Zübdetü’l buhâRÎ



Yüklə 2,57 Mb.
səhifə30/42
tarix27.07.2018
ölçüsü2,57 Mb.
#60515
növüYazı
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   42

NECRAN EHLİ KISSASI
1100- Huzeyfe (R.A.) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine, Necran kabilesi reislerinden ve Hıristiyanların büyüklerinden Seyyid ile Âkıb, mübâhele (yalancı olan tarafa karşılıklı lanet okumak) için gelmişlerdi. Sonra bunlardan biri, diğerine:

— Biz bu lânetleşme işinden vazgeçelim, Çünkü bu adam hak peygamber olur da biz onunla mübâhele edersek, biz de, bizden sonra gelecek neslimizde iflah etmez, dedi. Bu konuşmadan sonra her ikisi Hazreti Peygambere hitaben:

— Biz sana istediğin vergiyi (cizyeyi) vereceğiz. Ancak bizimle beraber emin bir kişi gönder; ancak göndereceğin adam mutlaka emin bir kişi olsun, dediler. Hazreti Peygamber onlara:

“Sizinle beraber gerçekten emin bir adam göndereceğim.” buyurdu. Sonra Hazreti Peygamber: “Kalk, ey Ubeyde bin Cerrah!” dedi. Ebû Ubeyde ayağa kalkınca, Hazreti Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu göstererek:

“işte bu adam, bu ümmetin eminidir.” buyurdu.

Sonra Necran halkının vergilerini almak için Ebû Ubeyde Hazretleri gönderildi.

“Her kim, (İsa hakkında) sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkışırsa de ki: Gelin oğullarımızı oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendilerimizi ve kendilerinizi çağıralım da gönülden dileyerek yalancı olanlara Allah’ın lanetini okuyalım.” (Al-i İmran Sûresi,- ayet: 61) Mealindeki ayeti kerime nazil olunca, Hazreti Peygamber Nevran (??? Necran) Hıristiyanlarını çağırttı ve onlara:

“Şimdiye kadar size her ne kadar delil getirdimse siz inadı ve çekişmeyi artırdınız. Şimdi geliniz bu ayeti kerime uyarınca mübahele edelim, yalancı olana beddua edelim. Doğru, yalancıdan böylece ayrılmış olur.” buyurdu. Hıristiyanlar bu teklife razı olarak bir yer belirlendi. Belirli gün ve yerde Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Hasan, Hüseyin, Zehra ve Hazreti Ali ile beraber olarak Hıristiyanlara şöyle buyurdu: “Ben dua edeceğim, siz amîn, deyiniz.” Bunun üzerine hıristiyanlar uzun uzadıya düşündüler; sonra pişman oldular. Hazreti peygamberin yanına gelip saf bağladılar. Reisleri olan Seyyid yahut Akıb, arkadaşlarına dedi ki:

— Ey dostlarım! Bu mübahele işinden sakınınız. Şunu iyi anlıyorum ki, peygamberler Allah’tan dilerlerse dağı yerinden koparırlar. Eğer yalancı bizim tarafımız olursa yeryüzünde canlı bir Hıristiyan kalmaz.

Bundan sonra yılda iki bin elbise, otuz zırh ve her elbise ile kırk dirhem cizye vermeleri şartı ile anlaşmaya varıldı. Böylece evlerine döndüler.

Hazreti Peygamber: “Eğer onlar bu yolda mübahele edeydiler, Allah Teâlâ onları yere geçirirdi, bütün aile ve soyları ile helak olurlardı.” buyurdu.


1101- Hazreti Enes’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Her ümmetin bir emini vardır. Bu ümmetin emini de Ebû Ubeyde bin Cerrah’dır.”2

2 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:742-743
EŞ’ARÎ’LERİN VE YEMEN’LİLERİN GELİŞİ
1102- Ebû Mûsâ El-Eş’arî (B.A.) der ki:

Bizim Eş’ari kabilesinden bir kaç kişi ile Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in huzuruna vardık ve kendilerinden binek hayvanı istedik. Bize binek hayvanı vermeyi kabul etmediler. Biz yine binek hayvanı isteyince, bize binek hayvanı vermeyeceğine dair yemin ettiler. Aradan pek az zaman geçmişti ki, Resûl-i Ekrem’e ganimet malı deve getirildi. Hazreti peygamber o develerden beş tanesini (binmek ve yüklerimizi taşımak için) bize verdi. Biz develeri ele geçirdikten sonra düşündük ve aramızda şöyle dedik: Biz Hazreti peygambere etmiş olduğu yemini unutturduk ve adetâ O’nu kandırmış gibi olduk. Bu durumda biz asla selâmete çıkamayız. Bu konuşmamızdan sonra ben Hazreti Peygamberin huzurlarına çıktım ve:

— Ya Resûlallah! Bize binek hayvanı vermeyeceğinize dair yemin etmiştiniz; Hâlbuki şimdi bizi bindirdiniz, dedim.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem cevap verdi:

“Evet gerçekten sizi bindirmeyeceğim diye yemin etmiştim. Şimdi de bindiriyorum. Ancak ben birşeyi yapmayacağım diye yemin eder de, sonra onun aksini hayırlı bulursan o yeminimi hemen bozar ve hayırlı olanı yaparım.”

