BENİ MUSTALIK GAZASI
1068- Ebû Saîd El-Hudrî (Radıyallahu Anh) der ki:
Benî Mustalık gazasında Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile beraberdik. Arab kâfirlerin esirlerinden cariyeler hissemize düşmüştü. Biz de evlerimizden uzak olarak uzun müddet taşrada kaldığımızdan bekârlık halimiz şiddetlenerek cariyelerimize yaklaşmayı arzu ettik. Fakat cariyelerimiz çocuğa kalırsa, artık onları satmak caiz olamayacağından korktuk. Çocuğa kalmamaları için korunmayı (dışarı dökmeyi) çare olarak düşündük. Ancak bunun caiz olup olmadığını bilmediğimiz için Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e sorduk. Bize şu cevabı verdiler:
“Bunu yapmanızda bir sakınca yoktur. Çünkü kıyamete kadar Allah katında yaratılması mukadder olan her insan dünyaya gelecektir (bunun için günah olur diye endişelenmeyiniz).”
HUDEYBİYE GAZASI
1069- Hazreti Ömer’den (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
Hazreti Ömer, Hudeybiye dönüşünde geceleyin Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in beraberinde bulunurken Hazreti Peygamber’e bir şey sordu; fakat cevap alamadı. Bu soruyu üç defa tekrarladı ise de yine cevap alamadı. Zira o esnada Hazreti Peygamber Âllah’dan gelen bir vahiy ile meşguldü. Sonra Hazreti Ömer kendi nefsine söylendi:
— Ey Ömer, senin anan ağlasın! (ölesin). Üç kez ısrar ederek Resûlullah ı rahatsız ettin.
Hazreti, Ömer der ki: Sonra ben devemi koşturdum. Bütün insanların önüne geçtim. Hakkımda Kur’an nazil olmasından korku ve endişe içinde bulunuyor ve düşünüyordum. Ben bu hal üzere iken bir haberci beni çağırdı. Hakkımda bir ayet nazil olmuştur, korkusu ile Hazreti Peygamberin huzurlarına vardım. Bana şöyle buyurdular:
“Bu gece bana bir sûre nazil oldu ki, üzerine güneş doğan bütün varlıklardan bana daha sevgilidir.” Sonra FETÎH sûresini baştan sonuna kadar okudular.
Mütercim:
Bu Fetih sûresi, bugüne kadar meydana gelen ve bundan sonra da kıyamete kadar olacak bütün İslâm fetihlerini müjdelemektedir. Hem Kur’an’ın bir mucizesi, hem de Hazreti Peygamberin ve onun ümmetinin geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlanacağını da müjdeliyor. Ayrıca Hudeybiye barışının hem Mekke’nin fethine ve hem de diğer fetihlerin olacağına işaret ettiğinden bu sûrenin dünya ve dünyadâkilerden daha sevimli olacağı tabiidir. Yine Hudeybiye barışına evvelce itiraz eden Hazreti Ömer ve Arkadaşları bu sûrenin inmesiyle mahcub oldular ve çok pişmanlık duydular, tevbe ve istiğfar ettiler.
Bir de, bu sûrenin her bir ayeti Kur’an’ ın apaçık mucizelerinden olup çoğu meydana gelmiş ve daha da gelecektir.
1070- Hazreti Cabir (Radıyallahu Anh) der ki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri Hudeybiye’de ağaç altında BEY’ATÜ’R - RIDVAN (Allah’ın rızasına uygun biat) adı verilen biat sırasında bütün ashaba şöyle buyurmuştu:
“Siz, yeryüzündeki bütün insanların en hayırlısısınız.” Biz o gün orada bindörtyüz kişiden ibaret idik.
