1988 baharında hayvanlarımızı satıp, baba ocağını terkettik. Aliağa Helvacı Köyü’ne yerleşmiştik. Burada arkadaşlarımın yardımıyla yaptığım iki gözlü bir gecekonduda yaşamaya başladık. Örgütsel faaliyetlerim hızla sürüyordu. Bu arada bir de oğlum olmuştu.
1991 yılının 29 Nisan günü devlet güçleri örgütümüze karşı bir operasyon başlattılar. Aynı gün evim basılarak gözaltına alındım. On beş günlük sıkı bir işkenceden sonra tutuklanarak Buca Cezaevi’ne konuldum.
Cezaevine konuluşum, karım ve çocuklarım için tastamam bir yoksulluk demekti. “Ailede çalışabilecek kişiler varsa, örgütten ekonomik yardım almamak” şeklindeki bir karar nedeniyle karım bir yemekhanede iş bulup çalışmaya başladı.
Cezaevi bitip tükenmeyen açlık grevleriyle karşılamıştı bizleri. Birçok kısa süreli, dönüşümlü açlık grevine girdik. Eskişehir tabutluğunun açılışı, ilk uzun süreli açlık grevi deneyimimin de başlangıcı oldu. Kırk beş gün sürmüştü. Barikatlar, direnişler derken bir yıl Buca Cezaevi’nde kaldım. Bir yıl içinde sadece bir kez ziyaretçi görüşü yapabildim. Çünkü otuz ay sürecek olan mektup ve görüş yasağı cezası almıştım.(289)
Mahkeme bir yıl sonra Terörle Mücadele Yasası’na göre üç yıl hapis ve 83 milyon lira da para cezası verdi bana. Arkasından Urla Cezaevi’ne sevkedildim. Burada üç ay kaldıktan sonra, “adli mahkumları isyana teşvik edip örgütlemekten” Kemalpaşa Cezaevi’ne sürgün edildim. Her gittiğim cezaevinde mektup ve görüş yasağı da arkamdan geliyordu. Hapis cezasını burada doldurdum. Geriye bana verilen 83 milyonluk para cezası kalmıştı. Bu parayı devlete ödediğimde serbest kalacaktım. Böylece ya parayı ödeyecektim, ya da hapiste kalmaya devam edecektim. Düzenin önümüze koyduğu kötü bir tercihti bu. Neyse ki çok kafa yormam gerekmedi. Parayı ödemedim. Cezanın meşruluğunu kabul etmiş olacaktım yoksa.
Para cezası hapis cezasına çevrildi. 11 ay 20 gün daha yatacaktım. Parayı ödemedim ama, devrimci iradenin ve görevin gereklerini yerine getirdim: Kazdığımız 35 metrelik bir tünelle dört kişi, 19 Mayıs 1993 şafağında özgürlüğe koştuk. On ay “cezam” kalmıştı firar ettiğimde. Ben de bu meşru hakkımı kullandım. Benim için firar, üç yıldan beri görmediğim karımı ve çocuklarımı daha yıllarca görmemek anlamına da geliyordu. Her zaman söylüyorum, hiç unutmadığım ve anlatmakta güçlük çektiğim iki anı var hayatımda: Birincisi, yıllar süren uzunca bir örgütsüzlükten sonra 1987 Ekim’inde örgütümle tanıştığım anın duygularıdır. İkincisi ise, tünelden çıktığımızda yüzüme vuran ilk yel ile özgürlüğe atılan o ilk adımdır. Ve tünelin ucuna kadar gelip de geri dönen bir arkadaşın ahmaklığı...