Mütercim:

Yemin bozulduktan sonra kefaret verilmesi gerekli ise de, burada yeminin bozulmasına dair bir kesinlik yok gibidir. Çünkü ilk konuşmada at ve deve gibi taşıt araçları ortada olmadığından “Sizi bindiremem” diye Hazreti Peygamber yemin etmişti. Sonra hayvanların gelmesiyle imkân hasıl olmuştur. Böylece bindirememek diye bir hal kalmamıştır. Fakat bu hadîs-i şerifin bazı rivayetlerinde “Yeminimi bozdum” ifadesi olduğuna göre, Hazreti Peygamber o yemin için kefaret vermiş olduğu anlaşılıyor. Bunun hükmü ve açıklaması aşağıda yeminler ve Adaklar bölümünde gelecektir.
1103- Ebû Hureyre’den (R.A.) rivayet edilmiştir:

“Size Yemenliler geldi. Gerçekten Yemen halkı da yufka yürekli ve daha yumuşak kalplidirler. İman Yemenli ve hikmet de Yemenlidir. Övünme ve büyüklük taslama deve sahiblerindedir. Tevazu ve vakar, koyun sahiblerindedir.”


VEDA HACCI BAHSİ
1104- İbni Ömer (R.A.) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri Mekke’nin fethi yılında Kusvâ adındaki devesine binmişti. Üsame bin Zeyd de aynı deve üzerinde Hazreti Peygamberin arkasındaydı. Beraberinde Bilâl Habeşî ve Kâbe’nin anahtarlarını muhafaza eden Osman bin Talha da vardı. Hazreti Peygamber Kâbe’nin yanında devesini çöktürdü. Sonra Osman bin Talha’ya hitaben şöyle buyurdu;

Anahtarı bize getir.” Osman, Kâbe’nin anahtarını hemen getirip kapısını açtı. Hazreti Peygamber, Bilâl Habeşî, Üsame ve Osman içeri girdiler. Kâbe’nin kapısını içerden kapadılar. Hazreti Peygamber, uzun müddet içerde kaldıktan sonra çıktılar. Diğer insanlar da Kâbe’ye girdiler. İbni Ömer der ki:

Ben herkesten önce Kâbe’ye girdiğim zaman kapının arkasında Bilâl Habeşiyi’ ayakta buldum. Ona sordum: Resûlullah Kâbe’nin hangi tarafında namaz kıldı? Bana dedi ki, işte şu önündeki iki direğin arasında namaz kıldı. O zaman Kâbe, iki sıra halinde altı direk üzerine bina edilmişti. Hazreti Peygamberin namaz kıldığı yer, ilerdeki bölüm idi. Kâbe’nin kapısını da arka taraflarına almışlardı. Mübarek yüzleri de duvara doğru idi. Namazı bu şekilde durarak kılmışlardı. Fakat Hazreti Peygamberin orada kaç rekât namaz kıldığını Hazreti Bilâl’a sormayı unuttum. Ayrıca Hazreti Peygamberin namaz kılmış olduğu yerde kırmızı renkte bir mermer parçası (taşı) vardı.

Mütercim:

Bu hadîs-i şerifte geçen olay, Mekke’nin fethi yılında ise, Veda haccı bahsine konması istidrad (anti parantez - konu dışı olarak araya sokmak) kabilinden olması gerekir, denilmiştir.3

3 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:743-745
1105- Ebû Bekre (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Veda Haccı’nda kurban bayramının birinci günü Mina’da şöyle buyurdu:

“Zaman, Allah Teâlâ Hazretlerinin gökleri ve yeri yarattığı günkü şeklinde devretmektedir. Sene, oniki aydır. Bunlardan dördü haram (hürmet edilen) aylardır. Bu haram ayların üçü arka arkaya gelir ki, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu haram aylardan dördüncüsü de, yalnız olarak gelir ki, o da Mudar kabilesinin son derece hürmet ettikleri Receb ayıdır. Bu ay da Cumadalahire ayı ile Şaban ayı arasında gelir. (Ayların yerlerini böylece belleyin ve cahiliyet devrinde yapıldığı gibi yerlerini değiştirmeyin).” Sonra Hazreti Peygamber sordu:

“Bu ay hangi aydır. Zilhicce değil midir?” Biz: — Evet, dedik. Yine sordular:

“Bu belde hangi beldedir, Mekke değil midir?” Biz: —Evet dedik. Yine sordular:

“Bugün hangi gündür, kurban bayramının birinci günü değil midir?” Biz: — Evet, dedik.