1071- Misver bin Mahreme (Radıyallahu Anh) der ki:
Hudeybiye senesi, umre yapmak niyeti ile Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ashabı ile Medine’den çıkmıştı. Mekke’de bulunan Kureyş kâfirlerinin tutum ve davranışlarını öğrenmek için de Huzaa kabilesinden birini casus olarak göndermişti. Mekke’ye doğru ilerleyen birliğimiz Gadîru’l-Eştat adındaki yerde konakladı. Mekke ye gönderilmiş olan casus (Büser bin Süfyan) dönüp şu haberi getirdi:
—Ya Resûlallah, Kureyş kâfirleri sizin bu hareketinizi öğrendiler. Aleyhinize çeşitli kabilelerden toplanan büyük bir ordu hazırladılar. Sizinle savaşmakta kararlıdırlar ve sizi Kâbe’yi ziyaretten alıkoyacaklar.
Verilen bu haber üzerine Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ashaba hitaben istişare yolunda şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! bana görüşlerinizi söyleyin, Kâbe’den bizi engellemek isteyen o düşmanların soyu sopuna yönelmemi uygun görür müsünüz? Bize karşı koyarlarsa Allah Teâlâ, müşriklerden bir gözeyi (insan kaynağını) kesmiş (kurutmuş) olacaktır. Aksi takdirde biz de onları yersiz yurtsuz ederiz (bir daha bize karşı koyacak gücü bulamazlar):” Ebû Bekir söz aldı:
— Ya Resûlallah! Kâbe’yi ziyaret maksadı ile (Medine’den) çıktınız. Hiç kimse ile savaşmak ve hiç kimseyi de öldürmek niyetinde değildiniz. O halde aynı maksadla yola devam ediniz. Bizi Kâbe’yi ziyaretten engelleyen olursa ona karşı savaşırız, dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem:
“Bismillahi diyerek yolunuza devam ediniz.” buyurdular.
Mütercim:
Mekke’ye doğru birlik yola devam ederken Hazreti Peygamberin Kusva adındaki devesi ilahi bir emirle Hudeybiye yönüne doğru istikamet değiştirdi ve orada çöktü. Gelecek yıl umre yapmak üzere Hudeybiye’de barış imzalandı. Gerçekten ertesi yıl Hazreti Peygamber ashabı ile umreyi tamamladı ve üç gün Mekke’de kaldıktan sonra tekrar Medine’ye döndüler. Bundan bir yıl sonra da, Kureyş kavmi Hudeybiye barışının hükümlerini bozduklarından Mekke tamamen fethedildi ve Fetih sûresinin büyük mucizesi gerçekleşti.40
40 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:711-714
HAYBER GAZASI
1072- Seleme bin Ekva (Radıyallahu Anh) der ki:
Hayber gazası maksadıyla Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile birlikte Medine’den çıktık. Gece yolda giderken Üseyd bin Hudayr Hazretleri, Âmir’e hitaben şöyle dedi:
— Ey Amir! Ezgilerinden bir şey söyle de dinleyelim. Âmir, güzel sesli iyi bir şair idi. Hayvanından indi ve şiir söylemeğe başladı:
Allah’ım! Sen olmasaydın hidayete eremezdik.
Zekât vermezdik, namaz kılamazdık.
Sana, neyimiz varsa fedadır; bağışla bizi
Bize dirlik ver, huzurlu kıl, gönlümüzü.
Karşılaşırsak düşmanla kaydırma ayaklarımızı.
Haksız çağrılara biz tıkarız kulaklarımızı.
Bir haksız çağrı ile yıldırmak isterler bizi.
Bu beyitleri Arab şive ve ahenginin güzel nağmeleri ile okurken develer bunun tesirinden süratle yürümeğe başladılar. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem sordu:
“Bu sürücü kimdir?” Ashabı kiram:
- Âmir bin Ekvaatır, ya Resûlallah! dediler. Sonra Hazreti Peygamber bu şair için şöyle buyurdu:
“Allah ona rahmet etsin.”
