettin.
Sadece öğrenci gençlik içindeki mücadelenle değil, sınıf çalışmasında tuttuğun yerle de anacağız seni. Sınıf çalışmasının sorunlarına ilişkin yazılarını okuyunca, Petro-Kimya İşçi Bülteni'ni görünce, Mutlu Akü işçileriyle konuşunca...
Devrim senin için vazgeçilmezdi. Çünkü devrimci olan herşey insaniydi. Ve, “Devrim bir harikaydı ve onun dışındaki herşey saçma idi". Beraberinde devrime bağlılığın gerektirdiği herşeyi göze aldın. Gözaltını, işkenceyi, tutuklanmayı, sevdiklerinden ayrı kalmayı ve sonuçta ölümü...
İlk sistematik işkenceye alındıktan sonraki halini hatırlıyorum (Aralık ‘95). Bir hafta kalmıştın şubede. Geldiğinde gözlerinin içi parlıyordu. Bu süre içinde açlık grevinde olmana rağmen gülerek çukulata yiyordun. Polisler uzun saçlarını biçimsiz bir şekilde kesmişlerdi. Düzgün kestirmeni söylediğimizde, “ibret olsun diye kestirmeyeceğim” demiş, günlerce öyle dolaşmıştın. Her(222)tarafın morluk içindeydi, sağ kolun askıdan dolayı tutmuyor ve üstün başın perişan görünüyordu. İncitiriz diye sarılamamıştık sana.
Kasım ‘97’deki gözaltını duyduğumda ise büyük bir acı hissettim içimde. Ya bir daha dışarı çıkamazsan, doyasıya konuşamaz, kahkahalarla gülemez ve sarılamazsam diye sana. Gözaltına alınış biçimini ilk duyduğumda bir parça gülmedim de değil. Cesarette, gözüpeklikte olmadığı gibi, “rahatlık”ta da kimse yoktu üzerine. Alındıktan sonraki kısmı daha eğlenceliydi. Taksim’in merkezinden alınıp, polis aracından kaçıp, Galatasaray’a kadar polislerle kovalamaca yaşamıştın. Ümraniye Cezaevi’ne götürüldüğünde son derece rahattın. Uzun yıllar yatmaya hazırdın. Ne olacak 10 yıl okurum, 5 yıl da yazarım, diyordun. Tek EKİM davası tutsağı olmana rağmen mücadeleni içeride de tek başına sürdürdün. Her zamankinden daha fazla yazmaya vakit ayırıyor ve kitap okuyordun. Ziyarete gelemeyen dostlarına, yoldaşlarına biraz kırılmakla birlikte, “beni ziyarete gelmek işlerin yapılmasını engelliyorsa, sakın gelmeyin” diyordun. Çıktığında ise içeridekileri bırakmış olmanın üzüntüsünü yaşıyordun. 4 ay gibi kısa bir süre kalmış olmana rağmen, kaldığın koğuştakileri bırakıp çıkmak çok ağır geliyordu sana.