Sonra Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:

“Bu beldenizde ve bu ayınızda şu günümüzün hürmeti (kudsiyeti) gibi canlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da sizin için mukaddestir. Sonra da Rabbiniz olan Allah’a kavuşacaksınız. Size amellerinizden soracaktır. Dikkat ediniz! Sakın benden sonra doğru yoldan sapan kişilere dönüp birbirinizin boynunu vurmayınız.

Dikkat ediniz! Bu öğütlerimi burada bulunanlar, bulunmayanlara iletsin, kendilerine bu sözlerim İletilmiş olan bazı kimseler, bizzat benden işiten bazı kimselerden daha kavrayışlı olabilir. Dikkat ediniz! Size tebliğ ettim mi? (Bu sözü iki defa tekrarladılar) “
1106- Ebû Mûsâ El-Eş’arî (Radıyallahu Anh) der ki:

Arkadaşlarım, Tebük seferine giderlerken kendilerine binek hayvanı verilmesi için beni Hazreti Peygambere gönderdiler. Ben de Hazreti Peygamberin huzuruna vardım ve dedim ki:

— Ya Resûlallah! Arkadaşlarım bu seferde binmeleri için sizden binek hayvanı istemek üzere beni gönderdiler, Hazreti Peygamber bana şöyle buyurdular:

“Vallahi, size hiç bir binek hayvanı veremeyeceğim.” Hazreti peygamber bunu buyurduğu zaman öfkeli idi. Ben de Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in vermemesinden ve aynı zamanda bana gücenmiş olabilmesi korkusundan kederli olarak geri döndüm. Arkadaşlarımın yanına giderek aldığım red cevabını onlara bildirdim. Kısa bir zaman sonra benim adımı çağıran Bilâl Habeşi’nin sesini işittim. Onun: Ya Abdullah bin Kays! çağrısına koştum. Bilâl bana dedi ki, Hazreti Peygamber seni istiyor; hemen çabuk gidiniz. Ben de Hazreti Peygamberin huzuruna çıktım. O sırada Hazreti Peygamber Sa’d bin Ubade Hazretlerinden satın almış olduğu altı deveyi bana göstererek:

“Yan yana duran şu iki deve ile yan yana duran şu iki deveyi al ve onları arkadaşlarına götür. Hem de onlara söyle: Allah Teâlâ Hazretleri (yahut Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri), sizi bu develere bindiriyor, bunlara bininiz,” buyurdu.
1107- Sa’d bin Ebi Vakkas (Radıyallahu Anh) der ki:

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Tebük gazasına çıktığı zaman, Hazreti Ali’yi Medine’de halef bırakmıştı. Hazreti Ali ise:

— Ya Resûlallah! Beni birtakım çocuklarla kadınlar arasında mı bırakıyorsunuz? diyerek üzüntüsünü belirtti. Bunun üzerine Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu:

“Sen bana karşı, Hazreti Harun’un Hazreti Mûsa’ya karşı olan mertebesinde olmak istemez misin? Şu farkla ki, benden sonra peygamber yoktur.”

Mütercim:

Musa Aleyhisselâm Allah’tan vahiy almak için Sina dağına giderken kardeşi Harun Aleyhisselâm’ı İsrail oğulları kavmine halef bıraktığı gibi, ben de seni (ey Ali) Medine’de halef bırakıyorum, demektir. Rafizî ve Şiî’ler, bu hadîs-i şerife dayanarak, Hazreti Peygamberden sonra Hazreti Ali’nin halife olması gerekir, Hilâfet onun hakkıdır. Çünkü bu hadîs, bir vasiyet hükmündedir, demektedirler. Hatta Hazreti Ali’ye başkalarını tercih etmeyi de küfür saymışlardır. Bu sapık fırkalardan bir kısmı da, Hazreti Ali kendi hakkı olan hilâfeti arayıp dava etmediğinden Hazreti Ali’yi de İslâm dışı görecek kadar sapıtmışlardır.