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir kimse hakkında böyle dua etmezdi. Onun için Âmir’in şehit olacağına bir işaret vardır düşüncesiyle Hazreti Ömer:
— Yâ Resûlallah! Âmir hakkındaki duanızdan anlaşılan o, yakında şehit olacaktır. Fakat keşke böyle sefer halinde bizi neşelendirmek için onu bize bağışlayaydınız? dedi. Sonra biz Hayber’e vardık ve Hayber’i kuşattık. Muhasara uzadı. Bizim yiyeceklerimiz tükendi ve açlığa tutulduk. Sonra Allah Teâlâ bize fetih zaferini verdi. O akşam herkes ayrı ayrı ateşler yakarak yemek pişirmeye koyuldu. Hazreti Peygamber ashaba sordu:
— “Bu ateşler nedir, bunlar üzerinde ne pişiriyorsunuz?” ashap cevap verdi:
— Ya Resûlallah, et pişiriyoruz, Hazreti Peygamber yine sordu:
— ”Ne eti pişiriyorsunuz?” Ashab:
— Evcil merkep eti, dediler. Hazreti Peygamber onlara:
— “Etleri dökün ve güveçlerinizi kırın” buyurdu, ashaptan Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) sordu:
— Etleri döküp tencerelerimizi güzelce yıkasak olmaz mı? Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem:
— “Veya öyle yapınız.” buyurdu.
Yine bu Hayber savaşında düşmanla karşı karşıya saf bağlayıp dövüşürken, adı geçen şair Âmir’in kılıcı kısa olduğundan bir Yahudi’nin bacağına vurayım derken, kılıcın keskin ağzı kendi dizine isabet etti ve onun tesiriyle öldü.
Seleme bin Ekva der ki: bazı kimseler, şair Âmir hakkında, onun amelleri boşa çıkmıştır. Çünkü kendisini öldürdüğünden şehit olmamıştır, diye söz ettiler. Buna çok üzüldüm. Beni bu derecede üzgün gören Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri elimden tutarak: “Sana ne oldu?” buyurdu. Ben de:
— Ya Resûlallah Anam-babam sana feda olsun! Amcam Âmir’in amelleri boşa gitti, diye söylenmektedir. Onun için kederliyim, dedim. Hazreti Peygamber:
“Bu sözü söyleyen yalan söylemiştir. Onun İki mükâfatı vardır.” buyurdu ve iki parmağını bir araya getirerek devam etti: “O, hem câhiddir (güç işlere sabırlıdır) hem de mücahiddir. Onun yolunda yürüyen Arab pek azdır.”
Bir rivayet de: “Bu arazide Âmir gibi yetişen Arab azdır.” şeklindedir.
1073- Ebû Mûsâ El-Eş’arî (Radıyallahu Anh) der ki:
Hayber gazasına giderken Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerinin beraberinde olan ashap bir vadiye inince yüksek sesle tekbir ve tehlil getirmeye (Allahu Ekber ve Lâilâhe İllallah demeye) başladılar. Hazreti Peygamber onlara şöyle buyurdu:
“Kendinize geliniz. Siz, sağıra veya uzakta olana seslenmiyorsunuz. Siz, her şeyi işiten ve yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz. Nerede olursanız Allah sizinle beraberdir “
Ebû Mûsâ sözüne devamla der ki:
O zaman ben Hazreti Peygamberin arkasında onunla aynı hayvana binmiştim. Hem de lisanımla LAHAVLE VE LA KUVVETE İLLA BİLLAH diyordum. Hazreti Peygamber bana şöyle buyurdu:
“Ya Abdullah bin Kays! Ben sana cennet hazinelerinden bir hazine göstereyim mi? O, LA HAVLE VE LÂ KUVVETE İLLA BİLLAH sözüdür.”
(Günahlardan korunmak ve ibadetlere güç kazanmak, ancak Allah’ın kudretiyledir.)