Firar ettikten sonra ilk faaliyet alanım Adana oldu. Soluk soluğa geçen sekiz ayın sonunda, bir randevuya giderken pusuya düştüm ve yakalandım. Bir gece önce yakalanan iki genç yoldaşımız işkenceye dayanamayıp(290)randevu yerini vermek zorunda kalmışlardı. Üzerimde onlarca bildiri ve afişin yanı sıra şifreli telefon numaraları ve adresler vardı. Burada Habip Gül sahte kimliğiyle yakalanmıştım. Emniyete götürüldükten kısa bir zaman sonra bir polis gelip yüzüme uzun uzun baktı, “Ben bunu bir yerden tanıyorum. İzmir Kemalpaşa Cezaevi’nden firar edenlerden birinin gazetede çıkan fotoğrafına çok benziyor, iyice araştırın!” dedi. Habip Gül’le aynı memleketli (Maraşlı) olduğu için de sırtıma iyi bir hemşehri tekmesi vurarak çıkıp gitti. Bu umulmadık rastlantı, işimi epeyce zora sokacaktı. Dört gün süren soluksuz işkencenin ağırlığı, kimliğimin sahteliği üzerineydi. Üzerimden çıkan telefonlarla adreslerin şifrelerini de gizli tutmam gerekiyordu. Kimlikteki sahte Habip Gül ismine sımsıkı sarılmalıydım. Sonuna kadar direndim. Direnmekten başka seçeneğim de yoktu. Çünkü konuşursam pek çok yoldaşımı ele vermiş olacaktım. Yoldaşlarım ve örgütüm zarar görmüş olacaklardı böylece. Bir de kendime olan güvenimi torpillemiş olacaktım.
Bir gün tim şefi beni odasına götürdü. Tabii ayakta duramadığım için sürükleyerek götürüyorlar. “Bomban patladı, boşuna direnme, kimliğin sahtedir” dedi, gözlerinde zafer kazanmış insanların parıltısıyla. “Ben Habip Gül’üm! Aksini ispatlamak sizin işiniz” diye direttim soğukkanlılıkla. İşkenceci çok sinirlenmişti. Yanındakine, “Gelen faksı getir, bu orospu çocuğu tanıyacak mı bakalım?” diye bağırdı. Faksta gösterilecek şeyin Habip Gül’e ait bilgiler olduğunu tahmin etmekte gecikmedim. İşin kötüsü, ben daha önce ne Habip Gül’ü, ne de fotoğrafını görmüştüm. Neyse gözlerim açıldı. İşkenceci, katlanmış bir faks kağıdında bir fotoğraf göstererek, “Kim bu lan?” diye öfkeyle sordu.(291)Fotoğraftaki Habip Gül hafif bir sırıtmayla bize bakıyordu. Olup bitenlere gülüyor gibiydi. Ben gayet sakince, “Benim!” dedim. İşkenceci deliye dönmüştü. “Ulan sana benzemiyor!” diye köpürdü. Yay gibi gerilmişti, sinirinden tir tir titriyordu. Az önce faks kağıdında fotoğrafını bana gösterdiği Flabip Gül’e ait renkli bir fotoğrafı başka fotoğraflarla karıştırarak, “Madem öyle, bunların içinden kendini (Habip Gül’ü) bul!” dedi. Bana biraz önce faks kağıdında gösterilen siyah-beyaz fotoğrafı kafamda canlandırarak, renklisini elimle koymuş gibi buldum. “Ben buyum” dedim. Yani allah var, fotoğraftaki adam bana hiç benzemiyordu. Bir defa gözleri siyahtı onun. Benimki mavi. İşkenceciler şaşkınlık içindeydiler. “Nasıl oluyor lan, bu sana hiç benzemiyor!” diye çaresizce debelenip duruyorlardı. Ama kabul etmekten başka şansları da yoktu. Çünkü ağzımdan başka bir söz alamayacaklarını artık onlar da biliyorlardı. On dört gün süren işkenceden sonra bir gece alıp beni dağa götürdüler. Burada öldürüp cesedimi toprağa gömeceklerini söyleyerek, sağa sola ateş ettiler. Bu tehditleri de işe yaramayınca, bir dişimle birkaç kaburgamı kırarak beni emniyete geri götürdüler. Kollarımdan askıya asılmam yüzünden koltuklarımın altı yırtılmıştı. Ters askıdan ayak bileklerimin derisi çok kötü bir şekilde yüzülmüştü. Copla tecavüze uğradığımdan makatımda ağır bir hasar meydana gelmişti. Oturamıyordum. Oturup kalkarken dayanılmaz acılar çekiyordum. Bedenim bütün bütün acılara boğulmuştu. Ama her ne pahasına olursa olsun dayanacaktım. Dayanmalıydım!