Hazreti Ali’nin Medine’de halef bırakılması, sadece Tebük seferine çıkılacağı zaman olmuştur. Ayrıca Hazreti Harun (Aleyhisselâm) Hazreti Mûsâ’dan (Aleyhisselâm) kırk yıl önce Tîh sahrasında vefat etmiştir. Bu itibarla Harun Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâm’dan sonra halife olmadığı hususu da herkes tarafından bilinmektedir. Bunun için ehli sünnet âlimleri, bu hadîs-i şerifin hilafet ve nübüvvetin Hazreti Ali’ye ait olacağına herhangi bir delâleti yoktur, diyorlar.
1108- Kâb bin Malik (Radıyallahu Anh) der ki:

Tebük gazasından başka, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yapmış olduğu savaşların, hiç birinden geri kalmamıştım. Gerçi Bedir gazasında bulunamamıştım. Bunun sebebi ise Hazreti Peygamber Bedir gazasına savaş niyeti ile çıkmamıştı, Şam’dan gelecek olan Kureyş kavmine ait ticaret kervanını ele geçirmek niyeti ile çıkmıştı. Cenabı Hak, böyle habersiz olarak düşmanlarla Müslümanları Bedir’de karşılaştırdı. Bunun için Bedir savaşından geri kalmam ayıplanmaz.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem hicret etmeden önce, Medine’den Mekke’ye hac mevsiminde gidip Mina’da Akabe denilen yerde geceleyin Hazreti peygambere biat eden Ensar içinde bile vardım. Akabe’de İslam’ın ve Hazreti Peygamberin zafere ulaşması için ve Medine’ye gelecek muhacirleri yerleştirip korumak için her türlü yardımı yapacağımıza söz vermiştik. İşte bu Akabe gecesinde yapılan sözleşme ve sağlam bağlantı, bana göre, Bedir savaşı ile değiştirilemez. Halk arasında Bedir gazası her ne kadar daha şöhretli ve büyük bir olay ise de, bence Akabe biatinde bulunmak daha önemlidir. Çünkü İslam’ın ortaya çıkmasına başlıca sebeb bu Akabe sözleşmesidir.

Tebük seferinden geri kalmama gelince:

Gerçekten Tebük gazasından geri kalmam için hiç bir sebep ve özrüm yoktu. Çünkü o zamanda sahib olduğum malî ve bedenî kuvvet ve imkâna hiç bir zaman sahib olmamıştım. Vallahi, savaşa takaddüm eden günlerden hiç birinde hiç bir vakit iki deveyi bir araya getirememiştim. Hâlbuki bu Tebük savaşı günlerinde iki yük devesi ile iki binek devem vardı.

Sonra Hazreti Peygamber öteden beri savaşa çıkacakları zaman, başka bir hedef söyleyerek gerçek hedefi gizli tutardı. Fakat bu Tebük seferi yaz mevsiminin şiddetli sıcağına tesadüf ettiği gibi, susuz çöllerden uzak bir yere gidileceğinden Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri bütün Müslümanlara, seferin uzun ve yorucu olması sebebiyle hazırlık yapsınlar diye, Tebük seferine çıkılacağını açıklamış ve ilân etmişti. Hem de Hazreti Peygamberin ordusu o kadar kalabalıktı ki, bir divan defteri bunların isimlerini toplamaya yetmezdi. Otuz bin kişi oldukları söylenir.

İşte böyle kalabalık bir ordu içinde benim gibi birkaç kişinin bulunmayışını, Hazreti Peygamber ancak vahiy yolu ile bilebilir sanıyordum. Hazreti Peygamberin Tebük seferine çıkış zamanı, meyvelerin tam olgunlaştığı ve gölgelerin arandığı bir mevsime rastlamıştı.

Bu şartlar altında savaşa çıkacak olan bütün Müslümanlar hazırlıklara koyuldular, gerekli ihtiyaçlarını temin ettiler. Ben de her sabah hazırlanmak niyetiyle evimden çıkardım, akşamleyin, hiçbir hazırlık yapmaksızın evime dönerdim. Her istediğim zaman yolculuk hazırlığını yapabileceğimi kendi kendime söyler dururdum. Bende bu ihmallik sürüp gitti. Öyle ki, herkes hazırlanıp Hazreti Peygamber ile yola çıktılar. Ben ise halâ yolculuk hazırlığına başlayamadım. Bununla beraber bir gün sonra dahi olsa hazırlanır ve arkadan peygamberin ordusuna kavuşurum, diyordum. Bir gün âdetim üzere sabahleyin çarşıya çıktım. Akşam üstü yine bir yolculuk hazırlığı yapmaksızın evime döndüm. Bu hal bende devam etti. Bu arada Hazreti Peygamberin ordusu uzun mesafeler alarak Medine’den uzaklaşmış olduğundan onlara yetişmek imkânı kalmadı. Böylece Tebük gazasından mahrum oldum. Arada yine gideyim de orduya katılayım diye düşündüm ise de, bir türlü gidemedim. Keşki gitmiş olsaydım.

Bir de Medine’de beni en çok üzen şey, Medine sokaklarında dolaştığım zaman ya münafık diye söylenen kimselerle, kör, topal ve biçarelerle karşılaşmış olmamdır. Bütün eli-kolu tutan Müslümanlar savaşa çıkmış olduklarından bu özürlü kimselerden başkası sokaklarda dolaşmıyordu.