Mütercim:
İşte bu “Lâ Havle...” cümlesinin manası, İslâm dininin özü demektir. Çünkü bir kimse, günahlardan uzaklaşma ve ibadete güç kazanmanın ancak Allah’ın emir ve iradeleriyle olduğuna inanınca bütün işlerinde Allah’a dayanmış demektir. Bu hal, tasavvufta “Fani fillâh ve Baki billâh” diye ifade edilen gerçeğin özüdür. Fakat cüz’î irademizi unutmayalım ki, o da kulun sorumluluğu için yeterlidir. Allah Teâlâ kulların bütün işlerini yaratıcıdır; kul ise, işi kazanandır (kâsibdir).
1074- Sehl bin Sa’d (Radıyallahu Anh) der ki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri, Hayber savaşında düşmanla karşı karşıya gelip çarpıştıktan sonra her iki taraf birlikleri ordugâhlarına döndü. Bu arada ashap içinde Kuzman adında biri vardı ki, düşman ordusundan çekilen ve ayrılan kimi görürse kılıçtan geçiriyor, öldürüyordu. Ben onun bu halini Hazreti peygambere bildirdim ve hiç birimiz bugünkü savaşta onun gösterdiği becerikliği yapamadık, dedim. Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:
“Dikkat ediniz, o cehennem ehlindendir.” Sonra ashaptan biri, öyle ise ben onu devamlı gözeteceğim ve akıbetinin ne olacağını göreceğim, dedi ve onun her hareketini izledi. Nihayet Kuzman ağır şekilde yaralanarak çok acı çekmeğe başladı. Adam buna dayanamayarak kılıcının kabzasını yere dayadı ve göğsünü kılıcının sivri ucuna dayayarak üzerine yüklendi ve böylece intihar etti. Onun bu halini gören takipçi hemen Hazreti Peygamberin huzuruna gelerek:
— Ya Resûlallah! Ben şahidlik ederim ki, Allah’ın gerçekten peygamberisin, dedi. Hazreti Peygamber ona:
“Bu söz neden gerekti?” buyurdu. Adam da Kuzman’ın akıbetini olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Peygamber
Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri şöyle buyurdu:
“Gerçekten adam var ki, insanların gözünde cennet ehlinin işini yapar; Hâlbuki o kimse cehennem ehlindendir. Adam da var ki, insanların gözünde cehennem ehlinin işini yapar; Hâlbuki cennet ehlindendir.” Diğer bir rivayette de şöyle varit olmuştur:
“Kalk, ey Bilâl! İlân et ki, Müminden başkası cennete giremez. Allah bu dini facir (günahı açık) bir adamla da destekler.”
Mütercim:
Kuzman hakkında varit olan hadîs-i şeriften, her intihar edenin cehennemlik olacağı manası anlaşılmakta ise de, gerçekte dinî hüküm böyle değildir. Kuzman kendisini öldürmesinden dolayı Allah tarafından bağışlanmazsa, ebedî olarak değil, uzun bir müddet cehennemde azab çeker. Fakat intihar etmeyi helal sayarak onu işlemiş ise, kâfir sayılacağından devamlı olarak cehennemde kalır. Yoksa intihar edenin muhakkak cehennemlik olması gerekmez. Ayrıca Kuzman’ın iç hali Allah tarafından Hazreti Peygambere bildirilerek kâfir olduğuna işaretle cehennem ehlinden olduğu da söylenebilir. Şerkavî şerhinde böyle yazılıdır.
1075- Ebû Mûsâ El-Eş’arî (Radıyallahu Anh) der ki:
Memleketimiz olan Yemen’de iken, Hazreti Peygamberin Medine’ye göç ettiği haberini aldık. Kendi kabilemizden elli üç arkadaş olarak Medine’ye hicret etmek üzere bir gemiye bindik. Beraberimde benden büyük Ebû Bürde ve Ebû Rühm adlarında iki kardeşim vardı. Sonra hava muhalefeti yüzünden gemi bizi Habeşistana, Necaşî’nin memleketine götürdü. Habeşistana inince orada, daha önce Mekke’den Habeşistana hicret etmiş olan Hazreti Cafer (ibni Ebî Talib) ile karşılaştık. Onunla beraber bir müddet kaldık. Nihayet biz, Hazreti Cafer ve beraberindekilerle Medine’ye gitmek üzere, Habeşistan’dan ayrıldık. Bir gemiye binerek Hicaz sahiline indik ve Hayber’in fethi zamanında hepimiz Hazreti Peygambere kavuştuk.
Sonra insanlar içinde bir takım kimseler, biz hicret bakımından sizi geçmiş bulunuyoruz, diyerek övündüler. Hazreti Cafer’in hanımı Esma binti Umeys bizimle gelenlerdendi. Hazreti Esma, görüşmek maksadıyla kocası Tayyar Hazretleri ile beraber, müminlerin annesi ve Hazreti Ömer’in kızı Hafsa’nın evine gittiler. Orada tesadüfen Hazreti Ömer’le karşılaştılar. Hazreti Ömer, kızı Hafsa’ya, Esma için: Bu kimdir? diye sordu. Hazreti Hafsa da: Umeys’in kızı Esmâ’dır, dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer lâtife ederek: Vay, bu deniz yolu ile gelen Bahriye Esma mıdır? Dedi ve bu latifeyi tekrarlayarak ilâve etti: Siz Medine’ye hicrette geri kaldınız. Biz hicret bakımından sizi geçtik. Hazreti Peygamber’e sizden daha çok yakın olmamız gerekir. Hazreti Esma, Hazreti Ömer’in bu şekildeki konuşmasına kızdı ve
şöyle konuştu:
— Vallahi, siz, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e bizden daha layık değilsiniz; çünkü siz Hazreti Peygamberin yanında bulunarak aç olanlarınızı doyurdu, cahillerinize ilim verdi. Siz refah ve rahatlık içindeydiniz. Hâlbuki biz, Allah’ın ve onun peygamberinin dini için vatanımızı bırakarak Habeşistan’a gittik. Orada dinden ve dindarlarımızdan uzak bir diyarda sıkıntılar içindeydik. Şimdi bu halde Allah’a yemin ediyorum, senin bana söylediğin bu sözleri Hazreti Peygambere arz edinceye kadar ne yemek yiyeceğim ve ne de su içeceğim. Sonra Hazreti Peygamber, Hazreti Hafsa’nın evine şeref verdi. O zaman Hazreti Esma, Hazreti Ömer’in kendisine söylemiş olduğu sözleri aynen Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e anlattı. Hazreti Peygamber Esmâ’ya sordu:
“Sen ona (Ömer’e) ne söyledin?” Esma da beyan edilen şekilde konuşmalarını ve Ömer’e söylediklerini anlattı. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:
“Gerçekten Ömer, bana sizden daha layık değildir. Ona ve onun arkadaşlarına bir hicret sevabı vardır. Size ve sizinle olan gemi arkadaşlarına ise iki hicret sevabı vardır (Habeşistan a ve Medine’ye hicret sevabı).”
Hazreti Esma der ki: Bu hadîs-i duyan Ebû Mûsâ El-Eş’arî ile diğer bizim gemi arkadaşları her gün grup grup yanıma gelerek bu hadîsten bana sorarlardı. Arkadaşlarımızın hepsi son derece sevinç ve ferahlık duyarlardı. Onlar için bundan daha sevinçli iş dünyada yoktu.
1076- Ebû Mûsâ’dan (Radıyallahu Anh) rivayet edilmiştir:
“Eş’arî kabilesinden sefer arkadaşlarının, gündüzleyin nerede konakladıklarını görmemiş olsam da geceleyin çadırlarına girdikleri zaman okudukları Kur’an seslerinden nereye indiklerini bilirim. Onlardan hikmetli kişiler de çıkar. Bir süvari müfrezesine (veya düşman müfrezesine, buyurdu) rastladığı zaman onlara, arkadaşlarını burada kendilerini beklemenizi sizden istediler der (kendini elçi durumuna koyarak hayatını kurtarır ve aynı zamanda karşı tarafın içine bir korku salar).”
Mütercim:
Bu hadîs-i şerifin son kısmına iki mana verilebilir: Eğer süvari birliğinden maksad, düşmanlar ise, o akıllı ve tedbir sahibi kimse, bu düşmanlara: Benim arkadaşlarım gelinceye kadar siz burada bekleyin, onlar sizinle savaşacaklar, demesiyle düşmanları ilk karşılaşmada manen korkutarak kendisini kurtarmış olur.
Eğer süvari birliğinden maksad Müslümanlar ise, onları bekleterek piyade olarak gelmekte olan Müslümanlarla birleşmelerini sağlamış ve böylece aralarında birlik ve yardımlaşma kurularak düşmana karşı güç kazandırmış olur. Fakat bu fakirin içine doğan mana şudur:
Eş’arî kabilesi içinde Öyle olgun fikirli adam vardır ki, düşman birliği ile karşılaşınca, onlara karşı yılmadan tek başına durur ve düşmanın ilerlemesine engel olur. En doğrusunu Allah bilir.41
41 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:714-721
MÛTE GAZASI
1077- İbni Ömer (Radıyallahu Anhuma) der ki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mûte gazasına ordu kumandanı olarak Zeyd bin Harise’yi tayin buyurdu ve şöyle emir verdi:
Zeyd şehit edilirse Cafer komutandır. Cafer de şehîd edilirse Abdullah bin Revaha komutandır:”
İbni Ömer der ki: Ben de bizzat Mûte gazasında bulunuyordum. Sonra biz Cafer’i şehitler arasında aradık ve onu orada bulduk. Onun vücudunda süngü ve ok yarası olarak doksan küsur yara gördük.
Mütercim:
Bu hadîs-i şerifin daha genişi cenaze bahsinde geçmişti.
1078- Üsame bin Zeyd (Radıyallahu Anh) der ki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bizi, gaza için Huraka kabilesine göndermişti. Biz de sabahleyin bu kabileye baskın yaptık ve onları bozguna uğrattık. O sırada ben ve Ensardan bir arkadaşım bu düşman kabilesinden birini yakaladık ve onu yere serdik. O adam hemen LÂ İLAHE İLLALLAH dedi. Bunun üzerine arkadaşım ondan elini çekti. Fakat ben onu bırakmadım ve onu süngüleyerek öldürdüm. Sonra Hazreti Peygamberin huzuruna vardığımda kendilerine yapmış olduğum işi anlattım ve bana şöyle buyurdular: “Ey Üsame! Sen o adamı LA İLAHE İLLALLAH dedikten sonra nasıl öldürebildin!” Ben de:
— Ya Resûlallah, o bu tevhid kelimesini ölümden kurtulmak için söylemişti, dedim. Peygamber, Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bu sözü o kadar tekrarladılar ki, keşke o günden önce Müslüman olmamış olsaydım, diye temennide bulundum. (Keşke bugün Hazreti Peygamberin huzurunda İslâmı kabul edeydim de böyle mahcub olmayaydım.)