Hazreti Peygamber ordusu ile Tebük’e vardığı zaman beni hatırladı. Tebük’de istirahat halindeyken, kalabalık ashap topluluğu içinde Hazreti Peygamber sordu:

“Kâ’b ne yaptı?” Beni Seleme kabilesinden Abdullah bin Enis dedi ki: Ya Resûlallah! Kâb’ın ya iki kaftanı yahut da kibir ve gururu onu Medine’de alıkoymuş olmalıdır. Sonra Muaz bin Cebel Hazretleri, Abdullah’a cevap olarak:

— Kâ’b gibi bir adam hakkında ne fena söz söyledin, dedi ve Hazreti Peygambere dönerek şöyle konuştu:

— Ya Resûlallah! Kâ’b hakkında hayır ve iyilikten başka bir şey bilmiyoruz. Bunun üzerine Hazreti Peygamber bir şey söylememişler.

Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in Tebük’den Medine’ye dönmek üzere hareket etmiş olduğunu öğrenince, düşünmeye başladım. Yarın Hazreti Peygamberin huzuruna nasıl çıkacağım ve O’nun bana karşı olan öfkesinden nasıl kurtulacağım? Ne yapsam, bir yalan uydurupta özür mü dilesem, dosdoğru mu konuşsam, diye hesap ettim durdum. Hatta yakınlarımdan fikir sahibi kimselerin ve bilginlerin görüşlerine başvurdum, ne yapmam gerektiğini onlara danıştım.

Nihayet Hazreti Peygamberin Medine’ye yaklaştığı haberi gelince, evvelce tasarlamış olduğum yalan vs kuruntuların hepsi kafamdan silindi. Böyle bir yalanın, beni Hazreti Peygamberin öfkesinden hiç bir zaman kurtaramayacağını anladım. Onun için işin doğrusunu olduğu gibi Hazreti Peygambere anlatmayı uygun buldum ve buna karar verdim.

Sonra Hazreti Peygamber Medine’yi teşrif ettiler. Öteden beri Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem her seferlerinden Medine’ye dönüşlerinde ilk önce Mescid’e girerler ve orada iki rekât namaz kılarlardı. Yine bu adetleri üzere Mescid’e girdiler ve iki rekât namaz kıldılar. Hoş geldin, demeye gelen insanları karşılamak için Mescidde oturdular. Böyle otururlarken, sırf tembellikten veya bir nifaktan dolayı Tebük seferine katılamayanlar takım takım gelerek Hazreti Peygamberden özürlerinin kabullerini istediler ve çeşitli mazeretler göstererek yemin ettiler. Hazreti Peygamber onların görünüş hallerine bakarak özürlerini kabul etti. Onlar için Allah’tan mağfiret diledi. Onların iç hallerini Allah Teâlâ Hazretlerine bırakmıştı. Böyle uydurma özürlerle ve nifakla yalnız Medine’de kalanların sayısı seksen küsur kişi idi. Diğer bölgelerden olan münafıkların sayısı çoktu.

Herkes gelip gittikten sonra ben de Hazreti Peygamberin huzuruna vardım ve selâm verdim. Hazreti Peygamber kızan bir kimsenin tebessümü ile bana: “Yanıma gel!” buyurdu. Ben de hemen yürüdüm ve önünde oturdum. Hazreti Peygamber bana sordu:

“Seni bu savaştan geri bırakan neydi? Binek hayvanını satın almamış mıydın?” Ben cevap verdim:

— Evet, ya Resûlallah! binek hayvanımı hazırlamıştım. Sizden başka dünya ehlinden birinin huzurunda oturmuş olaydım, onun öfkesinden, mazeretle çıkmayı başarırdım. Çünkü bana tartışmada ikna kabiliyeti verilmiştir. Fakat vallahi, bugünkü günde kendimden sizi razı etmek için yalan söyleyecek olsam, Allah’ın gazabına uğrayacağımı kesin olarak biliyorum. Beri size karşı doğru söyleyip gerçek halimi bildirmiş olsam, sizin bana kızacağınızı da biliyorum; fakat bu hususta Allah’ın beni bağışlamasını diliyorum.

Vallahi, ya Resûlallah! Evimde kalmam için hiç bir özrüm yoktu. Vallahi, sizden geri kaldığım zamandaki kadar güçlü ve varlıklı hiç bir zaman olamamıştım. Fakat her nasılsa geri kaldım, savaşa katılamadım. Bunun üzerine Hazreti Peygamber:

“Bu adam doğruyu söyledi.” buyurdu ve bana şu emri verdi: “Şimdi kalk ve Allah’ın senin hakkında vereceği hükme kadar bekle.”

Ben de hemen Hazreti Peygamberin huzurundan kalkarak evime doğru yürüdüm. Seleme Oğulları kabilesinden birtakım adamlar arkama takıldılar ve bana şöyle dediler:

— Vallahi, senin bundan önce bir günah işlediğini bilmiyoruz. Böyle olduğun halde diğer evlerinde kalıp savaşa katılmayanlar gibi bir özür uydurmayı beceremedin. Hâlbuki Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in senin için Allah’tan af dilemesi, günahının bağışlanmasına yeterdi. Onlar bu şekilde beni kınamaya devam ettiler. Onların bu kınamalarından dolayı, tekrar Hazreti Peygambere dönüp kendimi yalanlamaya bile niyetlendim. Sonra arkadaşlarıma şöyle dedim:

— Bu benim başıma gelen hal, başka bir kimsenin başına geldi mi? (Benim gibi Tebük savaşından geri kalıp özür beyan etmeyen ve doğruyu söyleyen bir kimse var mıdır?) Onlar:

— Evet, tıpkı senin gibi doğruyu söyleyen iki kişi vardır, Hazreti Peygamber sana ne buyurdu ise, aynen onlara da onu söyledi, dediler. Sonra ben arkadaşlarıma sordum:

— O iki zat kimlerdir? Dediler ki:

— Onlardan biri Mürare bin Rebî diğeri de Hilâl bin Ümeyye’dir. Bunları öğrenince bendeki tereddüd ve kararsızlık hali kalktı. Önceki doğruluk fikrim üzerinde bulunmayı kesinlikle kararlaştırdım. Çünkü isimlerini öğrendiğim bu iki zat ashabın büyüklerinden ve Bedir savaşında bulunan salihlerdendiler. Artık bunlar benim için uyulması gereken kimseler olabilir, demiştim ve sakinleşmiştim.

Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri, Tebük seferinden geri kalanlardan yalnız üçümüzle konuşmayı bütün Müslümanlara yasakladı. Bunun üzerine herkes bizden kaçındı; bize karşı birden değişiverdiler. Hatta Medine bana yabancı gelmeye başladı. Sanki daha önce tanıdığım şehir değildi. İşte bu durumda tam elli gece (gün) kaldık. Benim o iki arkadaşım evlerinden hiç dışarı çıkmayarak mütemadiyen ağlayıp durdular. Ben arkadaşlarımdan daha genç ve dinç idim. Onun için Müslümanlar arasında namaza katılırdım, çarşılarda da dolaşırdım; fakat hiç kimse benimle konuşmazdı.

Namazdan sonra bazan Hazreti Peygamberin oturduğu yere gidip huzurlarında selâm verirdim. Hem de benim selâmımı almak için Hazreti Peygamberin mübarek dudaklarını kımıldatıp kımıldatmadığını kendime sorardım. Bazan da Mescid’de Hazreti Peygamberin yakınında namaza dururdum. Hem de gizlice gözümün ucu ile Hazreti Peygambere bakardım. Ben namaza başlayınca, Hazreti Peygamber bana dikkatlice bakardı. Fakat ben Hazreti Peygamberin tarafına döndüğüm zaman, mübarek yüzünü benden çevirirdi, insanların cefasından uğradığım sıkıntılı günler uzayınca insanlar içinde en iyi dostum olan amcamın oğlu Ebû Katade’nin bostanına duvardan aşarak girdim. Ebû Katade’ye selâm verdim; fakat vallahi, selâmımı almadı. Ben ona şöyle dedim: — Ey Ebû Katade! Allah için söyle. Allah’ı ve onun Peygamberini sevdiğimi biliyor musun? Ebû Katade benim bu soruma evet veya hayır hiç bir cevap vermedi. Sorumu tekrarladım yine bir cevap alamadım. Üçüncü defa sorunca: Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedi. O anda benim iki gözümden yaşlar boşanmaya başladı. Ağlayarak yine bostan duvarından dışarıya çıktım. Medine çarşısında yürürken Şam halkından ve hıristiyan dininden olup ekinini satmak için Medine’ye gelen bir kıpti fellah (çiftçi), Kâb bin Malik kimdir? diye insanlara soruyor ve beni araştırıyordu. Adamlar da hıristiyana beni gösterdiler. Sonra o hıristiyan yanıma geldi. Gassan sultanı (Cebele bin Eyhem) tarafından gönderilen mektubu bana verdi. Bir de baktım ki, mektupta şöyle deniliyor:

“imdi (inanıp kendisine bağlandığın adamının) sana eziyet ve cefa ettiği haberini aldım. Hâlbuki Allah seni böyle zillet ve hakaret yerinde kalmak için yaratmadı. Dünya sana dar değildir. Böylece zillet yerinde durmak sana yakışmaz. Mektubum sana ulaşınca hemen bize katıl. Biz seni teselli ederiz.”

Mektubu okuyunca kendi kendime dedim ki, bu da, geçirmekte olduğum imtihanın bir parçası! Hemen o mektubu ateşe atıp yaktım.