Mütercim:
Üsame Hazretleri “Bizim şiddetimizi (ölüm halini) gördükleri zaman, o kâfirlere iman etmeleri fayda vermez.” mealindeki ayeti kerimeye dayanarak o tevhid kelimesini getiren adamı öldürdüğü söylenebilir. Bunun için Hazreti peygamber de ona diyet vermesi için emir buyurmadı. Bununla beraber bazı âlimlere göre, Hazreti Üsame’ye diyet ödemesi için Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem emretmiştir.42
42 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:721-722
FETİH GAZASI
1079- Babasından rivayet ederek Hişam (Radıyallahu Anh) der ki:
Mekke’nin fethi yılında, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ‘in Medine’den onbin kişi ile Mekke’ye doğru hareket etmiş olduğu haberini Kureyş kavmi alınca, Hazreti Peygamberin gelişinden bir haber almak üzere üç kişjyi Medine’ye doğru gönderdiler. Bu öncüler Mekke reisi Ebû Süfyan ile Hâkim bin Hüzam ve Büdeyl bin Verka idiler. Bunlar Merru’l-Zehran adındaki vadiye vardıkları zaman, yanmakta olan pek çok ateşler gördüler. Ebû Süfyan arkadaşlarına:
—Bu nedir? dedi. Büdeyl bin Verka:
— Bunlar Huzaa kabilesinin ateşleridir, cevabını verdi. Ebû Süfyan:
— Hayır, onların olsaydı, bu kadar çok olmazdı, dedi. Sonra onlar, Hazreti Peygamberin öncü askerleri tarafından yakalanarak Peygamberin huzuruna getirildiler. Ebû Süfyan hemen Hazreti Peygamberin huzurunda İslam’ı kabul etti. İslâm ordusu daha sonra biraz ilerleyince, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazreti Abbas’a şöyle buyurdu:
“Sen, Ebû Süfyanı, bütün süvarilerimizin geçecek olduğu yol kenarında durdur. İslâm ordusuna baksın (ve dehşeti görsün, hayret etsin) .
Hazreti Abbas bu emre uyarak Ebu süfyanı askerlerin geçit yerinde bekletti. Çeşitli kabilelere ait askerler alay alay Ebû Süfyan’ın önünden geçmeğe başladı. Bir kabile geçerken Ebû Süfyan, Hazreti Abbas’a sordu:
— Bu hangi kabiledir? Hazreti Abbas:
— Gıfar kabilesidir, dedi. Ebû Süfyan:
— Tuhaf şey! Benimle Gıfar arasında ne var? Neden benimle savaşmak için gelmişler? dedi. Sonra Cüheyne, Sa’d bin Hüzeym, Süleym kabileleri de geçerken Ebû Süfyan aynı sözleri tekrarladı. Sonra Ebû Süfyan’ın ömründe görmediği muhteşem bir alay önünden gelip geçerken yine Ebû Süfyan, Hazreti Abbas’a sordu:
— Bu hangi kabiledir? Hazreti Abbas:
— İşte bunlar Medine’lilerdir. Bunlar Sa’d bin Ubade’nin sancağı ve komutası altında bulunan Ensar’dan ibaret askerlerdir, dedi.
Sonra Sa’d bin Ubade, Ebû Süfyan’ın hizasına gelince, onu azarlar şekilde:
— Ey Ebu Süfyan! Bugün büyük savaş günüdür. Bugün Ka’be civarında cana kıymanın mubah sayılacağı bir gündür, dedi.
Ebû Süfyan, Hazreti Abbas’a hitab ederek:
— Bu tehlikeli günde beni korumanız ne iyi şey!... dedi.
Sonra Hazreti Peygamber beraberinde bulunan ashabın seçkinleriyle, Peygamberlik sancağı da Zübeyr bin Avvam’ın elinde olduğu halde Ebû Süfyan’ın önünden geçerken Ebû Süfyan Hazreti Peygambere dedi ki: Bana Sa’d bin Ubade’nin söylediğini biliyormusunuz? Hazreti Peygamber: “Ne dedi?” buyurdu. Ebû Süfyan da:
— Şöyle şöyle dedi, diye karşılık verdi. Hazreti Peygamber buyurdu ki:
“Sa’d yanılmıştır. İşin doğrusu, bugün, Allah Teâlâ’nın Kâbe’nin şerefini yücelteceği bir gündür ve ona örtü giydireceği bir gündür.”
Ravi der ki: Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mekke şehrinin kenarında Hacûn adı verilen yerde Peygamberlik sancağının dikilmesi için emir verdi. Sonra Mekke’ye yukarı tarafından inerek girmesi için Halid bin Velid’i görevlendirdi. Hazreti Peygamber de o yerden (Kedâ adı verilen yerden) Mekke’ye girdi.
Mütercim:
Bu rivayet diğer sahih rivayetlere aykırıdır. Çünkü sahih olan rivayette Halid bin Velid, Mekke’ye aşağı tarafından ve Hazreti Peygamber de yukarı tarafından girdiler.
Bu Mekke’nin fethi gününde Halid bin Velid’in arkadaşlarından iki kişi (Ceyş bin Eş’ar ve Kürz bin Cabir El-Fihrî) şehid olmuş ve müşriklerden de on üç kişi öldürülmüştü. Bu şekilde müşrikler Mekke’yi teslim etmişlerdi.
1080- Abdullah bin Mes’ud (Radıyallahu Anh) der ki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mekke’nin fethi gününde Mekke’ye girince Kâbe’nin çevresinde üçyüz altmış tane put vardı. Hazreti Peygamber sopa ile bu putları dürterek;
“Hak (İslâm dini) geldi; batıl (putlar ve şirk) yok oldu. Hak geldi; artık batıl, bir şey başlatamaz ve gideni de geri çeviremez.”
Mütercim:
İbni Hibban’ın rivayetinde, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in sopa ile putları dürtmesiyle o putlar kendiliğinden yere düşüyorlardı, şeklinde anlatılmaktadır.
1081- Amr bin Seleme (Radıyallahu Anh) der ki:
Bizim oturmakta olduğumuz yer, insanların uğrak yeri olan bir su kenarı idi. Bize uğrayan yolculara, çeşitli meselelerden, Arabların ahvalinden ve peygamberlik davasında bulunan zattan hep haberler sorardık. Yolcular, Allah Teâlâ Hazretlerinin o zatı peygamber olarak gönderdiğini, ona Kur’an’ı vahyettiğini ve bir kısmı da böyle bir iddiada bulunduğunu söylüyorlardı. Ben küçük yaşımda o yolculardan epeyce ayetler ezberlemiştim. Ayetler sanki kalbime ve hafızama işlenirdi. Zaten Bedevi Arabların çoğu, Müslüman olmak için Mekke’nin fethini bekliyorlardı. O zat, Mekke’lilere üstün gelirse muhakkak peygamberdir, hele durun bakalım, diyorlardı. Mekke fethedilince, her kavim İslâm olmak için koştu. Benim babam Seleme de İslâmı kabul edip kendi kabilesi olan Seleme kavmine geldi ve dediki: Vallahi, ben size, hak Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in yanından geliyorum! Bize şöyle buyurdu!
“Şu namazı şu vakitte şöyle kılınız. Şu namazı da şu vakitte şöyle kılınız. Namaz vakti gelince, sizden biriniz ezan okusun ve en çok Kur’an bileniniz size imam olsun.”
Bizim kabile adamlarımız baktılar ki, yaşım küçük olmasına rağmen benden daha iyi Kur’an bilen yok. Altı yedi yaşlarımda olduğum halde beni imam yaptılar. Ben onlara namaz kıldırıyordum. Elbise olarak üzerimde bürde denilen bir entari vardı. Secdeye vardığım zaman bu elbisem toplanıyor ve avret yerlerimden bir kısmı açılıyordu. Biz namaz kılarken oradan geçmekten olan bir kadın benim bu halimi görerek cemaate dedi ki, bu imamınızın örtünmesini sağlasanıza... Sonra cemaat bana uzun bir elbise satın aldılar ve giydirdiler. Artık o elbiseden duyduğum ferahlığı hiç bir şeyden duymadım.
Mütercim:
İmam Şafii Hazretleri, çocuğun imam olmasının caiz olduğu hükmünü bu hadîs-i şeriften çıkarmaktadır. Çocuk mümeyyiz yaşta (kâr ile zararı ayırabilecek bir yaşta) olursa imameti Şafii mezhebinde caizdir. Avret yerlerinin açık olarak namaz kıldırması halinde namazı iade etmemek ise, o zaman bu kabilenin örtünmenin farz olduğunu bilmeyişlerinden olmuştur, denebilir.43
43 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:722-726
Dostları ilə paylaş: |