Sonra elli gecenin kırk gecesi geçtiği zaman, Hazreti Peygamberin elçisi (Hüzeyme bin Sabit) bana gelerek şu emri tebliğ etti:

“Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, karından ayrılmanı sana emrediyor.” Ben de:

— Zevcemi boşayayım mı? diye sordum. O da:

— Hayır, boşamayınız; ancak muvakkat bir zaman için ona yaklaşmayınız, dedi.

Bana gönderilen bu haber aynen diğer iki arkadaşıma da gönderildi. Sonra zevceme dedim ki, hakkımda Allah’ın hükmü gelinceye kadar sen ailenin yanına git. O da gitti.

Arkadaşlarımdan Hilâl bin Ümeyye’nin zevcesi Havle binti Asım, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e gitti ve şöyle dedi:

—Ya Resûlallah! Benim kocam Hilâl bin Ümeyye ihtiyar bir adamdır. Yalnız başına kendini idare edemez. Benden başka onun hizmetini yapacak kimsesi yoktur. Onun hizmetinde bulunmama izin verir misiniz? Hazreti Peygamber o kadına müsaade etmiş; fakat kocasına yaklaşmamasını da emretmiş. Bunun üzerine kadın demiş ki:

— Ya Resûlallah! Benim kocamın hiç bir hareketi kalmamış olduğu gibi, bu iş onun başına geleli beri devamlı olarak ağlamaktadır.

Kâ’b, söze devam ederek der ki;

Ailemden biri bana, sen de peygambere gidip Hilâl bin Ümeyye’nin karışma izin verdiği gibi, karının, senin yanında kalması için izin istesen olmaz mı? dedi. Bu şekilde bana ısrarda bulundu ise de ona şu cevabı verdim:

— Vallahi, böyle şey için ben Hazreti Peygambere gidip onu rahatsız edemem. Sonra ben, nasıl ona müracaat edeyim? Hilâl gibi ihtiyar değilim, genç olduğum için kendi hizmetimi görebilirim. Sonra Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in de bana ne söyleyeceğini bilemem. İşte kırk günden sonra on gün daha böyle geçirdik. Böylece insanlardan ilgimizin kesilişi üzerinden tam elli gün geçmiş oldu.

Ellinci günün sabahında idi ki, evlerimden birinin damında sabah namazını kılmış oturuyordum. Öyle bir sıkıntılı halde idim ki, Kur’an-ı Kerimde Cenabı Hak buyurduğu gibi, yeryüzü bunca genişliğine rağmen bana dar gelmişti. Bir de ansızın Sel dağı tepesinden yüksek sesle birinin:

— Ey Kâ’b, sana müjde! bağırdığını işittim. Hemen şükür secdesine kapandım. Artık ferahlık zamanının geldiğini anladım. Bizim üçümüzün tevbelerinin kabul edildiğim sabah namazından sonra Hazreti Peygamber herkese açıklamıştı. Bunun üzerine müjdeciler her üçümüzün evlerine koştular. Benim tarafıma gelen müjdeci atına binmiş dört nala geliyordu. Fakat Sel dağına çıkan Eslem kabilesinden çevik bir adamın sesi bana daha önce gelmişti. Bu müjdeci yanıma vardığında sırtımdaki iki elbisemi, müjdesinin karşılığı olarak çıkarıp ona giydirdim. Vallahi o gün o iki elbiseden başka elbisem yoktu. Hemen iki giysi (ridâ ve izar) ödünç aldım ve giydim. Öylece Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in huzuruna vardım. Yolda grup grup insanlar beni karşılayarak tevbenin kabulünü tebrik ediyor ve Allah Telâ Hazretleri tarafından bağışlanman kutlu olsun, diyorlardı. Nihayet Mescidi şerife girdim. Hazreti Peygamber mescit içerisinde etrafında insanlar olduğu halde oturuyorlardı. İçlerinden beni gören Talhâ bin Abdullah hemen ayağa kalktı ve koşarak beni kucaklayıp tebrik etti. Vallahi, Talha’dan başka muhacirlerden hiçbir kimse beni tebrik etmeye kalkmadı. Vallahi, Hazreti Talha’nın bana olan sadakatini hiç bir zaman unutamayacağım.

Sonra ben, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerine selâm verdim. Hazreti Peygamberin mübarek yüzlerinde sevinç parıltısı olduğu halde bana şöyle buyurdular:

“Anandan doğalı beri rastladığın en mutlu günü sana müjdelerim.” Ben sordum:

— Ya Resûlallah! Bu müjde senin tarafından mı, yoksa Allah tarafından mı? Bana şu cevabı verdiler:

“Hayır, benim tarafımdan değil, bu müjde Allah katından!” Hazreti Peygamber sevinçli oldukları zaman mübarek yüzlerindeki nur bir kat daha çoğalır ve parlardı. Biz de öteden beri onun bu halini bilirdik. Sonra huzurlarında oturdum ve şöyle dedim:

— Ya Resûlallah! Mademki Allah Teâlâ Hazretleri beni bağışladı, bu bağışlanmamın karşılığı, Allah Teâlâ Hazretleri peygamberi için bütün malımdan sadaka olarak sıyrılmamdır. Hazreti Peygamber bana:

“Malının bir kısmını tut, bu senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Ben de Hayber ganimetlerinden bana düşen hissemi alıkoyuyorum, dedim.

Sonra Hazreti Peygamber’e şu sözü verdim:

— Ya Resûlallah! Allah Teâlâ beni doğruluk sebebiyle kurtardı. Bundan böyle hayatım boyunca doğruluktan ayrılmayacağım, söz veriyorum. Kâ’b bin Malik diyor ki:

— Vallahi, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e doğruluk sözü verdiğimden itibaren Allah Teâlâ, bana ihsan ettiği nimet kadar Müslümanlardan hiç bir kimseye ihsan etmemiştir. Hem de Hazreti Peygamber’e verdiğim o doğruluk sözünden beri, bu güne kadar hiç bir şekilde bilerek yalan söylemedim. Bundan sonra da Allah Teâlâ Hazretleri beni yalan söylemekten korur, diye ümidim tamdır.

Allah Teâlâ Hazretleri şu mealdeki ayeti Kerime’yi Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e indirdi:

“And olsun ki, Allah, peygambere ve o güçlük vaktinde (Tebük savaşında çekilen sıkıntı ve mahrumiyet günlerinde) ona uyan Muhacirlerle Ensar’a lütuf ta bulundu. Öyle ki, içlerinden bir kısmının Kalpleri kaymağa yüz tutmuş iken yine de onların tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Tevbe: 117)

Vallahi, Hazreti Peygambere karşı yalan söyleyip te helak olurum korkusu ile itizam (??? iltizam) ettiğim sadakat sözü, beni İslam’a hidayet ettikten sonra Allah’ın bana verdiği en büyük nimettir. Aksi halde diğer yalan söyleyenler gibi ben de helak olacaktım. Allah yalan konuşanlar (mazeret uyduranlar) hakkında, şimdiye kadar hiç kimse hakkında indirmediği en ağır ayetini indirmiş ve şöyle buyurmuştur:

Kendilerinden razı olasınız diye (münafıklar) size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız da, Allah, asla o fasıklardan razı olmaz.” (Tevbe: 96)

Diğer münafıklar Hazreti Peygamberin huzuruna giderek özürlerini yeminle ifade ettiler. Hazreti Peygamber de onların mazeretlerini kabul etti ve onlar için Allah’tan mağfiret diledi. Biz ise onlar gibi mazeret uydurmaktan ve Peygamber’in bizim için mağfiret dilemesinden geri kaldık. Biz üç kişi idik. Hazreti Peygamber bizi, Allah’dan bir emir ve hüküm gelinceye kadar bekletti. İşte bundan dolayıdır ki, Allah Teâlâ Hazretleri:

“(Durumları) geri bırakılan üç kişiyi (Kâb bin Malik, Hilâl bin Ümayye ve Mûrâre bin Rebî’i) Allah bağışladı. Çünkü o derece bunalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıkmıştı ve Allah’tan kurtuluşun ancak Allah’a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Bundan sonra Allah onları tevbekâr olmaya muvaffak kılıp tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz ki Allah tevbeleri çok çok kabul edendir, çok merhametlidir.” (Tevbe: 118)

Bu ayette geçen “Geri bırakılan üç kişi” sözü Tebük savaşından geri kalanlar manasında olmayıp durumları hakkında hüküm verilmesi ertelenmiş olanlar manasındadır ki, bundan üçümüz kastedilmektedir.


1109- Ebu Bekre (R.A.) der ki:

Hazreti Ali ile Hazreti Aişe (R.A.) arasında cereyan eden meşhur Cemel vakasında ben Hazreti Aişe taraftarı olarak savaşmak kararında idim. Fakat daha önce Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’den işittiğim bir hadîsten Allah Teâlâ beni faydalandırdı. Peygamberin bu hadîs-i şudur:

“Bir kavim ki, idaresini kadına bırakmıştır, o toplum asla iflah etmez.” Bu hadîs-i şerifi Hazreti Peygamber şu hadise üzerine buyurmuştu: İran imparatoru ölünce erkek çocuğu olmadığından onun kızını tahta çıkardılar. İşte bu haber Hazreti Peygambere ulaşınca, yukarıdaki hadîs-i şerif varit olmuştur. Ben de bu hadîs-i şerife dayanarak Hazreti Aişe taraftarı olarak CEMEL vak’asında bulunmadım.4

4 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:746-758


Yüklə 2,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   42




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin